Kürt Sorununun Çözümünde Ademi Merkeziyetçilik

           SSCB’nin dağılmasına yol açan çeşitli nedenler ileri sürülebilir. Ancak bütün bu nedenler, katı merkeziyetçi sistemden kaynaklanıyor.

            Merkeziyetçi sistem, işçileri, emekçi halkı yönetimden dışladı. Çeşitli ulusların ve etnik grupların kendilerini yönetmelerine imkan vermedi. Parti yönetimi bürokratlaştı. Partiye ve devlete egemen olan bürokratlar, her türlü muhalefeti acımasızca susturdular. Bilimsel çalışma ve tartışmalar bile resmi görüşün çerçevesine hapsedildi.

            Merkeziyetçi totaliter rejim, bilimsel çalışmalar için gerekli olan özgür ortamı yok edince, bilimsel çalışmalar ve ona bağlı olarak teknoloji gelişemedi. Geri teknoloji nedeniyle üretimde kalite ve verimlilik düştü. Yüksek askeri harcamaların olumsuz etkisi de buna eklenince SSCB vatandaşlarının hayat standardı Batı standardının çok gerisinde kaldı. İletişim araçları, özellikle TV, bu farkı çarpıcı biçimde SSCB halklarına iletip sergileyince çözülme başladı.

            Sistem kendini yeniden üretemedi. Sorunlara çözüm bulunamadı. Çünkü merkeziyetçi sistem katılımcı değildi, katılımı önlüyordu. Halk hep yönetilen konumunda bırakıldığı ve kendi sorunlarıyla ilgili karar süreçlerinin dışında kaldığı için, ülke yönetimine yabancılaşmıştı. Çözümler ve politik seçenekler üretecek bilgi ve deneyimden yoksundu. Özgür tartışma ve örgütlenme imkanı doğduğunda, muhalefet grupları, Puşkin Meydanı’nda dedikodu üretmekten öteye gidemediler.

            Merkeziyetçi sistem, insanlığın büyük umudu olan sosyalizmin uygulamadaki başarısızlığına yol açıp, dünyayı kapitalist sistemin ve yeni sağ ideolojinin egemenliğine terk ederken, geride bir insanlık trajedisini; korkunç katliamlara, yıkımlara ve halklar arasında düşmanlıklara yol açan etnik çatışmalara bıraktı.

            Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da benzer bir gelişme süreci yaşandı.

            Ankara’da üslenen Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları ve ulusun kurtarıcıları sivil ve asker bürokrasiyi oluşturdular. Kurtarıcılar, kurtardıkları halkın kişisel ve toplumsal yaşamının her alanını, hatta düşünce ve inanç dünyasını bile en ince ayrıntısına kadar düzenlemeye kalktılar. Halkın kendilerine minnet borcu vardı ve bu onların hakkıydı.

            Kısa zamanda katı merkeziyetçi bir sistem kuruldu ve uygulandı. Milletvekilleri bile Ankara’dan tayin edildi.

            Merkeziyetçi baskı sistemine başkaldırılar çok sert ve kanlı biçimde bastırıldı. Türkiye 1950’lere totaliter bir rejimle geldi.

            1950 sonrası, devlet ve toplum yönetimine toprak ağalarının, ticaret ve sanayi burjuvazisinin, kısacası egemen sınıfların katılımı sağlandı. Fakat merkeziyetçi sistem sürdürüldü. Halkın katılımı çeşitli yasal ve yönetsel engellerle önlendi.

            Merkeziyetçi sistemin Türkiye’yi getirdiği yer, iç savaşları yaşayan, baskıcı rejimlerin egemen olduğu geri kalmış ülkeler grubudur.

            Merkeziyetçi iki örnek verdik. Ayrı siyasal ve sosyal sistemleri benimsemelerine rağmen vardıkları sonuç aynı oldu. Başarısızlık. Kuşaklar harcandı. Emekçi halk kitleleri ağır bedeller ödedi. Neden oldukları dev ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlarla bugün hâlâ boğuşup duruyoruz.

            Bu iki örneğin bir ortak özelliği de, Kürt veya Türk olsun, bu sistemlerin ister yanında ister karşısında bulunsun, aydınlarımızın büyük çoğunluğunun düşünce yapısını biçimlendirmiş olmasıdır.

            Bu aydınlarımız kahramanlık ve kurtarıcılık misyonunu çok seviyorlar. Merkeziyetçidirler. Merkezi iktidar gücüne kimsenin ortak olmasını istemiyorlar. Muhalefette iken bile merkezi iktidar gücünü sınırlamayı değil, bu gücü elde edip kullanmayı istiyorlar. Gerekiyorsa, demokrasiyi de kendileri kurup sevgili halklarına armağan etmeyi düşünüyorlar.

            Oysa demokrasilerde kahramanlara ve kurtarıcılara yer yoktur. Kahramanlar ve kurtarıcılar geri toplumların ürünleridir. Genellikle kurdukları toplumsal düzenler ise totaliter rejimlerdir.

            Çünkü demokrasi yukardan aşağıya kurulamaz. Onu sıradan insanlar, sade yurttaşlar kurarlar. Herkes sahip olduğu maddi ve manevi değerlerin makul ölçüdeki bir bölümünü toplumsal hareketin hizmetine sunar. Milyonların katkısı büyük ve hem de çok büyük bir güç oluşturur. Bir grubun bütün varlığını, mal ve canını ortaya koymasından daha büyük ve daha etkili bir güç oluşur. Ne toplumun kimseye minnet borcu olur, ne de nesiller harcanır.

            Merkeziyetçilik ile demokrasi karşıt kavramlardır. Çünkü merkeziyetçilikte katılım yoktur. Oysa demokrasinin en önemli temel unsuru katılımcılıktır. Halkın yönetime katılımı ise ancak ademi merkeziyetçi bir sistemde mümkündür.

            Demokratik ülkelerin hepsinde uygulanan ademi merkeziyetçilik, o ülkelerin koşullarına göre değişiyor. Bu bizde nasıl olmalı?

            Kürt sorununun çözümünü sağlayacak ademi merkeziyetçi sistem olarak genellikle federatif sistem düşünülür. Federatif sistem, İran ve Irak için en uygun çözümdür. Fakat Türkiye için etnik temele dayalı bir ademi merkeziyetçi sistem; ister muhtariyet, ister federasyon olsun, yeni sorunlara yol açar.

            Çünkü bugün Kürtlerin yarısından fazlası batıdadır. Bu sayı gittikçe artıyor. Doğu ve güneydoğuda yerleşik Türklerin sayısı da önemli ölçüdedir.

            Muhtariyet veya federatif sistemde, doğuda da batıda da milliyetçi muhafazakâr unsurların etkinliği artacaktır. Batıda İstanbul, İzmir gibi yerlerde yerleşik Kürtler göçe zorlanacak, bunun yarattığı tepkiyle doğu ve güneydoğudaki Türkler aynı baskılarla karşılaşacaklardır. Doğu’dan batıya, batıdan doğuya büyük bir göç dalgası, bütün ülkede bir toplumsal depreme yol açacaktır.

            Bu durum kuşkusuz en fazla Kürtlerin zararına olur. Kürt halkı Batı (Avrupa) ile olan ilişkilerini kaybeder. Çağdaş değerlerden uzaklaşır. Bölgedeki geri sosyal ve ekonomik yapının cenderesinde hapsolur. Saddam’ların, Hafız Esad’ların ve Rafsancani’lerin politik oyunlarının etki alanına girer ve Ortadoğu batağına daha çok gömülür.

            Kürtler doğuya değil, mümkün olduğunca batıya, daha çok batıya yönelmelidirler.

            Bu nedenle biz, etnik temele dayalı bir sistemin değil, idari taksimata dayalı bir ademi merkeziyetçi sistemin Kürt sorununa etkili bir çözüm getireceğini düşünüyoruz.

            Bu sistem hem İstanbul ve İzmir Kürtlerinin, hem de Ağrı ve Iğdır Azeri ve Türklerinin var olan sorunlarını çözer, onlar için yeni sorunlar yaratmaz.

            Bu nasıl olacaktır? Tartışmayı başlatmak için ana hatlarıyla açıklayalım.

            “Köy, ilçe ve il, tüzük kişiliği olan özerk yönetim birimleri olmalıdır.

            İllerde vali, ilçelerde kaymakam doğrudan doğruya halk tarafından seçilmelidir.

            İllerde il genel meclisi, ilçelerde ilçe genel meclisi, o il ve ilçelerin halkı tarafından nispi temsil esasına göre seçilmeli. Bu kurullar o il ve ilçelerin karar organları olmalıdırlar.

            İl ve ilçelerin güvenlik, kültür, eğitim, sağlık, bayındırlık, ulaşım gibi işlerinde, il ve ilçe meclisleriyle vali ve kaymakamlar görevli ve yetkili olmalıdırlar.

            Bir kısım harç ve vergilerin gelirleri bu yönetimlere ait olmalı. İhtiyaçlarını karşılamakta güçlük çeken illere genel bütçeden yardım edilmelidir.

            Merkezi yönetimin il yönetimini, il yönetiminin ilçe yönetimini denetleme yetkisi, özelliklerini zedeleyecek nitelikte olmamalı.

            Türkiye’nin her yerinde aynı yönetim biçimi uygulanmalı ve herhangi bir il ve ilçede özel bir yönetim biçimine izin verilmemeli.

Özerk il ve ilçe yönetimleri, karar ve uygulamalarında insan haklarına ve hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı olmalı. Hiçbir işlem ve eylemleri yargı denetiminin dışında tutulmamalıdır.

Asayiş ve güvenliği sağlamakla görevli kolluk kuvvetleri, illerin ve ilçelerin seçimle iş başına gelen vali ve kaymakamları ile il ve ilçe genel meclislerinin emrinde ve denetiminde olmalı. İl ve ilçe emniyet müdürleri, il ve ilçe genel meclislerinin onayıyla vali ve kaymakamlar tarafından tayin edilmeli ve belirli koşullarda aynı merci tarafından görevlerine son verilmelidir.

Devletin ve toplumun şiddetten arındırılması ancak halkın, ademi merkeziyetçi bir sistemde, yerel ve sınırlanmış merkezi iktidarı almasıyla mümkündür.

Ordunun görevi, sınırları dış düşmanlara karşı korumaktır. Demokrasilerde iç düşman yoktur ve olamaz da. Ülkede yaşayan vatandaşlardır, bu ülkenin insanlarıdır ; bu ülkenin sahipleridir. Ordu iç politika hesapları için kullanılmamalı, asıl görevi olan ülke savunmasına dönmelidir.

Merkezden gönderilen güvenlik güçleri ise yerini yerel güvenlik güçlerine bırakmalıdır. İç güvenlik, güvenliğe ihtiyacı olan insanlar tarafından, onların karalarıyla ve onların denetiminde sağlanmalıdır.

Diyarbakır halkı kendi yerel meclislerini, vali ve kaymakamlarını seçer, emniyet müdürlerini de bu vali ve kaymakamlar ile yerel meclisler tayin edip denetlerse, ortada bir güvenlik sorunu kalmaz. Çünkü bu emniyet müdürleri kimseye kötü davranamaz ve işkence yapamaz. Yerel güvenlik güçleri, büyük halk desteğine sahip olacakları için güvenliği sağlamada güçlü ve etkili olurlar.

Demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla uygulandığı bir toplumda hiçbir silahlı güç taban ve destek bulamaz. Bugün sorunların ancak silahla çözüleceğini savunan genç insanların gerekçeleri ortadan kalkar. Buna rağmen bu görüşlerinde ve eylemlerinde ısrar edenler olursa, toplumsal tepkiyle karşılaşırlar ve toplumda hiçbir destekleri kalmadığı için etkisiz hale gelirler.

O zaman çatışmalar sona erer, şiddet sona erer. Çünkü çatışmaların tarafları kalmaz. Merkezi yönetimin baskıcı gücüyle, ona karşı çıkan silahlı tepki gücü sahneden çekilir. Halk yönetime el koyar.

Çatışmayı ve savaşı yaratan ve sürdüren, tekelci sermaye ile Ankara bürokrasisinin merkeziyetçi iktidarıdır. Her iki tarafta da savaşanlar halk çocuklarıdır ve genellikle yoksul halk çocuklarıdır.

Bu genç insanların savaşması değil; birleşmesi, kendilerini ölüme sürükleyen, ana babalarını da bir baskı rejiminde yoksulluğa mahkûm eden merkezi iktidar gücüne karşı birlikte mücadele etmeleri gerekir. Ana, baba, amca, dayı, hala ve teyzeleriyle beraber çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi kurmaları gerekir. Toplumun şiddetten, baskıdan, işkenceden, sömürüden, yoksulluktan, adaletsizlikten kurtulması için katkıda bulunmaları gerekir. Birer kurtarıcı ve kahraman olarak değil, bizler gibi sade yurttaşlar olarak bilgi ve yeteneklerini toplumun hizmetine sunmaları gerekir.

Bırakalım Diyarbakır halkı Diyarbakır’ı, Edirne halkı Edirne’yi, Trabzonlular Trabzon’u, Vanlılar Van’ı yönetsin. Onlar kendi illerinin ve yörelerinin sorunlarını ve çözümlerini herkesten iyi bilirler. Kendilerini herkesten daha iyi yönetirler.

Gelin, tekelci sermaye ile Ankara bürokrasisinin merkeziyetçi iktidarına son verelim ve ortak yararlar etrafında birleşerek Türkiye’yi de hep birlikte yönetelim.

 

 

 

 

 

 

HEP ile ilgili bir açıklama

 

Geçen sayıdaki yazıda HEP’i merkeziyetçi partiler grubunda göstermem, HEP çevrelerinde tartışmalara yol açtı. Birçok HEP’li de, HEP programının yazarı olarak bir çelişkiye düşüp düşmediğimi sordu. Bu nedenle konuyu aydınlatacak bazı açıklamalarda bulunmak gerekiyor.

HEP’in programını, Program Komisyonu Başkanı olarak hazırladım. Programın sağlık, beslenme ve konut bölümlerini Sayın T. Ziya Ekinci, çalışma yaşamı bölümünü Sayın İ. Hakkı Önal yazdı. Eğitim bölümünün giriş kısmını ise Sayın Murat Belge hazırladı. Bu kısım tarafımdan program diline uyarlandı. Bunun dışında kalan programın bütün bölümlerini ben yazdım.

Program, demokratik sivil bir toplum düzeninin kurulmasını amaçlıyordu.Çoğulculuk ve katılımcılık, demokrasinin iki temel unsuru olarak kabul edilmişti. Katılımcılığı sağlayacak sistem ise ademi merkeziyetçi sistemdi. Ademi merkeziyetçilik ile Kürt sorunu ayrı birer bölüm olarak programda yer aldı. Ademi merkeziyetçilik yukarıda açıkladığım şekilde, biraz daha ayrıntılı olarak düzenlenmişti.

Yazdığımız program aynen kabul edildi. Fakat içinde yer almadığımız kuruluş aşamasında, programın iki önemli bölümü, Kürt sorunu ve ademi merkeziyetçilik ile ilgili bölümleri çıkarıldı.

Kürt sorunu, insan hakları bölümünde bir iki cümleyle ifade edildi. Ademi merkeziyetçiliğin yerine ise merkeziyetçi sistem kabul edildi.

HEP kurucuları programdan özellikle ademi merkeziyetçiliği çıkartıp merkeziyetçi sistemi kabul etmişlerse, doğaldır ki, HEP merkeziyetçi partiler grubunda yer alacaktır.

Demokrasinin kurulmasında ve toplumsal sorunların çözümünde, en büyük ve en etkili güçlerden biri olarak kendisine büyük umutlar bağladığımız HEP tabanı, umarım bunun hesabını HEP’in kurucularından ve merkez yöneticilerinden sorar.

 

 

Mehmet Ali Aslan

2000’e Doğru, 2 Ağustos 1992.

PKK Realitesi ve Demokratik Sivil Çözüm

           Sayın Demirel, hükümeti kurduktan sonra çıktığı ilk Güneydoğu gezisinde “Kürt Realitesi”ni kabul ettiklerini söyledi. Bu açıklama ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılandı.
            Fakat geçen sürede “Kürt Realitesi”nin yaşama geçirilmesiyle ilgili olarak devlet ve toplum yapısında hiçbir değişiklik yapılmadı. Asimilasyon ve baskı politikaları aynen uygulandı. Bu politikaların uygulama aracı olan şiddet giderek kurumlaştı.

            Kısa sürede gerçek anlaşıldı. a) Milliyetçi ve muhafazakar Demirel değişmemiştir. Çağdaş kavramları ve söylemleri toplumu yanıltmak için kullanmıştır. Bunda başarılı da olmuştur. b) Hükümet iktidar olamamıştır. Atanmışların egemenliğindeki devleti denetlemek gücünden yoksundur.

            Devlete egemen olan asker ve sivil bürokrasinin Kürt Stratejisi, “Kürt Realitesi”ni tanımaya değil, bu realiteyi yok saymaya, başarıyla uygulanacak asimilasyon politikası ile bu sorundan tamamen kurtulmaya dayanıyordu.

            Bazı dönemlerdeki jenosit ve kitlesel katliamlara rağmen Kürtler kimliklerini ve kültürlerini korudular. Devlete egemen olan güçlerin Kürt Stratejisi başarılı olamadı.

            Demokrasi, barış ve insan haklarının dünya kamuoyuna mal olduğu ve bir ölçüde uluslararası kurumsal güvencelere kavuştuğu çağımızda, insanlık suçu olarak kabul edilen asimilasyon politikalarının başarı şansı yoktur ve jenosit ise mümkün değildir.

            Strateji, bugünün koşullarına uyarlanarak farklı bir biçimde uygulanıyor. Doğu ve Güneydoğu’yu Kürtsüzleştirmek. “Kürtsüz bir Kürdistan” yaratmak. Balkanlardan ve Türki Cumhuriyetlerden getirilecek soydaşlarla bölgedeki etnik yapıyı değiştirmek. İran ve Irak Kürdistan’larındaki Kürt halklarıyla Türkiye’deki Kürtler arasında bir tampon bölge oluşturarak aralarındaki doğal ilişkiyi koparmak

            Bunun için Bölgedeki devlet güçlerinin bir bölümü bir tarihsel misyon yüklendikleri inancındadırlar. Bu nedenle hiçbir hukuksal ve yasal kural tanımadan bölgede tam bir terör uyguluyorlar. Halk kitlelerine yönelik silahlı saldırıların, işkencelerin, faili meçhul cinayetlerin boyutları gittikçe büyüyor. Kürtler ve Kürt aydınları yerlerinden, yurtlarından koparılarak göçe zorlanıyor. Batı’ya göç eden Kürtlerin zaman içinde Türk toplumuyla bütünleşerek asimile olacağına inanılıyor.

            Sayın Demirel ve Sayın İnönü “Kürt Realitesi”ni samimi olarak kabul etseler bile, bu realiteyi yaşama geçirecek güce sahip değillerdir. Çünkü devleti denetleme ve bu anlamda iktidar olma gücüden yoksundurlar. Fakat görünen o ki hükümet de bu stratejinin uygulanmasına tam destek veriyor.

            Uygulamaya konulan stratejinin açıklanması beklenemez.Bunu kamufle etmek gerekiyor.

            Uydurulan gerekçe de “Güneydoğu’da terör var. Terörü yaratan PKK’dır. PKK ortadan kaldırılmadıkça bu olağanüstü durum sürdürülecek ve Kürt hakları (konuşma, yazma ve yayın haklarıyla sınırlı olarak) ancak PKK yok edildikten sonra verilecektir.

            Olağanüstü halin kaldırılması ve Kürtlerin bazı hakları kullanmalarına olanak sağlanması PKK’nın yok edilmesi şartına bağlanmıştır.

           

 

            PKK, 12 Eylül askeri darbesinden sonra ortaya çıkan bir olgudur. Ama iktidarların asimilasyon, baskı ve şiddet politikaları 70 yıldır uygulanıyor. Gerçek şu ki, tüm ülkedeki ve özellikle Güneydoğu’daki şiddet ve terör uygulamaları PKK’nın varlığından kaynaklanmıyor. Tam tersine PKK bu uygulamaların sonucu olarak ortaya çıkmış ve zaman içinde güçlenerek büyük bir halk desteğine sahip olmuştur.

            Öyle görülüyor ki şiddet, devlete egemen olan güçler ile hükümetin varlık nedeni. Denetimi aşmayacak ölçüde şiddetin sürdürülmesinden yarar umuluyor. Avanta ve sömürü ekonomisinin sürdürülmesi için gerekli olan çağdışı baskı rejimi bu gerekçeye dayandırılıyor. Şiddet aynı zamanda yukarıda anılan stratejiyi uygulamanın, halkı göçe zorlamanın da bir aracıdır.

            Bugün PKK silahları bıraksa, devlet güçleri gerçekten şiddet politikasından vazgeçecekler mi? Yoksa şiddetin ve terörün boyutları daha da mı büyüyecek?

 

 

            12 Mart öncesi, güvenlik güçleri Güneydoğu’daki köylüleri çırılçıplak soyup köy meydanında ve herkesin gözü önünde onlara dayak atıyorlardı. Bugünün silahlı gençleri o günün çocuklarıydı. Baba, amca ve dayılarını aşağılayan bu işkenceler onların çocuk zihinlerinde yer etti.

            12 Eylül’de ise bunlar cezaevlerine dolduruldular. İnsanlık tarihinin en korkunç işkencelerine maruz kaldılar. Kimi öldü, kimi sakatlandı. Bir kısmı ise çareyi ya yurtdışına ya da dağa kaçmakta buldu.

            Dünya konjonktürünün elverişli olduğu bir dönemde silahlı mücadele yöntemini seçen bu gençlerin hareketi gelişerek bugünkü duruma geldi.

 

 

            PKK siyasi bir partidir. Nasıl SHP, DYP, ANAP, HEP, İP birer siyasi parti iseler PKK da siyasi bir partidir.

            Onlardan ayrılan yanları ise a) Yasadışıdır. Çünkü yasalar “Kürt Halkı” kavramını suç sayarken ve sırf bu nedenle TİP, TEP, BKP ve SP Anayasa Mahkemesince kapatılırken herhalde “Kürdistan İşçi Partisi” yasal olarak kurulamazdı. b) Demokratik, barışçı yöntemi değil, silahlı mücadele yöntemini seçmiştir. Bunun nedeni ise kendisini yaratan yukarıda açıkladığımız nedenlerdir. 12 Eylül sonrası, demokratik barışçı seçeneklerin yok edilmiş olmasıdır.

            Kısacası yasadışılık ve silahlı mücadele, PKK’nın yapısındaki değişmez unsurlar değil, ortamın ve koşulların dayattığı değişebilir özelliklerdir. Koşulların değişmesine bağlı olarak bu özellikler de değişebilir.

            Bu açıklamayı yapmaktaki amacımız şiddet ve PKK kavramlarının eşanlamlı olarak kullanılması ve şiddetin yok edilmesi için PKK’nın yok edilmesi gerektiği iddiasının ileri sürülmesi ve kamuoyuna da bunun benimsetilmiş olmasıdır.

            Bu mümkün mü? Resmi açıklamalara ve basında yer alan haberlere göre PKK’nın on bini aşan silahlı gücü, lojistik destek sağlayan on binlerce üyesi ve taraftarı ve milyonlarca sempatizanı var. Çok az istisnayla buların hepsi Kürt’tür. Bu durumda PKK’yı Kürt Halkından ayırmak nasıl mümkün olacaktır? PKK nasıl yok edilecektir? Bu on bilerce insanın öldürülmesi demektir. Kitlesel katliam demektir. Ve bu çağda, dünyanın bugünkü konjonktüründe mümkün müdür? Bu insanların ana ve babaları, amca, dayı, teyze ve halaları olaya seyirci mi kalacaklardır?

            Belki şu da düşünülebilir. PKK’nın merkezi yönetimi yok edilir veya etkisiz hale getirilirse, parti dağılır ve etkinliğini kaybeder.

            Oysa düşünülebilecek en tehlikeli gelişim bu olur. Savaş için eğitilmiş silahlı on binlerce insan, merkezi yönetimden koparlarsa birçok küçük grup oluşur. Bunlardan bir kısmı serseri mayınlar gibi ortaya düşer ve asıl terör o zaman patlar.

            Bu nedenle bu silahlı insanların merkezi bir komutanlığa bağlı olması, gelecekte çözümleri de kolaylaştırır.

            Sorun, PKK’nın yok edilmesi değil, onun yasadışılıktan kurtulması ve silahlı mücadele yöntemini bırakıp demokratik ve barışçı yöntemi benimsemesi, kurulacak demokratik sivil toplumun bir unsuru olmayı kabul etmesidir.

            Bu nasıl olacaktır?

            1- Öncelikle Devletin şiddetten arındırılması ve demokratikleşmesi gerekir.

            2- Türkiye’nin her yerinde aynı şekilde uygulanacak idari taksimata dayalı ademi merkeziyetçi bir sistem kabul edilmelidir. Bu şekilde halk kendini yönetme, güvenliğini sağlama, sorunlarını yerinde çözme imkânına kavuşacaktır.

            3- “Kürt Realitesi”ni sözde kabul etmek yetmiyor. Bütün yasal mevzuat, devlet yapısı, eğitim ve öğretim vb… bu realitenin kabulüne ve demokratik esaslara uygun olarak yeniden düzenlenmelidir.

            4- Kürt partilerin kurulmasını engelleyen bütün yasal, yönetsel, toplumsal engeller kaldırılmalı. Ayrılmayı savunan Kürt partileri de yasal çalışma imkânı bulabilmelidirler.

            5- Bir Genel Af  Kanunu çıkarılmalı. Silahı bırakıp dönenler için sivil toplum kuruluşlarının güçlü desteğine dayalı hukuksal güvence kurumları oluşturulmalı ve isterlerse kendi fikir ve anlayışlarına uygun legal siyasi faaliyetlere katılabilmelidirler.

            6- Doğu ve Güneydoğu için özel kalkınma planları yapılarak ekonomik kalkınma sağlanmalı. Bölge ekonomisinin Türkiye ve Dünya ekonomisiyle bütünleşmesi için gerekli koşullar yaratılmalı.

            Biz, demokratik sivil toplumun altyapısını oluşturacak bu koşullar gerçekleşirse, PKK’nın legal, demokratik ve barışçı yöntemleri benimseyeceğini ve demokratik sivil toplumun bir unsuru olacağını umuyoruz. Bu umudumuzun dayanağı Kürt Halkının bu yöndeki arzu ve beklentisidir.

            Buna rağmen PKK silahlı mücadeleyi sürdürmekte ısrar ederse halk desteğinden yoksun kalacak ve kısa zamanda gücünü kaybedecektir.

 

 

            Silahlı mücadele yönteminin sürdürülmesi bir zorunluluk da olsa, bu yöntemin örgüt yapısında ve anlayışında yarattığı katı merkeziyetçi ve totaliter özellik, halkın toplumsal yaşamına da yansır. Demokrasinin temel iki özelliği olan çoğulculuk ve katılımcılığa yer vermeyen bu anlayış, toplumda totaliter bir rejimin kurulması sonucunu yaratır. Toplum bundan kurtulmak için daha çetin bir mücadele vermek zorunda kalır.

            Bugün PKK’nın veya PKK adına hareket ettiklerini iddia edenlerin, Kürt partilerinin kurulmasını ihanet olarak değerlendirmeleri, kendi dışındaki tüm siyasal, sosyal ve kültürel faaliyetlere karşı çıkmaları ve bütün faaliyetleri ve faaliyet alanlarını denetimlerine almak istemeleri bu totaliter mantığın sonucudur.

            Silahlı mücadele, örgütleri, güvenlik ve taktik başarı zorunluluğu nedeniyle, ister istemez savaş kurallarına uygun harekete ve asker mantığıyla düşünmeye zorlar. Ama bunun toplumsal etkileri her zaman olumlu olmaz. Çoğunlukla gelişmeyi ve demokratikleşmeyi engeller.

            Kürt toplumunun sivil demokratik bir yönetime kavuşması için de PKK’nın silahlı mücadele yöntemini yaratan koşullar ortadan kaldırılmalıdır.

            Yasadışı siyasi partiler ve hareketlerin amacı legalleşmek ve siyasi çözümleri gerçekleştirmektir. Bir siyasal hareketin amacı sadece savaşmak olamaz ve varlığını bu şekilde sürdüremez. Sanırım PKK da bir an önce legalleşmek ve siyasal çözümlere varmak amacındadır.

            Bu amacın gerçekleşmesi Türkiye’deki demokratikleşmeye ve sivilleşmeye bağlıdır.

            Demokratikleşme ve sivilleşme, halkın demokratik ve sivil toplum kuruluşlarını oluşturmalarıyla, en geniş biçimde toplumsal ve siyasal çalışmalara ve örgütlenmelere katılmalarıyla sağlanır. Bu, okul aile birliklerinden, tüketici derneklerinden, sendikalardan, siyasi partilere kadar çeşitli biçimlerde ve alanlarda olur. Hem Kürt ve hem de Türk toplumlarında bu sürecin hızlandırılması desteklenmeli, toplumda katılımcılık ve çoğulculuk teşvik edilip geliştirilmelidir.

            Devlete egemen olan atanmışların gücü ve etkinliği bu şekilde sınırlanır. Türk ve Kürt toplumlarındaki demokrasi düşmanı kurum ve gruplar tasfiye edilerek demokratikleşmenin önündeki engeller kaldırılmış olur.

            Demokratik bir halk iktidarının oluşumu kolaylaşır ve PKK için de legalleşme imkanı yaratılmış olur. Legalleşen, barışçı ve demokratik yöntemleri seçen PKK, halkın desteğini sağlıyorsa, bu demokratik iktidar oluşumunun içinde de yer alabilir.

            Kürt sorununa, Türk ve Kürt halklarının yararına bir çözüm bulunabilmesi ancak demokratik bir süreçte ve demokrat bir iktidar döneminde mümkündür.

            Şiddetin kurumlaştığı, devlet ve toplum yaşamına egemen olduğu bir ortamda dış güçlerin zorlamasıyla bir çözüm bulunsa bile bu, gelecek kuşakların bile yaşamını, özgürlüğünü ve refahını ipotek altına alan ve her iki halkın da zararına olan bir çözüm olur ve bunun için her iki halk da çok ağır bedeller öder.

            Demokratikleşme programını ancak demokrasiye içtenlikle inananlar ve bunu özümseyenler uygulayabilirler. DYP, SHP, ANAP, RP, HEP gibi merkeziyetçi partilerin, demokratik sivil bir toplumsal yapıyı oluşturmaları beklenemez. Bu, ancak “temel yapısal değişim” ile mümkündür. Temel yapısal değişimin kimler tarafından ve nasıl gerçekleştirileceğini ayrı bir yazıda ele alacağız.

            Kardeş Türk ve Kürt halklarının bütün sorunların üstesinden geleceğine, sivil demokratik bir refah toplumunu birlikte oluşturacaklarına inanıyoruz.

 

            Mehmet Ali Aslan

            2000’e Doğru, 26 Temmuz 1992.

TARAF Gazetesine Gönderilen Düzeltme Yazıları

N o t : Yazılar yayımlanmadı.

                                    49’lar  OLAYI 

         1959’un Aralık ayında, Ankara’da, Üniversite çevresinde birçok arkadaşımız polis tarafından yakalanıp götürüldü. İstanbul ve Diyarbakır’dan da yakalanma haberleri geldi.

       O dönemde, Kürt kökenli DP milletvekillerinden bir kısmı, Gençlik Park’ın karşısındaki Evkaf Apartmanında kalıyorlardı. Ağrı milletvekilleri Halis Öztürk, Kasım Küfrevi, Muş milletvekili Gıyasettin Emre, Kamuran İnan’ın babası, Bitlis Milletvekili Şeyh  Selahattin bunlardan birkaçıydı.

          Ağrı Yüksek Tahsil Talebe Derneği Başkanı olarak, daha önce sık görüştüğüm Halis  Öztürk ve Kasım Küfrevi’ye gittim.Yardımlarını istedim. Bütün Kürt milletvekilleri gibi onlar da endişeliydiler. Kendilerinin de hedef alınabilecekleri ihtimalinden söz ediyorlardı.

            Geçmişteki Kürt isyanlarının bilinçaltına yerleşen anıları, büyük bir korkuyu tetiklemişti. Tutukluların yakınları bile,onların nereye götürüldüklerini resmi makamlardan sormaya cesaret edemiyorlardı.

            Ankara’da üç gün, götürülme ihtimali bulunan  her yeri aradık, bulamadık. Kimse yakalananların nerede olduğunu bilmiyordu.

          Sanırım dördüncü gündü. İstanbul’a gittim. O zaman, Tıp Fakültesinde öğrenci olan Dr. Fevzi Avşar’la –ki sonra 49’lar davasında sanık olacaktı- Harbiye’deki Merkez Komutanlığı’na gittik. İnzibat subayı olan binbaşı, sert bir ifade ile orada bulunmadıklarını söyledi.

              Dışarıda, Kürt olduğu anlaşılan bir askerle karşılaştık. Kürtçe konuşunca bize güven duydu. Buraya bir grup Komünist’in getirildiğini, Kürtlerin olmadığını söyledi. Tarif etmesini istedik. Tarif, bizim arkadaşlarımıza uyuyordu.

            Bunların Kürt olduğunu ve bu nedenle tutuklandıklarını anlattık. O da arkadaşlarına söylemiş, oradaki Kürt askerler kendilerine yakınlık göstermişler ve gizlice yapabildikleri ölçüde yardımcı olmaya çalışmışlar.

            Anlaşılan  Merkez Komutanlığı, bu nedenle gelenlerin Komünist olduğunu söyleyerek,Kürt askerlerin tutuklulara yakınlık duymalarını önlemek istemişti.

        Durumu, tutuklulardan Medet Serhat’ın arkadaşı –ki sonra evlendiler- Avukat Seniha Hanım’a bildirdik. Seniha Hanım mücadeleci, cesur bir Türk avukattı.

            Fakat bütün ısrarlara rağmen tutuklu Medet Serhat ile görüştürülmedi. Ancak gönderdiği notlarla ihtiyaçlarını öğrenebildi.

            Tutuklular, sağlık koşulları çok kötü olan tek kişilik hücrelere konulmuşlardı.  40 hücre vardı. Bu nedenle de 40 tutuklama müzekkeresi çıkarılmış ve 40 kişi tutuklanmıştı. Bunlardan biri, bu kötü hücre şartlarına dayanamayıp hayatını kaybetti.

            Sonradan öğrendik. İsim hanesi boş bırakılan 40 tutuklama müzekkeresi Emniyet’e verilmiş. Onlar da , Musa Anter, Binbaşı Şevket Turan, Avukat AliKarahan gibi  tanınmış  birkaç  kişi dışında, Kürt öğrencilerden, o gün kime rastladılarsa, tutuklama müzekkeresine isimlerini yazıp götürmüşlerdi.

            Soruşturma devam ederken 27 Mayıs 1960 askeri darbesi oldu. Milli Birlik Komitesi, bütün siyasi tutukluları serbest bıraktı. Fakat Kürt grubunun tutukluluk durumu devam etti.

          Aralarında birkaç subay bulunduğu için dava, TCK.nın 125. maddesindeki suç isnadıyla Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde açıldı. Müeyyidesi idamdı.

            Askeri Mahkeme, Ankara Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku Profesörü Faruk Erem’i bilirkişi olarak tayin etti. Faruk Erem dürüst bir bilim adamıydı.Verdiğiraporda, “elverişli vasıta bulunmadığı için suçun teşekkül edemeyeceği” yönünde görüş bildirdi. Bu rapor üzerine Mahkeme, sanıkların beraatine karar verdi. Sanıklar bir yıldan fazla tutuklu kalmışlardı.

         Askeri Savcı’nın temyizi üzerine Askeri Yargıtay, “TCK.nın 141. ve 142. maddelerinin uygulanmasının düşünülmesi gerektiği” gerekçesiyle kararı bozdu. Dava yeniden görülmeye başlandı.

            49’lar tutuklandıktan sonra avukat arayışına girişildi. O dönemde çok büyük bir baskı vardı. Hiçbir avukat  davaya girmeyi kabul etmedi. Bir avukat bulundu. Emekli askeri bir hakimdi. İstihbaratla ilgisi bulunduğu söyleniyordu. Zaten davaya da bir gözlemci gibi katıldı.

                        Hukuku mukuku bir yana bırakalım

 

            49’ların tutuklandığı 1959 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydim. 1964 yılında avukatlığa başladım. Askeri Yargıtay’ın bozma kararından sonraki safhada davaya vekil olarak katıldım.

            Karşılaştığım ilginç bir olay,  Duruşma Hakimi’nin hukuk anlayışını belirtmesi bakımından önemli bir göstergeydi.

            Fotokopi makinası’nın olmadığı bir dönemdi. Çuvallar dolusu belgeyi incelemek ve önemli olanlarını el yazısıyla kaydetmek zaman alıyordu. Mahkeme kaleminde 15 günden fazla tam mesai yaptım.

            Duruşma Hakimi Albay, ya çalışmam hoşuna gittiğinden, ya da beni etkilemek istediğinden, arada bir beni odasına davet edip çay ikram ediyordu.

            Bir gün yine odasında konuşurken, “Avukat bey, hukuku mukuku bir yana bırakalım,        bunlar gerçekten vatan haini değiller mi ?”   Bir Hakim’in görüşünü bu kadar net açıklaması  beni şaşırtmıştı.

            “Hakim bey, ben sıradan, ücreti vekalet için davaya giren bir avukat değilim. Bunlar benim arkadaşlarım. Şimdi siz izharı reyde bulundunuz. Davaya bakmamanız gerekir. Duruşmada bunu açıklarsam, bu sözünüze sahip çıkacak mısınız ?”

            Şaşırma sırası ona gelmişti. Karşısında duran sarışın, mavi gözlü, Türkçe’yi aksansız konuşan genç avukatın Kürt olabileceği ihtimalini aklından geçirmemişti. Sinirli bir tavırla, “Ne ben seni gördüm, ne de böyle bir söz söyledim” dedi ve odasını terk etti. Ben de çalışmaya devam için Mahkeme Kalemine geçtim.

            Duruşma esnasında, bir ret nedeni oluşur umuduyla, kendisini sinirlendirecek bir çok şey söyledim. Fakat soğukkanlılığını korudu.  Mahkeme Heyeti, zaman aşımı süresi dolduğu halde, bunu nazara almadı. TCK’nın 141. maddesine aykırılıktan mahkumiyet kararı verdi.

            Kararı temyiz ettik. Askeri Yargıtay, zaman aşımından dolayı davanın düşmesine karar verdi. Birkaç kişi, verilen 1yıl 4 ay ağır hapis cezaları daha önce onaylanmış olduğundan, bundan yararlanamadılar. Zamanaşımı süresini doldurmak için başvurduğum usule ilişkin hukuki yöntemlerin uygulanmasında Avukat Ruşen Aslan bana yardımcı oldu.

                        Neden tutuklandılar ?

 

            Bunun cevabı dosyadaki, Ergun Gökdeniz imzalı  Milli Emniyet Hizmetleri (MAH),   (bu günkü MİT) raporunda vardı.

            DP,  o dönemde büyük ekonomik sorunlarla karşılaşmıştı. Dış yardıma büyük ihtiyacı vardı. Milli Emniyet Hizmetleri’inin (MAH)  raporlarında çözüm öneriliyordu.

            40-50 kişilik bir Kürt grubu tutuklanacak.Bu, bir “Komünist Kürt hareketi” olarak gösterilip ABD’den daha fazla ekonomik yardım sağlanacaktı. Üniversite gençliği arasındaki “Kürtçülük” hareketleri de önlenmiş olacaktı.

            1958 yılında, Irak’taki askeri darbeden sonra Mustafa Barzani, Sovyetler Birliği’nden Irak’a döndü. Yeni Anayasa’da, “Irak’ın Arapların ve Kürtlerin devleti olduğu” hükmü yer aldı.

            Bu, Türkiye Kürtlerinde iyimserlik havası, sınırlı sayıda Kürt aydınları ve Üniversitedeki Kürt öğrencileri arasında bir hareketlilik yarattı. Fakat bu hareketlilik söz, sohbet ve dayanışma sınırlarını aşmadı. Bir örgütlenme yoktu.

            Hepsi istihbarat ajanlarının takibindeydi. Bunların verdiği raporlar dava dosyasına konulmuştu. Bu ajanlardan en ilginci Ahmet Muşlu’ydu. Muşlu, 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi’ni kuran 12 sendikacıdan biriydi. Ajan olarak verdiği raporlarda ipe sapa gelmez iddia ve yorumlar vardı.

            Sanıklar hakkında tutuklamayı gerektirecek  “kuvvetli emare” mevcut değildi. Şayet amaç, bu hareketi önlemek olsaydı, olgunlaşması beklenirdi, isim hanesi boş bırakılan tutuklama müzekkereleri düzenlenmezdi.

            Asıl amaç, dış yardım alabilmeye yönelikti. MİT raporunda belirtildiği gibi, bir “Komünist Kürt” tehdidinin varlığını göstermek için bu operasyon yapıldı.

            Cumhuriyet dönemi iktidarları, sorunlarını çözmek için hep Kürtleri  ve “Kürt tehdidi”ni araç olarak kullandılar. 49’lar olayı da bunlardan biriydi. Ama sonuncusu değildi.

                                   Y E N İ   A K I Ş

            Yazı dizisinde Roja Newe (Yeni Akış) adında bir dergiden söz ediliyor.  “Roja Newe”  diye bir dergi yok. 1966 yılında  Yeni Akış adıyla aylık bir dergi yayınladım. Yayın dili Türkçeydi. İçinde Kürtçe şiirler  de vardı.

 Musa Anter’in yayımladığı Kürtçe şiir ve daha sonra yayımlanan, Kürtçe yazıların da yer  aldığı DENG dergisi önemli hareketlerdi. İnkar edilen Kürt kültürünün varlığını ispat amacı taşıyordu.

            Deng Dergisi yasaldı. O dönemde, Kürtçe yayın yasak değildi. İktidar dergiyi kapatmak istiyor, fakat yasal bir neden bulamıyordu. İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda, “sırf Kürtçe yayın yaptığı için derginin kapatılamayacağı, böyle bir tedbirin alınması halinde dergiyi yayımlayanların Anayasa Mahkemesi’ne başvurup lehlerine hüküm alacakları, bu bakımdan takibata geçilmemesi gerektiği”  görüşü kabul edilmişti.

            Dergi’yi muhakkak kapatmak istiyorlardı. Abdulsettar Hemavendi’nin kullanıldığı bir komployla, dergiyi yayımlayanların da içinde bulunduğu  23 kişi tutuklandı ve dergi fiilen kapandı.

            Dergi’de “Aslanoğlu” imzasıyla, “Sılo’ya Mektuplar” başlıklı yazılarım vardı. Aslanoğlu’nun kim olduğunu tespit edemedikleri için tutuklanmaktan kurtuldum ve sayı 24’e çıkmadı.

            Abdulsettar Hemavendi Iraklı bir emlakçi değildi. Ortadoğu çapında bir dolandırıcıydı. Kralları, cumhurbaşkanlarını dolandırırdı. Türkiye’ye üç kez geldi. Her defasında ayrı bir suçtan (Nurculuktan, Kürtçülükten, Komünizmden) tutuklandı.  Ankara cezaevinde altı aya yakın birlikte kaldık. Birçok yabancı dil bilen 140 kilo ağırlığında karanlık bir adamdı.

                        Kürt Sorununa Çözüm Önerileri

            1966 yılından önce birkaç kez Kürtçe yayın girişimleri oldu. Kuşkusuz, bu girişimler çok önemliydi. İnkar politikalarına karşı, Kürtlerin varlığını ortaya koyan girişimlerdi.

            Fakat kimse bir çözüm önerisi getirmiyordu, getiremiyordu. “Kürt” sözcüğünün yasaklandığı bir ortamda, Kürt kimliğinin kabulüne dayalı çözümleri legal alanda tartışmak mümkün görülmüyordu.

            İşte böyle bir dönemde, Kürt sorununu tartışmak ve çözüm bulmak amacıyla Yeni Akış Dergisini yayınladım. Bir yazı kadrosu yoktu. Kemal Burkay’dan ve bazı Kürt aydınlarından aldığım birkaç yazı dışında, bütün yazıları, değişik isimlerle, yazmak durumunda kaldım.

Bu yazıların bir kısmını ( www. mehmetaliaslan.com ) web sayfasında bulmak mümkün.

             Tamamen kişisel olan bu girişim, büyük etki yarattı. Kürt Halkı ve özellikle üniversiteli gençler arasında büyük bir coşkuyla karşılandı.  Türkiye’de ilk kez “Kürt Halkı” ve  “Türkiye Halkları”  terimleri basında yer almıştı.

                        Türk Sosyalistlerinin tavrı

            Dergi, yeni bir dil kullanıyordu. Bu  dil, Kürt milliyetçilerinin ve Türk sosyalistlerinin  diline ve düşünce kalıplarına uymuyordu.

Babıali basını, birinci sayfalarından, dergiyi Komünist ve Kürtçü bir tehdit olarak kamuoyuna duyurup savcıları göreve çağırdılar. Bazı yazarlar köşelerinde bana küfrettiler.

            Türk sosyalistleri ise yazıların içeriğine itiraz etmiyorlar, fakat sorunu gündeme getirmenin zamanı olmadığını ileri sürüyorlardı.  Sosyalistler iktidar olunca, nasıl olsa sorunu çözeceklerdi. Buna karşı biz,  “sosyalistlerin iktidar olabilmesi için Kürt Halkı’nın desteğine ihtiyacı vardır. Bu desteği sağlamak için şimdiden onların sorunlarıyla ilgilenmek, çözüm önerilerini tartışmak ve  bu şekilde onların güvenini kazanmak gerekiyor. Ayrıca, Türk toplumunun, Kürtler hakkındaki önyargılarından kurtulabilmesi için de sorunun şimdiden tartışılması zorunluluğu var.”  diyorduk.

            1966 yılında TİP Genel Kurulu  Malatya’da toplandı. TİP’in bir çok örgütünü kurmuş ve ve kurulmalarına yardımcı olmuş  faal ve etkili bir partiliydim. 1965 seçimlerinde, AP’nin liste başı teklifini ret etmiş, örgütün muhalefetine rağmen, bir arkadaşımı liste başında aday göstermiştim. Genel Yönetim Kurulu’na seçilmemi gerektirecek bir çok neden vardı.

            Genel Yönetim Kurulu aday listesini Aybar, Aren, Boran hazırlıyordu. Listede ben de yer almak istedim. Ret ettiler ve ret sebebi olarak da Yeni Akış yayınını gösterdiler. Bu yayınların Parti’ye zarar vereceği  görüşündeydiler. Oysa, Dergi’deki görüşler, Kürtlerin TİP’e güvenini daha çok artırmıştı.

            Bağımsız aday oldum. TİP Genel Kurulu liderlerin görüşüne katılmadı. Türk ve Kürt sosyalistleri büyük bir oy çoğunluğuyla beni seçtiler.  Sonraları lider kadronun da görüşü değişti. TİP’in kapanmasına neden olan “Kürt Halkı” terimi, Genel Kurul Kararı olarak kabul edildi.

                        “Millet” mi , “Halk” mı ?

            Dergi 4 sayı yayımlandı. 5. sayı basıma verilirken tutuklandım. Kişisel bir girişim olduğu için de devam etmedi.

            İktidarlar Kürt Sorunu’nu, asimilasyon politikalarıyla, Kürtler, ulus-devletlerini kurma mücadeleleriyle çözmeğe çalışıyorlardı. Taraflar “Türk Milleti” ve “KürtMilleti”ydi. Bu, iki “Millet” arasında  -şartlar elverişli olduğunda- kaçınılmaz bir savaş demekti.

            Oysa, asimilasyon mümkün olmadığı gibi, bölgede sınırların değişmezliği konusunda anlaşmış olan Ortadoğu’ya müdahil büyük güçler, böylesi radikal değişikliklere izin vermiyorlardı.

            Sonuç alınamayan bir savaşın her iki kesimde yaratacağı tahribat büyük olacaktı. Bundan da  zarar görecek olan, egemen güçler değil, her iki tarafın yoksul halk kesimleriydi.

            Bunu önlemek, barışçı ve insani bir çözüm bulmak gerekiyordu. Bu da “millet” yerine “halk” dinamiğini harekete geçirmekle olurdu.

            Her iki halkın emekçileri, ezilen sınıf ve tabakaları örgütlenip, egemen sınıf ve tabakalardan iktidarı alacak, eşitliğe, adalete dayalı bir düzen kuracaklardı. Bunu da şiddeti dışlayan, demokratik ve barışçı yöntemlerle gerçekleştireceklerdi. Öncü Parti anlayışı ve Sovyet Modeli dışında, demokrasiye dayalı sosyalist bir düzen amaçlanıyordu.

            Dergi’nin 3. sayısında, Sosyalizm ve Kürtler başlıklı yazıda , “Türkiye’nin doğusunda yaşayan, kendine has dili, kültürü, örfü adeti olan bir Kürt Halkı vardır. Bu halk, cehaletin ve sefaletin kucağına terk edilmiştir. Baskı ve ayrı muamele, sosyal kanunların  gereği olarak ayrımcı akımları geliştirecektir.”

             “Türkiye’deki işçi, köylü, esnaf, dar gelirli memur gibi emeği ile geçinenlerin ırk farkı gözetilmeksizin menfaatleri ortaktır. Kendilerini sömüren emperyalist güçlere ve yerli ortaklarına karşı aynı safta mücadele etmeleri gerekir. Birbirlerinin etnik özelliklerine, diline, kültür değerlerine gösterecekleri saygı, dayanışmayı sağlayacaktır… Türk ve Kürt Halklarının işbirliği ve dayanışması kendi sınıf çıkarlarını koruyan ve savunan politik organizasyonlar içinde bir anlam kazanır. Nasıl Türk egemen sınıfları ile Kürt ağa ve şeyhleri her şeye rağmen aynı kurum ve partilerde birleşiyorlarsa, Kürt ve Türk Halkları da bunlara karşı kendi kurum ve partilerinde birleşmek zorundadırlar.” deniliyordu.

            Dergi’nin  4. sayısında yayımlanan “Kürt Halkının Yeri”  başlıklı yazıda da şu görüşler yer alıyordu.  “Çağımızda teşkilatlanmayan bir grubun veya bir teşkilat aracılığı ile savunulmayan bir fikrin başarı şansı zayıftır, hatta yoktur. Bu teşkilatlanmanın en etkililerinden biri de siyasi partilerdir. Meselenin demokratik yoldan çözümünü arzu eden Türk ve Kürt Halkları sosyalist partilerde birleşmekle en etkili ve doğru mücadele yolunu seçmiş olacaklardır. Faşist tehlikeyi önleme bakımından da bu zorunludur.” 

 

                        Legal, demokratik ve barışçı mücadele yöntemi 

            Yeni Akış’ın bu görüşünün temel unsuru, legal, demokratik ve barışçı mücadeleydi. Bu metot göz ardı edildiğinde, hem başarı şansı azalıyor ve hem de halklar arası yabancılaşmayı ve çatışmayı önlemek mümkün olmuyordu.

            Yeni Akış’ın 2. sayısının arka kapağında şu satırlar vardı. “İktidarlar… mücadeleyi kendileri için  daha elverişli olan Anayasa ve kanunlar dışı bir alana itmek ve gayrimeşru şekilde yakalamak isterler.  Çeşitli tertip ve tahriklerle bunu başarırlarsa karşılarındaki kuvvetleri kolayca ezerler. Özellikle sosyalist hareket, baskı altındaki dini mezhep ve akımlar ile doğu halkı bu oyuna getirilmeğe çalışılmaktadır. İktidarların faşist emellerini gerçekleştirmeye imkan vermemek için yukarıda sayılan halkçı ve demokratik kuvvetler bu oyuna gelmemeğe dikkat etmeli ve tertiplere karşı uyanık olmalıdır. Mücadelenin Anayasa dışına itilmesi engellenmeli ve iktidar Anayasa çerçevesi içinde mücadeleye mecbur edilmelidir.”                      ( O dönemde, 11. maddesinde, “Temel hak ve hürriyetler, Anayasa’nın özüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir” diyen özgürlükçü 1961 Anayasası yürürlükteydi.)

            Legal demokratik mücadele yöntemi, ilk döneminde, TİP’in, özenle uyguladığı temel politikasıydı.  Yandaşları kanalıyla TKP’nin TİP’e müdahalesi, illegal yöntemi benimseyen 68’lilerin ve  Kürt Örgütlerinin hareketleri, legal demokratik yöntemin uygulanmasını engelledi.

            Bu hareketler, egemen güçler tarafından, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin ortamını hazırlamak için araç olarak kullanıldı. Darbeler döneminde uygulanan korkunç işkence ve baskılar da PKK’yi yarattı. Bu gün, temel felsefesi aynı kalmak şartıyla,  dünyadaki ve bölgedeki değişimle beraber bu realiteyi de dikkate alarak, durumu yeniden değerlendirmek gerekiyor.

                                   DEVRİMCİ  DOĞU  KÜLTÜR  OCAKLARI

            Daha önce TİP’in yandaş örgütleri sayılan gençlik örgütleri, 1968 yılında TİP’e karşı     bir tutum  içine girdiler. Bu örgütlerin ulusalcı söylemleri Kürtleri rahatsız ediyordu. Kürt gençleri arasında ayrı bir örgütlenme isteği yaygındı.  Ben ve Tarık Ziya Ekinci kendilerine yardım ettik. Hatta programını ben yazdım.

            Derneğin, TİP’in ya da gelişmelere göre TİP’teki Kürt Grubu’nun yandaş kuruluşu olmasını amaçlamıştık. Fakat Derneğin kurucularının niyeti farklı olacak ki, kısa bir süre sonra dernek bağımsız bir parti gibi hareket etmeye başladı. Arkadaşlardan bir kısmı onlarla birlikte hareket etti. Bir kısmı ise ilişkiyi kesti.

                                   İ K İ     S A İ T   O L A Y I

            İki Sait de arkadaşlarımdı. Her ikisi de 49’lar davasının sanıklarıydılar. Dr. Sait Kırmızıtoprak zeki, yetenekli fakat son derece hırslıydı. Sait Elçi ise dürüst,fedakar. Cesur        bir insandı. Dr. Sait, Türk Solu geleneğinde yer almışken, Sait Elçi, Kürt Milliyetçi grubunun içindeydi. Bu nedenle birbirlerine sempatileri yoktu.

            Dr. Sait 1968’lere doğru bir arayış içine girdi. Okuduğu kitaplar arasında (bir kısmı Fransızcaydı) ağırlıklı olarak Küba Devrimi ve Fidel Castro ile ilgili olanlar ağırlıktaydı.          Dr. Sait  bir Castro hayranı kesilmişti.

            1968’de, aralarında Sait Elçi’nin de bulunduğu, Türkiye’deki KDP mensubu bir grup Kürt milliyetçisi Antalya’da tutuklandı. Isparta’da askerlik görevini yapan Dr.Sait onları ziyaret için bir çok kez Antalya’ya gidip onları ziyaret etti. Bu grupla aralarında bir dostluk ilişkisi gelişti.  Bu, her iki Sait’in trajik sonunu hazırlayan olayların başlangıcı oldu.

            Olayı anlamak için, Türkiye’deki Kürt Demokrat Partisi (KDP) yi iyi bilmek gerekiyor. T-KDP 1966 yılında Avukat Faik Bucak’ın girişimiyle kuruldu.

            1965 seçimlerinden önce,  Kürt din hocalarını ve aydınlarını ziyaret ediyor, TİP’e katılmalarını ve TİP’in Doğu’daki örgütlenmesine yardımcı olmalarını sağlamaya çalışıyordum.

            Bu arada Urfa’da Avukat Faik Bucak’ı da ziyaret ettim ve TİP’ten aday olması için iknaa çalıştım. TİP’e sempatisi vardı. Fakat TİP’in kazanabileceğine inanmıyordu. Bağımsız aday olacak ve kazanırsa TİP’e katılacaktı.

            Bunun imkansızlığını belirttim. Milli Bakiye’ye göre TİP’ten seçilmesi ihtimali çok güçlüydü. İkna olmadı. 1965 seçimlerinde Faik Bucak bağımsız  adayolarak TİP’ten fazla oy almasına rağmen seçilemedi. Daha az oy alan TİP adayı Behice Boran Meclise girdi.

                        Kürt Demokratik Partisi’nin Kuruluşu

            Faik Bucak, sevdiğim ve saygı duyduğum değerli bir aydındı. Seçimden sonra benimle görüşmek istedi. Urfa’ya gittim.  Birlikte illegal bir Kürt Partisi kurmak istiyordu.

            Ben,  “illegal hareketlerin halk kitleleriyle ilişki kurmakta zorlandığını ve bu nedenle etkili olamadıklarını, şimdiye kadar kurulan bütün legal ve illegal örgütlerin hepsinin içinde istihbarat elemanlarının bulunduğunu, Ahmet Muşlu olayında olduğu gibi, legal örgütlerde bunun büyük bir sorun yaratmadığını, fakat illegal örgütlerin yönlendirmeye ve provokasyona açık olduğunu” anlattım. Ayrıca “Sadece Kürtlerden oluşan örgütlerde, insanlar, Kürt kavramının içine hapsoluyor, bütün çalışmalar ve söylemler etnik sorunların dışına taşmıyor.  Ekonomi, eğitim, sosyal haklar, dünyadaki gelişmeler gibi konularla kimse ilgilenmiyor ve bu da Kürt toplumunun izolasyonuna yol açıyor, toplumun gelişmesini engelliyor. Kürtlerin bulunmadığı Türk örgütlerinde de milliyetçi anlayışların etkinliği artıyor ve bu, iki halk arasında çatışma zeminini yaratıyor. Kürt ve Türk aydınlarının aynı örgütlerde bulunması, milliyetçi eğilimleri törpülüyor, ön yargıları yok ediyor. Bunların birbirlerinden öğrenecekleri çok şey var.”

            Bu nedenle TİP’te yer almasını ve birlikte çalışmamızı önerdim.  Hatta bir defasında, yine kendisinin arzusu üzerine Mehmet Emin Bozaslan ile birlikte Urfa’ya gittik. Fakat anlaşamadık.

            Bir süre sonra KDP kuruldu. 1966 yılında Faik Bucak’ın öldürülmesinden sonra Genel Sekreterliğe Sait Elçi getirildi. (Genel Başkanlık yoktu)

            Sait Elçi dürüst, fedakar ve cesur bir insandı. Ama arkadaşları Parti’nin gelişememesini onun entelektüel yetersizliğine bağlıyorlardı. Bu nedenle de Parti’ye katılacak Kürt aydını arayışına girdiler. Feqi Hüseyin Sağnıç Erzurum’da bana geldi. “Halk kitlelerine ulaşmak ve onların örgütlenmesini sağlamak bakımından legal demokratik hareketin en etkili yöntem olduğunu” kendisine anlattım ve yukarıda yazılı sakıncaları da ekledim. Kendilerine katılamayacağımı söyledim. Sonuç olarak birbirimizi ikna edemeden ayrıldık.

Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın  Kürdistan’a gidişi

            KDP, bundan sonra Dr. Sait’e öneriyi götürdü. Sait hemen kabul etti.

Aralarındaki anlaşmaya göre, Sait Elçi Genel Sekreter olarak kalacak. Dr. Sait Politbüro  üyesi olacak. Irak Kürdistanı’na gidip orada bir üs kuracaktı. Bu, Fidel Castro hayranı Dr. Sait’in aradığı bir fırsattı

            Dr. Sait bu anlaşmaya uygun olarak Kürdistan’a gitti.Gidişinden önce de eşi ve iki çocuğuyla birlikte Erzurum’da bana geldi. Durumu anlattı. Gittikten sonra benimle temas kurabilir miydi.

            O dönemde bazı istihbarat elemanlarının , özellikle Kürt gençlerini silahlı bir isyana teşvik için  yoğun bir çaba içinde olduklarını, bunların arasında genç subayların da bulunduğunu duyuyorduk.

            Yirminci yüzyıl boyunca denenmiş ve her defasında Kürtlerin toplu kıyımına yol açmış provokatif bir yöntemin uygulanmaya konulmak istendiği görülüyordu.

            Kendisine bunları anlattım. Bu politikalara araç olmamasını söyledim. İkimizin bir gazete çıkaracak maddi imkanları ve deneyimi vardı. Birlikte  böyle bir girişimde bulunmayı önerdim.  Fakat o kararlıydı. Ona, benimle temas kurmamasını kesin bir dille söyledim. Bir daha da  görüşemedik.

            Dr.Sait Kürdistan’a gitti. Kendisine ve arkadaşlarına Metina dağlarının arkasında bir köyde yer verildi. Mustafa Barzani’nin ve bölge komutanlarının Dr. Sait’in amaçlarından haberleri yoktu.  Güç durumda kalmış bir grup Kürt gencine yardım etmek istemişlerdi.

            Dr. Sait’in gidişinden sonra 12 Mart askeri darbesi oldu. Benim hakkımda da tutuklama kararı çıktı. Yurt dışına gitmek istiyordum. Acaba güneyden Kürdistan’a geçip, oradan da Avrupa’ya gidebilir miydim ?

            Bu arada dikkatimi bir şey çekti. Dr. Sait ve arkadaşları gayet rahat Türkiye’ye geliyorlar  ve burada toplantılar yapıyorlardı.  Bundan MİT’in haberdar olmaması mümkün değildi. Geliş gidişlere sınırdaki köylerin muhtarları yardım ediyorlardı. Bunlar da genellikle MİT’e yakınlardı.

            Dr. Sait’in MİT ile ilişkisinin olması imkansızdı. Sait, en azından bu konuda dürüsttü.

Anlaşılan istihbarat, hareketin olgunlaşıp eyleme dönüşmesini istiyor ve bunun için kolaylaştırıcı bir rol oynuyordu.

            Bunun üzerine başka bir yoldan Fransa’ya gittim. Birkaç ay sonra arkadaşlarımızdan Ahmet Aras’ın, Almanya’da Konstanz’a geldiğini bildirdiler. Ahmet’in de hakkında tutuklama kararı vardı. Güney’e  kaçmış ve Dr. Sait’in yanına gitmiş, olaylara şahit olmuştu.

            Konstanz’a gittim. Ahmet günlerce konuştu ve olayı ayrıntılarıyla anlattı.

            Kısa bir süre sonra , KDP çevresinden  Muhterem Biçimli ve Mele Mahmut, o dönemde Paris’te öğrenci olan, şimdiki Paris Kürt Enstitüsü BaşkanıKendal Nezan’a Beyrut’tan haber gönderdiler ve yardım istediler.

            Kendal, biri de bende bulunan 2 pasaportu  alarak Beyrut’a gitti ve fotoğrafları değiştirilen bu pasaportlarla onları Paris’e getirdi. Bir haftadan fazla benim evimde kaldılar. Günlerce konuştuk. Olayı bir de onlar anlattılar.

            Yine Sait’le Kürdistan’a giden Dr. Faik Savaş’ı  Batı Berlin’deki evinde ziyaret ettim. Türkiye’ye dönüşümde de olayı yakından bilen kişilerle konuştum.

            Hepsinin ortak anlatımıyla, olay şu şekilde cereyan etmişti.

                        Sait Elçi’nin öldürülmesi

            Dr. Sait, Kürdistan’a  KDP’nin politbüro üyesi olarak gitmişti. Örgütün Türkiye’deki   merkez yönetiminin emrinde olacak, onların talimatına göre hareket edecekti.Fakat Kürdistan’a gidince, orada, kendisinin genel sekreteri olduğu yeni bir örgüt kuruyor. Sait Elçi’nin genel   sekreteri olduğu KDP’lilerinin de kendilerine katılmalarını ve talimatlarına göre hareket etmelerini istiyor.

            Buna Sait Elçi’nin tepkisi çok sert oluyor. Aldatılmışlık duygusuna kapılıyor ve bunu ihanet olarak kabul ediyor. Kürdistan’a geçip bu durumu Mustafa Barzani’ye şikayet etmek istiyor. Elçi’nin arkadaşları arasında Dr. Sait’in adamı veya adamları vardı. Elçi’nin niyetini ve Kürdistan’a geçişini Dr. Sait’e bildiriyorlar. Elçi’nin Barzani’ye ulaşması, Dr. Sait için çok kötü sonuçlar yaratabilirdi. Barzani’nin yönetim kadrosu Sait Elçi’yi tanıyor ve sanırım kendisine güveniyorlardı.  Bu çevrede Dr. Sait’i kimse tanımazdı. Elçi’nin söylediklerine inanacaklardı.

            Sait Elçi’yi bir şekilde bulundukları yere getiriyor. Kulplu Hikmet Buluttekin’e emrederek Sait Elçi’yi öldürtüyor.  Dr. Faik Savaş’ın amcasının oğlu, Faik’i görmek için  Elçi’yle beraber gelmiş ve Elçi’nin öldürülmesine tanık olmuştu. Delilleri yok etmek için onu da  Ömer Çetin’e emrederek öldürttürüyor.

                        Dr. Sait Kırmızıtoprak ve Hikmet Buluttekin’in idamı

            Sait Elçi’den haber alınamayınca, arkadaşları Kürdistan’a gidip araştırıyorlar. Sait Elçi’nin Dr. Sait tarafından öldürüldüğünü öğreniyorlar ve durumu Mustafa Barzani’ye bildiriyorlar. Barzani’nin Bahtinan Bölgesi’nden sorumlu komutanlarından Esat Hoşevi,          Dr. Sait  ve arkadaşlarını, Ahmet Aras gibi orada misafir bulunanları gözaltına alıyor.  Cinayet sorumluları Dr. Sait Kırmızıtoprak, Hikmet Buluttekin ve Ömer Çetin tutuklanıyorlar. Diğerleri sınırdışı ediliyor. Dr. Sait ile Hikmet Buluttekin idam ediliyor. Nüfuzlu Kürt aşiret reislerinin, Barzani nezdindeki girişimiyle Ömer Çetin serbest bırakılıyor.

            Olaydan sonra, Mustafa Barzani’nin sağ kolu olarak bilinen, onun dış ilişkilerini yürüten Xebat gazetesinin başyazarı Dara Tevfik ile Paris’te görüştüm.Saitler  olayını da sordum.

            Dara’nın bana anlattıkları şuydu. “Mustafa Barzani, Türkiye’yi rahatsız edecek hareketlerden kaçınıyor ve bu gibi hareketlere müsamaha göstermiyor. Bu, onun temel politikasıdır. Bunu oğullarına ve çevresine de hep söyler.”

            “Dr. Sait ve arkadaşlarının Türkiye’de karışıklık yaratacak, Türkiye’yi rahatsız edecek bir hazırlıkları vardı. Bunu gizlediler ve Barzani’yi aldattılar.”

            Dara, sırf bu nedenle Dr. Sait ve arkadaşının idam edildiğini söylemedi. Ama konuşmasından esas nedenin bu olduğu anlaşılıyordu. Ayrıca, ortada bir cinayet olayı da vardı. İki kişi öldürülmüştü.  Bütün bunlar, Dr. Sait ve arkadaşının idamını kaçınılmaz kılmıştı.

            Irak’tan Kürt mültecilerin Türkiye’ye geliş yıllarıydı. Mültecilerin hukuki sorunlarıyla ilgilendim.  Madame Mitterande’ın  mültecileri ziyaretindeberaberdim.Organizasyona yardım ettim.  “Kürt Mülteciler” diye bir kitap yayınladım.

            O dönemlerde Mesut Barzani Paris’e gelmişti. Kürt mültecilere gösterdiğim ilgiden dolayı benimle görüşmek istediğini söylediler. Gittim, birkaç gün beraber kaldım. Ona da bu olayı sordum.

            “Biz” dedi. “kararı Türkiye Kürtlerine bıraktık.  Onlar idam edilmesini istediler. Biz de onların kararını uyguladık.”   “Türkiye Kürtleri”  dediği, Türkiye KDP’si idi. Onlar da Sait Elçi’nin arkadaşlarıydı.

                        Komplo teorileri

            Saitler konusundaki gerçek dışı yorumlar, hem Saitleri ve hem de Mustafa Barzani’yi tanımamaktan kaynaklanıyor.

            Mustafa Barzani, Kürtler arasında efsane bir liderdi. Bu efsane, halk arasında, bugün de yaşıyor. Saitler ise Iraktaki Kürt Halkı arasında bilinmeyen isimlerdi.

            Dr. Sait’i halkın sevdiği iddiasının da gerçekle bir ilgisi yoktur.

            Barzaniler de, avlanmak ve ağaç kesmek büyük günah kabul edilir ve yasaktır. Dr. Sait ve arkadaşları, yerleştirildikleri köyde, kaldıkları binaların çevresindeki ağaçları kesiyorlar. Köylüler, Mustafa Barzani’nin izniyle buraya yerleştikleri için karşı çıkmıyorlar. Fakat bu nedenle kendilerinden nefret ediyorlar. Zaten Dr. Sait’in mizacı da halkla iyi ilişkiler kurmaya müsait değildi.  Yakalanıp götürüldükleri zaman köylüler bayram etmişti.

            Saitleri, efsane lider Mustafa Barzani’yle mukayese edip ciddiyetten çok uzak bir takım komplo teorileri üretilmektedir. Saitlerin gücünü abartmamak lazım.  O dönemdeki Türkiye ve Ortadoğu güçler dengesinde onların esamisi okunmazdı.

            İki Sait’in öldürülmesi olayı, tamamen KDP içindeki kişisel iktidar kavgasının sonucudur. İkisine de yazık oldu.

                                                                                                       Mehmet Ali Aslan

DTP ve Kürtler

Bağımsız adaylarla girilen 2007 milletvekili seçimlerinde barajın önleyici gücünün olmadığı görüldü. DTP Meclis’e girdi. İyi de oldu. Bu arada kafalara bazı sorular takıldı.

1995, 1999, 2002 seçimlerinde seçim sistemi aynıydı, baraj aynı barajdı. Kamuoyu yoklamalarında HADEP’in, DEHAP’ın oy oranı yüzde 5-6 arası tahmin ediliyordu. Parti olarak barajı aşmaları mümkün değildi. O dönemlerde, HADEP’in, DEHAP’ın bağımsız adaylarla seçime girmelerini ısrarla söyledik. Dinlemediler, baraja takıldılar. Hatta 2002 seçimlerinde kendilerini suçladık. “Devlete egemen güç, Kürtlerin, kimlikleriyle Meclis’e girmesine karşıdır. Siz bu politikalara uygun hareket ediyor ve Kürtlerin, kimlikleriyle Meclis’e girmesini önlüyorsunuz” dedik. Onların bu ağır suçlamamıza verdikleri cevap, bağımsız Kürt adayları ihanetle suçlamak oldu. Kendilerini destekleyen Kürt medyası da bu kampanyaya destek verdi ve Kürtler Meclis dışında kaldı.

Herkes şunu merak ediyor. Nasıl oldu da DTP’li profesyonel Kürt politikacılar, dün ihanetle suçladıkları bağımsız adaylığın, bugün uygun bir yöntem olduğunu keşfettiler?

AKP’nin halk desteği tahminlerin ötesinde artıyordu. Kamuoyu yoklamalarıyla bu artış trendi doğru olarak izleniyordu. AKP’nin Meclis’te Anayasa’yı değiştirecek ve cumhurbaşkanını yalnız başına seçtirecek bir çoğunluğu sağlaması mümkündü. Devlete egemen güç, bu ihtimali Cumhuriyet’in kurumlarına ve değerlerine yönelik büyük bir tehdit olarak görüyordu. Bunu önlemek lazımdı. Kürtler CHP’ye ve MHP’ye oy vermeyeceklerine göre, DTP’nin barajı aşmaması durumunda, bu oylara tekabül eden milletvekillikleri AKP’nin olacaktı. Oysa bağımsız adaylar için baraj sorunu olmadığından, seçimi kazanabilir ve AKP’nin 367 sayısına ulaşması engellenebilirdi. Devlete egemen güç açısından Kürt milletvekillerinin Meclis’e girmeleri “ehven-i şer”di. İstenen oldu.

Madem ki bağımsız adaylarla Meclis’e girmek mümkündü, neden bugüne kadar bu yol denenmedi? 1995 seçimlerinden bu yana geçen 12 yıl kaybedildi. Bu bir hatanın mı, yoksa bilinçli bir politikanın sonucu mudur? Bunun, devlete egemen gücün politikaları ve istemleriyle bir ilgisi var mıdır?

2007 seçimlerinin en önemli olaylarından birisi, Baskın Oran’ın, Türkiye’deki sosyalist, demokrat aydınların mutabakatıyla bağımsız aday olarak seçime girmesiydi. Baskın Oran bağımsız olan tek bağımsız adaydı. Ezber bozacak cesarete, donanıma ve güçlü bir kişiliğe sahipti. Meclis’te olması, baskı altındaki yoksul Kürt halkına da büyük yarar sağlayacaktı.

Ama bu, mevcut düzen için büyük bir tehlikeydi. Önlenmesi gerekirdi. Devlete egemen güç, ne yapıp edip Baskın Oran’ın seçilmesini engelleyecekti. Bunu DTP kanalıyla yaptı. DTP’liler Diyarbakır’da, İstanbul 1. Bölgede Türk solundan aydınları seçtirdiler. Ama Baskın Oran’ın karşısına kendilerinden bir aday gösterip Baskın Oran’ın seçilmesini engellediler. Oylar belliydi. Kendi adaylarının kesin olarak seçilemeyeceğini de biliyorlardı. Ama oyun, Baskın Oran’ı seçtirmemek üzerine kuruldu ve sistemin korkulu rüyası, ezber bozan Baskın Oran, DTP’nin yardımıyla seçtirilmedi. Bu, DTP ve selefleri partilere egemen olan profesyonel politikacılar hakkındaki kuşkuları daha da artırdı. Özellikle son 30 yıl içinde, çeşitli yönlerden gelen baskı ve saldırılarla, Kürtlerin legal alanda etkili olan politik ve aydın kadroları etkisizleştirildi. Dünyadaki ve bölgemizdeki gelişmeleri iyi kavrayan, doğru değerlendiren ve bunları dikkate alarak, halkın ihtiyaçlarına, özlem ve taleplerine cevap veren, sorunlarına çözüm getiren, gerçekçi, uygulanabilir politikalar ve projeler üreten legal demokratik bir Kürt muhalefet hareketinin örgütlenmesi, DTP’li kadrolar ve bu konuda onları destekleyen güçler tarafından önlendi. Kürt muhalefet hareketlerinin tarihsel birikimi yok sayıldı ve Kürtlerin entelektüel kapasitesi dumura uğratıldı. Legal politik alan, hiçbir gerçekçi ve uygulanabilir politikası ve projesi olmayan profesyonel bir kadronun tekeline bırakıldı.

Kürtler Genellemesi

Çaresiz ve gelecekten umutsuz Kürt halkı, bugüne kadar ya hepsi milliyetçi/ulusalcı partilerden ehven-i şer olanına ya da sisteme duydukları tepkiden dolayı, sırf etnik kimlikleri nedeniyle, Kürt olan takıma oy vermek durumunda kaldı. Ciddi kuruluşların örnekleme yöntemiyle yaptıkları araştırmalarda, Türkiye’de en az 15 milyon Kürt’ün bulunduğu tespit edilmiş. Bu Türkiye nüfusunun yüzde 20’sinden fazladır. Kürt seçmen sayısının aynı oranda olması gerekir. DTP’nin desteklediği bağımsız adaylara verilen oyların toplam geçerli oy sayısına oranı yüzde 4’ün, Kürt seçmen sayısına oranı ise yüzde 20’nin altındadır. Kürt seçmenlerin yüzde 80’inden fazlası DTP’nin desteklediği bağımsız adaylara oy vermedi. Bu durumda, DTP’nin Kürtlerin temsilcisi olduğu iddiasını ciddiye almak mümkün müdür? Bu oy oranı da düşüş eğilimine girdi. Kaldı ki “Kürtler” diye bir genelleme yapmak doğru değildir. Kürt toplumu çeşitli sınıf ve tabakalardan oluşur. Etnik kimlikleri üzerindeki baskılar, bazı konularda ortak tepkilere yol açsa da, kendi aralarında büyük çıkar çatışmaları vardır. Kürtlerden söz ederken “hangi Kürtler” sorusunu sormamız gerekir.

AKP, CHP ve MHP’nin Meclis gruplarında, Türkiye’nin en yetenekli ve donanımlı aydınları ve uzmanları arasından seçilenler var. DTP grubunu Kürtlerin temsilcisi sayıp onların karşısında düşecekleri acz durumunu Kürtlere mal etmek büyük haksızlık olacaktır. Bugüne kadarki açıklamaları ve davranışları da pek iç açıcı olmadı. Böyle yanlış bir değerlendirme, Türkiye’nin demokratikleşme projesinin başarısını da zora sokacaktır.

Ortadoğu’da yeni dengelerin oluştuğu bir dönemdeyiz. Bölgenin en çok ezilen mazlum halkı olan Kürtler, bulundukları ülkelerin istikrarına ve demokratikleşmesine ne kadar katkı sağlarlarsa, o ölçüde sorunlarının çözümünü de kolaylaştırırlar.

Kürt toplumları, ancak, barışın egemen olduğu, istikrarlı ve demokratik bir Ortadoğu’da, diğer halklarla birlikte ve onlarla eşit bir statüde özgürlüğe ve refaha kavuşabilirler. Bunun için öncelikle, Kürt toplumlarının demokrasiyi içselleştirmeleri, izolasyondan kurtulup demokratik kurumların ve hareketlerin içinde yer almaları, kendi kurumlarında ve iç ilişkilerinde demokratik kurallara ve anlayışa uygun davranmaları gerekir. Ortadoğu’nun istikrarı ve demokratikleşmesinde en önemli unsur Türkiye’dir. AB’ye üye demokratik, istikrarlı ve kalkınmış bir Türkiye modeli, komşu ülkeler için de teşvik edici, bu yöndeki gelişmeleri destekleyici bir rol oynayacaktır. Bundan da en fazla yarar sağlayan Kürtler olacaktır.

Türkiye’deki Kürt toplumuna bakıldığında, umutsuz olmamakla beraber, fazla iyimser de olamıyoruz. Kürt toplumunun önemli bir kesimi ve diyaspora, dünyadan ve Türkiye’den izole yaşıyor. Önemli bir gettolaşma var. Politik alana, lider kültüne bağlı kadrolar egemen. Özgür düşünen ve hareket eden Kürt aydınları ve politik önderler, bu alandan tamamen tasfiye edildi ve etkisizleştirildi. Türkiye toplumunun yüzde 20’sinden fazlasını teşkil eden Kürtlerin iç ilişkilerinde, demokratik kurallar işlemez, özgür düşünme ve tartışmaya yer verilmezse, Türkiye’de demokrasiyi kurmak ve AB ile bütünleşmek de mümkün olmaz.

Ülkenin bir kesiminde lider kültüne bağlı totaliter anlayışa uygun bir yönetim, diğerinde demokrasi olabilir mi? Kürt kimliği üzerindeki baskılar kalkar, bölgesel kalkınma planıyla Doğu ve Güneydoğu her alandaki geri kalmışlıktan kurtulursa, tepki oylarıyla varlığını sürdüren DTP gibi partiler marjinalleşir. İnsanlar etnik, dinsel kimliklerine göre değil, ekonomik, sosyal menfaatlerine göre hareket eder ve buna uygun örgütlerde yer alırlar. Bu şekilde siyaset normalleşir. Demokratikleşmenin önündeki engeller de düşüncelerini ve davranışlarını milliyetçilikten arındırmış, politikanın odağına insanı yerleştiren Kürtlerin ve Türklerin işbirliği ve dayanışması ile aşılır.

Ağustos 2007                                                    

MEHMET ALİ ASLAN

Not: Bu yazı Radikal Gazetesi eki Radikal2’de 19/08/2007 tarihinde yayınlanmıştır, http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7362  bağlantısından ulaşabilirsiniz.

Terörist

T   E   R   Ö   R   İ   S   T 

( 1 )

             Genelkurmay Başkanı’nın tanımıyla “düşük yoğunluklu savaş”ın devam ettiği yıllardı.

            Fatê teyzenin, biri kız üç çocuğu PKK’ye katılmıştı.  Eşi, çocuklarını bulma umuduyla Örgüt ile temas ararken, kolluk kuvvetlerince yakalanıp gözaltına alınmış; günlerce süren sorgudan sonra imzaladığı  “itirafname”nin, işkence sonucu zorla kendisine imzalattırıldığına mahkemeyi ikna edemediği için  “örgüt üyeliği”nden sanık olarak cezaevinde tutukluydu.

            Fatê teyze yalnız kalmıştı. Bulunduğu köy, boşaltılan ve yıkılan binlerce köyden biri değildi. Ne var ki, geçimleri hayvancılığa bağlı olan bu yörede, yaylalara çıkışın devletçe yasaklanması, köylülerin ellerindeki hayvan varlığını da kaybetmelerine neden olmuş ve ekonomik yaşam kaynakları kurumuştu. 

            Bu durum, bir kısım devlet görevlilerinin uyguladığı baskılarla birleşince, köy halkının önemli bir bölümü büyük kentlerin varoşlarına sığınmışlardı.

            Her geçen gün canlılığını kaybeden bu dağ köyünde Fatê teyzenin yalnızlığı daha da artıyor, çekilmez hale geliyordu.

            Yoksul bir aileydi, televizyonları yoktu. Çocuklarıyla ilgili bir haber alır umuduyla, komşularından birinin televizyonunu izlemeye çalışıyordu.

            Türkçe kanallar söz birliği etmişçesine, çocuklarından ve onların arkadaşlarından  “terörist”  diye söz ediyorlardı.

            “Terörist”in gerçek anlamını bilmiyordu. İlk kez duymuştu. O’na sıcak gelmişti.  “Terörist” sözcüğünü her duydukça vücudunu ılık bir özlem ve sevgi duygusu sarıyor, çocuklarına kavuşmanın umudu yeşeriyordu.

            “Terörist”, çocuklarıyla özdeşleşmiş bir sözcüktü. Bir ana yüreğinin çocuklarına duyduğu, o karşılıksız, içten ve değişmez güçlü sevgiyi ifade ediyordu.

 

 

            Soğuk ve zifirikaranlık  bir sonbahar gecesiydi. Bütün ışıklar sönmüş, köy bir ölüm sessizliğine gömülmüştü. 

            Geceyarısına doğru köpek havlamaları bu sessizliği bozdu. Birkaç silahlı kişi, köyün girişinde bulunan evin kapısını çaldılar.

            Fatê teyze, Kürtçe “kimsiniz” diye sordu.

            Dışardakiler de, Kürtçe “biz tanrı misafiriyiz, ne olur aç, biraz ısınmak ve sonra gitmek istiyoruz” dediler.

            Fatê teyze “olmaz” dedi. “Yalnızım, kimseyi eve alamam. Başka yere gidin.”

            Dışardakiler, “Yapma teyze, bu gece yarısı, bu soğukta nereye gidebiliriz. Bizler de senin evlatlarınız. Çok fazla da kalmayacağız.”

            Fatê teyze “olmaz” dedi. “Bu geceyarısı kimseyi eve alamam.” 

            Bu yörede ailelerin büyük çoğunluğunun çocukları PKK’ye katılmıştı. Onların etkisiyle PKK’ye sempatileri vardı. Bundan yararlanmayı düşündüler. Bu teyze de PKK sempatizanlarından biri olabilirdi.

            “Biz PKK’liyiz. Biz gerillayız.Ne olur kapıyı aç, teyze.”

            Bir an çocukları gözlerinin önüne geldi. Belki onlar da bu gençler gibi, kimbilir hangi dağ köyünde, kimbilir hangi kapıyı çalıyorlardı. Ya da bir kaya oyuğunda aç ve soğuktan titriyor olabilirlerdi.

            Kapıyı açmak isterken, civar köylerden çoğu ailelerin başına gelen olayları hatırladı. 

            Özel timlerin içinde çok iyi Kürtçe bilenler vardı.  PKK’li giysileriyle ve o kimlikle evlere gidiyor, kendilerine yardım eden kimseleri saptayıp gözaltına alıyorlardı.

            “PKK’liyiz” diyen bu insanlar, özel tim mensupları olamazlar mıydı? Eşi aklına geldi. Kendisini cezaevinde ziyaret ederken, O, günlerce süren gözaltı döneminde uğradığı işkenceleri anlatmıştı.

            Korktu, irkildi. Kendi başına da aynı şey gelebilirdi. Kapının sürgüsüne uzanan elini çekti. Kolları çaresizlikle yana düştü. Titrek bir sesle “Olmaz, boşuna uğraşmayın, açmam” dedi. 

            Fatê teyzeyi ikna etmek mümkün değildi.  Bütün israrlara rağmen kapıyı açmamakta direniyordu.

            Dışardakilerden biri son bir umutla bağırdı.

            “Teyze, biz teröristiz, terörist.”

            Romatizmaları yüzünden gece uyumamış, yorgun Fatê teyze birden canlandı. Hemen kapıyı açtı. Işık saçan gözleriyle karanlıktakileri seçmeye çalıştı. İlk gördüğü silahlı gencin boynuna sarıldı. 

            “Teyzeniz size kurban. Niye daha önce terörist olduğunuzu söylemediniz.”

            İkisi kız, beş silahlı gençti gelenler. Her birini ayrı ayrı kucaklayıp öptü, kokladı, bağrına bastı. Kuşkusu kalmamıştı. Evet, bunlar da çocukları gibi teröristti. 

            Sevgisi bunlarda yoğunlaşmıştı. Eşinden ve çocuklarından ayrı kalmanın, dayanılmaz yoksulluğunun sorumluları olarak da  “ötekiler”i görüyordu.  Güçsüz ve çaresizdi. Tek yapabildiği beddua etmekti. Gençleri içeri alırken, bedduaları da gecenin sessizliğinde yankılanıyordu.

  

 ( 2 )

 

            Bayram arifesiydi. Ankara Esenboğa havaalanı, bayramı aileleriyle birlikte geçirmek isteyenlerin akınına uğramıştı.  THY uçakları ihtiyaca cevap veremiyordu. Bu nedenle de seferlerde meydana gelen gecikmeler ve iptaller yolcuları çileden çıkarıyordu. 

            Uçaklar başka hatlara tahsis edildiğinden, Kars ve Erzincan seferleri de iptal edilmişti. Bu uygulamaya yolcular isyan ediyordu.

O da bir Kars yolcusuydu. Diğer yolcularla birlikte Müdürün odasını işgal ettiler.  Müdürün yanında oturan iki milletvekili, sorunu çözeceklerini söylüyor, gergin havayı yumuşatmaya çalışıyorlardı. 

Müdür de  “sayın parlamenterler ile bir çözüm bulacaklarını”  söyledi ve yolcuların derhal odayı terketmelerini istedi. Bu bir oyalama taktiği idi.

Yolcular çıkmak üzereyken, O birden  “parlamenterler de kim oluyor” diye bağırıp üzerlerine yürüdü. Parlamenterler odayı terk etmiş, Müdür bu fırtınanın hiç de iyi sonuç vermeyeceğini anlamış, Erzincan ve Kars yolcuları için Erzurum’a bir uçak tahsis etmişti. 

Üniversite öğrencisi olan kızı, havaalanı lokantasında kendisini bekliyordu. Bir kısım yolcular da  rahat bir nefes almak için lokantaya gelmişlerdi.

O, yolcuların gözünde bir kahramandı. Öfkeli ve sert tavrı ile uçak tahsisinde önemli rol oynamıştı. 

Yandaki masalarda oturanlar  “Babanla gurur duymalısın”,  “Ne mutlu sana, böyle bir baban var” diye kızına iltifat ediyorlardı. 

50-60 yaşlarında bir bayan yolcu,  “Erzurum’dan Erzincan’a gideceğim. Vakit geç oldu. Acaba gece gidebilir miyim ?” diye sordu.

“Çok rahat gidebilirsiniz, herhangi bir sorun olmaz. Vasıta bulmakta da güçlük çekmezsiniz.” dedi.

Bayan yolcunun endişesi vasıta bulmak değildi.  Açıkladı.

“O bölgede teröristler var. Geceleri yol kesiyorlar. Ben bundan endişe ediyorum.”

Uçak bulmanın keyfiyle herkes neşeliydi. Bu ortamın etkisiyle,

“Endişe etmenize gerek yok.”  dedi. “Ben, o terörist dediklerinizin avukatıyım.  Bölgeyi iyi biliyorum. Bu sıralarda hiçbir olay olmuyor.  Güven içinde gidebilirsiniz.” 

“Terörist dediklerinizin avukatı”.  Bu cümle soğuk bir duş etkisi yaptı. Bir anda havayı dondurdu. Yüzler çevrildi. Herkes ona arkasını döndü. Göz göze gelmemeye dikkat ettiler. “Terörist”e duyulan nefret, biraz önce “kahraman” olarak gördükleri “terörist denilenlerin avukatı”na yönelmişti.

Kimbilir belki de bunların asker olan çocukları vardı. Onları bir çatışmada kaybetmiş, ya da kaybetmekten korkuyorlardı. Bunun sorumlusu olarak da “terörist” dedikleri kişileri ve onlarla ilgili olanları görüyorlardı. Ya da medyanın yarattığı şartlanmaların etkisiyle bu düşmanca tavrı takınıyorlardı. 

Kızı “baba” dedi, “bunlara ne oldu, bizden yüz çevirdiler.”

Bu gibi olaylarla çok karşılaştığı için onların bu tavrını umursamadı.

“Evet” dedi. “Onların gözünde biraz önce kahramandım, şimdi de bir hain.”

 

( 3 )

 

            Yaşanan iki olay. Aynı yaşlarda iki kadın. Biri kürt, diğeri Türk. Aynı TV kanallarından  “terörist”i duydular. Algılamaları ise farklı oldu.

            Birisi için  “terörist”, oğlunu, kızını ve onlara duyduğu  sevgiyi, özlemi ifade ediyor. 

            Diğeri için “terörist”, yol kesen, adam öldüren, ülkeyi bölen korkunç ve tehlikeli biri, “düşman” ve “hain”. O, nefretin, yöneldiği bir odak. Bu nefret sadece O’na değil, O’nunla ilgili ne varsa, mensup olduğu etnik gruptan avukatına kadar her şeye yönelik. 

            Bunlar tekil olaylar değil. Her iki olay da, iki taraf çoğunluğunca paylaşılan bir anlayışı, kültürel temellere oturmuş bir tavrı simgeliyor.  Kavramlara farklı anlamlar yükleniyor, olaylar farklı algılanıyor.  

            Bu, Türkiye’nin zihinlerdeki bölünmüşlüğünü gösteriyor. Kurulu düzeni korumak için çekilen “birlik” ve  “beraberlik”  nutukları ise bölünmüşlüğü her gün biraz daha artırıyor ve fiziki bölünmeye giden kapıların aralanmasına yol açıyor.

            Oysa, egemenlerin dışında,  bu ülkede yaşayan insanların menfaatleri birdir ve aynı kaderi paylaşıyorlar. 

            Egemen güçler, Fatê teyze, eşi ve çocuklarının trajedisine, Türk halkının yoksulluğuna ve geriliğine yol açan bu baskı rejimini , soygun ve talan ekonomisini, halkı düşman kamplara ayırıp biribirlerine kırdırarak, rantlardan pay alan her iki tarafın profesyonel politikacılarının ve bir kısım  “aydınlarının”, doğrudan veya dolaylı desteğini de  sağlayarak sürdürüyorlar.

            Her iki halk, bu gerçeği görmedikçe, insan odaklı demokratik bir düzenin kurulması için bilinçli ve örgütlü güçlerini birleştirmedikçe, sorunlara çözüm bulunamayacağını bilmemiz gerekir.

           

Aralık 2000

Mehmet Ali Aslan 

 

Bayrak Davası

ANKARA 1. DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ SAYIN BAŞKANLIĞINA

                                                                                                     Dosya No: 1996/80

Talepte bulunanlar         : MURAT BOZLAK. HADEP Genel Başkanı ve arkadaşları

Vekili                               : Mehmet Ali Aslan. Avukat. Konur Sokak No: 8/9 Kızılay/Ankara

Konu                                : İddianameye cevaplarımız ve tahliye talebi.

Cevaplar : 1) İddianameyi, hukuki anlamda, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun tanımladığı anlamda bir İddianame olarak kabul etmek güçtür. Daha çok, bir siyasal görüşü, bir ideolojik anlayışı savunan ve karşısında olduğu siyasal hareketi tasfiye amacına yönelen bir belge olarak tanımlamak mümkündür.

Müvekkillerimiz politikacıdırlar. Onların da belli bir siyasi görüşü ve ideolojik anlayışları vardır. Bunu da program ve tüzüklerinde açıkça formüle etmiş, kamuoyuna açıklamışlardır.

Ortada, hukuk normlarının, yasa kurallarının ihlali değil, iki siyasi görüşün çatışması vardır. 

Doğal olan, bu iki siyaset anlayışının, siyasi platformlarda karşılaşıp tartışmalarıydı. Yoksa, bir yargı Kurulunun karşısında adeta hesaplaşmaları değildi.

Doğal olmayan bir diğer yanı da, bu siyasi görüşlerden birinin Savcılık makamından kendisini ifade etmeye çalışmasıdır. Oysa, Savcılık Makamı, kamu yararını koruyan ve savunan bir makam olmak zorundadır. Bir siyaset anlayışının, bir ideolojik görüşün aracı olarak kullanılmaz.

Siyaset kendi alanında, siyasi platformlarda ve siyasi kurumlarda tartışılırsa, bu tartışmalar, ülkenin gelişmesi, kalkınması ve daha iyi yönetilmesi için gerekli politikaların oluşturulmasına hizmet eder. Demokratik zeminde kaldığı ve şiddete başvurmadığı sürece de Yargı müdahale etmez.

Çünkü Yargı Kurumu, fikirlerin, siyasi görüşlerin, ideolojik anlayışların, özgürce örgütlenmelerinin ve ifade edilmelerinin teminatı olmak zorundadır. Onları sınırlamak değil, hukuk dışı müdahalelere karşı korumakla yükümlüdür. Hukuk Devletinin temel özelliklerinden birisi de budur. Bugün, ülkemizin içine düştüğü krizler ve karşılaştığımız ağır sorunlar, Türkiye’nin bir Hukuk Devleti olmamasından kaynaklanıyor.

Büyük hukuk adamı, değerli insan Prof. Dr. Muammer Aksoy, H.V.Velidedeoğlu’na verilen bir ödül töreninde şunları söylüyordu:

“Çağdaş uygarlığın özü ve canı, insan onuruna yaraşan tek yönetim biçimi olan Hukuk Devleti idealini ve Çoğulcu Demokrasiyi gerçekleştirmektir. Hukuk Devleti ilkelerinin egemen olmadığı, Çoğulcu Demokrasinin gerçekleşmediği bir toplumda, “çağdaşlığın” ve “uygarlığın”, sadece “sözü” ya da “kabuğu” var olabilir. “Yumurtasız omlet” ne kadar omlet ise, “Hukuk Devleti ilkelerinden yoksun bir Devlet” de, ancak o kadar “Çağdaş” ve o kadar “uygar” sayılabilir.”

Türkiye, hiçbir zaman bir Hukuk Devleti olmadı. Hep bir Yasa Devleti olarak kaldı, yakın zamana kadar.

Yakın zamana kadar diyorum. Çünkü, Türkiye gittikçe yasa devleti olmaktan da uzaklaşıyor.

Ne kadar geri olursa olsun, yasaların, genel olma ve sınırlama özellikleri vardır. Bu özelliklerin yitirildiği noktada keyfilik başlar. Artık devlet yönetiminde kurallar ve kurumlar işlevlerini yitirirler. İktidarın ve güçlü grupların keyfi yönetim dönemine girilir. Devlet içine kapanır. Denetim mekanizmaları işlevsiz kalır. Bu işlevleri mafya grupları yüklenir.

Bunlar, toplumu bir arada tutan moral bağların çözülmesinin, ortak değerlerin etkinliklerini yitirmesinin işaretleridir. Toplumsal parçalanmanın ve çöküşün habercileridir.

Prof. Dr. Aksoy’un dediği gibi “Hukuk ve adalet temeline dayanmayan bir toplum, teknik (maddi) alanda, ne kadar ileri giderse gitsin, çökmeye mahkumdur.”

Çöküşü önlemek, hukukun üstünlüğünü sağlamakla, hukuk devleti ilkelerini yaşama geçirmekle olur.

Burada, hukuk adamlarına ve özellikle hakimlere büyük görev düşüyor. Onlar bu sorumluluktan kaçamazlar.

Prof. Dr. Hicri Fişek bu konuya açıklık getiriyor.

“Yargının kendisinden bekleneni verebilmesi, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlerin güvence altında bulunmasını yanı sıra, büyük ölçüde, hakimlerin bilgilerine ve dış güçlerin çeşitli etkilerine boyun eğmeyecek karakter yapılarına bağlıdır.”

Yargı bağımsızlığından söz etmenin mümkün olmadığı ülkemizde, hakim ve savcıların kişilikleri büyük önem kazanıyor. Herşeye rağmen, hukukun üstünlüğünü savunan, hukuk devleti ilkelerine bağlı kalan, yasaları, hukukun genel ilkelerine uygun olarak yorumlayan, davalarda kendi kişisel görüş ve anlayışlarından sıyrılarak, gerçek bir hukuk adamı ve bir hakim gibi tarafsız ve objektif davranan hukukçular, hukuk devletinin kurulmasına öncülük etmiş ve büyük katkı sağlamış olurlar.

Sizden beklediğimiz budur. Sadece bizim değil, Türkiye’nin beklediği budur. Çünkü Türkiye’nin barış ve huzura kavuşmasının, bütünlüğünün korunmasının, demokratikleşmesinin ve kalkınmasının ilk ve temel şartı, hukuk devletinin oluşmasıdır. Bu da biz hukukçuların ve özellikle de siz hakimlerin, bir hukuk adamına yakışır kişilikli çabalarına bağlıdır.

Elbette ki sizlerin de bizlerin de belirli siyasi görüşleri, ideolojik anlayışları var. Bu doğaldır. Görevimizi yaparken ve yetkilerimizi kullanırken, bu görüş ve anlayışların etkisinden sıyrılır, tarafsız davranırsak, bu fikirlerimiz saygıyla karşılanır.

Müvekkillerimizin durumu farklıdır. Onlar politikacıdırlar. Ülkenin siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel vd. düzenini, yasalar çerçevesinde ve olanaklar ölçüsünde Türkiye’nin ve halkın yararına olduklarına inandıkları doğrultuda değiştirmek istiyorlar. Bu, onların yasal hakkıdır.

Kimimiz bu fikirlere hayranlık duyabilir, kimimiz bu fikirlerin ülke için zararlı olduğunu düşünebiliriz. Ama bir Yargı mensubu olarak olaylara, bu politik fikir ve eylemlere, sadece, hukuka aykırılık açısından yaklaşabiliriz.

Fikir ve eylem, kendi düşüncemize ve ideolojik anlayışımıza aykırı olabilir. Onu ülke yararları açısından çok zararlı da bulabiliriz. Ama bu fiil, hukuka aykırı değilse, ona müdahale hakkımız yoktur. Hatta müdahale girişimlerine engel olmak zorundayız. Kuşkusuz, bu olaylarla ilgili yasa­ları yorumlarken de, hukukun genel ilkelerine, uluslararası sözleşmelere ve demokratik siyasi hayatın icaplarına uygunluk koşullarını da unutmamamız gerekir.

Bizlerin, müdafi olarak davaya yaklaşımı bu çerçevede olacaktır. Sizin de, önünüze getirilen bu davayı, tarafsız hakim kimliğinizle, sadece hukuka aykırılık yönünden ele alacağınızı umuyoruz.

2) Anayasanın 68. maddesinin 2. fıkrası “siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.” Anayasa, siyasi partilerin bu önemini gözönüne alarak, 69. maddeye göre, hem mali denetim ve hem de yargılama görevini Anayasa Mahkemesi’ne vermiştir. Siyasi partilerin faaliyetlerini takip ve Anayasa Mahkemesi’ne dava açma görevi ise Yargıtay C. Başsavcılığına aittir.

Siyasi partiler sıradan tüzel kişiler değildir. Bunlar, ister iktidarda, ister iktidar seçeneği olarak muhalefette bulunsunlar, ülkenin kaderinde etkili ve belirleyici rol oynarlar.

Bu önemdeki siyasi örgütleri, genel yargı kurumlarında ve genel muhakeme usulleriyle yargılamak düşünülemez. İktidarların baskı ve müdahalelerine karşı güvence sağlanması gerekir. Bu da ancak Anayasal Yargı güvencesiyle olur. Bu, hem Anayasanın 69. maddesi ve hem de 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile sağlanmış ve düzenlenmiştir.

İddianamede suç faili olarak HADEP gösterilmiştir. Müvekkillerim kendi fiillerinden değil, HADEP’e mensup olmaktan dolayı suçlanıyorlar.

Oysa HADEP, tüzelkişiliği olan bir siyasi partidir. Tüzelkişiliklerin cezai sorumlulukları yoktur. Siyasi partiler hakkında da ancak kapatma davası açılabilir.

Kapatma davasını açmak yetkisi, 2820 sayılı Kanunun 98. maddesine göre Yargıtay C. Başsavcısına aittir. C. Savcılarının kapatma davası açma yetkileri yoktur. Kapatma davasına bakma görevi de Anayasa Mahkemesinindir. Siyasi Partilerle ilgili davalara bakmak Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevi dışındadır.

Belki şu ileri sürülebilir. Cezalandırılmaları istenen Parti değil, parti yöneticileri ve mensuplarıdır. Fakat bu davada, parti yöneticisi ve mensupları kendi fiillerinden değil, partiye mensup olmalarından dolayı yargılanıyorlar. Davanın asıl süjesi, asıl suçlanan ve yargılanan HADEP’tir.

İddianamenin mantığına uygun düşünülürse, müvekkillerimin suçlu bulunabilmeleri için, HADEP’in suçluluğunun sübuta ermesi gerekir. Ama suçlu bulunacak, üstelik silahlı örgütün uzantısı olduğu mahkeme kararıyla tescil edilecek bir siyasi parti, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce kapatılamayacağına göre, uzun bir süre faaliyetine serbestçe devam edecektir.

Olaya hangi açıdan bakılırsa bakılsın, HADEP’in Sayın Mahkemenizde yargılanması mümkün değildir. Ancak şu yapılabilir. Yargıtay C. Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulabilir. Suç işlediklerine dair haklarında yeterli delil olduğu iddia edilen müvekkillerim hakkında, yetkili C. Savcılıklarına suç duyurusunda bulunulup, soruşturma açılması sağlanabilir. Haklarında hiçbir delil bulunmayan müvekkillerim için de herhangi bir işlem yapılamaz.

Sayın Mahkemenizin bu konuyu öncelikle inceleyip bir karar vermesini talep ediyoruz.

3) Elimizde bir kitap var. Üstünde iddianame yazıyor. Son yıllarda, yazarları C. Savcısı olan bu kitapları saatlerce dinlemek ve tekrar, tekrar okumak zorunda kalıyoruz.

Umarım Türkiye’ye barış ve huzur gelir, demokrasi yerleşir. Bizler de bu iddianamelerin yerine Kemal Tahir, Melih Cevdet Anday, Orhan Pamuk gibi değerli yazarlarımızın kitaplarını okuma fırsatı buluruz.

İddianamenin kapağında, içeriğinin bir özeti var.

“PKK’nin legal alandaki uzantısı HADEP”

ve

“23.06.1996 tarihli Kurultayda Türk Bayrağının İndirilmesi Olayı”

İddianamede HADEP’in yeri belirlenmiş. Bu, legal alandır. Yani yasal, yasaya uygun alandır. (İddianamede öyle yazıyor) Bu alanda faaliyet gösteren bir partinin illegal örgütlerle ilişkisi olmaz. Olduğu takdirde illegal duruma düşer, yani yasadışı duruma düşer. Yasal alanda kaldığı sürece de kimsenin kendisini suçlamaya hakkı yoktur. Hatta anayasal ve yasal güvencelerden yararlanma hakkı vardır.

Bu mantık, iddianamenin diğer bölümlerinde de egemendir. 91. sayfada, HADEP’in “PKK’nin illegal alanda sürdüremediği cephe faaliyetlerini legal zeminde gerçekleştirmeyi üstlendiği” yazılıdır. Evet, legal zeminde. Gerçi bu, tamamen soyut bir iddia. Bu iddiayı kanıtlayacak hiçbir delil yoktur. Ama bu iddia bazı soruların sorulmasına yol açıyor.

İddianamenin yazarı Sayın Savcı, hukuk terminolojisine ve hukuki kavramlara yabancı olduğu için mi “legal”i ve “legal zemini”bir suçlama aracı olarak kullanıyor? Yoksa kavram karışıklığı yaratarak Sayın Mahkemeyi ve kamuoyunu yanıltmaya mı çalışıyor?

Hangi sözlüğü açarsanız açın, (Legal: Yasal, yasaya uygun) olarak tanımlanır. “Legal zemin” ise yasal alandır. Yani meşru alandır. Sayın Savcı’nın iddia ettiği gibi “suç alanı”“yasadışı alan” değildir.

İddianamedeki suçlamanın esasını, HADEP’in, İddianamenin deyimiyle, legal zemindeki faaliyetleri teşkil ediyor. HADEP’in yasal alandaki, yasaya uygun faaliyetleri suç olarak kabul ediliyor.

İddianamenin bir yerinde, HADEP’in PKK’nın uzantısı olduğu iddia ediliyor. Ama iki örgüt arasında örgütsel bir ilişkinin, bir bağın bulunduğuna dair tek bir somut delil gösterilmiyor. İddianamenin diğer bir yerinde ise HADEP’in, PKK’nin paralelinde hareket ettiği iddiası ileri sürülüyor. Paralellikte örgütsel bağ olmaz. Hareketlerde benzerlik olur. Birbirinden bağımsız iki örgütün, aynı doğrultuda, aynı şekilde hareketi söz konusu olur. Bir örgütün, yasadışı silahlı bir örgüte paralel hareketi, aynı şekilde yasadışı silahlı olması ve aynı amaca yönelmesi demektir. Bu da paralellikten dolayı değil, bizatihi kendi programının, amaçlarının ve hareketlerinin yasadışı olmasından dolayı suçlanmasına yol açar.

Tüzük ve programı, faaliyetleri, mali durumu, Yargıtay C. Başsavcısı ile Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenen, diğer siyasi partilerle birlikte seçime giren, şayet %10 barajı olmasaydı, bugün TBMM’de temsil edilmiş olacak olan bir siyasi parti, nasıl PKK paralelinde faaliyet gösteren bir örgüt olarak suçlanabilir?

PKK’nın bazı söylemleriyle HADEP’in bazı söylemlerinin benzerliğinden yola çıkarak bir paralellik kuruluyorsa, o zaman ANAP’ın, RP’nin, DYP’nin, CHP’nin, çoğu iktidar ve muhalefet sözcülerinin de PKK’nın paralelinde olduklarını kabul etmek gerekir. Ne ölçüde samimi olduklarının bilemeyiz, ama, bunlar da barıştan, kardeşlikten Kürt kimliğinden, Kürtlerden söz ediyorlar. Bunlar da Türkiye’deki uygulamalardan şikayetçidirler.

PKK barıştan söz etti diye HADEP savaşı mı savunacak? Kürt gençlerinin ve yoksul Anadolu çocuklarının ölümüne sessiz mi kalacak? Savaştan büyük vurgunlar vuran savaş lobisinin değirmenine su mu taşıyacak? PKK köy yakmalarını, köy boşaltmalarını dünya kamuoyunun gündemine getirdi diye, HADEP, milyonlarca insanı yerinden yurdundan koparan, sefalete mahkum eden bu hukuk dışı uygulamalara tepkisiz mi kalacak? PKK, binlerce faili meçhul cinayetten Devleti sorumlu tutup suçlarken, HADEP, kendi üyelerinden de kurban verdiği bu insanlık dışı cinayet olayları karşısında suskun mu kalacak? PKK Kürt kimliğinden söz etti diye, HADEP kimlik inkarına mı gidecek? Ve bu mantıktan hareketle, barışı savunanlar, hukuka aykırı uygulamalara karşı çıkanlar, hukuk devletini savunanlar “PKK ile aynı paralelde düşünüyorlar, o halde bunlar da PKK’lıdır”iddiasıyla suçlanacaklarsa, o zaman sadece müvekkillerimi değil, barıştan, demokrasiden ve hukuk devletinden yana milyonlarca insanı da sanık sandalyesine oturtmak gerekmez mi?

4) Bu davada doğrudan doğruya suçlanan HADEP’tir. Partinin tüzel kişiliğidir. Müvekkillerimiz, iddianamenin deyimiyle, “Bu oluşum içindeki durumları nazara alınarak” suçlanıyorlar.

Neymiş bu oluşum içindeki durumları? “Parti Meclisi üyesi sıfatını taşımak” ve “Parti içinde üst görevlerde bulunmak.” Yine iddianamenin deyimiyle, bu nedenle sanıkların PKK örgütünden hususi bir görev aldıkları, sonucuna varılmıştır.

Bu sonuca nasıl varılıyor? Hiçbir delile dayanmadan, bir önyargıyla HADEP, PKK’nin “legal zemindeki uzantısı “ olarak kabul edilince, HADEP yöneticileri de otomatikman PKK yöneticisi sıfatını almış oluyorlar. Yani müvekkillerimin suçlanması bir“mensubiyet” bağından kaynaklanıyor. Yoksa kendi eylemlerinden, hukuka aykırı eylemlerinden sorumlu tutulup suçlanmıyorlar.

Dosyada bazı müvekkiller için delil olarak sunulan konuşma metinleri, basın açıklamaları gibi belgeler var. Ama bunlar, örgütsel bağı ispat eden ve Savcılıkça da o maksatla ibraz edilmiş deliller değildir. Olsa olsa, şahsi sorumluluk ilkesi uyarınca bu fiilerinden dolayı yetkili ve görevli mahkemelerde yargılanabilirler. Ama bunlar, bu davada örgütsel bağın ispatına yönelik delil olarak ileri sürülemezler.

Bu “mensubiyet” iddiası, iddianamenin 96. sayfasında daha net bir şekilde belirtilmiştir. Suç tanımı aynen şudur.

“Suç: PKK paralelinde faaliyet gösteren HADEP’e mensup olmak.”

Görülüyor ki müvekkillerim açıkça, HADEP’e mensubiyetten suçlanıyorlar. Buradan da anlaşılacağı üzere, doğrudan doğruya suçlanan müvekkillerim değil, HADEP’tir. HADEP’in tüzel kişiliğidir.

Peki, tüzel kişilerin cezai sorumluluğu var mıdır?

       Anayasanın 38. maddesi çok açıktır. “Ceza sorumluluğu şahsidir.” der Anayasa.

Ne tüzel kişiler ve ne de topluluklar suç faili olamazlar. Bir belde halkının veya bir tüzel kişinin organlarının, örneğin Parti Meclisi’nin veya İl Yönetimi’nin ceza sorumluluğu yoktur. Ancak kişilerin, hayatta olan kişilerin ceza sorumluluğu olur. Herkes kendi fiilinden sorumlu tutulur. Hiç kimse bir başkasının fiilinden sorumlu tutulamaz.

İddianame, Anayasının 38. maddesinin “ceza sorumluluğu şahsidir” kuralını hiçe sayarak, tüzel kişiliği ve toplulukları cezalandırmak istiyor.

Kimdir bunlar? HADEP ve HADEP’in organları.

a) HADEP Parti Meclisi.

b) HADEP Ankara İl Yönetimi

c) Kongre Divanı

Bu organlara mensup olanların kişisel durumlarına, isnad edilen suçla olan ilgilerine ve haklarındaki delillere bakılmadan, sadece, bu organlara mensup oldukları için cezalandırılmaları isteniyor. Çok iyi bildiğiniz gibi, bu anlayış, hiçbir çağdaş ceza sisteminde yeri olmayan, ilk ve orta çağların geri anlayışıdır.

İddianame, toplulukları cezalandırmayı istemek gibi çok geri bir anlayışı yansıtırken, yasaların genel olma özelliğini de dikkate almıyor.

Ceza hukukunun en önemli özelliklerinden birisi de, ceza kurallarının herkese aynı şekilde uygulanmasıdır. Hak ve adalete uygunluk ölçüsü ancak dar anlamda ve eşitlik kuralını zedelemeden uygulanabilir. Ama hiç bir zaman durumları aynı olan kişiler arasından bazılarını seçerek cezalandırmak düşünülemez.

       İddianamenin, sanık seçiminde uyduğu belirli bir kural yoktur.

Müvekkillerimin bir kısmı Parti Meclisi Üyeleridir. İyi ama, Parti Meclisi Üyelerinin tamamı sanık olarak gösterilmemiştir. Bir kısmı hakkında dava açılmış, tutuklanmışlar, diğerlerine dokunulmamıştır.

Ankara İl Yönetimi suçlanmış ve sırf bu yönetimde görevli oldukları için bir kısım yönetici hakkında dava açılmış, yine diğer bölümü hakkında hiçbir işlem yapılmamıştır.

HADEP’in Türkiye’nin tamamına yakın il ve ilçelerinde teşkilatları var. Hiçbir il ve ilçe yönetimi hakkında dava açılmamış. Sadece Ankara İl Yönetimi hakkında dava açılmıştır.

İddianamede HADEP, PKK’nın legal alandaki uzantısı olarak kabul ediliyor. “Netice ve Talep” bölümünde, 92. sayfada,“HADEP’in… parti genel merkezi ile il ve ilçe teşkilatlarını PKK’nın legal faaliyet alanı haline getirdiği,” yazılıdır. Sayın Savcı’ya göre suçun failleri parti genel merkezi ile bütün il ve ilçe teşkilatlarıdır.

O zaman şu soruyu sormak gerekir. PKK’nin legal faaliyet alanı haline gelen bütün bu il ve ilçe teşkilatları hakkında neden soruşturma yapılmamıştır, neden dava açılmamıştır? Neden kendilerine “sizin legal alanda faaliyet göstermeniz suçtur”denilmemiştir? Aynen müvekkillerime denildiği gibi.

Şu anda bu teşkilatlar faaliyet halindedirler. HADEP, diğer siyasi partiler gibi varlığını devam ettiriyor ve ülke politikasında söz sahibidir.

Sayın Savcı nerededir? Bu görevi en azından ihmal suçunu teşkil etmez mi? Ya da, ceza kurallarının genel olma ve eşit uygulama özelliğini gözardı ederek, sadece müvekkillerim hakkında dava açtığı, keyfi davrandığı için suç işlememiş midir? Elbette ki bütün bu soruların cevabı verilmelidir.

Bu iddianameyle açılan dava ve verilecek karar, başka soruları da gündeme getirecektir.

Eğer HADEP, PKK’nın uzantısı veya paraleli olarak suçlu kabul edilecekse, HADEP’in bütün il ve ilçe teşkilatlarıyla yüzbine yakın üyesinin, PKK’nın yöneticisi ve üyesi olması mahkeme kararıyla tescil edilmiş olmayacak mıdır? HADEP’e oy veren yaklaşık 1.200.000 seçmen, herşeye rağmen PKK’yi destekleyen kimseler olmayacaklar mıdır? Bizler bu davada müdafi olarak bulunan avukatlar, PKK’nin müdafileri olarak mı kabul edileceğiz?

Bir silahlı örgütün, uluslararası alanda meşruiyet kazanmasının ve muhatap alınmasının en önemli şartlarından birisi de, sahip olduğu halk desteğidir. Bu nedenle Devlet yöneticileri, PKK’nın halk desteğine sahip olmadığını iddia ediyorlar. Fakat Sayın Savcı, Devlet politikasına ters düşecek, koca bir HADEP’in, Kürt Enstitüsü, Kürt Kültür Vakfı, Yurtsever Kadınlar Birliği, Yukarı Mezopotamya Kültür Derneği, AMED Kültür Merkezi, Hevkari Kültür ve Sanat Merkezi gibi yasal örgütlerin PKK’nin uzantıları olduğunu ileri sürerek, dolayısıyla PKK’nin büyük bir halk desteğine sahip olduğunu kabul ettirmeye çalışıyor.

Bunun, hem iç siyasette, hem uluslararası ilişkilerde ve de devletler hukuku alanında ilginç gelişmelere yol açacağını söylemeye gerek yoktur. İddianame yazarı Sayın Savcı, hangi tehlikeli alanlarda dolaştığının bilmem farkında mıdır?

5) İddianamede, HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyduğu iddia edilen “deliler”e ayrı bir bölüm ayrılmıştır. 38. sayfadan 68. sayfaya kadar devam eden bu bölümde suçlamanın “deliller”i yer almıştır.

Her ne kadar 13 ila 31. sayfalarda bazı olaylardan ve dokümanlardan söz ediliyorsa da, Sayın Savcı, bunları HADEP-PKK ilişkisinin delileri olarak kabul etmiyor ve bu nedenle de bunlara HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyan bölümde yer vermiyor. Yine de kısaca değinelim.

HADEP Genel Merkezi ile Ankara İl Teşkilatında yapılan aramalarda ele geçen –iddianamenin deyimiyle- dokümanlar var. Bunlar, ajans bültenlerinin faksları, yasaklanmış dergi ve kitaplarla bazı parti üyelerinin çalışmaları ve partiye gelen yazı ve mektuplardır.

Bütün siyasi partilerin, Cumhurbaşkanlığı, TBMM gibi devlet organlarının ve kurumlarının faksları otomatiğe bağlıdır. İsteyen faks çeker. Zaten siyasi partilerin medyanın veya devlet organlarının isteği de budur. Kendilerine ulaşmak isteyen herkese bu imkanı vermek.

Siyasi partiler için bu büyük bir ihtiyaçtır da. Çünkü siyasi partiler, sorunlara çözüm arayan, projeler üreten ve politika oluşturan örgütlerdir. Bu nedenle de bilgiye, habere, farklı kişilerin ve kurumların görüşlerini yansıtan dokümanlara büyük ihtiyaçları vardır. Gerçeğe ulaşmak için karşıt fikirleri, çeşitli kanaatleri farklı grupların anlayışlarını bilmeleri gerekir. Örneğin, savaşa katılan tüm örgütleri, güçleri tanımadan, onların fikirlerini, amaçlarını bilmeden, savaşın sürdürülmesine neden olan tüm unsurları incelemeden, uygulanabilir, gerçekçi bir barış projesi nasıl hazırlanabilir?

HADEP, elbette ki tüm enformasyona açık olacaktır. Partide sadece KURD-A ajansının bültenleri değil, bu bültenlere karşı yayın yapan gazete ve dergi koleksiyonları da vardır. Bunları bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. Çeşitli anlayışlardaki yayınların bulunduğu bir siyasi partide, bunların sadece enformasyon amacına yönelik olarak bulundurulduğu kabul edilmelidir.

Kaldı ki, bir siyasi partide, dergi, kitap, bülten gibi yayınların giriş ve çıkışını denetlemek mümkün değildir. Hiçbir partide, üst düze yöneticileri, partiye gelen yayınlarla, bültenlerle, arşivle meşgul olamazlar. Bu, onların işi değildir. Bu gibi ayrıntılarla uğraşan bir yöneticinin, asıl görevi ve işlevi olan politika üretmesi imkanı da olmaz. Bu gibi işlerle partilerdeki profesyonel veya amatör personel uğraşır. Onlar da kendi anlayışlarına göre bir arşiv, bir kitaplık oluşturabilirler. Bu, suç teşkil etmez. Etse de bu personelin şahsi sorumluluğu söz konusu olur.

Partiye her yerden başvurular, şikayetler gelir. Bundan daha doğal ne olabilir. Bu mektup veya başvurularda suç unsuru varsa, bu, o kişileri sorumlu kılar.

Parti komisyonlarının ve şahısların çalışmaları, ancak alenileşirse, yayınlanırsa suç olup olmadıkları tartışılabilir. Arşivlerde kalan, raflardaki dosyalarda bekleyen belgeler nasıl suç oluşturabilir?

Bu açıklamayı, olayın hiçbir yanı müphem kalmasın diye yaptık. Yoksa Sayın Savcı da bunları, örgütsel ilişkinin delili olarak kabul etmediği için ‘HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyan deliller ve belgeler’ bölümüne almamış.

6) HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyan deliller ve belgeler nelerdir?

Bazı sanıkların ve itirafçıların emniyet ve jandarmada alınan ifadelerine, en önemli delil olarak, birinci sırada yer verilmiştir. Biz bunlar daha sonra ele almak üzere, diğerlerine değinelim.

a) “30.05.1996 tarihli Demokrasi gazetesinde çıkan ” Halklarımıza” başlıklı Abdullah Öcalan’a karşı yapıldığı iddia olunan suikasti kınayan ilan”

Bu ilanda HADEP üyesi üç kişinin imzası vardır. Bunlar da HADEP üyesi veya yöneticisi sıfatıyla değil, kişisel olarak imzalamışlardır.

İlanı çok sayıda tanınmış isim de imzalamış. Bunlar arasında üç HADEP üyesi var diye, koca bir siyasi partiyi PKK’nın uzantısı olarak suçlamak, hangi anlayışının ürünüdür?

Burada ancak kişisel sorumluluk söz konusu olabilir. İlan İstanbul’da yayınlanmıştır. İlanın suç içerdiği iddiasını da ancak İstanbul DGM C. Başsavcılığı soruşturabilir. İlan ile ilgili soruşturma yapmak ve dava açmak Ankara DGM C. Başsavcılığının görevi değildir.

b) “Terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın örgütün yayın organı olan MED-TV’de yaptığı konuşmalar”

Abdullah Öcalan’ın konuşmasına, Türkiye Cumhuriyeti ve çoğu Batılı Devletler engel olamıyorlar. HADEP veya müvekkillerim mi engel olacak.

Kendi TV istasyonu var. Uydudan yayın yapıyor. İstediğini söylüyor. Ne denetim var, ne de sansür.

Bir gün kalkıp, Sayın Erbakan ve Sayın Çiller ile gizli görüşmeler yaptığını ve büyük tavizler aldığını veya Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nin kendilerine lojistik destek sağladığını söylerse ne yaparız? Sayın Erbakan, Çiller ve Valiyi tutuklayıp içeri mi atarız?

Abdullah Öcalan’ın kendine göre değerlendirmeleri var. Doğru veya yanlış. Kaldı ki bu değerlendirmeleri sadece HADEP için değil, bütün siyasi partiler, kişi ve kurumlar için yapıyor.

İddianameye alınan HADEP ile ilgili değerlendirmelerde de örgütsel bağın varlığına delalet edecek bir tek sözcük yoktur. Ama Abdullah Öcalan, “HADEP’i ben yönetiyorum” deseydi, müvekkillerim ne yapabilirlerdi? Bu beyan bir delil olarak alınabilir miydi? Elbette ki, Hayır.

Abdullah Öcalan, Galatasaray takımının taraftarı. Hem de koyu bir taraftarı. Ne yapalım, yani, Galatasaray Kulübünü kapatıp, yöneticileri ve futbolcuları içeri mi atalım?

c) “HADEP yetkilileri tarafından çeşitli tarihlerde yapılan basın açıklamaları, konuşmalar, bildiriler.”

Bu bölümde toplam 18 konuşma, basın açıklaması ve bildiriden alıntılar yapılmış. Bir de İstanbul Zeytinburnu’nda yapılan bir toplantıdaki sloganlar delil olarak gösterilmiş.

Herkesin katılımına açık bir toplantıda değişik sloganlar atılabilir. Bu, DSP, CHP ve diğer bir çok siyasi partinin mitinglerinde de meydana geliyor. Şayet partiyle ilgisi olmayan kişilerin attığı sloganlardan o parti ve toplantılara bile katılmamış parti üst düzey yöneticileri suçlanırsa, bu suçlamadan nasibini almayacak tek parti ve tek yönetici kalmaz.

18 konuşma ve basın açıklaması yapanların, bildiri yayınlayanların 8’i bu davada sanık değildir. Bazılarının HADEP ile hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin, İHD İstanbul Şube Başkanı Ercan Kanar’ın yaptığı konuşma, HADEP’in PKK ile örgütsel bağının delili olarak sunuluyor. Yine “Emek, Barış, Özgürlük Bloku “nun bildirisi, bu amaçla delil olarak gösteriliyor.

Bütün bu basın açıklamaları, bildiri ve konuşmalar, demokratik platformlarda yapılıyor ve basında yer alıyor.

Konuşma yapanlar, bildiri yayınlayanlar, ne yaptıklarının bilincinde olan aydın insanlardır. Şayet suç işleme kasıtları varsa, fiilleri suç oluşturuyorsa, haklarında soruşturma açılır. Kendi fiillerinden sorumlu tutulurlar.

Bu konuşmaların ve basın açıklamalarının yapıldığı, bildirilerin yayınlandığı yerlerin çoğunluğu Ankara dışındadır. Ankara DGM C. Başsavcılığının yetki alanı içinde değildir.

Ankara DGM C. Başsavcılığı, yetki alanının içinde olanlar hakkında soruşturma açar. Diğerleri için yetkili C. Savcılıklarına ihbarda bulunabilir. Ki bu, genellikle yapılmıştır da.

Ama hiçbir zaman ve hiçbir suretle bu konuşmalar, bu bildiriler ve basın açıklamaları, HADEP-PKK ilişkisini ispatlayan deliller olarak kabul edilemezler.

d) “HADEP Genel Merkezi tarafından dağıtılan bildiriler.”

İki bildiri delil olarak sunulmuştur. 1) “Kamuoyuna”, 2) “8 Mart’ta Barış Haykıralım” başlıklı bildiriler.

Birinde, Irkçılıkla Mücadele Günü dolayısıyla, asimilasyona karşı çıkılıyor. Diğerinde, savaşta ölen Kürt ve Türk gençlerinden birey olarak, toplum olarak sorumlu oldukları vurgulanıyor.

Asimilasyon, bir insanlık suçu iken, iddianamede, asimilasyona karşı çıkmak suç kabul ediliyor. Savaş kışkırtıcılığı suç iken, iddianamede, savaşa karşı çıkanlar, barışı savunanlar suçlanıyor.

Ama varsayalım ki bu bildirilerde suç var. O zaman bu bildirileri partinin hangi organı veya mensubu yayınlamışsa o tespit edilir. Partiyle ilgili olarak Yargıtay C. Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulur. Alınan sonuca göre de kişiler hakkında cezai soruşturma yapılacaksa, bu, ancak bu bildirinin yayınlanmasına karar veren ve bu kararı imzalayanlar hakkında olur. Örneğin, İstanbul İl Yönetimi, suç içeren bildirinin yayınlanmasına karar vermişse, bu kararı imzalayan il yöneticileri hakkında dava açılabilir. İmzalamayanlar, toplantıya katılmayanlar sorumlu olamazlar. Yoksa kişileri, başkalarının fiillerinden dolayı cezalandırmak sonucu doğar.

e) “PKK operasyonlarında yakalanan ve HADEP-PKK irtibatını dile getiren sanıkların ifadeleri”

Savcılık, makam itibariyle muhakeme hukuku süjesidir. Savcı, şahıs itibariyle süje değildir, şahıs itibariyle taraf değildir.

Savcılık kamu menfaatini korur. Kamunun menfaati, gerçeğin, sadece gerçeğin ortaya çıkarılmasındadır. Adli hataların işlenmesine engel olunmasındadır.

Savcı, makamın kendisine sağladığı yetkileri, kişisel düşünceleri, ideolojik görüşleri doğrultusunda kullanırsa, yasaları ihlal eder ve kamu menfaatini korumamış olur.

CMUK’nin 153. maddesine göre, “C. Savcısı, ihbar veya herhangi bir suretle bir suçun işlendiği zehabını verecek bir hale muttali olur olmaz kamu davasını açmağa mahal olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin hakikatini araştırmağa mecburdur.” C. Savcısının görevi, “hakikati araştırmak”tır. Bunu ne zaman yapacaktır? Suçun işlendiği zehabını verecek bir hale muttali olur olmaz. Yani hemen.

Sayın Savcı ne yapıyor? İddianamenin 12. sayfasında “Suç tarihi 1994 Haziran ayından itibaren” diye belirtildiği halde, 23.6.1996 tarihine kadar, yani iki yıl bekliyor. Suçlu olduğuna inandığı, üstelik PKK’nin uzantısı olduğuna dair elinde kanıtlar bulunduğunu ileri sürdüğü HADEP’in faaliyetlerine tam iki yıl seyirci kalıyor. HADEP, toplantılar yapıyor, mitingler tertipliyor. Seçimlere giriyor. Basın açıklamaları ve diğer araçlarla kamuoyunu etkilemeye çalışıyor. TV kanallarından halka, seçmene hitap ediyor. Cumhurbaşkanı HADEP yetkililerini davet ediyor. Başbakan HADEP Genel Merkezini ziyaret ediyor.

Sayın Savcı’da çıt yok. Sipere yatmış bekliyor. Ülke kan revan içinde. Sayın Savcı’nın iddiasına göre bunun sorumlusu HADEP. Vatan bölünüyor, millet elden gidiyor. Sayın Savcı çok rahat. Sakin ve soğukkanlı bekliyor. Evet, tam 2 yıl bekliyor.

Sonra bir gün, HADEP’in kongresinde, bir provokatör tarafından Türk Bayrağı indiriliyor. Bayrağı indiren kişi, emniyet güçlerinin gözü önünde çekip gidiyor. Sorumlu olan, sanık olmaları lazım gelen, Hükümet Komiseri ile kolluk güçleri. Ama onlar suçlanmıyor. Hiçbir sorumlulukları bulunmayan parti yöneticileri suçlanıyor. Medya, müvekkillerim aleyhinde büyük bir kampanya açıyor ve yargılanmadan mahkum etmeye çalışıyor.

İşte bu ortamda, Sayın Savcı, siperden çıkıyor ve hücuma geçiyor. Karşısındakilerin T.C. vatandaşları olduklarını, anayasal ve yasal güvencelerden yararlanma haklarının bulunduğunu, kendisinin de yasaları uygulamakla ve yasalar çerçevesinde hakikati araştırmakla görevli olduğunu unutuyor. Müvekkillerimi ve temsil ettikleri siyasi hareketi adeta bir düşman olarak görüp, her ne pahasına olursa olsun mahkum ettirme gayreti içine giriyor.

Oysa CMUK’nin 153. maddesi “Cumhuriyet Savcısı yalnız sanığın aleyhine olan hususları değil lehine olan cihetleri de arar”diyor.

Ama Sayın Savcı ne yapıyor? İtirafçıların peşine düşüyor. Diğer DGM Savcılarından bu itirafçıların Emniyet ve Jandarmada alınan ifadelerinin suretlerini istiyor. Hakim huzurunda alınan ifadelere itibar etmiyor. Onları dosyaya koymuyor. Çünkü Hakim huzurunda alınan ifadelerde müvekkillerimi suçlayacak fazla bir unsur olmadığını biliyor. Emniyet ve jandarmada alınan ifadelere dayanılarak açılan çoğu davaların beraatle, bir kısım soruşturmaların da takipsizlik kararıyla sonuçlandığından da haberdar olamaması mümkün değildir. Ama bütün bunları Sayın Mahkemeye ibraz etmiyor.

Örneğin, İddianamenin 45. ve 46. sayfalarında yer alan Vural Kara’nın ifadesi, “HADEP-PKK ilişkisinin delili” olarak sunuluyor. Bu ifadede, yakalanan silahların HADEP İlçe Başkanı Selahattin Sarıkamış’a verileceği iddiası var.

Bu iddia üzerine açılan davada İstanbul 3. No’lu DGM. 9.2.1996 tarih E. 1995/13, K. 1996/16 sayılı kararıyla HADEP İlçe Başkanı Selahattin Sarıkamış hakkında beraat kararı veriyor.

Sayın Savcı, bu beraat kararını ya araştırmıyor, ya da araştırıp buluyor, ama Sayın Mahkemeye sunmuyor. Atfi cürüm mahiyetindeki bir emniyet ifadesini, Türkiye siyasetini etkileyecek bu denli önemli bir davada delil olarak sunuyor.

Sayın Savcı, Sayın hakimlere değil, emniyet görevlilerine itimat ediyor ve onların aldığı ifa­delere itibar ediyor.

Bir ilginç delil de, Yüksekova, Şahince köyünden 1973 doğumlu, itirafçı Ümit Yağan’ın “bilirkişi mütalaası”dır.

İddianamenin 51. sayfasında “Bu konuda en net açıklamaları 1991 yılı içinde PKK örgütüne katılan 1994 yılında örgütten firar eden ÜMİT YAĞAN yapmıştır.” deniliyor ve ifadesi delil olarak gösteriliyor.

1973 doğumlu Ümit Yağan, ifadesinde de belirttiği gibi, bir itirafçıdır. İtirafçıların, emniyette kendilerine dikte edilen ifadeleri imza ettikleri, bilinen bir gerçektir.

Bu şahıs, HADEP’in kuruluşuna rastlayan dönemde, PKK’dan firar edip emniyet güçlerine teslim olmuştur. Yani HADEP’in kuruluşundan bu yana, PKK’dan kaçıp saklanan bir itirafçı olduğu için, HADEP’in, bir başka demokratik örgütün içine girmesi ve onların faaliyetlerini ve ilişkilerini bilmesi mümkün değildir.

İlginç olan, bu şahsın, 15 Temmuz 1996 tarihinde, yani kongredeki “Bayrak Olayı”ndan sonra, müvekkillerimin tutuklu bulundukları sırada ifadesi alınıyor. Bu itirafçı da HEP, DEP ve HADEP ile PKK’nin ilişkilerini yorumluyor. Çünkü gözlemi yoktur. Yorum da tam Sayın Savcı’nın istediği doğrultuda oluyor.

Sayın Savcı, delil bulamadığı için, itirafçıların “bilirkişiliğine” başvuruyor. Herhalde bu itirafçılar, birer “siyaset bilimcisi” olacaklar ki, yorumlarına özel bir önem veriliyor.

Bu da gösteriyor ki, Sayın Savcı, önce müvekkillerimin tutuklanmalarını sağlamış, sonra da delil toplamaya başlamış. Bunlar arasında, HEP’in bile kurulmadığı döneme, 1989 yılına ait ifadeler var. Bu anlayışla, bir gün müvekkillerim, Şeyh Sait ve Dersim Hareketlerinden sorumlu tutulurlarsa, hiç şaşmam.

İddianamedeki delillerden birisi de Abdulcebbar Gezici’nin ifadesidir.

Abdulcebbar Gezici, konuyla ilgili herkesin duyduğu bir isim. İlginç bir hayat hikayesi var. Türkiye’nin Siyasal sisteminin, Yargı Sisteminin tanımlanmasına da yardımcı olacak bir hikaye.

Gezici, çobanlık ve çiftçilikle uğraşan bir köylü genç. 1963 doğumlu. Eşkali, DRANZERO kod adlı bir PKK militanına benzediği için 1982 yılında güvenlik güçleri tarafından yakalanıyor. Müvekkillerimin sevk maddesinden yargılanarak 24 yıl ağır hapis cezasıyla cezalandırılıyor.

Ve bir gün, 1986 yılında DRANZERO, PKK’dan kaçıp teslim oluyor. Yanlışlık anlaşılıyor, ama Gezici’nin tahliyesi ancak 1990 yılında mümkün olabiliyor. Bir adli hata sonucu 8 yıl Diyarbakır Cezaevi’nin kötü koşullarında, ömrünün gençlik dönemini tüketiyor.

Diyarbakır cezaevinden tahliye olan Gezici, artık 18 yaşlarında cezaevine giren eski genç çoban değil. Cezaevinde okumuş, düşünmüş, arkadaşlarıyla tartışmış. Farklı bir kişilik edinmiş. O kendisini siyaset bilimcisi olarak kabul eden, ağzı laf yapan, eli kalem tutan bir politikacı. Siyasi partilere giriyor, çalışıyor. Etkili görevler ve roller yükleniyor.

Günün birinde, emniyet güçleri yakalayıp götürüyorlar. Çobanlıktan, etkin politikacılığa geçen Gezici, bu kez itirafçı oluyor. Tanıdığı bütün insanları, içinde bulunduğu bütün örgütleri suçluyor.

Bu ifadelere dayanılarak bir çok kişi hakkında davalar açılıyor. Fakat bu beyanlar, atfi cürümden ibaret olduğu ve başka delillerle desteklenmediği için de, bu davalardan sona erenler beraatle sonuçlanıyor.

Pişirilip pişirilip her davaya delil olarak sunulan Gezici’nin ifadesi, bu kez HADEP davasında delil olarak ibraz ediliyor.

Oysa Abdulcebbar Gezici, itirafçı beyanlarından sonra bir dilekçe vermiş. Bu ifadeleri serbest iradesiyle vermediğini ve kabul etmediğini söylemiş.

Abdulcebbar Gezici’nin hikayesi, üzerinde düşünmemizi, ders almamızı gerektiren, siyasi sistemin, yargı sisteminin zaaflarını teşhis etmemize yardımcı olacak olan bir olaydır.

 

a) Hiçbir suçu yok iken, sadece aranan bir kişiye benzerliğinden dolayı, 18 yaşlarındaki bir çoban, yurdundan, sevdiklerinden, alıştığı hayat tarzından koparılıp Diyarbakır Cezaevine atılıyor. Umutları, beklentileri yok ediliyor.

 

b) Bu adli hata 8 yıl devam ediyor. Asıl önemlisi, Yargı Kurumunun yaptığı soruşturmayla değil, asıl aranan kişi gelip teslim olunca hata anlaşılıyor. Ama hatanın tamiri 4 yıl alıyor. Bu gencin yattığı süre, CİK’nin hükümleri de göz önüne alınırsa, kasten adam öldüren bir suçludan fazla oluyor.

 

c) Sonra ikinci kez yakalanıyor. Dün umutları yok edilen bu insanın, bu kez kişiliği yok ediliyor. İtirafçılığa zorlanıyor.

 

Bir insan parça parça ediliyor ve her parçasıyla, seçilen yeni kurbanların hayatı karartılıyor. Peki, Sayın Savcı ne yapıyor? Bu adli hatanın, bu hataya imkan veren yargı sisteminin sorunlar üzerinde düşünmüyor. Tersine, bunu kullanıyor.

Asıl önemlisi, Abdulcebbar Gezici’nin ifadesine yer veren Sayın Savcı, Gezici’nin, ifadelerinin doğruyu yansıtmadığını belirten dilekçesini dosyaya koymuyor.

Abdulcebbar Gezici’nin hikayesi bir örnektir. Dosyada ifadeleri bulunan diğer sanık veya itirafçıların çoğunluğunun hayat hikayeleri de bundan farklı değildir. Umutları ve kişilikleri yok edilen binlerce Abdulcebbar Geziciler, ya cezaevlerindedirler ya da aramızda dolaşıyorlar. Çoğu C. Savcıları ise, lime lime doğranan bu insanları, yeni kurbanlar için, malzeme olarak kullanıyor­lar.

 

7) İddianamedeki yanıltıcı beyanlar, yukarıda örneklerini sunduklarımızla sınırlı değildir. Resmi Gazete’de yayınlanan, değiştirilmesi, farklı yorumlanması, gizlenmesi mümkün olmayan Anayasa Mahkemesi Kararları hakkında bile yanlış beyanlarda bulunulabiliyor.

 

İddianamenin 69. sayfasında “PKK örgütüyle ilişkisinin tespit edilmesi nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan DEP” iddiasına yer veriliyor.

Yine iddianamenin 76. sayfasında “PKK ile ilgisi nedeniyle Anayasa Mahkemesince kapatılan HEP, DEP ve ÖZDEP”ten söz ediliyor.

Sayın Savcı ya Anayasa Mahkemesinin kararlarını okumamış. Kendi temennilerine uygun muhayyel bir karardan söz ediyor. Ya da okumuş. Sırf kafaları karıştırmak ve Sayın Mahkemeyi yanıltmak için yanlış beyanda bulunuyor.

Bu kararları Sayın Mahkemeye sunuyoruz.

HEP için Yargıtay C. Başsavcısı, iki nedenden dolayı kapatma davası açmış.

 

a) HEP’in Siyasi Partiler Kanununun 78 ila 88 ve 97. maddeleri hükümlerine aykırı fiillerin işlendiği bir mihrak haline gelmesi.

 

b) Parti Genel Başkanı, Genel Başkan Yardımcıları ve Genel Sekreterinin SPK’nin 4. kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunmaları.

 

Anayasa Mahkemesi 14.7.1993 tarih ve E. 1992/I, K. 1993/I sayılı kararıyla, “suç sayılan fiillerin işlendiği bir mihrak haline gelme” iddiasını red etmiş. Fakat parti yetkililerinin beyanlarını (Kürt Halkı deyimini kullandıkları için) SPK’ye aykırı bularak HEP’in kapatılmasına karar vermiştir.

ÖZDEP ve DEP için Yargıtay C. Başsavcısı, “suç sayılan fiillerin işlendiği bir mihrak haline gelmek” iddiasını ileri sürmemiş. ÖZDEP’in programının, DEP’in Genel Başkanının yaptığı konuşmanın SPK hükümlerine aykırılığı nedeniyle kapatma davası açılmış ve Anayasa Mahkemesi, her iki partinin bu nedenlerle kapatılmalarına karar vermiştir.

Anayasa Mahkemesinin, bu üç partiyi, PKK ile ilişkisinden dolayı kapatmış olduğu iddiası nereden çıkarılıyor. Anayasa Mahkemesi kararları açık ve net olarak ortada dururken, bu kararlarda olmayan suçlamaları varmışçasına iddianameye almak ve bunun üzerine hüküm kurmak ne ölçüde hukuka uygundur.

 

8) Provokatif “Bayrak Olayı” bahane edilerek, medya vasıtasıyla, müvekkillerim ve onların temsil ettiği siyasi hareket aleyhine kamuoyu oluşturuldu. Kamuoyu, müvekkillerimin “Bayrak Olayı” nedeniyle yargılanacaklarını beklerken, 1989’lara uzanan itirafçı beyanları kullanılarak, TCK’nin 168. maddesinden tutuklandılar ve bu günde huzurunuza çıkarıldılar.

 

İddianamede de yer alan “Bayrak Olayı “nın hukuki yönüne değinmekte yarar görüyoruz.

Bayraklar, devletlerin bağımsızlıklarının simgeleridir. Devletler, bu bayraklar altında, vatandaşlarına koruma sağlamakla yükümlüdürler. Korkudan, haksız müdahalelerden uzak, özgürce yaşamalarını, aş, iş, konut ve her türlü olanaklara sahip olmalarını, maddi ve manevi yönden, kültürel bakımdan kendilerini geliştirme imkanlarına kavuşmalarını sağlamakla görevlidirler.

Vatandaş, nerede bu bayrak dalgalanıyorsa, orada güven içinde olacağını bilirse, ona koşar. Onun altında bulunmaktan mutluluk duyar. Bayrakların itibarı da böyle artar. Bayraklar böyle yücelir.

Bir ABD vatandaşı, bir Fransa veya Almanya vatandaşı, bayrağının dalgalandığı her yerde büyük bir güven içinde olacağını bildiği için, ona saygı duyuyor. Bu güven bütün vatandaşlara sağlandığı için de bayrakların itibarları yasalarla veya devlet zoruyla korunmaya çalışılmıyor. Az gelişmiş ülkelerde bayrağa hakaret olarak kabul edilen çoğu fiillere gülüp geçiyorlar. Bu konuda kompleksleri yok.

Çünkü bayrağın simgelediği bağımsızlık, sözde bir bağımsızlık değil. Arkasında bütün vatan­daşlarının haklarını, özgürlüklerini güvence altına alan adil ve bağımsız bir yargı sistemi, insanca yaşama olanaklarına imkan veren güçlü bir ekonomi, hastalığa, işsizliğe, yoksulluğa ve her türlü riske karşı koruma sağlayan sosyal güvence kurumları, en önemlisi, devletin kendisini bağlı saydığı hukuk devleti ilkeleri ve demokratik değerler vardır.

Ama devletin bağımsızlığının simgesi olan bayrak, vatandaşların tümüne koruma sağlamaz, sadece bir grubun ideolojik anlayışının simgesine dönüşür ve diğer vatandaşlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılırsa ve hele büyük yolsuzluk iddialarını ve olaylarını kamuoyundan saklamak için bir örtü olarak kullanılırsa, vatandaşların büyük kesimi bayrağa yabancılaşır. Hatta kimi zaman tepkiler de doğar.

Bunu önlemenin, bayrağa itibar ve saygınlık kazandırmanın tek yolu, ona gerçek işlevini kazandırmaktır. Herkesin, bütün vatandaşların, hiçbir ayrım gözetilmeden, onun altında koruma göreceğine inanmasıdır. Buna güven duymasıdır.

Herkesin, altında güvenle yaşayacağı, mutlu olacağı bir sistem oluşturmakla, yabancılaşmaya son verilir ve Bayrak, sadece yasayla değil, gerçek anlamıyla, gerçek işleviyle herkesin olur.

Kongre günü, hepimizi üzen bir olay oldu. Kongre salonunda asılı bulunan Türk Bayrağı indirildi.

İddianamenin 13. sayfasında yazılı olduğu üzere “Salonda HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak’ın posteri ile Türk Bayrağı ve HADEP Parti Bayrağı yan yana asılmış”tı.

HADEP yöneticileri, bayrağa saygı duydukları için onu asmışlardı. Yasal olarak böyle bir mecburiyetleri yoktu.

Fakat maskeli bir kişi tarafından, bayrak, ipleri çözülerek yere düşürüldü. Divan Başkanının ihtarları ve çabaları, bayrağı tekrar yerine asmaya yetmedi.

Kongrede güvenliği sağlamakla görevli polis sayısını, Hükümet Sözcüleri 700 olarak bildirmişlerdi. Ama Kongrede bu sayının üstünde emniyet görevlisi vardı.

Divan Başkanı ve Parti Yönetimi, kendi pankartları dışında, pankart taşınmamasını ve partinin tespit ettiği sloganlar dışında slogan atılmamasını ihtar ediyor ve buna çaba gösteriyordu.

Fakat salonda ve salonun dışında bulunan HADEP ile ilgisi olmayan binlerce kişiyi denetlemek, sükuneti sağlamak mümkün olmuyordu.

Bu, ancak, iddianamenin 15. sayfasında da belirtildiği gibi, “Saat 14:30 ile 15:30 arasında Kurultaya ara verişte” Divan ve parti yöneticilerinin gayret ve çabalarıyla mümkün olabildi. Parti ile ilgisi olmayan poster ve bayraklar indirilerek sükunet sağlandı.

Peki, Hükümet Komiseri ile güvenlik güçleri ne yaptılar?

2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 29. maddesi, “Dernekler Kanununun bu kanuna aykırı olmayan hükümleri, siyasi partilerin her kademedeki kongreleri için de uygulanır.” der.

2908 sayılı Dernekler Kanununun 24. maddesi, “Toplantının yönetimi genel kurul başkanına aittir. Katipler toplantı tutanağını düzenler ve başkanla birlikte imzalarlar.”

68. maddenin 3. fıkrasında, “Hükümet Komiserinin görev ve yetkileri” sayılmıştır.

 

Madde 68 – Hükümet Komiserinin görev ve yetkileri şunlardır:

 

3-Toplantının mevzuat, dernek tüzüğü ve gündem esaslarına uygun cereyan edip etmediğini tespit etmek ve göreceği aykırı haller için kongre başkanlık divanını uyarmak.

 

4- Toplantı güvenliğinin sağlanması ve toplantının sükunet içinde geçmesini temin için gerektiğinde kolluk kuvvetlerinden her türlü yardımı istemek.

 

Yasaya göre, divan başkanı, güvenlikten değil, kongrenin mevzuat, tüzük ve gündem esaslarına uygun idaresinden sorumludur. Katiplerin ise tutanak düzenlemek ve imzalamaktan öte bir görevleri ve sorumlulukları yoktur. Yasa, divan başkanına, “kolluk kuvvetlerinden yardım istemek” görev ve yetkisini vermemiştir.

Toplantı güvenliğinin sağlanması ve toplantının sükunet içinde geçmesini temin etmek için “kolluk kuvvetlerinden her türlü yardımı istemek” hükümet komiserinin görev ve yetkisidir.

Hükümet Komiseri, cereyan ettiği ileri sürülen yasadışı olaylar ve fiiller karşısında seyirci kalmış, kolluk kuvvetlerinden yardım istememiş. Görevini en azından ihmal etmiştir. Kendisi suçlu olduğu halde, düzenlediği tutanakta divan başkanını ve parti yöneticilerini suçlamıştır.

Bayrak indirilmesi olayında, Hükümet Komiseri ve kolluk kuvvetleri görevlerini yapmamış, yetkilerini kullanmamışlardır.

Bayrağı indiren kişi, salon tavanından aşağıya inerken, çok rahat yakalanıp gözaltına alınabilecekken, güvenlik güçleri seyirci kalmışlardır. Bu şahsın elini kolunu sallayıp çıkıp gitmesine müsaade etmişlerdir.

2893 sayılı Türk Bayrağı Kanununun 7. maddesinin son fıkrası aynen şöyledir:

 

“Bu kanuna ve tüzüğe aykırı filler yetkililerce derhal önlenir ve gerekli soruşturma yapılır.”

 

Yetkililer kimdir? 2908 sayılı kanunun 68. maddesine göre, Hükümet Komiseri ile kolluk kuvvetleridir. Bunlar derhal bayrağın indirilmesini önleyecekler. İndirilmişse yerine asacaklar. Suç failini de yakalayıp soruşturma açacaklar.

Bunu da “derhal “ yapacaklar. Hiç beklemeden ve hemen yapacaklar.

Yasanın görevli ve yetkili kıldığı kişiler ve güçler olaya seyirci kalıyorlar. En azından görevlerini ihmal ediyorlar. Bu kez dönüp yetkisi olmayan Divan Başkanı’nı suçluyorlar.

Anayasanın 6. maddesi, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” diyor. Yasayla Hükümet Komiseri’ne verilmiş olan yetkiyi, Divan Başkanı’nın kullanamayacağı unutuluyor.

 

9) Bizler bugün Anadolu’nun merkezinde, Ankara’da bir araya geldik. Kimimiz Sanık, kimimiz Müdafi, kimimiz Savcı ve Hakim olarak.

 

Anadolu topraklarının toplumsal ilişkiler tarihini, bu tarih içindeki insani yüzünü unutmuşa benziyoruz.

Bu topraklarda 72 millet, 72 dil, 72 din ve inanç birlikte var oldular. Karşılıklı saygı ve hoşgörüyle, kardeşçe birlikte yaşadılar. Siyasal iktidarların kışkırtmaları ve tahrikleri olmadığı sürece de, kimse dininden, dilinden, soyundan dolayı bir ayrıma tabi tutulmadı.

Bu topraklar Mevlana’yı, Yunus’u, Hacı Bektaş Veli’yi ve daha nice bilgeleri yetiştirdi.

Anadolu bilgeliği, olaylara hoşgörüyle, geniş bir perspektiften bakan, insanı kainatın merkezine yerleştiren, hiçbir ayrım gözetmeden, diline dinine, etnik kökenine bakmadan, insana, sadece insana saygı duyan, hatta onu kutsallaştıran bir düşünce, bir anlayış, bir inançtı.

Bu bilgeliğin temelinde, çeşitli halkların oluşturduğu, binlerce yılın kültür birikimi vardı. Ve sonra bu kültür tasavvufla yoğruldu. Canlandı, renklendi, büyüdü ve bir ulu insan sevgisine dönüştü. Tanrıyı insanda bulan bir büyük sevgiye dönüştü.

Biz, eski Anadolu bilgeliğini, insan sevgisini ve hoşgörüsünü yeniden bulmalı ve zamanımıza taşımalıyız.

Biz bir toplumuz. Bir geminin içindeyiz. Bu gemiyi bölemeyiz, batarız. Bu gemiyi ateşe veremeyiz, birlikte yanarız. Bizler, bu gemideki insanlar, birlikte yaşamanın, birlikte gelişmenin, birlikte mutlu olmanın yollarını bulmak zorundayız. İçine hapsolduğumuz kalıpları kırmak ve bir hoşgörü iklimi yaratmak zorundayız. Doğu’nun ve Anadolu’nun eski bilge günlerine dönerek düşünce derinliğini, duygu yoğunluğunu yakalamak zorundayız. Ve her şeyden önce, düşman olmadığımızı, aynı kaderi paylaştığımızı, kardeş, dost, komşu ve arkadaş olduğumuzu hatırlamak zorundayız.

Sayın Savcı, davaya hukuk açısından değil, ideolojik açıdan yaklaşıyor. Suç delili olarak gösterilen bütün belgelerin ortak noktası, hepsinde Kürtlerden ve barıştan söz edilmiş olmasıdır.

O, bütün Kürtleri PKK’lı olarak görüyor. Kürtlerden söz eden Türkleri de PKK yandaşı olarak kabul ediyor. Kürtlerle ilgili yasal bütün siyasi parti ve dernekleri de PKK’nın uzantısı, -iddianamedeki deyimle- “legal kuruluşları “ olarak tanımlıyor.

Sayın Savcı “Kürt” kelimesine de, “barış”a da müthiş tepki duyuyor. Demokratlara, aydınlara ve hele de sola düşmanca bir tavır sergiliyor. Barış ve kardeşliği savunmak, legal alanda faaliyet göstermek, “Türkiye Partisi” imajı oluşturmak, Sayın Savcı’nın nazarında suç teşkil ediyor. İddianamede, “Kürt kültürel kimliğinin tanınmasını talep etmek” ihanetle suçlanıyor. İhanetin cezası da, herhalde ölüm olarak düşünülüyor. Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, Sayın Erdal İnönü’nün ve daha nice Türk devlet adamı, politikacı ve iş adamının bu suçu işledikleri unutuluyor.

Oysa, Kürt kimliğini tanımak veya tanınmasını istemek Türkiye’yi bölmez. Tersine, bu kimliğin baskı altına alınması, yok edilmeye çalışılması, bölünme eğilimlerini artırır.

Kürtler ayrı bir devlet kurmak istemiyorlar. Onlar, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, demokratik bir düzende, Türk Halkıyla birlikte yaşamak istiyorlar. Gerçekten kardeş olmayı, birbirlerinin kimliklerine ve kültürlerine saygılı olmayı istiyorlar. Savaşa son verilmesini ve iç barışın sağlanmasını arzu ediyorlar.

Umarız, bu başarılır. Savaş kışkırtıcıları, totaliter düzen taraftarları, Türk Halkını, Kürtlere karşı tahrik eden ırkçı gruplar emellerine ulaşamazlar. Türkiye’yi bir Kafkasya’ya veya BosnaHersek’e çevirme girişimleri hüsrana uğrar. Umarız, sonuçta sağduyu galip gelir. Yakın bir zamanda, Türkiye’de barış ve huzur tesis edilir, demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla yerleşir. Evet, umarız, bütün bunlar gerçekleşir.

10- Türkiye’de illegali sınırlamanın, etkisiz hale getirmenin tek bir yolu vardır. O da legal alanı genişletmek, düşünceye ve legal faaliyete getirilen sınırlamaları kaldırmaktır.

Legal alanın sınırlanması, giderek yok edilmesi, illegal faaliyetleri, örgütlenmeleri, silahlı hareketleri teşvik eder. Ona uygun ortam ve malzeme hazırlar. Bu anlayışı savunanlara, toplumu ikna edecek gerekçeler verir.

Türkiye’de barışı, huzuru sağlamak, demokrasiyi yerleştirmek, az gelişmişlikten kurtulmak istiyorsak, düşünceye ve legal faaliyete yönelen tehditleri bertaraf etmek, müdahalelere engel ol­mak, her türlü düşüncenin örgütlenmesine ve ifade edilmesine, imkan tanımak ve bu alanda Yargı teminatını sağlamak zorundayız.

Bu dava bu yönüyle çok önemlidir ve kuşkusuz sonucu belirleyecek sizin kararınız olacaktır.

Talep         : Yukarıda açıklanan nedenlerle müvekkillerimin tahliyelerine karar verilmesini saygı ile talep ederim.

Avukat  

 Mehmet Ali Aslan                 

Türkiye İçin Nasıl Bir Anayasa ?

B A Ş K A N L I K   S İ S T E M İ

             Başbakan Tayyip Erdoğan’ın  “Başkanlık sisteminin Türkiye’ye sıçrama yaptıracağını”  söylemesi, tartışma yarattı. DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar gibi bir kısım politikacılar, Erdoğan’ı destekler iken, medyada buna karşı çıkanlar da oldu.

            9-13 Ocak 2001 tarihinde Ankara’da düzenlenen “Uluslararası  Anayasa Hukuku Kurultayı”na HADEP de davetliydi. Genel Merkez Yönetimi benden “Türkiye İçin Nasıl Bir Anayasa” konulu yazı istedi. 03.01.2001 tarihinde HADEP Genel Başkanlığına verdiğim yazı, Kurultay’a sunuldu ve yayımlanan kitapta yer aldı. 

            Sunuşu yapan HADEP temsilcisi, yazıdan Başkanlık sistemiyle ilgili bölümü çıkarmış ve bazı eklemeler yapmıştı. Oysa Başkanlık Sistemiyle ilgili görüşler önemliydi.

            Başkanlık sistemi, Türkiye’de bir “Başkan Baba”, bir diktatör yaratır. Bu özlem içinde olanlara fırsat vermemek gerekiyor. 

            Başkanlık sisteminin tartışmaya açıldığı bu dönemde, bu yazıyı yayımlamanın yararlı olacağına inanıyorum.

29.04.2003

Mehmet Ali Aslan

 

 TÜRKİYE  İÇİN  NASIL  BİR  ANAYASA

Türkiye,80 yıllık dönemin ilk 40 yılında TBMM’nin yaptığı anayasalarla,son 40 yılında ise askeri darbe anayasaları ile yönetildi ve yönetiliyor.

Bunların belirli özelliklerine kısaca değinelim.

1921 A n a y a s a s ı

Türkiye’nin ilk anayasası olan 1921 Anayasası,hak ve özgürlüklerin yer almadığı, sadece devletin temel yapısının belirlendiği bir anayasadır.

a)    Anayasanın 2. maddesinde “Yürütme erki ve yasama yetkisi milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde bulunur ve toplanır ” der.

1921 Anayasasında, yasamanın üstünlüğü ilkesi ve meclis hükümeti (kuvvetlerbirliği) sistemi kabul edilmiştir.

b) Vilayet ve nahiyeleri, “tüzel kişiliği” olan “özerk” birimler olarak kabul eden 1921 Anayasası, iç ve dış siyaset, şer’i, adli, askeri işler ve uluslar arası iktisadi ilişkiler dışında kalan,vakıf,medrese,eğitim, sağlık,iktisat,tarım,bayındırlık ve sosyal yardım işlerine Vilayet Şuraları’nı yetkili kılmıştır.

Bu anayasada ademi merkeziyetçi sisteme yaklaşım vardır.

c) “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.Yönetim biçimi halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayalıdır ” diyen 1. maddesiyle zımnen kabul edilen “cumhuriyet”, 29 Ekim 1923 tarihli değişiklikle resmen kabul edilmiştir.

d) 1923 tarihli değişikliklerde 1) Türkiye Devleti’nin resmi dili Türkçe  2) Devlet dini de İslam olarak belirtilmiştir.

e) Devlet, “Türkiye Devleti”dir. “Türkiye” bir üst kimlik olarak kabul ediliyor.Büyük Millet Meclisi’ne, “Kürdistan” ve “Lazistan” mebusları,etnik kimlikleriyle katılmışlardır.

1924 A n a y a s a s ı

Devlet sınırlarını güvenceye alan iktidar,1924’lere gelindiğinde,ulus-devlet olma yolundaki engelleri ortadan kaldırmaya ve ulus-devlet ideolojisi olan milliyetçilik anlayışı doğrultusunda bir anayasa düzenlemeye girişmiştir.

a)    TBMM’nde muhalefet tasfiye edilmiş ve 1927 Meclisinde hiç muhalefet

kalmamıştır. Meclis, CHP’nin tekeline bırakılmıştır. Tek partinin ve “Şef” sisteminin totaliter yönetimine uygun bir anayasa  düzenlenmiştir.

İdeolojisi, Avrupa’daki totaliter rejimlerin etkisinde oluşan CHP’nin tüzük ve programı Anayasayı şekillendirmiştir. “Parti” ve “devlet” özdeşleşmiştir. CHP’nin 6 oku (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık,devletçilik, laiklik ve inkılapçılık) anayasaya alınmıştır.

b) Türk kimliği dışında,hiçbir etnik kimlik tanınmamıştır.Anayasa “Türklerin Kamu Hakları”ndan söz etmektedir.

            c) Ademi merkeziyetçi yaklaşımdan uzaklaşılmış,katı merkeziyetçi bürokratik sistem kabul edilmiştir.

d) 1928 değişikliği ile devlet dininin İslam olduğu kuralı ve “şer’i hükümlerin uygulanması” ibaresi anayasadan çıkarılmış, 1937 değişikliği ile “laiklik” ilkesine yer verilmiştir.

e) Türkiye’de çok partili sisteme geçiş,ancak 2.Dünya Savaşı’ndan sonra,savaştan galip çıkan müttefiklerin zorlamasıyla mümkün olabilmiştir.

f) 1946’lara kadar olan tek parti döneminde,asker-sivil bürokrasinin mutlak hakimiyeti vardır. Parlamento,tek parti ve iki dereceli seçim vasıtasıyla,bu egemen gücün belirlediği “milletvekilleri”nden oluşuyordu.

1961 A n a y a s a s ı

Çok partili sisteme geçiş ve tek dereceli seçimle,parlamentonun kompozisyonunda değişiklikler oldu.1950’lerde, burjuvazi de iktidarda söz sahibi haline  geldi.Genel oy ,siyasi alanda, halk kitlelerinin önemli bir unsur olmasına yol açtı.

Bütün bunlar,eskiye oranla daha özgürlükçü bir ortam yarattı. Fakat bu, toplum yapısındaki etnik,kültürel ve dinsel çoğulculuğun siyasi alana yansımasına imkan vermedi. Bürokratik merkeziyetçi sistem sürdürüldü.

Asker-sivil bürokrasinin iktidardaki belirleyiciliğini zayıflatan bu gelişmenin önü, 1960 askeri darbesiyle kesildi.

1961 Anayasası,darbeyi yapan askeri cuntanın dikte ettiği bir anayasadır.

a) Bu anayasada askeri darbeleri meşrulaştıran bir anlayış yer almıştır.

b) Yasama organını, Millet Meclisi ve Senato teşkil ediyor. Senato’nun ¼’ü darbeci subaylarla Cumhurbaşkanınca tayin edilen kişilerden oluşuyor.  Seçimle gelmeyen önemli bir grup, seçimle oluşması gereken Parlamento’da yer alıyor.

c) Anayasada Milli Güvenlik Kurulu yer almış. 1971 değişikliği ile de, askeri bürokrasi,kararlarda belirleyici rol oynamaya başlamış, yasamanın üstünlüğü zayıflatılmıştır.

d) Yargı bağımsızlığı önemli ölçüde  sağlanmıştır.

e) 1961 Anayasası, “kamu yararı, genel ahlak,kamu düzeni,sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa,hak ve hürriyetlerin özüne dokunamayacağı” kuralını kabul etmiştir.

Bu ilerici özelliği ve yargı bağımsızlığını sağlamaya yönelik kuralları nedeniyle,sol ve demokrat kesimler anayasaya sahip çıkmışlardır.

1982 A n a y a s a s ı

Toplumsal bilinçlenmeyi ve hareketliliği 1961 Anayasasıyla önleyemeyeceklerini gören asker-sivil bürokrasi ve onları destekleyen tekelci sermaye, 1971 yarı askeri darbeyle kısmen, 1982 darbesiyle de tamamen 1961 Anayasasından kurtuldular.

Bugün,Türkiye 5 kişilik askeri cuntanın düzenlediği bir anayasayla yönetilmenin sıkıntılarını yaşıyor.

a) 1982 Anayasasına göre, Türk milli menfaatleri, Türk varlığı, Türklüğün tarihi ve manevi değerleri, Atatürk milliyetçiliği temel değerlerdir. Bunların karşısında olan hiçbir düşünce ve mülahaza korunma görmez.

Atatürk milliyetçiliği olarak adlandırılan milliyetçilik, devletin resmi ve tekçi ideolojisi olarak kabul ediliyor. Bu totaliter anlayış, çoğulculuğu ve kendisiyle çelişkiye düşen bütün evrensel değerleri reddediyor.

b) Anayasa “yasak dil” kavramını getirmiştir. 26. maddede “düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış herhangi bir dil kullanılamaz”, 28. maddede “kanunla yasaklanmış olan bir dilde yayım yapılamaz” denilmektedir.

c) Temel hak ve hürriyetlerle ilgili maddelerin ilk fıkralarında,belli bir hak ve özgürlük sayıldıktan  sonra, onu izleyen fıkralarda o hak ve özgürlük , bir takım sınırlamalarla, ya yok edilmiş, ya da içi boşaltılmıştır.

d) Yasamanın üstünlüğü ortadan kaldırılmış, askeri bürokrasinin belirleyici olduğu Yürütme, üstün konuma getirilmiştir.

Cumhurbaşkanına, hiçbir parlamenter sistemde olmayan geniş yetkiler tanınmıştır. Sorumsuz, fakat geniş yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanı yanında, Milli Güvenlik Kurulu kanalıyla, askeri bürokrasi kararlarda belirleyici konuma getirilmiştir.

e) Yargı bağımsızlığı ve Tabii Hakim ilkesi yok edilmiştir.

1961 Anayasasında yer alan “Tabii Yargı Yolu”, 1982 Anayasasında “Kanuni Yargı Yolu”na dönüştürülerek Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kuruluşuna imkan sağlanmıştır.

1982 Anayasası, sıkıyönetimin bütün yurtta uygulandığı, onbinlerce insanın gözaltında ve cezaevlerinde bulunduğu, bütün parti, sendika ve derneklerin kapatıldığı, düşünce açıklamanın ve özellikle siyasal durumu ve koşulları eleştirmenin olanaksız olduğu bir dönemde halk oyuna sunuldu. Halka iki seçenek verildi. Ya anayasa tasarısının kabulü veya askeri yönetimin devamı. Halk, sivil yönetime geçiş umudunu seçti. Tasarının içerdiği kuralları bilmeden veya bilse bile aldırmadan.

Askeri cunta ve onunla işbirliği yapan bürokratlar, kendi anlayışlarına uygun bir devlet modeli kurmak ve bu modeli de her türlü tartışmanın ve değişimin dışında tutmak, vatandaşlara ve kurumlara karşı korumak istediler. Bunun için de bütün toplumsal ilişkiler ve kurumlar bu amaçla ayrıntılı şekilde düzenlendi. Yasa, tüzük, hatta yönetmelik konuları bile anayasa kapsamına alındı.

Toplum sürekli değişiyor. Toplumun bütün kesimleri, değişimi önleyen ve çoğulculuğa karşı olan bu anayasayla çatışma halindedir. Askeri Cunta mensupları ile getirilen sistemden yararlanan bir azınlığın dışında hiç kimse bu anayasadan memnun değildir. Örneğin, 1980’lerde, sendikal hareketleri önlemek , işçi ücretlerini düşürmek ve kamuoyunun denetiminden kurtulmak için totaliter bir yönetimi özleyen büyük sermaye, askeri cuntayı ve onun eseri olan 1982 Anayasasını destekliyordu. Bugün, aynı kesimler, ekonomik çıkarları için AB’ye girmeyi tercih etmekte, AB’nin koşul olarak ileri sürdüğü, demokrasi ve insan hakları değerlerine dayalı bir anayasanın kabulünden yana ağırlıklarını koymaktadırlar.

1982 Anayasasının, hukuksal bir belge olmaktan uzak ve demokratikleşmenin önündeki en büyük engel olduğunu herkes ifade ediyor. Aydınlar, demokratik kurumlar sürekli tartışıyorlar. Fakat bunlar anayasayı değiştirme gücüne sahip değillerdir. Bu yetkiye ve güce sahip olanlar ise bu alandaki varlıklarını, yetkilerini ve güçlerini, bu anayasanın getirdiği sisteme borçlu oldukları için  değişiklik girişimlerini önlemeye çalışıyorlar.

Bugün, anayasayı değiştirmek veya yeni bir anayasayı kabul etmek TBMM’nin yetkisi dahilindedir. Bugünkü meclis ise bu anayasaya ve bu anayasaya uygun olarak yapılmış siyasi partiler ve seçim kanunlarına göre oluşmuştur.

Askeri bürokrasinin belirleyici olduğu yürütme gücü, yasama gücüne egemendir.Toplumun çoğulcu yapısının yansıtılmadığı ve önemli toplum kesimlerinin temsil edilmediği TBMM, yürütme gücüne rağmen, radikal bir değişikliği kabul edecek siyasi iradeye sahip görünmüyor.

Oysa iç ve dış koşullar, sivil ve demokratik bir anayasanın kabulünü Türkiye’ye dayatıyor. Bu geri yapıdan kurtulmak için başka seçeneğin bulunmadığını herkes kabul ediyor.Bu nedenle, hem siyasal ve ekonomik zorunluluklar,  hem de iç ve dış gelişmeler ve etkiler, kişisel ve grupsal çıkarlarına ters düşse bile, yasama ve yürütmeye egemen olan iktidar gücünü, anayasal değişimi kabule mecbur edeceğine inanıyoruz.

T ü r k i y e   i ç i n    n a s ı l    b i r    a n a y a s a  ?

Geri kalmışlıktan kurtulmak isteyen bir Türkiye’nin önünde, Avrupa’yla bütünleşmenin dışında başka bir seçenek görünmüyor.

AB, birliğe katılmak isteyen Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri için “Kopenhag Kriterleri” olarak adlandırılan bazı koşulların yerine getirilmesini kararlaştırmıştır.

Kopenhag ekonomik kriterleri, Gümrük Birliği’ne girmiş olan Türkiye için önemli sorunlar yaratmayacak. Türkiye ekonomisinin AB ekonomisiyle entegrasyonunda çok önemli sorunlar çıkmayacaktır.

Önemli olan Kopenhag siyasi kriterleridir. Bunlar da (demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlıklara saygı ile azınlıkların korunmasını güvenceye alan kurumlarda istikrarın sağlanması)dır.

Yeni bir anayasa, Kopenhag siyasi kriterlerine uygun olarak düzenlenmek durumundadır.Fakat bu kriterlere uyma zorunluluğu bulunmasa bile, yine de, toplumun çoğulcu yapısına, demokrasi ve insan hakları değerlerine uygun bir anayasayı kabul zarureti vardır.

“Türkiye için nasıl bir anayasa” sorusunun yanıtını vermeden önce, yeni bir anayasanın hazırlanma ve kabul yöntemine açıklık getirmek gerekiyor.Çünkü yöntemdeki hata, demokratik,çağdaş bir anayasanın kabulüne engel teşkil eder.

Devletin kuruluşunu ve yapısını düzenleyen kısa ömürlü 1921 Anayasası istisna edilirse, her üç anayasa da, toplumun sosyolojik çoğulcu yapısıyla ve çağdaş demokratik değerlerle uyum içinde değildir. Bu, önemli ölçüde, anayasaların hazırlanma ve kabul yöntemlerindeki özelliklerden kaynaklanmaktadır.

1924 Anayasasını ve sonraki değişiklikleri düzenleyen ve kabul eden organ, Atatürkçülüğü devletin ideolojisi olarak kabul eden ve devletle özdeşleşen CHP’nin, iki dereceli seçimle,daha doğrusu merkezden tayinle oluşturduğu TBMM’dir.Bu meclisin, nitelik olarak, Batı’daki parlamentolarla bir benzerliği yoktur.Toplumun çoğulcu yapısı bu meclise yansımamış ve gerçek halk iradesi orada temsil imkanı bulamamıştır.

Son iki anayasa ise askeri cuntaların hazırlayıp kabul ettirdiği anayasalardır.

Anayasalar, toplumdaki güç dengelerine bağlıdırlar. Bir sınıfın, katmanın veya grubun egemen olduğu bir dönemde yapılan anayasalar, egemen gücün ideolojisini ve o ideolojinin ardında saklanan çıkarlarını yansıtırlar. Demokratik bir anayasa için toplumun bütün kesimlerinin tartışmalara katılmaları ve kararlarda söz sahibi olmaları gerekir.

Bu nasıl olacaktır ?

Öncelikle, toplumun çoğulcu yapısını yansıtmayan ve halkı temsil etmeyen bu parlamento yerine, toplumdaki bütün sınıf, tabaka ve grupların temsil edildiği bir parlamentonun oluşması için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Bu bakımdan Siyasi Partiler Kanunu ile Seçim Kanunu en az Anayasa kadar önemlidir. Çünkü parlamentonun niteliğini belirleyecek olan bu kanunlardır.

Lider sultasına imkan veren ve % 10’luk barajla toplumun önemli bir kesiminin parlamentoda temsilini engelleyen bu kanunlar yürürlükte kaldıkça, demokratik bir anayasanın kabulü mümkün değildir.

Bütün toplum kesimlerinin temsiline imkan veren barajsız bir Seçim Kanunu ve siyasi partileri lider sultasından kurtarıp, yönetim değişikliğine imkan veren ve adayların seçimini Yargı denetimindeki parti üyelerine bırakan bir Siyasi Partiler Kanunu öncelikle kabul edilmelidir.

Bu ilk adımdır.Bundan sonraki adım,özgür bir tartışma ortamının yaratılması için gerekli düzenlemeleri yapmaktır. Bunun için de düşünce ve örgütlenme özgürlüklerinin tam olarak kabul edilmesi gerekir. Düşünce ve örgütlenme özgürlüklerinin önünde duran bugünkü engeller kaldırılmadıkça, özgür bir tartışma ortamı sağlanamaz. Oysa demokratik bir anayasanın hazırlanması için herkesin ve her örgütün kendi düşünce ve kanaatlerini açıklayabilmesi ve hiçbir kişi ve kesimin bu tartışma alanının dışında bırakılmaması gerekir.

Özgür bir tartışma ortamı sağlanıp, yeni bir Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu ile bütün toplum kesimlerinin,güçleri oranında temsil edildiği bir parlamento oluşturulursa, ancak o zaman demokratik bir anayasanın hazırlanması için gerekli olan koşullar yaratılmış olur. Kurucu Meclis görevini de görecek bu parlamento, sivil ve demokratik bir anayasa hazırlayabilir. Bu anayasa halk oyuna sunulur ve halkın çoğunluğu onaylarsa Türkiye ilk kez sivil ve demokratik bir anayasaya sahip olur.

Nasıl bir anayasa ?

Demokratik anayasaların iki temel özelliği, s ı n ı r l a m a  ve  u z l a ş m a dır.

Devleti ve iktidar gücünü sınırlamak suretiyle kişilerin hak ve özgürlüklerinin güvencelerini sağlarlar. Bütün toplum kesimlerinin katıldığı genel bir uzlaşma ve kabule dayanırlar.

Demokratik anayasaların üstünlüğü, salt hukuk kurallarını içermelerinden değil, toplumsal güç dengelerine dayanan genel uzlaşmanın toplumda yarattığı saygınlıktan ileri gelir.

Türkiye, bugüne kadar, bu iki özellikten yoksun anayasalarla yönetildi.Toplumun sınıfsal, etnik ve kültürel yapısına ters düşen bu anayasalar, bugünkü siyasal,ekonomik ve ahlaki krizlerin doğmasına yol açtı. Sürekli hale gelen bu krizlere son vermek ve yapısal değişimi sağlamak ancak sivil ve demokratik bir iktidarla ve bir hukuk devletini oluşturmakla mümkündür. Bunun için de değişimi engellemeyen ve aşağıda açıklanan niteliklere sahip bir anayasaya ihtiyaç vardır.

a) Devlet, sivil ve demokratik toplumun ihtiyaçlarına cevap veren işlevleriyle bir teknik aygıt olarak anayasada yer almalıdır.

Devletin ideolojisi olmamalıdır.Devlete kutsallık izafe eden metafizik anlayışlardan uzak kalınmalıdır.Toplumun hizmetinde olan, kişi hak ve özgürlüklerinin güvencelerini sağlayan bir devlet yapısının düzenlenmesine yer verilmelidir.

b)    Anayasa, gelişim ve değişimi engelleyen katı kuralların bulunmadığı kısa bir

metin olmalıdır.

c)     Kuvvetler ayrılığına yer verilmelidir. Yasamanın üstünlüğüne dayanan ve

parlamentonun Yürütmeyi denetlemesine imkan sağlayan bir düzenleme esas alınmalıdır.

Devlet kurumlarının şeffaflaşmasını sağlayacak etkin düzenlemeler  yer almalı ve bütün eylem ve işlemler Yargı denetimine tabi olmalıdır.

d)  Hukuk Devletinin oluşması için temel şart olan Yargı Bağımsızlığı, yoruma ihtiyaç göstermeyecek ölçüde sağlam kurallara bağlanmalıdır.

Hakim ve savcıların özlük işlerine,kendi aralarından seçtikleri kurullar bakmalıdır. Yürütme ve Yasama’nın Yargı üzerinde herhangi bir etkinliği olmamalıdır.

e)     Milli Güvenlik Kurulu kaldırılmalı.Askeri bürokrasi sivil iktidarın emrinde

olmalıdır. NATO üyesi olan Türkiye’de de, diğer NATO ülkelerinde olduğu gibi Genel Kurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmalıdır.

İktidarın demokratik ve sivil niteliğini gölgeleyecek, atanmışların seçilmişlere üstünlüğüne yol açacak gelişmeleri önleyici mekanizmalar oluşturulmalıdır.

f)  Yürürlükteki 1982 Anayasasının 90. maddesinin son fıkrası “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz” der. Fakat Yargı organları, bu andlaşma hükümlerinin kanun kurallarıyla çelişmesi durumunda kanunlara öncelik vermektedirler.

Oysa,hukukun “ahde vefa” ilkesine göre, milletlerarası andlaşmaların öncelikli olarak uygulanması zorunludur.Parlamento tarafından onaylanan andlaşmaların bir devlet taahhüdü olarak da bağlayıcılığı vardır.

Türkiye, BM,  Avrupa Konseyi, AGİT gibi bir çok uluslar arası kuruma ait sözleşmeleri imzalamış ve bunların çoğunluğu TBMM tarafından onaylanmıştır.Bunların önemli bölümü, evrensel hukuk kurallarının uygulanması ve insan haklarıyla ilgili sözleşmelerdir. Bir “ Hukuk Devleti”nin oluşmasında  vazgeçilmesi mümkün olmayan temel kuralları içermektedirler.

Bu nedenle, Anayasada, TBMM tarafından onaylanan uluslar arası sözleşmelerin, yasa kurallarıyla çatışması durumunda, öncelikli olarak uygulanacağı kuralı yer almalıdır. Bu, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatının hukukileşmesini ve hukuk devletinin oluşmasını sağlar.

g)  Devlet gelir ve giderlerinin, Sayıştay ve dolayısıyla parlamentonun denetiminde olması gerekir. İktidarlar, genel bütçenin dışında fonlar tesis ederek bu denetimden kaçma yolunu bulmuşlardır. Bu durum hem ekonomik sorunlara ve hem de büyük yolsuzluklar nedeniyle siyasi sorunlara yol açıyor.

Bu nedenle, bütün devlet gelir ve giderlerinin Sayıştayın denetiminde olacağı kuralı anayasada yer almalıdır.

h)    Türkiye,parlamenter sistemi ve Yasamanın üstünlüğü kuralını kabul etmelidir

Cumhurbaşkanı sorumsuz ve yetkisiz olmalıdır.

Başkanlık sistemi, Türkiye’de çok kısa bir zamanda bir “Başkan Baba”, bir diktatör

yaratır.

Dünyadaki uygulamalara bakınca, başkanlık sisteminin sadece ABD’de başarılı

olduğu görülür. Bunun nedenini, ABD’nin tarihsel gelişiminden kaynaklanan federal sisteminin özelliğinde aramak gerekir. Federal devletin kuruluşunda, eyaletler bir kısım yetkilerini federal iktidara bırakmışlardır. Asıl olan eyaletlerin yetkileridir. Federal devletin yetkileri tahdididir.

Merkeziyetçi geleneğin bulunduğu ülkelerde, merkez bir kısım yetkilerini yerel birimlere devredebilir. Asıl olan merkezin yetkileridir. Denge her zaman merkezi iktidar lehine değişebilir.

Geniş yetkilere sahip olan Başkan, böyle bir sistemde, yerele bırakılan yetkileri geri alıp merkezileşmeye gidebilir ve totaliter bir yönetimin başında diktatör olur.

70 yılı aşkın bir süredir katı merkeziyetçi ve bürokratik bir sistemle yönetilen Türkiye’de, ademi merkeziyetçiliğe gidilmesi durumunda bile, başkanlık sistemi totaliter bir iktidar yaratır.

Bu nedenle, parlamenter sistemden vazgeçmemek ve başkanlık sistemini kabul etmemek gerekir.

ı)  1921 Anayasasındaki “tüzel kişiliği” olan “özerk” il ve nahiyeler anlayışından hareketle, yerel meclislerin, vali ve kaymakamların seçimle işbaşına geldiği bir ademi merkeziyetçi sistem kabul edilmelidir. Merkezi iktidarı dengeleyecek bir “yerel iktidar” olgusu yaratılmalıdır.

j)  “Türk” kimliği bir alt kimlik olarak kabul edilmeli, bütün etnik ve kültürel farklılıklar birer alt kimlik olarak  “T ü r k i y e”  üst kimliğinde birleştirilmelidir.

“T ü r k i y e” bütün etnik ve kültürel alt kimlikleri içinde barındıran bir üst kimlik olarak anayasada yer almalıdır.

Yeni  anayasada milliyetçi ideoloji değil,demokrasi ve insan hakları değerleri belirleyici olmalı  ve bir hukuk devletinin oluşması sağlanmalıdır. Türkiye’nin girdiği çıkmazdan kurtulmasının tek yolu budur.

Mehmet Ali Aslan

 

Bu Gidişin Sonu

( Varto depremiyle ilgili olarak yayımlanan iki yazıdan ikincisi)

Doğu’da dünyanın en şiddetli depremlerinden biri oldu.  Binlerce insan öldü, yaralandı, on binlercesi evsiz, barksız kaldı.  

Böyle felaketlerde millet birleşir, felakete uğrayanların acısını dindirmek, zararını karşılamak için bütün imkanlarını seferber eder.

Bizde ne oldu?  Diğer milletlerin en seri araçlarla, felaketzedelere verilmek üzere gönderdikleri milyonları bulan yardımlar  -çok küçük bir kısmı dışında-  yerlerine ulaştırılmadı. Kendi yardımımızı bırakın, “elin yedi yabancısı”nın verdikleri bile esirgendi. 

Bu durum karşısında geçen olayları anmaktan kendimizi alamıyoruz. Erzincan depremi sırasında gelen yardımlarla Ankara’daki Saraçoğlu mahallesi yapılmıştır. Doğu’daki kıtlık yılında sadece Doğu Halkına verilmek üzere ABD’nin yaptığı buğday yardımının büyük kısmı başka illere, bir kısmı da Feyzioğlu tarafından seçim bölgesi olan Kayseri’ye gönderilmiştir. 

Doğu’da herkes birbirine soruyor.  “Bu yardımlar ne olacak” 

İktidar gerekli tedbirleri almamıştır. Türkiye’deki demokratik kurumlar gerekli ilgiyi göstermemişlerdir. Birkaç gazete dışında meselenin üzerine eğilmemişlerdir. 

Başka yerlere göç eden ailelere yapılmak istenen 2000  lira gibi gülünç yardımlar, oturmaya elverişli olmayan, üstelik yapımına halen başlanmamış baraka hikayeleri,  3-5 işçilik bir ekibin yolyapım masalı, çevredeki dağlara kar yağarken çoğu çadırdan bile yoksun, aç ve çıplak bölge halkını ölüme terketmektedir. 

Doğu Halkı’nın kaderiyle başbaşa bırakılması kendilerindeki yabancılık duygusunu daha da geliştirecek ve kökleştirecektir. Bunun tehlikeli sonuçlar doğuracağı unutulmamalıdır.  

Depremden kurtulanları da soğuk, açlık ve hastalık öldürürse, onbinlerce kardeşimiz ve bacımızın katilleri, tehlikeli gelişmelerin tarih önündeki sorumluları iktidarla beraber, Türkiye’deki bütün demokratik kurumlar olacaktır.

                                                                                                          (Mehmet Ali Aslan)

YENİ  AKIŞ  Ekim 1966  Sayı 3

Doğu ve Deprem

 ( Varto depremiyle ilgili olarak yayımlanan iki yazıdan birincisi )   

            Ö l ü m : 

            Doğu, ölümün her kılıkta, her renkte kol gezdiği bir ülke. Saldırgan ordular yüzyıllar boyu cirit atmış burda, onbinlerce insanı kırıp geçirmiş. Sıtma gelmiş, sarı sarı, yine binlercesi erimiş bu hastalığın cenderesinde. Kızamık, binlerce yavruyu gözü yaşlı anasının kucağından alıp götürmüş. Daha nice hastalıklar mezarlıklarda binlere bin katmış. 

            Doğu, gizli bir açlığın pençesinde kıvranıp durur. Yeterince beslenemez ve Doğu insanı gıdasızlıktan her gün biraz daha ölüme yaklaşır. 

            Doğuluyu aşiret deyip bölmüşler, mezhep deyip biribirine düşürmüşler, her şeyi bir ayırım nedeni olarak ortaya atıp düşman kamplara ayırmışlar.  Kinleri, düşmanlıkları bileyip Doğu insanını birbirine kırdırmışlar. 

            Cumhuriyet öncesi aşiret kavgalarının kurbanları, büyük savaşların insan kaybından fazlaydı. Cumhuriyet dönemindeki baskı cenderesi bu kavgaları bir süre azalttı. Fakat ekonomik ve sosyal nedenlerine dokunulmadığı için şiddetli baskı hafifleyinca yeniden başladı. 

            Kan gütme davaları bütün şiddetiyle sürüp gidiyor. Kardeş kardeşi vuruyor. Doğan her çocuğun boynunda bir idam fermanı var. Yine yüzlerce kurban, yine sönen ocaklar ve cehennemden korkunç güvensizlik ortamı. 

            Buna çare bulunması bir yana, bu olaylar çok defa yöneticilerden teşvik görüyor. Felaketler zinciri uzadıkça uzuyor. 

            Doğu’nun mezarlıkları hastalıktan, gizli açlıktan, kan gütme davaları ve aşiret kavgalarında ölenlerle dolu. Ve her deresi bir katliamın acı hatırasını taşır.  

            Bu yüzden Doğu’da her türkü, her öykü bir ağıttır. İnsanın yüreğini ezen yanık havaların tümünde bu ölümler ve nedenleri dile gelir. 

 

Y a ş a m a k :  

Doğu’da yaşamak sürünmektir. Açlığın, hastalığın, işsizliğin, güvensizliğin, maddi manevi çeşitli baskıların korkunç cenderesinde kıvranmaktır ; acıdan kahrolmaktır. 

Doğu insanı bütünüyle mağaradan kurtulamamıştır. Karanlık ininde hayvanıyla beraber yatar.  

Çoğu katıksız arpa ekmeğini zor bulur. Bazı yerlerde buğday ekmeği ancak kıymetli misafirlere sunulan bir çerezdir. Doğulu gizli açlığın pençesinde inler ve her gün biraz daha erir ve biter. 

Köylerin büyük bir kısmı susuzluktan kavrulur, kurtlu sular içilir burda.

Dağlarda eşkiyalar var; halkı soyan, hükümeti tedirgin eden. Çoğunu işsizlik, açlık, haksızlık, baskı ve kan gütme davaları sürmüştür buraya. Cehaleti, ona kaderini paylaştığı diğer insanları soydurtur, vurdurtur. 

Aşiret kavgaları ve kan gütme davaları yüzünden Doğu insanı her an ölümün eşiğinde,  kahredici bir korku ile dolaşır. Kırk yıl önce aşiretinden birinin işlediği cinayetin hesabı kendisinden sorulur. 

Hükümetlerin davranışına karşı olan tepkilerden  -ilgisi olsun olmasın-  sorumlu tutulur; karısı ve çocuklarıyla yok edilir. 

Jandarma baskısı ve zulmü, memurun rüşvet derdi, yöneticinin sömürgeci anlayışı onu canından bezdirir, hayata geldiğine pişman ettirir. 

İşte Doğu’da yaşamak budur.  

 

D e p r e m    v e    D o ğ u   E d e b i y a t ı : 

Doğu’da dünyanın en şiddetli depremlerinden biri oldu. Binlerce kardeşimiz, bacımız öldü. Binlercesi yaralı ve onbinlercesi açıkta kaldı Kaybımız büyük, acımız sonsuzdur. 

Doğu’daki felaketler zincirine bir yenisi olarak eklenen depremin özelliği, yaptığı tahribatın sonucunda değil, yukarıda açıklanan, yaşamakla ölümün arasındaki farkın belirsizleştiği bir bölgenin, insanlığı utandırıcı yürekler acısı durumunu bütün çıplaklığı ile göz önüne sermesidir. Bu, duygusal Doğu Edebiyatını yeniden sahneye çıkarmıştır. 

Her yıl hastalıktan, gizli açlıktan, aşiret kavgaları ve diğer nedenler yüzünden ölenlerin sayısı elbetteki daha kabarıktır. Fakat bunlar olağan sayılmıştır. Adeta Doğu’nun bunlarsız olamayacağı düşünülmüş ve kaderinin değişmezliği kabul edilmiştir. Çünkü bu ölümler, insan olarak, toplum olarak davranışlarımızın bir sonucudur ve bundan hepimiz sorumluyuz.  İşin ucu gelip bize dayanınca, ezme ve sömürmeden vazgeçme fedakarlığını göze alamayınca, meselenin ört bas edilmesini, gizli kalmasını istiyoruz. Çünkü mesele tartışılınca bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacak, bizim de sömürücü durumumuz aydınlanacak. En iyisi, sadece kapalı kapılar ardında, iç ve dış politika oyunlarında nasıl koz olarak kullanılacağı konuşulan bu meselenin tartışılmasına engel olmak, böyle bir mesele olmadığını kabul ettirmek.  İşte yöneticilerin ve çıkarcı çevrelerin tutumu budur. 

Fakat deprem insanlardan değil Tanrıdan geldi. Bunun hesabı insanlardan sorulmaz, sadece Tanrıya sitem edilir. 

İşte Doğu’yu cehaletle, açlıkla, hastalıkla, işsizlikle başbaşa bırakma, kalkınmasını engelleme günahının kefaretini ödemek için güzel bir fırsat. Biraz da Doğu Halkı’nı bu duygusal edebiyatla kandırma, avutma taktiği.

Ah Doğu, vah Doğu… diyeceksin. Meselelerin temel nedenlerine inmeden, Doğu’yu kalkındırmanın nasıl mümkün olacağını, Doğu meselesinin çözüm yolunu gerçekçi bir açıdan ortaya atmadan, meseleyi kökünden halledecek davranışlara yönelmeden ölenlerin hatırasına ağıtlar yakacaksın.  Depremin ilk günlerdeki şiddetli etkisi geçince bu Doğu Edebiyetı da unutulacak ve Doğu Halkı yine açlık, sefalet ve cehalet olan kaderiyle başbaşa bırakılacak. 

Sadece ilk günlerin acil yardım tedbirlerine önem verilmemeli. Çünkü dost, düşman bütün dünya milletleri bu gibi felaketlerde hemen yardıma koşar ve koşmuştur. 

Vergisini veren, sınırda nöbet bekleyen, fabrikamızda işçi, tarlamızda ırgat olarak çalışan vatandaşlarımız ve Milli Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştırıp bağımsız yaşamamızı sağlayan kardeşlerimiz olarak onlara karşı daha başka görevlerimiz  vardır. 

Açlıktan, sefaletten, cehaletten kurtulup insanca yaşama imkanlarına kavuşmak, onlar için bir hak, bunu sağlayacak tedbirleri alma, refah ve güvenlik düzenini gerçekleştirme iktidarlar için bir görevdir.  

Doğulu vatandaş, devletin temsilcisi olarak sadece jandarmayla tahsildarı tanımış, devletin görevi olarak da vergi alma ve askere çağrılmayı görmüştür. Bunun dışında sadece seçimlerde parlak nutuklar çekmek için gidilmiştir. 

Deprmden sonra Prof. Reşat İzbırak  “Bu bölgede, hasarın çok olması depremin şiddetiyle ilgili olmakla beraber, yapıların çoğunluğunun çürüklüğünden ve dayanıksızlığından ileri geldiğini kabul etmek doğru olur.” Demiştir.

Deprem bölgesi olduğu bilinen bu yerlerde uygun barınaklar yapılmış olsaydı, ölenlerden büyük bir kısmı şimdi aramızda bulunacaktı. Bunlar depremin değil, doğrudan doğruya Doğu’yu geri bırakan iktidarların kurbanıdırlar. 

 

D o ğ u   S o r u n u  :

Doğu Sorunu’nu ortaya attınız mı, tartışılmasını istdiniz mi  ve hele Doğu Halkı’nı gerçek adıyla adlandırdınız mı, hükümet, emniyet, siyasi partiler, gençlik kuruluşları, basın koro halinde  “aman Kürtçüler”,  “aman milli tehlike”, “aman komünist veya Amerikan tahriki”  diye bağırıyor, saldırıya geçiyorlar. 

Ne ister bunlar. Doğulu vatandaşın bütün baskılardan uzak, güvenlik içinde insanca yaşama imkanlarına kavuşmasına neden karşı çıkılır. Doğu Halkının uyanışı neden  “milli felaket”  olarak gösterilir. Bu allerjinin, bu ürküntünün, bu korkunun, bu telaşın sebebi nedir. 

Müreffeh Türkiye ideali Doğu kalkınması olmadan gerçekleşemez. Türk Halkının çağdaş uygarlık düzeyine erişme çabası Doğu Halkının işbirliği sağlanmadan başarıya ulaşamaz. 

Doğu kalkınmasının gerçekleşmesi, Doğu ve Batı Halklarının samimi işbirliğinin sağlanması, nasıl mümkün olur, bunu yolu nedir ? Bu da ancak meseleleri bütün önyargıları bir yana bırakarak korkusuzca tartışmak, gerçekleri söylemekten çekinmemek, olaylara ilmi, gerçekçi bir açıdan bakmak ve değerlendirmek suratiyle olur. 

Ne yazık ki bugün meseleler ters açıdan ele alınıyor. Depremin acı hatırası biraz küllenince duygusal ahlı, vahlı Doğu Edebiyetı da unutulacaktır. 

 

D o ğ u d a    k ı ş   ö l ü m d ü r : 

Kış, Doğu’da hayatı öldürür. Kar bir kefen gibi her yanı örter. Uzun kış mevsimine ve şiddetli soğuklara karşı Doğu insanının korunacak nesi var ? İyi bir barınak mı, soğuktan korunacak elbisesi mi, yeter kalori ve vitamin sağlyacak gıda mı, yakacak odun, tezek ve kömür mü?  Evet, neyi var Doğulunun?

Çoluk çocukla yorganlara sarınarak soğukta tiril tiril titrer. Midesi bir kaşık çorbanın özlemi ile burkulur. Dışarıda tipi zalim bir düşman gibi bütün yollarını keser, bütün umutlarını yıkar. 

Doğu’da kış, Uludağ’da kayak zevki, bahçede kar topu oyunu, kardan adam yapma eğlentisi değil, acı, kahredici beyaz bir ölümdür. 

Deprem, binlerce insanı hastalıktan, açlıktan, kan gütme davaları ile aşiret kavgalarında ölenlerin yanına gönderdi. Bu, yakınları ve bizim için unutulmaz büyük bir acıdır. 

Fakat öyle bir ortamda yaşıyoruz ki ölenlere değil, sağ kalanların yarınki, şiddetli kış soğukları  karşısındaki perişan hallerine ağlıyoruz. 

Bugün alınan acil yardım tedbirlerinin etkisi kısa sürelidir. Duygusal Doğu Edebiyatı da birkaç hafta sonra bırakılacaktır. 

Köklü tedbirler alınmazsa evi barkı yıkılmış, çalışan erkeğini kaybetmiş binlerce aile, kışın şiddetli soğukları ve bölgenin kapanan yolları karşısında çaresiz ölümü bekleyecektir. Bu, Doğu’nun bütün felaket yıllarında böyle olmuştur.

 

Ç a ğ r ı :  

Sadece hükümeti değil, siyasi partileri, sendikaları, dernekleri, gençlik teşeküllerini, üniversiteleri, basını ve bütün Türkiye Halkını, 

Alınan acil yardım tedbirleri yanında hasar gören bölge halkının, kış gelmeden barınak, yiyecek, giyecek ihtiyaçlarının uzun süreli olarak karşılanması ve üretime geçmelerini sağlayacak kredi ve üretim araçlarının verilmesi için yardıma,

Doğu sorununa insani ve gerçekçi bir çözüm yolu bulmaya, Doğu bölgesinin kalkınması ve Doğu Halkının insanca yaşama düzeyine erişmesi için gerekli tedbirleri almaya, Doğu Halkına karşı girişilen saldırıların ve yapılan baskının son bulması için mücadeleye çağırıyoruz.

Çağrımız samimiyetle karşılanır, Doğu sorununun önyargılara kapılmadan tartışması yapılarak insani ve gerçekçi bir çözüm yolu bulunursa müreffeh Türkiye ideali de gerçekleşme yoluna girecektir. 

                                                                                                     (Mehmet Ali Aslan) 

YENİ  AKIŞ  Eylül 1966  Sayı 2

Resmi Millet Görüşüne Irkçılığın Etkileri

            Millet kavramı, çeşitli zamanlara ve toplumlara göre ayrı anlamlar taşır  ve bu anlam sürekli bir değişime uğrar. 

           Bu, millet kavramını terkip eden çeşitli unsurların (toprak, dil, din, ırk, kültür, ekonomik zaruret, tarihi mukadderat birliği vb… ) karşılıklı durumuna, millet tanımındaki değerine göre olur. 

           Türkiye’deki millet anlayışında ırk unsuru önemli bir yer tutmuş, hatta bazı dönemlerde millet kavramının tanımlanmasında birinci derecede rol oynamıştır. 

            Biz bu yazımızda millet kavramının Türkiye’deki tarihi gelişmesini,  Irkçı-Turancı akımın buna etkisini kısaca açıklayacağız. 

 

O s m a n l ı   İ m p a r a t o r l u ğ u   D e v r i : 

            Osmanlı İmparatorluğu çeşitli milletlerin yan yana bulunduğu siyasi bir birlikti. Bu milletlerin çoğu 19. yüzyıldaki milli kurtuluş hareketleriyle bağımsızlıklarına kavuştular. Egemen unsur Türkler ise Osmanlı birliğini sürdürmek için bir süre milliyetçi davranışlardan uzak kaldılar. 

            Fakat ayrılmalar gittikçe arttı. Azınlıkların ekonomik egemenlikleri kuvvetlendi. Yabancı sermaye ve onun emrindeki Osmanlı Merkezi Feodalitesi, hakaret anlamında  “Etrak’i biidrak”  (idraksiz Türkler) diye adlandırdıkları Türk Halkı’nı daha çok sömürmeye ve ezmeye başladı. Üzerine sefaletin ve cehaletin kanat gerdiği harabeye dönmüş Anadolu, daha büyük bir yoksulluğun içine düştü. 

           Bu şartların zorunlu sonucu olarak, orta tabakanın sözcülüğünü yaptığı Türk milliyetçi akımı doğdu. 

         Türk Halkı’nı kurtarmak, mutluluğa eriştirmek yönünde gelişen bu akımın  ırkçı ve emperyalist bir yanı yoktu. Altaylarda macera aramayan, ütopist kimlikten uzak, gözlerini Anadolu’ya çevirmiş gerçekçi bir hareketti. 

            Türk milliyetçilik akımının bu olumlu yöndeki gelişmesi, sömürge şartları içinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu’nda egemenlikleri için kıyasıya mücadele eden beynelmilel mali sermaye grupları tarafından saptırılmaya çalışıldı. 

             Emperyalist devletlerin her biri imparatorluğu kendi sömürme tekeline almak çabasındaydı. 

            İngiltere, Hindistan yolunun ve Ortadoğu petrollerinin güvenliğini sağlamak için Osmanlı birliğini parçalamak istiyordu ve İmparatorluğa bağlı milletlerin kurtuluş hareketlerini, kendi çıkarına uygun bir yönde kanalize olacak şekilde destekliyordu.  

          Almanya’nın ise Doğu’ya yayılma politikasının bir gereği olarak, kendi emrinde bulunacak Büyük Osmanlı İmparatorluğunun varlığına ihtiyacı vardı. Oysa İmparatorluk çeşitli ırk ve milletlerin yapma birliği olduğundan parçalanıyordu. Buna bir çare bulmak gerekirdi. İşte bu dönemde İslam İttihatçılığı yanında, Türk milliyetçiliği de Irkçı-Turancı bir kimliğe sokulmaya çalışıldı.  

      Savaş öncesi dış gruplaşmalara paralel olarak içeride de aynı fikirleri savunan grupların teşkili ve mücadelesi sonucunda, Alman militarizminin emrindeki İttihat ve Terakki Fırkası  iktidarı ele geçirdi. Bu fırkanın milliyetçilik anlayışı ırkçı-turancı temele oturtuldu. 

        Irkçı-Turancı millet anlayışı, Turan seferine çıkan Enver Paşa’nın 70.000 Anadolu çocuğunu Allahu Ekber dağlarında soğuktan dondurması ile ilk adımında büyük felakete yol açan korkunç bir macera olduğu anlaşıldı. Koca imparatorluğun eriyen ve geri çekilen kuvvetleriyle beraber gücünü kaybetti. 

 

K u r t u l u ş   S a v a ş ı   D ö n e m i :  

            Türk Milli Kurtuluş Hareketi, emperyalizme ve Osmanlı Merkezi  Feodalıtesi’ne karşı yapılan orta tabakanın önderliğindeki bir halk hareketidir. 

            Erzurum ve Sivas kongreleri ile halka mal edilmiş, Anadolu’daki Kürt, Gürcü, Çerkez gibi çeşitli etnik grupların işbirliği ile başarı kazanmıştır.  Bu bakımdan ırkçılıktan uzak kalmak zorundaydı. 

            Diğer yandan, kurtuluş hareketine ilk ve en büyük yardımı SSCB yaptı ve başarıya ulaşmasında büyük yardımı oldu. O dönemdeki sıkı dostluk bağları ırkçılığın emperyalist yönü olan Turancılık akımının desteklenmesini değil, tersine bu akıma karşı durmak zorunluluğunu doğuruyordu. Kaldı ki ancak Anadolu ve Trakya’yı kurtarma çabasında olan bu genç gücün kendini aşan emperyalist amaçları olamazdı. 

 

C u m h u r i y e t   D e v r i :  

            Milli Kurtuluş Hareketinden sonra Türkiye’de kurtuluş hareketlerinin felsefesine uygun bir ekonomik-sosyal düzen kurulamadı. 

            İktidarlar, kurtuluş hareketini başarıya ulaştıran diğer etnik grupları baskı altına aldılar. Irkçı-Turancı fikir akımları güçlendi. Devletin idare felsefesini, diğer etnik grupları eritme, hatta yoketme yönünde etkiledi. 

            Türkiye Cumhuriyeti, ilk milli kurtuluş hareketinin eseri olduğu halde, sonradan bütün milli kurtuluş savaşlarına karşı çıkmasının nedeni, içinde çeşitli etnik grupların, özellikle Kürtlerin bulunması ve bunları tatmin edecek, yan yana birbirlerinin diline, dinine, etnik özelliklerine saygı göstererek beraber yaşamalarını sağlayacak, milli kurtuluş hareketinin felsefesine uygun bir düzen kurulamamasıdır. 

           1. Cihan Savaşı’ndan sonra, sefaletle, açlıkla, işsizlikle beslenen bunalımlar sonucunda bir çok ülkede faşist rejimler kuruldu. Almanya’da da Naziler iktidarı ele geçirdi. 

            Türkiye’deki Irkçı-Turancı akım, çıkışından bu yana iş ve kader birliği yaptığı Alman Faşizmine paralel olarak ve onun desteği ile gelişmeye, daha mükemmel teşkilatlanmaya başladı. Bir çok yayın organıyla, Turan Cemiyeti gibi örgütlerle Irkçı-Turancı fikirleri yaymaya çalıştılar. 

          Gerek dış ve gerekse iç etmenler Türk Hükümetlerinin milliyetçilik konusundaki görüşünü ırkçılık yönünde etkiledi. “Irk”  resmi millet görüşünün temel unsuru haline geldi.

            Türk Tarih Kurumu’nun çalışmaları, Türk kafataslarını, Türk kan gruplarını, Türk saçlarını, Türk beyinlerini inceleme konularına yöneldi. Ankara Dil – Tarih ve Coğrafya Fakültesi de ilmi olmaktan uzak, antropoloji ve diğer alanlardaki ırkçı çalışmalarla bu kervana katıldı. 

            Örneğin, Prof. Ali Fuat Başgil, 2.Türk Tarih Kongresi’nde, Türk Milleti’nin tanımını kan faktörüne, Türk olmayı damarlarında Türk kanı taşıma ve Türkçe konuşma şartına bağlıyordu (1) . 

            Okullarda okutulan ders kitaplarında ırkçı fikirlerin propagandası yapıldı. Milletin tarifi ırk unsuruna ve kan birliğine dayandırıldı. Türk ırkının üstünlüğü iddiaları ilmi bir gerçekmiş gibi anlatıldı. Askeri okullara Türk soyundan olmayanlar alınmadı. 

            Devrin Adalet Bakanı Prof. Mahmut Esat Bozkurt, 

            “Türk ihtilali, öz Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız şartsız… “

            “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir.” 

            Kanını taşıyandan başkasına inanma.” (2) 

            Başbakan Recep Peker’in de yazıları aynı şekilde kan kokuyordu. 

            “Bereket versin ki en büyük imha vasıtaları ve en ezici hadiseler bile bozulması mümkün olmayan tek bir şey, Türk kanı, bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türkleri bu çöküntü içinde kanının arılığını korudu ve sakladı. Dünyaya batırlık örneği gösteren Osmanlı Ordusunun yüksekliği, devlet idaresinin kötülüğüne rağmen, bu orduları yaratan bay Türk Ulusu’nun kanındaki yücelikten geliyordu.” (3)  

            Devletin millet konusundaki resmi görüşüne ırkçı felsefenin etkisi, bu dönemde korkunç sonuçlar doğurdu. Bundan en çok zarar gören Kürtler oldu. Kürtçe konuşmak yasaklandı. Kürtlerin yerleştikleri bölgeler ayrı bir idari rejime bağlandı. Bu bölgelerde, irtikap, rüşvet, dayak, zulüm gibi çeşitli yolsuzluklar serbestçe işlendi. Ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda kalkınmayı sağlayacak yatırımların yapılmasından kaçınıldı. 

            Fakat millet konusundaki ters anlayışın en belirli göründüğü alan, başkaldırmalara karşı takınılan tavırda ve alınan tedbirlerde oldu. 

            Cumhuriyetin ilk yıllarında bir dizi devrim hareketlerine girişildi. Fakat devrimler biçimsel  olduğu, halkın hayatına, yaşama düzeyine somut bir şey katmadığı için tepkiyle karşılandı. Gerek Doğu’da ve gerekse Batı’da bir çok başkaldırma hareketi oldu. 

            Doğu’daki başkaldırma hareketleri iktidarların, milli kurtuluşa hakim olan felsefeyi bırakıp şoven bir milliyetçilik anlayışına sapmalarından dolayı milli ve etnik bir renk almıştır. 

            Bu başkaldırma hareketlerinin diğerlerinden farkı, bölgenin özelliği bakımından , resmi millet görüşüne karşı olan tepkinin de katılmasıdır. Nitelikleri bakımından hiçbir fark yoktur. Millet konusundaki resmi görüş Batı’dakileri ilgilendirmediği için başkaldırma etnik bir renk almamıştır.  Yoksa iktidarın genel politikasına ve biçimsel devrim hareketlerine gösterilen tepkinin niteliği aynıdır. Milli ve etnik renk alışı sadece bir özelliktir. 

            Asıl önemli nokta, iktidarların bunlara karşı olan tutumlarıdır. 

            Batı’daki başkaldırma hareketlerinde sadece elebaşılar cezalandırılmıştır.  Fakat halka dokunulmamıştır. 

            Oysa Kürtlerin bulunduğu bölgedeki  başkaldırma hareketlerinde bütün halk hedef alınmış, en korkunç şekilde cezalandırılmıştır.  Kadın ve çocuk farkı gözetilmeksizin kitle halinde yok edilmişlerdir. 

            Doğu, tarihin en büyük katliamlarına sahne olmuştur. Bunlardan biri Ermeni, diğeri de Kürt katliamlarıdır. Bütün bunlar ekonomik, sosyal nedenlere bağlı, millet kavramının ters anlayışından doğan acı hatıralardır. Kardeş halklar,  barış içinde beraberce yaşamaları ve mutlulukları için el ele çalışmaları gerekirken,  biribirlerine boğazlattırılmıştır. Dileğimiz, bu facianın unutulması ve tekrarı için ortam hazırlanmamasıdır. 

            Her gerici hareketin zorunlu sonucu gibi, 2. Cihan Savaşı  faşist cephenin yenilgisi ile sonuçlanınca, hükumet o zamana kadar seyirci kaldığı, hatta etkilendiği Irkçı-Turancı akıma karşı tedbir alma gereğini duydu. Bunda dış etkilerin de rolü büyüktür. Çünkü Irkçı-Turancı akım Nasyonal Sosyalizmin işbirlikçisiydi.

            Bu akımın ileri gelenleri 1944 yılında taşkın hareketlerine dayanılarak tevkif edildiler. 

            Alman yenilgisine kadar Irkçı-Turancı akıma seyirci kalan İnönü, 1944 yılında 19 Mayıs bayramındaki nutkunda,

            “Irkçılar ve Turancılar gizli tertipler ve teşkillere baş vurmuşlardır. Şu halde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin, Büyük Millet Meclisi’nin mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler karşısındayız.” Açıklamasını yaptı. Turancılık fikrini “son zamanların zararlı ve hastalıkla gösterisi”  olarak tanımladı.

            Irkçı-Turancıların  “Türkçülüğün bütün düşmanlarının temsilcisi İsmet İnönü ; politikacı, hudutsuz kudretleri elinde toplamış diktatör, Türk soyundan gelmediği hakikatinden başka her şeyi meçhul olan şahıs… “  diye vasıflandırdıkları İnönü (4) ,

            “Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiye’nin ırkçı ve turancı olması lazım geldiğini  iddia edenler hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar ?  Türk Milletine yalnız bela ve felaket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk Milletine hiçbir hizmetleri olmayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar faydalanabilirler.”(5)  sözleriyle Irkçı-Turancı perdenin arkasındaki yabancı çıkarları işaret ediyordu. 

            Irkçı-Turancılar ise Almanya’ya savaş açanları  “Türk tarihinde asla görülmemiş bir kancıklığın zilletini tarihimize sokanlar…” (6)  diye suçladılar. 

            Milli Şef İnönü’nün “Turancılar, Türk Milletini  bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için bire bir tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk Milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız…”  işareti üzerine bu akım aleyhinde basında şiddetli bir kampanya açıldı.

            Falih Rıfkı Atay, Ulus Gazetesinde şöyle yazıyordu. 

            “Bu Türkiye’yi içinden dağıtıp tahrip etmek için gökten bir bela ısmarlansa, ırkçılıktan beteri inemez. Bu Türkiye’yi, dışında, can düşmanları ile çevirtmek için  ikinci bir bela ısmarlansa, İslam İttihatçılığı ham hayali yerine Turancılık ütopyasını geçirmekten alası bulunamaz… Bütün yurdu yok yarım kan, yok dörtte bir kan, yok bütün kan veya karışık ve bozuk kan diye eski parçalanmalara rahmet okutur bir kan davası içine yuvarlamak için, yedi kuyruklu ırkçılık yalanını icat ettiler. Bu, içeride bizi dağıttığı ve azalttığı kadar, ari üstünlüğü iddiasını da ister istemez tasdik etmek ve memleket gazetelerinde vatandaş imzaları ile yazıldığını gördüğümüz gibi  “şimal milletlerinin dünyaya kılavuzluk etmesine hak vermek”  yollarını açar.” 

            “Irkçılar takımı Avrupa kıtasını hegemonyaları altına almak istedikleri zaman, bir  “tabilik”  ruhu yaratılmak için, bize de aşılanmak istenen bu fikir, şark seferi başladıktan sonra Turancılık tahriki ile tamamlanmıştır.”  

            Tanin Gazetesinde ise H.Cahid Yalçın faşizm propagandasının dayandığı kavramlar arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyordu. 

            “Irkçılık, Türkçülük, milliyetçilik kelimeleri altında mahiyetini gizliyorlar. Aynı zamanda bu hareketi Allah ve din itikatlarıyla da birleştirmeye kalkıyorlar.  Halbuki dünyada biribiriyle yan yana gelemeyecek iki mefhum varsa din ile ırkçılıktır. Allah’a inananlar kendi dinlerinden olan her insanı kardeş telakki ederler. Irkçılık ise kendi kanından olmayanı içinden kovmak ister.” (8) 

            Çok partili rejim kabul edilince, Irkçı-Turancılar diğer bütün gayrı memnun kitleler ile beraber DP saflarında CHP’ye karşı çıktılar. Sonuç belli. Jandarma Devlet anlayışının mümessili CHP 1950’de ağır bir hezimete uğradı. 

            Irkçı-Turancı akım 1950-1960 arası bir çok temsilcisini Kabineye sokacak derecede güçlendi, hükumet politikalarını etkiledi.  Fakat bu etki, çok partili rejimin ve eskiye nazaran daha uyanık olan ve müessesleşmeye başlayan demokratik kuvvetlerin karşısında sınırlı kaldı. Oy mekanizması da bu etkinin gücünü azaltan en önemli faktör oldu. 

            27 Mayıs hareketini yapan Milli Birlik Komitesi’nin 14’ler diye adlandırılan kanadı, bir iki istisnayla Irkçı-Turancı akımın temsilcisi idiler. Liderleri Alpaslan Türkeş 1944 yılında Irkçı-Turancılarla beraber tevkif edilmişti. Nitekim 27 Mayıs sonrası Irkçı-Turancı akımın daha iyi örgütlenmesi için çalışıldı. Çeşitli yayın organlarıyla bu fikrin propagandası yapıldı. Ülkü ve Kültür Birliği Tasarısı, amaçlarını ve niyetlerini ortaya koyan önemli bir belgedir.

            Milli Birlik Komitesi’nin iki kanadı arasındaki çatışma, demokratik rejimin kurulmasını isteyen Sayın Gürsel’in liderliğindeki grubun başarısı ile sonuçlandı. 14’ler tasfiye edilerek büyük tehlike atlatılmış oldu. 

            Milli Birlik Komitesi devrinde sürülen 55 ağanın hepsinin Kürt oluşu, bu dönemde resmi millet anlayışının ırki esastan ayrılmadığını gösterir. 

            Irkçı-Turancılar arasında ırkçılığın dinle ve dini akımlarla ilişkileri konusunda çıkan fikir ayrılığı bunları iki gruba böldü. Bir grubu AP’de  -hem de liderlerini genel başkan yardımcılığına getirecek şekilde-  diğer grubu CKMP’de örgütlenmeye başladı. 

            CHP’nin de bütün Irkçı-Turancı aleyhtarı görünüşüne rağmen millet anlayışının temel felsefesi bakımından diğerleri ile farklı bir durumu yoktur.  Doğu’daki Kürt katliamının  CHP’nin eseri oluşunu bir yana bırakın, son yıllarda bile Asım Eren, Suat Seren, Hıfzı Oğuz Bekata gibi Doğu Halkı’nın düşmanı kimseleri kadrosunda bulunduruşu, millet konusundaki anlayışını açıkça belirtmeğe yeter sanıyorum. 

            Türkiye’de millet meselesinin bugünkü durumu gelecek sayılarda açıklanacaktır. 

 

(1)   (1)   Prof. Ali Fuat Başgil, 2. Türk Tarih Kongresindeki tebliği, 1937

(2)   (2)   M.Esat Bozkurt. Türk İnkılap Dersleri  sh. 191 

(3)   (3)   Recep Peker. İnkılap Dersleri Notları. Sh 5 

(4)   (4)   İsmet Tümtürk. Türk Ülküsü sh. 13 

(5)   (5)   İsmet İnönü. 19 Mayıs 1944 Gençlik ve Spor Bayramı nutkundan 

(6)   (6)   H.Nihal Atsız. Orhun Sayı 14. 1 Şubat 1944

(7)   (7)   F.Rıfkı Atay. Irkçılık ve Turancılık. Ulus 9 Mayıs 1944 

(8)   (8)   H.Cahid Yalçın. Gençliğe Mal Edilmek İstenen Bir Hareket Hakkında. Tanin 9 Mayıs 1944 

 

            Abdulkadir Yıldırım (Mehmet Ali Aslan)

                                                                ( YENİ  AKIŞ  Eylül 1966  Sayı 3 )