REV

            1967 yılında düzenlenen  6 Doğu Mitinginin ilki Silvan’da yapıldı. Mitingde yaptığım Kürtçe konuşmadan sonra REV şiirini okudum. ABDURRAHMAN ALACA’ya ait şiiri daha önce  YENİ AKIŞ  Dergisinde yayınlamıştım. 
            Türkiye’de ilk kez bir mitingde Kürtçe konuşma yapılıyordu. Miting meydanı çok kalabalıktı. Damların üzeri doluydu. Dinleyiciler arasında kadınların çokluğu dikkati çekiyordu.
            Kürtçe hitapla beraber miting alanı muazzam bir coşkuyla hareketlendi.Heyecan doruktaydı ve çılgınca alkışlıyorlardı. 

            İşte REV şiiri.

            Bu vesileyle ABDURRAHMAN ALACA’yı  rahmetle anıyorum. 

 

 R  E  V 
 
  İ
 
Ser meda gırtın 
Berbangeke kûr
Em du bıra bûn 
Eme deste vala 
 
Isdérk huldışîyan 
Dîké subé hé xewdabûn 
Em du bıra bûn
Ketıbûn pey belengazîya xwe
Derketıbûn seré çîya 
 
Çîya ne bé bext bûn
Mîna cendırma  (1)
 
Péxasbûn
Bırçîbûn
Û belengazîya mera
Vekırıbûn heméza xwene mezın 
                               Ç I Y A  
 

Sîha me bû mera heval 
Yek jî çîyayé bılınde por sıpî 
Me zanıbû 
Çîya ne bé bext bûn
Mîna cendırma …
 
         II 
 
Helya 
Berfa zıvıstana reşe dıréj 
Derbıhare nıha 
Gundî gı derketın  COT 
Çar kod cehé me man 
                      ÇELADA 
 
Em du bırane
Dudu jî tıvıngé  MARTENİ  
Ketın seré van çîya 
 
Çîya ne bé bextın 
Mîna cendırma 
 
Guhé me ne qıryaye 
Dılé me tıjî kul
Kes newére bé ser meda
Mîrata mırıné rû sare …
 
Dûrva té xuyané kulîlké zozana 
Û té dengé şıvan û gavana 
Gelo bıgîjın em,  wan çaxana  
                                      ZOZANA
                                      KOTANA
                                       GAVANA

 
Em du bırane 
Barané dest pé kırîye 
                            İşev
 
Mîna zalımekî  heyanî subé 
Bé dew û bé dar be  
Rûbaré dunéda 
 
Kevır û kuç dane hev 
Ser meda té çar gav 
                           ŞEV 
 
Dîsa kete bîra mın 
                     XEZAL 
 
Poré zer
Çavén reş 
Û kené delalva 
Gılî gazıné xwe meyne ser meda    
 
Reva me, 
Reveke pır bé emane 
Derd kul û bırîneke bé dermane
Em herd bıra 
Derketın seré
                     VAN  ÇIYA 
 
Em du bırane 
Dudu jî tıvıngé  MARTENİ 
Ketın seré van  ÇIYA… 
 
                                        EDO  DERAN 
 
(1)  Jandarmanın  kanunsuz ve haksız baskısı karşısında dağa çıkmak zorunda kalan  iki kardeşin öyküsüdür.      
                                 

      ( YENİ  AKIŞ  Kasım 1966  Sayı  4 )

 

Sılo’ya Mektuplar

SILO

Yazan: ASLANOĞLU

Nerede tanıştık, bu dostluk nasıl başladı diye sorma. Kaç asırlık hikayedir bu. Hep sana gelmek, seninle olmak istedim. Fakat menfaat gruplarının aramıza ördüğü dağ gibi duvarı aşamadım. Güçsüzdüm, yalnızdım. Çoğu zaman ezdiler, vurdular beni. Ama yıldıramadılar; güçlenmeme mani olamadılar. Kurttu, kurnazdı onlar. Bilirlerdi ki, el ele verdiğimiz gün bütün istismar düzenleri yıkılacak, menfaatleri elden gidecek. Mesut bir çağ başlayacak. Bir yanda seni uyuttular; öte yanda beni ezdiler, beni vurdular. Çevirdikleri dolaplarla beni sana düşman gösterdiler. Kandın, kandırıldın bir zaman ve onlar korkusuzca saltanat sürdüler.

Ama insanlar uyanıyor, dünya değişiyordu Sılo. İnsanca yaşama arzun seni saran kayıtlardan daha kuvvetliydi. Duvarın öte yanındaki savaşı duymuş ilgilenmiştin. Bu hareket demekti ve gidiş ileriyeydi. Artık duvar sarsılıyor, gedikler açılıyor ve ben sana geliyorum. Zamanın akışı gibi bu ileri gidiş durdurulamaz; yeni setler çekilse bile dayanamaz.

Korkuyor onlar. Saltanatları yıkılıyor, menfaatleri elden gidiyor diye. İleri gidişi durduramayınca yavaşlatmak istiyorlar. Bunun için de beni senden ayırmak, seni bana düşman etmek usulünü kullanıyorlar.

Seni ezenler yine beni karalamaya; seni uyutmaya, kandırmaya, hakiki dostunu tanımana mani olmaya çalışıyorlar.

İnanma artık Sılo. Onların ipliği pazara çıktı; usülleri iflas etmek üzere.

II

Üstündeki elbiseler lime lime, yağız çehrende bir ezginlik ifadesi; düşünceli ve ürkektin. Şehre kaçıncı inişindi bilmem. Caddede duran hususi otomobile yaklaştın. Nasırlı ellerinle dokundun. Ensesi kalın, göbekli bir bey vardı. Ulurcasına haykırdı: “Ulan pis Kürt; ezdin, boyasını döktün!…”

Dünya başına yıkılmış; dokunduğuna değil şehre indiğine bile pişmandın. Fakat dayatamadın. İsyan duygularını her zamanki gibi içine gömdün. Uzaklaştın oradan.

Bu bey söz sahibiydi. Seni temsil ederdi. Hakkını müdafaa ettiğim senden yana olduğum için iftiralarla seni benden uzaklaştırmaya çalışırdı.

Bu olaydan sonra gerçeği anladın. Dost olduk. Fakat herkes senin gibi bir otomobile dokunmazdı ki…

III

                Zeyno bacı ağır hastaydı. Kıştı; dağlar yol vermiyordu. 40 kilometrelik yol boyunca sırtında taşımıştın. Bir gün, beklediğin hastane kapısında yer olmadığını söylediler. Sattığın tek ineğin parası da doktor beyin hususi tedavi ücretini karşılamadı. Zeyno bacın bir otel odasında gün ağarırken kahredici bir hayatın yükünden kurtuldu.

Zeyno bacıma ve öksüz kalan çocuklarına ağlayarak yalnız başına yine aynı yola koyuldun.

IV

Tozlu bir köy yolunda sesimiz kağnı arabalarının gıcırtılarında boğulurken anlatmıştın. “İki çocuğum var. Bizden geçti artık. Okuyamadık. Bu çocuklar da benim gibi olmasın. Okusun, bir iş sahibi olsunlar. İnsan gibi yaşasınlar. Köyde okul yok. Malı, mülkü terk ettim. Şehre yerleşip okutturacağım bunları.” diyordun.

Büyük oğlun Ahmo’yu gördüm geçenlerde. Adana’nın bir çırçır fabrikasında işçi. Güçlü, kuvvetli bir genç. Hikayenin gerisini o anlattı.

“Babam okutmak için şehre getirdi bizi. İş bulamadı. Bilirsin, bir Doğu Anadolu şehrinde iş ne gezer. Çalışmak zorunda kaldık. Çıraklık, hamallık yaptık. Hiçbirimiz okuyamadık.

Meco mu!… Afyon kaçakçılığı yapıyordu. Zengin adamlar var bu işi yapan. Onların hesabına çalışıp birkaç kuruş alıyordu. Sonunda yakalandı. Hapiste şimdi.”

Oğullarımın biri hakim, biri doktor olacak diyordun. Parlak hayallerin vardı. Her şeyi göze aldın. Alıştığın bir düzeni yıktın Fakat başaramadın. Hepimizin kaderiydi bu. Yalnız başına yenemezdin.

V

                Doktorun önüne bir külçe gibi yığılmıştın. Rapor vermedi. Savcı davanı takip etmedi. Kaymakam kovdu seni. Derdini kime anlatabilirdin. Jandarmanın koltuğunun altına değiştirerek koyduğu kızgın yumurtaların açtığı derin yaraları kime gösterebildin.

Jandarma, Zeyno bacı, Gezal anayı falakaya yatırmış, saatlerce döve döve yürütmüştü. Seni anlayan bir ilgili çıktı. Onu da susturdular. Vücudundaki yaralarla hangi kapıyı çalabilirdin!

VI

                “Rüşvetsiz bir iş yaptıramaz olduk.” diye kaç defa dert yanmıştın bana. Ama bu korkuyla hiçbir hakkını aramak istemediğin zaman bile bir vergi gibi bunun senden alındığını söylemeyi unutmuştun.

VII

                Issız dağ başlarında kanun dışı adam olarak rastladım sana. Can diyorlardı, eşkıya diyorlardı. Jandarmalar peşinde, ölümle burun burunaydın. Kesilen başın sokaklarda sürünürken seni bu yola sürükleyen sebepler üzerinde kimse durmadı. Bir karış toprak senin hayatında, namusun, bütün varlığındı. Bu hakkın da çiğnendikten sonra senin için yaşamakla ölmek arasında ne fak vardı…

Türküler yaktılar; ağıtlar söylediler. Aynı kaderin ağında daha birçokları seni takip etti.

VIII

                Radyoda Evdale Zeyne’nin bir türküsü. Yanık bir hava. Bütün ruhun, varlığınla sürükler seni. Eyşo nen uzun kış geceleri beşiğini sallayıp “Lori lawo lori; lori berxé lori…” ninnisini söylerken, Mih’o dede çoğu defa bu türküyü tuttururdu.

Radyo kapatılır. “Emir var, Kürtçe dinlemek yasaktır.” Karakola çağrıldığın değil, türkünün yarıda kesilişi kahreder seni. Izdırabın içinde çöreklenir. Hiçbir memlekette müziği yasaklayan böyle korkunç bir kararın alınamayacağını anlatamazsın.

XI

                Hudut boylarında gördüm seni. Kahramanca çarpıştın. Madalyalar verip, destanlar yazdılar sana. Bir vatan kurtardın. Fakat geçimini temin edecek bir karış toprağa kavuşamadın. Ancak gurbet elde gıdasızlıktan hastalanıp genç yaşında öldüğün zaman bir mezarlık yeri zor bulabildiler.

X

                Senin köyünde okul yok. Çocukların kaderine terk edilir. Senin köyünde su yok. Tifo salgınları baş gösterir. Hayvanların bile susuzluktan ölür. Feza çağında taş devri insanlarının yaşadığı barınaklarda oturur, hayata kahredersin. Komşularından bazılarının yıllık geliri 700 liradır. Çoğunun toprağı yok, diğerlerinin de doyuramayacak kadardır. “Allah açlığı düşmanımın başına vermesin.” Gıda yetersizliğinden binlerce kişi hastanelere taşınır.

Huzur yok, güven yok. Yarınından emin değilsin. Kaderine hükmedemezsin.

Hiç yolu olmayan köyleri bir yana bırak. En iyisinden yazın bile kağnı arabaları zor işler. Jandarma, tahsildar ve seni aldatmaya gelen siyaset cambazlarından başka kim geçti bu yoldan? Onlar da atına binip seni yayan yürüttüler.

İşte yıllarca uğraştım bu yoldan sana gelmek için. Setler çektiler önüme; vurdular, ezdiler beni. Ama durduramadılar.

Şimdi bu yoldayım. Sana yaklaşıyorum. Kini, öfkeyi bırak, sahte samimiyetlere değil, imanlı sevgilere inan. Sen de bana doğru gel. El ele verip çalışalım.

Yarınından emin olarak huzur içinde yaşayacağın bir evin olsun. Çocukların okuyabilsin. Bol mahsul veren tarlaların, iyi süt veren ineklerin, koyunların olsun. Fabrika bacaları tütsün. Yeni yeni iş yerleri açılsın. Huzur içinde çalışıp karnın doysun. Medeniyete giden bir yolun olsun. Kimse dövemesin, baskı yapamasın sana. Rüşvetsiz işin görülsün. Gürül gürül akan pınarların, tarlalarını sulayacak barajların, kanalların olsun.

Kısaca diyeceğim şu ki; insanca yaşama imkanları doğsun.

Selam ve sevgiler Sılo.

Mücadelemiz Anayasanın İçindedir ve Açıktır

MÜCADELEMİZ ANAYASANIN İÇİNDEDİR VE AÇIKTIR

Hiçbir ayrım gözetmeksizin Türkiye halkının insanca yaşama imkanlarına kavuşması için katıldığımız mücadele Anayasa sınırları içinde ve açıktır.

İsteklerimizin haklı ve Anayasaya uygunluğu bizi bu şekilde davranmaya zorlar.

Egemen çevreler ancak insan hakları ilkelerini hiçe sayıp Anayasayı çiğnemekle isteklerimize karşı çıkabilirler.

Bu bakımdan, Anayasa çerçevesinde yapılacak bir mücadelenin galibi muhakkak biziz.

MÜCADELEYİ ANAYASA DIŞINA İTME

İktidarlar bu gerçeği anladıklarından mücadeleyi kendileri için daha elverişli olan Anayasa ve kanunlar dışı bir alana itmek ve gayri meşru şekilde yakalamak isterler.

Çeşitli tertip ve tahriklerle bunu başarırlarsa karşılarındaki kuvvetleri kolayca ezerler.

OYUNA GELMEMELİ

Özellikle, sosyalist hareket, baskı altındaki dini mezhep ve akımlar ile doğu halkı bu oyuna getirilmeye çalışılmaktadır.

İktidarların faşist emellerini gerçekleştirmeye imkan vermemek için yukarıda sayılan halkçı ve demokratik kuvvetler bu oyuna gelmemeye dikkat etmeli ve tertiplere karşı uyanık olmalıdır. Mücadelenin Anayasa dışına itilmesi engellenmeli ve iktidar Anayasa çerçevesi içinde mücadeleye mecbur edilmelidir.

ANAYASA UYGULANMALI

Bütün Türkiye halkının insanca yaşama mücadelesinin başarıya ulaşması için Anayasanın tastamam ve eksiksiz uygulanması şarttır.

İktidarlar Anayasayı uygulamamak için direnmektedirler.

Türkiye’nin tüm ezilenleri egemen çevrelerin direnişini kırmalı, Anayasanın kendilerine tanıdığı hakları muhafaza ve müdafaa etmeli, Anayasayı eksiksiz olarak uygulatmalıdırlar. Bu gücü gösteremedikleri takdirde başarıya ulaşmaları çok zor ve geç olacaktır.

ANAYASA NE DER

Anayasa çerçevesinde mücadele, egemen çevreler için elverişli değildir.

Çünkü insan hakları ilkelerine bağlı ve hukuk devleti anlayışına uygun Anayasamız insanca yaşama imkanlarına kavuşmak için yapılan mücadelede ezilenlerden yanadır.

İktidarlar, Anayasa ilkelerini hiçe sayarak faşist bir rejim kurar, halkçı uyanış ve davranışları baskı ile ezerlerse gayrimeşru duruma düşeceklerdir. Böyle bir halde milletin “meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkı”nı kullanacağını Anayasamız başlangıç kısmında belirtmiştir.

Temel hakların niteliğine, korunmasına, özüne ve eşitlik ilkesine ait Anayasamızın üç önemli maddesi de aynen aşağıya alınmıştır.

Madde 10 – Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.

Devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşamayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırır; insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar.

Madde 11 – Temel hak ve hürriyetler, Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir.

Kanun, kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa, bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.

Madde 12 – Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin, kanun önünde eşittir.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınmaz.

Kürt Mülteciler, Göçmen Türkler

               Yüz binden fazla Iraklı Kürt, 1988 yazında Türkiye sınırına dayandı. Kimyasal bombaların, zehirli gazların bölgeye yaydığı ölümden kaçıyorlardı.

               Saddam rejimi, Kürtler’in bulunduğu sivil yerleşim merkezlerine karşı kimyasal bombalarla saldırıya geçmişti. Çocuk, kadın, genç, yaşlı ayrımı gözetilmeden bütün Kürtler yok edilmek isteniyordu. Bu bir soykırımdı.

                Iraklı Kürtler’in büyük çoğunluğu kadın ve çocuktu. Türkiye’den sığınma hakkı istediler. Birkaç gün sınırda bekletildikten sonra, kamuoyunun baskısı ve Sayın Özal’ın etkisiyle Türkiye’ye kabul edildiler.

                Başbakan Sayın Özal’ın gelenlerin soydaşları olduklarını belirttiği bölge halkı, Iraklı Kürtler’i evlerine aldı. Ekmeklerini onlarla bölüştüler. Acılarını paylaştılar.

Fakat iktidar, halkın bu gönüllü yardımına kuşkuyla baktı. Mültecileri enterne edip tel örgülerle çevrili kamplara yerleştirdi.

Beslenme, barınma ve sağlık ihtiyaçları en alt düzeyde karşılandı. Gezi, yerleşme ve çalışma özgürlüklerinden yoksun bırakıldılar. Çocuklara eğitim ve öğretim imkanları sağlanmadı. Kendi çabalarıyla yapmak istedikleri öğretime ise idare engel oldu. Gelecekleri belirsiz ve psikolojik bunalım içindedirler.

Türkiye’nin de onayladığı uluslararası sözleşmelere göre mülteci oldukları halde hükümet onlara mültecilik sıfatı tanımıyor. Mültecilik sıfatı tanınmayınca da dış yardımlardan yararlanamıyorlar. Çünkü dış yardımlar ancak mültecilik sıfatı tanınanlara verilebiliyor.

2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu, yardım toplanmasını idarenin iznine bağlamış. Hükümet ve emrindeki idare, kurulan yardım komitelerine izin vermediği için yurt içinde yapılmak istenen yardımlar da engellenmiş oldu.

Ψ

                Türkiye 1989 yazında, bu kez Bulgaristan’dan gelen bir göç dalgasıyla hareketlendi.

        Gelenler, kimyasal bombaların, zehirli gazların yarattığı dehşet ortamından kurtulmak için kaçmıyorlardı.

Ellerinde pasaportları, alabildikleri kadar eşyaları ve ceplerinde bir miktar paralarıyla birer turist gibi geldiler. Birçoğunun otomobili de vardı.

Geldikleri ülkede önemli maddi sorunlarının olmaması gerekirdi. Bulgaristan işgücü açığı olan ve yabancı işçi istihdam eden bir ülkedir. Gelenlerin hepsinin çalıştıkları bir işi vardı.

9 milyonluk Bulgaristan’ın kişi başına milli geliri 54 milyonluk Türkiye’nin birkaç katıdır.

1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme’ye göre gelenler mülteci değildir. Pasaportla serbest olarak gelen, dönme olanakları bulunan ve haklarında takibat yapıldığı konusunda bir delil olmayan Bulgaristan Türkleri iltica talebinde de bulunmamışlardır.

Fakat hukuki statüleri ne olursa olsun, Bulgaristanlı Türkler, hükümet ve siyasi partiler tarafından olağanüstü bir ilgiyle karşılandılar.

Cumhurbaşkanından bütün parti liderlerine kadar herkes sınıra koştu. TRT ve basın olayın üzerinde gereğinden de fazla durdu. Bankalar, büyük gazeteler ve birçok kurum yardım kampanyaları açtılar. Kürt mülteciler olayında olduğu gibi Yardım Toplama Kanunu’nun engeliyle karşılaşmadılar. Hükümet ve yardım kurumları gereken her türlü yardımı yapmakta gecikmediler. “Bursa’da binden fazla işçinin son aylarda bu şehre gelen göçmenlere istihdam yaratmak için işten çıkarılması. Bazı KİT’lerde bu yönde bir emekliliğe ayırma harekâtının sessizce yürütülmesi… Kaba bir hesapla, göçmenlere ev ve istihdam sağlamanın faturasının 2 trilyon lirayı aşacağı…” haberleri basında yer aldı.

Yetkililer göç olayının nedeni olarak Bulgaristan’da uygulanan asimilasyon politikasını gösterdiler. Bulgaristan bu suçlamayı reddetti.

Çünkü asimilasyon insan haklarına en büyük, en ağır saldırıdır. İnsanın etnik kimliğini, kültürel varlığını ve sonuçta manevi kişiliğini yok etmeye yönelik bir suçtur. Bir insanlık suçudur. Uluslararası sözleşmelerin yasakladığı, hukuka ve insan haklarına aykırı olan asimilasyon uygulanıyorsa, buna maruz kalanların her türlü tepkiyi göstermeye hakları vardır.

Yalnız düşündürücü olan şu: Asimilasyon politikasının yıllar önce uygulandığı söyleniyor. Ama o dönemlerde fazla bir ses çıkmadı. Sosyalist ülkelerde demokratikleşmenin başladığı bir dönemde olaylar patlak verdi.

Gelenler, demokratikleşme hareketinin başladığı ve geliştiği bu dönemde, sosyalist demokrasiye geçiş için Bulgaristan’daki halklara destek olamazlar mıydı?

Bulgaristan Türkleri sorunlarını, şimdiye kadar beraber yaşadıkları Bulgaristan’daki halklarla işbirliği yaparak çözemezler miydi? Ülkelerinden ayrılmakla hem geride kalanlar için hem de geldikleri ülke için yeni sorunlar yarattıklarının farkında değiller mi?

Halkımız bir olup bittiyle karşı karşıyadır. Beklenmeyen bir misafir de olsa, imkânlar ölçüsünde misafiri ağırlamak kaçınılmaz hale gelmiştir.

Fakat bunu yaparken kamuoyunun duyarlı olduğu iki konuya dikkat edilmelidir.

Kürt mültecilerle göçmen Türkler’e karşı hükümetin, bürokrasinin ve basının farklı tavrı kamuoyunda gittikçe büyük tepkilere yol açıyor.

Kürtler’in Türkiye’de kalmaları bir zorunluluktan doğuyor. Irak’ta demokratik bir iktidarın işbaşına geldiği gün vatanlarına döneceklerdir. Şimdilik sorunun çözümü için vakit geçirilmeden Kürt mültecilere mültecilik sıfatının tanınması gerekir.

Göçmenler ayrıcalıklı bir konuma getirilmemeli ve vatandaşların işi ve geliri için bir tehdit unsuru olmamalıdır.

Ψ

Türkiye’nin dış politikası iki ayrı etnik grubun ipoteği altında görünüyor ve bu iç politikayı da şekillendiriyor. Bunlardan biri dış Türkler, diğeri Kürtler’dir.

Televizyonu açın, basına bakın. Hükümetlerin dış ilişkilerini yönlendiren unsurları araştırın. Bunu açıkça göreceksiniz.

Irak, İran ve Suriye ile ilişkilerin ağırlık noktasını hep Ortadoğu’daki Kürt sorunu teşkil eder. Kürtlere karşı alınacak ortak ön, ortak kurumları bile yaratır. Önceliği Kürt sorurunu alınca, bu devletlerle olan ilişkilerde Türkiye halkının gereğince gözetilemez ve çoğunlukla halkımızın çıkarlarıyla ters düşen politikalar saptanır.

Kıbrıs ve Batı Trakya Türkleriyle ilgili sorunlar, Batı ile olan ilişkilerimizi hep olumsuz yönde etkilemiş, bugünkü ekonomik sıkıntılarımızın temel nedenlerinden biri olmuştur.

Bulgaristan Türkleri ise Bulgaristan ve sosyalist ülkelerle ilişkilerimizin gerginleşmesine yol açmıştır.

Bu yetmiyormuş gibi bazı çevreler İran’daki, Azeriler’i, Sovyetler Birliği’ndeki Türkleri, birlikte yaşadıkları halklara karşı kışkırtmanın ve Türkiye’yi bir maceraya sürüklemenin hesabı içindedirler.

Aynı çevreler, Kerkük Türkleri’ni, zengin petrol kaynaklarının ele geçirilmesinde bir araç olarak görüyorlar.

Topluma şöyle bir anlayış egemen kılınmak isteniyor: “Türkiye Türkleri’dir. O halde Türkiye Türk soylu olan herkesin vatanıdır. Türk soylu olan kişi nerede olursa olsun Türkiye’ye gelip yerleşmek hakkına sahiptir. Türk soylu olmayan kim olursa olsun yabancıdır.”

Bu anlayışın temelinde ırk unsuru vardır. Öngördükleri devlet de ırkçı bir devlettir.

Türkiye Cumhuriyeti ırk esasına dayalı bir devlet olabilir mi? Bugünkü dünyada konjonktüründe buna izin verirler mi?

Türkiye’de en büyük etnik grup Türk olmakla beraber başka etnik gruplar da vardır. Müslüman etnik gruplar bir yana, Müslüman olmayan etnik grupların halkları Lozan Antlaşması’yla güvence altına alınmıştır. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler bu ülkenin vatandaşı ve sahipleridirler. Müslümanlar da, hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler, yine bu ülkenin gerçek sahipleridirler.

Anayasa’nın 66. Maddesi “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” diyor. Bu Türklük kavramında soy, ırk esası değil, sadece vatandaşlık bağı kabul edilmiştir.

Demek ki bu ülkenin sahipleri, bu ülkenin vatandaşlarıdır. Çünkü bunlar bu vatan için savaştılar. Yıllardır aynı acıları birlikte paylaşıyor, aynı güçlüklere göğüs geriyorlar. Ülkede bulunan tüm zenginlikleri, tüm değerleri ortak emekleriyle bunlar yarattılar.

Türkiye’nin dışında yaşayan hiç kimsenin, hangi soydan gelirse gelsin, vatan üzerinde bir hakkı yoktur. Bu benim vatanımdır diyemez. O, bir yabancıdır.

Onların da acı tatlı hatıralarını paylaştıkları birer vatanı var. Beraber yaşadıkları halklar var.

Sorunları varmış… Tabii ki olacak! Hangi toplumun sorunu yok ki! Çözüm, sorunlardan kaçmak değildir. Toplumun diğer kesimleriyle ve beraber yaşadıkları halklarla birlikte el ele verip bu sorunları çözmeleri gerekir. Hem kendileri, hem içinde bulundukları toplumlar ve hem de insanlık için en doğru yol budur.

Türkiye az gelişmiş bir ülke. Kaynakları sınırlı. Nüfus artış hızı fazla. Bugün 4 milyon işsiz var. Her yıl yarım milyona yakın, bu işsizler ordusuna katılıyor. Üç milyon vatandaşımız Avrupa’da, el kapılarında yaşam mücadelesi veriyor.

Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlara yaptığımız yatırım çok yetersiz. Konut açığı her gün biraz daha büyüyor.

Türkiye, Türk soyundan gelen herkese kapılarını açarsa Türkiye’dekiler nereye gidecek? Onlar nerede iş bulacak?

Buna bakı başkaları da, örneğin vatandaşlarımız olan Rum, ermeni, Yahudi, Kürt, Çerkez ve diğerleri de dışarıdaki soydaşlarını Türkiye’ye davet etseler durum ne olur?

Türkiye yolgeçen hanı mıdır ki, her isteyen soydaşını getirip yerleştirsin?

Olmaz böyle şey!  Bu işin kuralı var. Bu kuralları da Lozan Antlaşması ile Anayasa saptamıştır. Bir de örneğin mültecilerin hukuki durumunda olduğu gibi, uluslararası sözleşme hükümleri vardır.

Türkiye ne dış Türkler’in vatanıdır ve ne de dış Kürtler’in. Türkiye sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarınındır. Ve Türkiye’nin sahipleri sadece onlardır. Hiçbir ayrım gözetmeden, ama birbirlerinin kültürlerine, özelliklerine ve kimliklerine saygılı olarak birlikte bu ülkeyi yöneteceklerdir ve herkesin mutlu olduğu ileri, demokratik bir Türkiye yaratacaklardır.

Türkiye’nin dış politikası, dış Türkler’le Kürtler’in etnik sorunlarına bağımlılıktan kurtarılmalı ve dış politika bu sorunlardan bağımsız olarak saptanmalıdır.

Bu nasıl olur? Öncelikle toplum, şoven milliyetçi anlayışların etkisinden kurtarılmalı. Eğitim ve öğretim demokratikleşmeli. Dış Türkler sorununu yaratan güçlerin etkinliklerine son verilmeli. En önemlisi Kürt sorunu serbest ve özgürce her kesimde tartışılmalı ve barışçı, demokratik, çağdaş bir çözüme varılmalıdır. İçte bir Kürt sorunu kalmamalı ki, Türkiye Ortadoğu’daki Kürt sorununa demokratik ve insani bir anlayışla yaklaşsın.

O zaman ülkemizin ve halkımızın yararına olacak bağımsız bir dış politika saptanabilir. Kuşkusuz bu politikalar diğer halkların yararlarıyla ve evrensel yararla uyum içinde olacaktır. Onlara ters düşmeyecektir.

Türkiye, dış Türkler ve dış Kürtler’le ilgilenmeyecek midir? Elbette ki ilgilenecektir. Fakat bu ilgi, başka devletlerin içişlerine karışmadan, insan hakları çerçevesinde olacaktır.

Çağımız insan hakları çağıdır. İnsan hakları devletlerin içişleri değildir. Hangi ülkede olursa olsun, insan hakları ihlal ediliyorsa buna tepki göstermeliyiz.

Örneğin Irak ve İran’da Kürtler’e yapılan baskılara, Bulgaristan’daki asimilasyon politikasına, Yunanistan’ın Batı Trakya Türkleri’ne, Irak Kerkük Türkleri’ne, İran’ın Azerileri’e uyguladıkları baskılara karşı çıkılmalıdır.

Ama bunun ölçüsü bellidir. Sofya’ya, Kerkük’e ordunun yürümesi, İran’a savaş açılması, Sovyetler Birliği’nin içişlerine müdahale ederek, rejime karşı ayaklanma girişimlerinin kışkırtılması ve Kıbrıs için 55 milyonluk Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarının feda edilmesi değildir.

Evet, sınırlar aşılmadan gereken yapılmalıdır. Yoksa hayatından memnun olmadığını söyleyen her topluluğa “Buyur gel” dersek, Türkiye’de kimseye yer kalmaz. Çünkü dünya, hayatından memnun olmayanlarla doludur.

Mehmet Ali Aslan

 

 

Kürt Sorunu

Bu konuyla ilgili konuşmak çok zor. Bir yandan objektif olmaya, dürüst davranmaya çalışmak, diğer taraftan TCK’nın 142. Maddesine göre suç işlememek. Bu, sırat köprüsünü geçmeye benzer.

Basın hep “Güneydoğu olayları” diyor. Güneydoğu coğrafi bir kavram. Bunun başka bir adı olmalı. Kimse söylemiyor veya söyleyemiyor. Oysa sorunun çözümünü araştırmak için öncelikle doğru adlandırmamız gerekir. Bunu 3 Mart 1987 tarihli Milliyet gazetesinde Sayın M.Ali Birand yaptı. Sayın Birand’ın bir ölçüde dokunulmazlığı var. Bizim de dokunulurluğumuz. Bu nedenle kendisinin söylediklerini tekrarlayalım.

Sayın adaşım, “Bugün karşımızda bir ‘Kürt sorunu’ vardır. Biz resmen, ne kadar ‘dağ Türkleri’ dersek de diyelim, sorunumuz açıkça ‘Kürt sorunudur’, diyor.

Ama bu kadarı yetmiyor. Nedir Kürt sorunu? Nasıl bir tarihsel gelişmeden kaynaklanıyor? Sosyal ve etnik özellik nedir? Hangi özlemler dile getiriliyor ve hangi talepler ileri sürülüyor?

Bütün bu ve bunlar gibi daha birçok sorunların yanıtını araştırmak ve bulmak gerekir.

İşte bunu yapamazsınız. Çünkü TCK’nın 142. Maddesinin kapsamına girer ve yaptırımı 5 ile 10 yıl arası ağır hapis cezasıdır. Yayın yoluyla işlenirse ceza yarı nisbetinde artırılır.

Sorunun çözümü öncelikle sorunun tartışılmasını önleyen yasal ve idari engellerin kaldırılmasına bağlıdır.

Basında izlediğimiz kadarıyla, Güneydoğu’daki silahlı hareketin kadrolarını, büyük ölçüde, 12 Eylül 1980 sonrası işkenceye maruz kalan veya işkence tehdidinden kaçan gençler oluşturuyor.

Bunların çoğunluğu, 12 Eylül 1980 öncesi yasal olduklarına inandıkları birtakım dernek ve parti örgütlenmelerinin içinde yer almışlardı. 12 Eylül’den sonra bilinen operasyonlar yapıldı. Gençlerin çoğunluğu ya Avrupa ülkelerine sığındı veya Güneydoğu’daki sınır bölgelerine kaçtı.

Coğrafi yapının, sosyal çevrenin ve dış ilişkilerin elverişli olduğu bu ortamda silahlı hareket başladı.

1960’tan sonra Türkiye’de nisbi bir demokratikleşme olmasaydı ve DP’nin son dönemindeki baskılar sürdürülseydi, Doğu’da 1970’lerden önce silahlı hareket başlayabilirdi.

Fakat 1961 Anayasası’nın çoğulcu demokratik özelliği, silahlı hareketin seçeneği olarak legal ve demokratik seçeneği güçlendirdi. Bu seçenek özellikle TİP’te ifade edildi ve savunuldu. 12 Mart müdahalesine rağmen bunun etkileri 1980’lere kadar sürdü.

Türkiye’de 1961 Anayasası’nın hükümleri uygulansaydı, bugünkü şiddet hareketlerinin ortamı oluşmazdı ve böyle bir hareket mümkün olmazdı.

Irak-İran Savaşı, bu iki ülkenin kendi içinde de birtakım güç dengesi değişikliklerine yol açtı. Bu gelişmeler, insan haklarına dayalı demokratik bir hukuk devletini ne etkiler ve ne de kendi iç bünyesi ve dengeleri açısından ilgilendirir. Ama Türkiye’de baskıcı otoriter bir yönetimden yana olanlar bu gelişmelerde elbette ki rahatsız olurlar.

Bugün demokratik ve çağdaş bir Türkiye’nin çıkarları için Saddam Hüsayın’i Barzani ve Talabani’ye, Humeyni’yi Kassem Lo’ya tercih etmenin hiçbir mantıklı nedeni yoktur. Kaldı ki bu olaylar komşu ülkelerin içişleridir. Türkiye’nin karışması devletler hukuku, bölge ve dünya barışı açısından doğru değildir.

Bütün komşularımız, Türkiye’nin yayılmacı bir dış politika izlediğini ileri sürüyorlar. Irak’a askeri müdahaleler bu iddiaları destekler nitelikte olmayacak mıdır?

Yerleşim birimlerindeki sivil halkı, kadın ve çocukları hava bombardımanlarının dışında tutmak ne ölçüde mümkündür?

Bu hareket Türkiye’yi Ortadoğu’daki savaş cehennemine de sürükleyebilir. Dün, Alman çıkarları için Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sokan Enver Paşa’nın ruhu, bugün de Batılı ülkelerin Ortadoğu’daki petrol çıkarlarını korumak için aramızda dolaşıyor. Etkin olmamasını temenni edelim.

İktidarın soruna bilimsel, hümanist ve çağdaş bir yaklaşımı yok. Bölgeyi güvenlik güçlerine terk etmiş. Bölgede sıkıyönetim var. Yani hukuk düzeni ve insan hakları askıya alınmış. Vatandaşın hiçbir hukuksal güvencesi yok.

Köy koruculuğu aşiret kavgalarını, kan davalarını körükleyen, halkı birbirine düşüren, düşman eden bir uygulama. Bu, eski Hamidiye Alayları uygulamasını hatırlatıyor. Sultan Abdülhamit, Doğu’daki aşiretleri birbirine düşürmek için aşiret beylerine rütbe ve maaş verdi. Aşiretler Hamidiye Alayları olarak silahlandılar ve bu silahları yıllarca birbirlerine karşı kullandılar.

İnsan hakları Evrensel Bildirisi’ni, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’ni ve Helsinki Sonuç Belgesi’ni imzalayan T.C. Devleti’nin Sultan Abdülhamit yöntemlerine başvurması düşünülmemelidir.

Devlet, vatandaşın can ve mal güvenliğini kendi gücüyle sağlamak zorundadır. Bu görev ve yetkisini kimseye devredemez. O zaman varlık nedeniyle çelişir.

Sıkıyönetimin süreklilik kazandığı bölgede halk sadece güvenlik güçlerinin takdir yetkisine terk edilirse, olacakları tahmin için kahin olmaya gerek yoktur.

Dün işkencenin ve işkence tehdidinin genç insanlar üzerindeki psikolojik etkileri nasıl onları şiddet hareketlerine yönelttiyse, bölge halkı üzerindeki baskılar, yarın onları bu hareketin içine itebilir. Avrupa’ya kaçmış on binlerce aydın, yurda dönüş umutlarını yitirirlerse, onlar da bu harekete katılabilirler.

Şiddet hareketleri başlangıçta sınırlı ve lokaldir. Zamanında sosyal ve ekonomik önlemler alınmazsa kendi altyapısını oluşturur.

Nasıl olur bu?

Hareket içinde insanlar eğitilir. Silah ve malzeme sağlamanın yolları bulunur. Birtakım güçlerle ittifaklar kurulur. Dış ilişkiler gelişir. Ve giderek bu hatrekete bağlı şiddet kurumlaşır.

İşte bu noktada dış konjonktür hareketin başarısına engel ise o ülke cehenneme döner. Bunun adı iç savaştır. Bir ülke için bundan daha büyük felaket düşünülemez. Bu, düzenli orduların savaşı değil, hangi ilde, ilçede ve hangi sokakta, evde veya işyerinde patlayacağı bilinmeyen silahların, bombaların yaratacağı bir cehennemdir.

Silahları susturmanın tek ama bir tek yolu vardır.

O da Türkiye’de demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla kurulmasıdır. Avrupa ile bütünleşmek isteyen bir Türkiye, bu bütünleşme için ne yapması gerekiyorsa, silahları susturmak için de aynı şeyi yapacaktır. Yani çağdaş, çoğulcu, demokratik bir toplum. Tekliğe değil, çeşitliliğe ve bu özgür çeşitliliğin yine özgürce oluşmuş sentezlerine dayanan bir toplum. Bunda geç kalınmamalıdır.

İlk yapılması gereken, sorunun tartışılmasına engel olan yasal düzenlemeleri gerçekleştirmektir. TCK’nın 142. Maddesi ile 2932 sayılı kanun hemen kaldırılmalıdır.

Genel af çıkarılmalı. Vatandaşlıktan çıkarılma kararları iptal edilerek yurt dışında bulunanların dönüşü sağlanmalıdır.

Herkesin eşit olarak katılabildiği özgür bir tartışma ortamında anayasa ve hukuk düzeni, Türkiye’nin imzaladığı İnsan hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi ve Helsinki Sonuç Belgesi hükümlerine uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. Ki bu Türkiye için hukuksal bir zorunluluktur da.

Hukuk düzeninin temel niteliklerinden biri de sürekliliktir. Bu sürekliliği yok eden askeri müdahaleleri önleyecek köklü tedbirler alınmalıdır.

İşkenceyi önleyecek kalıcı ve etkin yasal ve yönetsel önlemler alınmalıdır.

Türkiye, başka ülkelerin içişlerine müdahaleden kaçınan, barışçı bir dış politika izlemelidir.

Gelişme farklarını kısa zamanda giderecek, bölgenin özelliklerine uygun sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma planları yapılarak derhal uygulanmalıdır.

Bütün bunlar insancıl, çağdaş ve demokratik bir bakış açısını gerektirir. Çağdışı şartlanmalardan kurtulmayı gerektirir.

Bu, bölge insanlarına yeni bir kimlik ve kişiliği zorla kabul ettirmeye çalışmakla değil, onların sosyal, kültürel kimliklerine ve kişiliklerine saygı göstermek ve onların yurt düzeyinde her birim ve her kademede verilecek kararlara katılımını sağlamak ve bu kararların uygulanmasını önleyecek engelleri kaldırmakla olur.

Kuşkusuz barışçı ve demokratik çözüm, Türkiye’nin parçalanmasını değil, halkın özgür iradesine dayanan bütünlüğü sağlar.

  M.Ali Aslan

GAZIN JI XWEDE, ŞIVEN RA

Değerli iki Kürt aydınının, FAİK  BUCAK  ile  KEMAL  BADILLI’nın, 1966 yılında  YENİ  AKIŞ  Dergisinde yayınlanan şiirlerini okuyacaksınız.  Kendilerini rahmetle anıyorum.

 
 
                        GAZIN  JI  XWEDE 

           
            Ne nane, ne dane, ne şîv û taşté
            Ho rebîyo! Ev qas derd û bela jı ku té
 
            Dewlemendî lı me gırt édın em bûne xezan
            Hış seré me da nema, belé, mane géj û nezan
 
            Çavan jî bıgre bıla rohnayî bıbe zulmet
            Çı bıkım pışka derd û ğama para me ket 
 
            Ma nıfır lıme bûye kes pîgar nabe mera 
            Heval sılav nadın pırs nakın bav û bıra 
 
            Ré lı ber me wunda bû nızanım kuda bıçım 
            Rebî! Tîna bıecîm sekınîne lı ber Çem. 
 
                                                                FAİK  BUCAK  

 
 
 
 

                                   ŞIVEN  RA 

 
            Şıvanîy, doş dı bîy best û dîyaran 
            Na bînîy qe rûyé derd û ğedaran 
            Şa dı bîy tu her gav bı berx û karan 
            Jı wan berxan yek jî ez bûma xwezî  

 
            Şûştî te dılé xwe jı tevîné 

            Kış dıkîy kerîyé xwe çaxa şevîné 
            Tu dıbîy hevalé dıl û eviné 
            Jı hevalan yek jî ez bûma xwezî 
 
           Pıf dıkîy bıllûré dı şevén tarî 
           Çı dıbey wanra bı kîjan zarî? 
           Kom dıbın dor te dıkın guhdarî
          Jı guhdara yek jî ez bûma xwezî. 
 

                                         KEMAL  BADILLI

 

Faşizm

S a n a y i l e ş m i ş   K a p i t a l i s t   Ü l k e l e r d e :   

            Yeterli sömürgesi bulunmayan sanayileşmiş ülkelerdeki burjuva sınıfı, dünya pazarlarındaki egemenliğini sağlamak için devleti emperyalist bir dış politika takibine zorlar. Bu da ancak bütün milli kuvvetlerin savaş gereklerine uygun olarak hazırlandığı ve devlet kuvvetinin bütün imkanlarıyla burjuvazinin emrinde bulunmasıyla etkili olarak uygulanabilir. Böyle bir uygulamanın ortamı ise demokratik rejim olamaz. 

            Savaş ekonomisine geçişin kapitalistler bakımından bir başka faydalı yanı da ekonomik hayattaki durgunluğu gidermesidir. 

            Dünya pazarlarında mücadele eden kapitalistler, rakipleri karşısında tutunmak için maliyetleri düşürmek zorundadırlar. Maliyetleri düşürmek de  -diğer unsurların yanında-  işçi ücretlerinin indirilmesine veya iş saatlerinin artırılmasına bağlıdır.  Oysa işçiler, iş gününün sınırlandırılmasını ve ücretlerinin artırılmasını kanlı mücadeleler sonunda elde etmişlerdir.  Sendikalar ve İşçi Partileri yoluyla burjuva sınıfının karşısında büyük bir kuvvet olarak yer almışlardır.  Demokratik rejim kuvvetlerin muvazenesine dayandığı için işçilerin taleplerinin de kuvvetleri ölçüsünde yerine getirilmesi zorunluluğu vardır. İş saatleri azalma ve ücretler artma yönünde hareket eder. Bu ise maliyetleri düşürmek için çalışan kapitalistin varmak istediği amacın karşısındadır. Onun rekabet imkanlarını güçleştiren bir durumdur. 

            İşte, burjuvazi, demokratik rejimde işçilere vermek zorunda kaldığı tavizlerden kurtulmak ve işçi sınıfını daha çok sömürmek için devlet iktidarına yalnız başına hakim olmak ister. 

            Kapitalizm istismar esasına dayanır. İstismar edilen, ezilen halk, gittikçe sınıf bilincine erer.; teşkilatlanarak ekonomik ve siyasi alanlarda burjuvaziye karşı mücadele eder.  Bu mücadele başarılı bir yönde gelişir. Sosyalist hareketin kuvvetlenmesi ve iktidara doğru hızla yürümesi, kapitalist sınıfın varlığını tehlikeye sokar. Sosyalist hareketin gelişmesi demokratik rejim içinde önlenemez. Bütün gücünü ortaya koyan burjuvazi devlet iktidarını tekeline alarak kuvvet yoluyla bu hareketi ezmeye, boğmaya çalışır.

            Burjuvazi, demokratik rejimde yine egemen olmakla beraber, diğer sınıfların taleplerine kuvvetleri ölçüsünde uymak ve iktidarı bir ölçüde onlarla paylaşmak zorundadır. Oysa büyük mali sermaye, emperyalist bir dış politika gütmek, halk kitlelerine verdiği tavizlerden, emekçilerin çetin mücadeleler sonucu aldığı haklardan kurtulmak, daha çok sömürebilmek, sosyalist hareketin gelişmesini önlemek için burjuva demokrasisini yıkarak devlet iktidarını tekeline almak zorundadır. Bunu gerçekleştirmek için kurduğu  “burjuva diktatörlüğü”ne  “faşizm” denir.

 

A z g e l i ş m i ş   Ü l k e l e r d e : 

            Yukarıda söylediklerimiz sanayileşmiş kapitalist ülkeler içindir. Ekonomileri bu ülkelere bağlı, sömürge şartları içinde bulunan geri kalmış ülkelerin faşizmine de kısaca değinelim. 

            Geri kalmışlığı belirleyen temel kaide, ağır sanayiin gelişmemiş olmasıdır. Bu tip ülkelerin, ekonomik bağımsızlıkla tamamlanmadığı için, siyasi bağımsızlıkları sözde kalır. Sanayileşmiş ülkelerin üretimine pazar, sanayilerine gerekli gıda ve ham madde kaynağı olarak bağımlıdırlar; beynelmilel mali sermayenin denetimindedirler. 

            Beynelmilel mali sermaye, bu ülkelerde çıkarı kendisi ile beraber olan iki sınıfla işbirliği yapar. Bunlar, toprak ağaları ile dış ticareti elinde bulunduran ticaret burjuvazisidir. Bu iki sınıfın yanında dini kastlar  -bizdeki şeyhler- vurguncu iş adamları gibi gruplar da yer alırlar. 

            Yabancı sermaye ve işbirlikçilerinin çıkarı geri düzenin devamına bağlıdır. Bu düzen, içerde, ancak istismarı geliştirecek değişiklikleri yapan, dışta ise yabancı sermayenin emperyalist amaçlarını gerçekleştirecek saldırgan bir politika güden niteliktedir. Oysa kurulan yeni üretim ilişkileri ekonomik ve sosyal bünyede birtakım değişikliklere yol açar. Halk bilinç kazanır. Gelişen demokratik kuvvetler sömürme düzenine başkaldırır. Bunu önlemek, ilerici akımları boğmak için yabancı sermayenin desteklediği gerici sınıf ve gruplar, emperyalizmin işbirlikçileri, devlet iktidarına yalnız başlarına egemen olmaya ve bir dikta rejimi kurmaya çalışırlar.  Başardıkları takdirde, yabancı sermayenin emperyalist amaçlarına uygun olarak dışta saldırgan, içte sömürücü ve ezici olan bir politik düzen kurulur ki bunun adı  “faşizm”dir.  

            Hiçbir faşist idare kendine bu adı vermez. Başka isimler ardında gerçek kimliğini saklamaya çalışır. 

            Faşizm, bunalım dönemlerinde ortaya çıkar. Halk şaşkındır. Bir ışık, bir kurtuluş yolu arar; bir kahraman, bir kurtarıcı bekler. Mevcut kurumlardan ümidini kesmiştir. Bunların problemlerini çözmeye yetmediğini görmüştür. Düzen değişmelidir. Halkta ortak ve köklü inançtır bu. 

            Bunalım dönemlerindeki şaşkınlıktan yararlanmak isteyen maceracı insanlar ve gruplar çıkar. Geri çevrelerden gelen, çoğunlukla karanlık, anlaşılmaz karmaşık fikirlerle ortaya çıkan bu insanlar, toplumun duygusal yönünü iyi kavradıkları için ilgi görürler. Egemen sınıflar aradıklarını bulmuşlardır. Maddi, manevi, her bakımdan desteklerler.  

            Akla değil, duygulara hitap ederler. Egemen sınıfların çıkarlarını vatan, millet, din gibi yaldızlı kavramların ardında saklarlar. Her sınıf halkın arzularına cevap verecek vaatlerde bulunurlar. Parlak bir istikbal manzarası çizerler. Gösterişli jestlerle, heyecanlı nutuklarla korkulara, nefretlere dayanarak halkı kendilerinden yana çekerler.

            Faşistler, halk kitlelerini, özellikle orta tabakayı kendilerinden yana çekmek için sürekli bir komünizm korkusu yayarlar. Komünizmi öyle korkunç bir umacı haline getirirler ki, kitleler bunu bütün milli varlığı silip süpürecek ve kendilerini yok edecek yakın bir tehlike olarak görürler. Artık ha bugün, ha yarın gelecek büyük tehlike karşısında korkuya, telaşa kapılırlar. Vatan, millet, din kavramlarının çığırtkanlığını yapan faşistlerin kucağına düşerler. 

            Faşist hareketin en büyük dayanağı din ve milliyetçilik duygusunun istismarından doğan akımlardır. Halkn bu duygularına gerici ve ters anlamlar verilerek istismar edilir; halk kitleleri bunların ardından sürüklenir. Din esası üzerine siyasi birlikler kurma çabası, mezhep ve tarikatların örgütlendirilerek faşist siyasi güçlerin emrine verilişi bunun örnekleridir.

            Faşizmin en belirgin niteliği ırkçılıktır. Her ne kadar toprak ağaları, büyük tüccar ve sanayicilerin çıkarlarını koruyan ve devam ettiren bir baskı rejimi ise de, bu, ancak üstün ırk saydığı “kandaşları” içindir. Ayrı ırklardan olan toprak ağalarını, sanayici ve tüccarları korkunç bir şekilde tasfiye eder; onların yerine kendi soyundan olanları getirir. Antikapitalist cereyanı “yabancılar” ve “Yahudiler” aleyhine yöneltir. Kapitalizme karşı olan düşmanlık duygularını “Yahudi”lerin ve diğer  “azınlık”ların şahsında toplar. Diğer etnik grupları baskı rejiminde eritmek, yok etmek için akla gelebilecek en feci metotları uygular.

            Faşistler iktidara gelince ilk iş olarak bütün demokratik kurumlar ve onların vatandaşlara sağladığı hak ve hürriyetler ortadan kaldırılır.

            Demokratik rejime son verilir. Halkçı, ilerici bütün akımlar korkunç bir şekilde insafsızca boğulur. 

            Muhalefetteki siyasi partiler ve dernekler kapatılır. Basın hürriyeti yok edilir. Gazete çıkarmak ve toplantı yapmak izne bağlanır. Hiçbir muhalefete, tenkide ve itiraza yer verilmez.

            Sendikalar kapatılır, grev ve toplu sözleşme hakları kaldırılır. Bütün çalışanlar devlet eliyle düzenlenmiş sendika ve korporasyonlara katılma zorunda bırakılır. 

            Çalışma hayatı, aile hayatı, dini ve fikri inançlar, ferdin her yönden tüm hayatı devletin sıkı denetimine bağlanır. Ferdi bütün hak ve hürriyetler ortadan kaldırılarak ülke kara bir cehenneme çevrilir. 

            “Ferdin menfaatini, milletin yüksek menfaatlerine tabi tutmak “  gibi yaldızlı sloganların perdesi altında, gerçekte, halkın menfaatlerini, toprak ağalarının, büyük sanayici ve tüccarların menfaatlerine tabi tutar. 

            Muhalefette iken söz verdiği toprak reformunun yapılması şöyle dursun, az toprağı olan köylünün bu toprakları da elinden gider; toprak ağalarının büyük çiftliklerine katılır.  Topraksız çiftçi sayısı giderek artar; hayat seviyesi daha da düşer. 

            Halkın gözünü içteki ekonomik buhrandan, işsizlikten, sefaletten başka yana çevirmek için birtakım  mitoslar yaratır. Kamuoyuna, güçlüklerin sorumluları olarak komünistleri, azınlıkları, Yahudileri, dış düşmanları gösterir. 

            Azınlıkları yok etmek, eritmek için kitle halinde sürer, öldürür, malları alınır, topraklarına egemen ırktan olanlar yerleştirilir. Dilleri, kültürleri ortadan kaldırılmaya çalışılır. 

            Genç milisler tarafından  “komünist avı”  adı altında bütün ilericileri, bu arada bunlarla ilgisi olmayan birçoklarını da sorgusuz sualsiz kurşuna dizdirir. 

            Sosyal ve ekonomik yapıda temel değişikliklere gitmez. Ancak aldatıcı ve istismarı pekiştirici biçim değişiklikleri yapar. 

            Faşizm, demokratik kuvvetlerin parçalandığı dönemlerde gelişir.  Demokratik kuvvetlerin birliğinden doğan büyük güç, onun için aşılmaz bir engeldir.

            Demokratik kuvvetler arasında ayrılıkların bulunması doğaldır. Fakat bu ayrılıklar hepsi için ortak olan faşist tehlike karşısında bir yana bırakılmaz, çekişmeler artar, düşmanlıklara vardırılırsa, korkunç faşizm devi zayıflayan bu kuvvetleri bir silindir gibi ezip geçer, yok eder. Faşizm düşmanlarının tehlike karşısında işbirliği yapmamaları ve çekişmeleri, onlar için feci bir sonuç yaratır. 

            Faşistler de, sendikaları, işçi partilerini, emekçilerin haklarını savunan ilerici diğer kurumları dejenere etmek, bölüp parçalamak için çeşitli metotlar kullanırlar. Bu kuvvetlerin işbirliğinden doğan ve demokratik rejimin teminatı olan büyük gücü bölerek zayıflatmaya, böylelikle faşist idarenin kurulmasına uygun bir ortam hazırlamaya çalışırlar. Bunda başarı sağladıkları ölçüde iktidara yaklaşırlar. 

            Demokratik kuvvetler, bu oyunlara karşı uyanık olmalı, antifaşist cephenin güçlü olmasına çalışmalıdırlar. 

            Faşist bir rejim kurulmadan da faşist güçler, demokratik düzen içinde iktidarları etkileyerek, onları bazı alanlarda faşist davranışlara sürükleyebilirler.  

            Yukarıda açıklandığı gibi faşizm, emperyalist güçlerle onların ağa-komprador işbirlikçilerinin halkı daha iyi sömürmek ve sosyalist gelişmeye engel olmak için devlet iktidarını tekellerine aidıkları politik düzendir.

            Bu gerici ve sağcı burjuva diktatörlüğü, iktidarı süresince geniş tahribat yapar. Bu tahribata engel olmak ve emperyalizmle savaşta başarıya ulaşmak için, herşeyden önce, içteki ve dıştaki faşist güçlerin ortadan kaldırılması, iktidarı etkileyecek bir baskı grubu olmasına bile fırsat verilmemesi gerekir. 

  Abdulkadir Yıldırım  (Mehmet Ali Aslan)

( YENİ  AKIŞ  Kasım 1966  Sayı 4 )

Kürt Trajedisi

           “Kadın, çocuk ve bebeler dahil herkesi, bölgedeki bütün köylerin halkını, binlerce insanı, Zilan deresine doldurdular. Etraflarını makinalı tüfeklerle çevirdiler. Makinalı tüfeklerin başında bizler, yani erler vardı. Ellerimiz tetikteydi ve namlular topluluğa dönüktü. Bizim arkamızda erbaşlar sıralanmıştı. Elleri tüfeklerin tetiğinde namluyu bize yöneltmişlerdi. Onların arkasında, üçüncü sırada subaylar tabancaların namlusuna mermiyi sürmüş bekliyorlardı.

            Biz ateş etmesek erbaşlar bizi vuracaklardı. Onlar bizi vurmazsa subaylar onları ve bizi vuracaklardı.

     Tetiğe bastık. Binlerce mermi deredeki insan topluluğunun üzerine ateş kustu. Kadınların,çocukların, yaşlı, genç erkeklerin korkunç çığlıkları dereyi sardı. Bir süre sonra çığlıklar iniltiye dönüştü. Ve sonra iniltiler de kesildi. Yaşlı ve genç erkeklerin yanında, binlerce kadının, çocuğun, kundaktaki bebeklerin cesetleri bir kan gölü içinde bırakıldı. Kurda, kuşa yem edildi. Bir süre sonra cesetler koktu, çürümeye terk edildi.” 

            Bunlar Kürtlerdi. Kürt kadınları, Kürt çocukları, Kürt bebekleri, genç, yaşlı Kürt insanıydılar. 

            Toplu kıyıma sahne olan Zilan Deresi, Van’ın Erciş ilçesinin 20 km. kuzeyindedir. Bunları anlatan, bu toplu kıyıma katılan erlerden biriydi. Cesetler arasında baygın yattıkları için öldürülmekten kurtulan yaralılar da bu trajediyi yıllarca anlatıp durdular. Halk arasında yakılan ağıtlar, halen ilk günkü duygusallığıyla söylenip dinlenir.

            16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesi bu haberi,

            “ZEYLAN  HAREKATINDA  İMHA EDİLENLER  15.000’DEN  FAZLADIR” başlığıyla veriyordu.

            Haber metninde ise “Zilan deresi lebalep (ağzına kadar) ecsat (cesetler) ile dolmuştur” deniliyordu.

            Devletin tedip ve tenkil hareketi sonucunda, 1930 Eylül’ünde,Zilan Deresi bölgesinde hiçbir insan kalmadı.Köyler ve yayladaki yerleşim yerleri yakılıp yıkıldı. Zilan Deresi, askeri yasak bölge  olarak ilan edildi. Bir süre sonra da Devlet Üretme Çiftliği kuruldu.

            Peki, sonra ne oldu? 

            Toplu kıyımla hiçbir canlının bırakılmadığı bu bölgeye, Afganistan’dan soydaşlar, yani Türkler  getirilip yerleştirildi.

            Soydaşlığın vatandaşlıktan daha üstün bir statü olarak kabul edildiği ve bu anlayışın her alandaki resmi uygulamalara yansıdığı ülkemizde, devlet yetkilileri ve kimi aydınlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ırk esasına dayalı bir devlet olmadığını ileri sürüyorlardı. 

            Harp Tarihi Arşivi’nde mevcut belgelerden alınmış olan bazı bilgilerin yer aldığı Türkiye’de Kürt İsyanları (Faik Bulut)  kitabında, Genelkurmay Başkanlığı’nın 1 Temmuz 1930 tarihli emrine de yer verilmiş.  Genelkurmay Başkanlığı, “Ayaklanma sahasındaki köylerden, ayaklananlara katılmış olanların tamamı yakılacaktır.”  emrini veriyor.  

            Genelkurmay Başkanlığı’nın 3 Ağustos 1930’da yayınladığı emirde, “.. halka ayaklananların mutlaka cezalandırılacağı kanısını vermek için Oramar olayına katılan köylerin ve yayladaki aşiretlerin tespiti ile bunların hava kuvvetleri ile bombardıman ettirilmesi gerekir” deniliyor.

            Bu belgelerde,

            “2 Temmuz 1930’da, kolordu bölgesinde şu hareket ve faaliyetler olmakta idi: Kaymaz, Haçan, Kölesor, Çilli ve Osmanlı köyleri havadan bombalanmış; Patnos bölgesinde ayaklananlara katılan köyler bomba ve makineli tüfek ateşi altına alınmış.”  olduğu yazılıdır. 

            Bu köylerde kadın, çocuk, yaşlı, genç ayrımı yapılmadan toplu bir kıyıma girişilmiştir.Köyler ve yaylalardaki yerleşim yerleri yakılmış ve tahrip edilmiştir. 

            Bu, sadece Zilan ve Ağrı bölgelerinde olmadı. Başta Dersim olmak üzere, diğer bölgelerde daha büyük boyutlarda toplu kıyımlar meydana geldi. 

            O dönemin iktidarına göre “isyan mıntıkasında işlenen fiiller suç sayılmaz” dı. 

            Bölge “serbest atış alanı”ydı.  20 Temmuz 1931 tarih ve 1850 Sayılı Kanunla bu teyit edilmişti. 

            Dünyada, insan hakları ve demokrasi alanında büyük gelişmeler yaşanırken, Kürtlerin durumunda önemli değişiklikler olmadı. Yine kimlikleri inkar edildi, yine aynı baskılar sürdürüldü. Kürtler ve Kürtlerle ilgili düşünceler susturuldu.Aydınlar, gençler ve halktan insanlar tutuklandılar, korkunç işkencelere uğradılar. 

            12 Mart askeri darbesinin öncesinde, köylüler çırılçıplak soyulup, köy meydanlarında, kadınların, çocukların gözleri önünde dövülüyorlardı.

            Bu onur kırıcı olaylara tanık olan o günün çocukları, 12 Eylül askeri darbesi döneminde feci işkencelerin kurbanı oldular. Öldürülenlerin, yakılanların ve intihar ettiği ileri sürülenlerin sayısı büyük boyutlara ulaştı. Yeni bir Kürt ayaklanmasının ortamı yaratıldı. Kürt gençleri bu uygun ortama doğru itildiler. 

            Legal politik mücadele alanı tamamen yok edilip, insanlar işkenceyle, zulümle susturulmaya çalışılınca, gençler silahı alıp dağa çıktılar. 1938’de Dersim’de susan silahlar, 1980 sonrası yeniden konuşmaya başladı.

            Hem Kürtler ve hem de Türk Halkı bakımından  savaşın bilançosu çok ağır oldu. 

            Onbinlerce insan öldü, yaralandı, sakat kaldı.

            Binlerce Kürt faili meçhullere kurban gitti.

            Binlerce köy yakıldı, milyonlarca Kürt insanı göçe mecbur edildi; büyük kentlerin varoşlarında yoksulluğa ve sefalete mahkum edildiler. 

            Eğitimde de büyük kayıplar oldu. Bir kuşağın önemli kesimi alfabeyi bile tanımadı. Okuma olanağını bulan kesimin ise üniversite girişinde yolu tıkandı. Yetersiz bir lise eğitimi, bu gençlere, bunalıma düşme tehlikesinden başka bir şey sağlamadı.

            Türkiye’ye egemen olan güç “düşük yoğunluklu bir savaşı” çıkarma başarısını göstermişti.

            İç savaşın yaşandığı, sıkıyönetimin ve olağanüstü halin süreklilik kazandığı bir ülkede, Devlet içe kapanır. Halkın ve meşru denetim kurumlarının denetiminden uzaklaşır. Kendi içinde illegal gruplar, merkezi yapıdan bağımsız güçler oluşur. Zamanla bunlar ya mafya gruplarıyla ortaklık kurarlar ya da mafyalaşırlar.

            Bugün Türkiye IMF tarafından yönetiliyor ve bir Ortadoğu ülkesi olmaya doğru hızla sürükleniyorsa, bunun nedenleri Kürt politikalarında ve iç savaşın her alanda yarattığı tahribatta aranmalıdır. 

            Ama bütün bunlardan sorumlu olanlar, işin kolayını buldular. Bütün suçu bir tek kişiye, Abdullah Öcalan’a yükleyip kendilerini “temize” çıkardılar.  

            Son dönemde, Irak’a silahlı müdahale, dünyanın ve Türkiye’nin gündeminde yer aldı.

            Dünya, bu müdahalenin yol açacağı gelişmeleri tartıştı. Özellikle, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında, anlaşmazlıkların çözümünde ve yeni bir dünya düzenin oluşmasında, güç mantığına ve gücün yasalarına karşı hukukun gücünü, insani ve demokratik değerleri egemen kılmanın yolları arandı.

            Türkiye’de durum farklı oldu. Konuşmaların, tartışmaların ve politikaların merkezine tek bir unsur yerleştirildi. Kürtler. Her şey buna bağlı olarak değerlendirildi.

            Türk medyasının, aydınlarının yönetici kadrolarının önemli kesimi, Kürtlerin gündeme geldiği her dönemde olduğu gibi, bu son dönemde de milliyetçi histeriye kapıldılar. Kürtleri aşağıladılar, hakaret ettiler, tehdit ettiler. 20 milyona yakın Türkiye Kürdünün gözlerinin içine baka baka bu aşağılık ve mide bulandırıcı kampanyayı sürdürdüler ve sürdürmekte devam ediyorlar. 

            Yüzyıllar öncesi akınların özlem ve heyecanıyla Irak Kürdistanı’na doğru bir akına hazırlandılar. Bu akın için gösterilen gerekçeler, dünya kamuoyu tarafından mantıksız, haksız ve hukuka aykırı bulundu. Milliyetçi şartlanmaların ve önyargıların yarattığı zihin körlüğü, bu değerlendirmelerin anlamını kavramalarını engelledi, iddialarında hala israr ediyorlar. 

            Yukarıda Türkiye’deki Kürtlerin durumunu boşuna anlatmadık. Kendi Kürtlerine bunları reva gören bir iktidar gücü, dış Kürtlere kimbilir ne yapar?

            Dışişleri Bakanı bir diplomat zarafetiyle bunu güzel açıkladı. Irak’a girip Kürtlere haddini bildireceklermiş.

            “Zarif bir diplomat” bunu söylerse, Kürtlerin, Türkiye Cumhuriyeti için  çok büyük  bir tehlike olduğuna inandırılan bir özel tim mensubu ne yapar,  varın siz düşünün. 

            Irak Kürdistanı’nın tarihi, diktatörlere ve zalim yönetimlere karşı başkaldırının ve savaşın da tarihidir. Saddam bunların en acımasızı, en gaddarıydı. Saldırgan tutumuyla hem içte hem dışta büyük katliamlara ve yıkımlara imza attı.

            1980’lerde İran’a saldırdı. Sekiz yıllık savaşta bir milyondan fazla insan öldü. Milyonlarca insan yaralandı, sakat kaldı. Savaşın her iki ülkeye verdiği zarar 400 milyar doları aştı.

            İran birliklerine karşı kimyasal silahlar kullandı. Sivil hedeflere ve kentlere hava akınları düzenledi. Bu şekilde savaş suçu da işledi.

            1988’de Kürtlerin yaşadığı Halepçe ve çevresine kimyasal bombalar attı. Sivil halk neye uğradığını şaşırdı. Kaçamadı, korunamadı. Çocuklar oynarken,analar bebelerini emzirirken öldüler. Sokaklar çocukların, kadınların, genç, yaşlı sivil halkın cesetleriyle doldu. Hiçbir canlı kalmadı.

            O bununla yetinmedi. 180 binden fazla Kürdü ve onbinlerce Şii Arap’ı yok etti. 

            Bütün bu cinayetlerin faili Saddam ve yakın çevresiydi. Hitler’in ruhu, Saddamın bedeninde ortaya çıkmıştı. O Ortadoğu’nun Hitler’iydi.

            Dünyanın buna karşı çıkması, onu ve yakın çevresini, işledikleri insanlık suçundan dolayı yargılayıp cezalandırması gerekirdi. 1990 öncesinin hesabı, ancak 2003’te görülebiliyor. 

            Her ülkenin ve halkın bu olaya bakışı, ABD ve Ortadoğu bölgesiyle olan ilişkilerine göre farklı olacaktır. ABD’nin dış politikasını, müdahaledeki gerçek amaçlarını ve niyetlerini herkes farklı açıdan tartışacaktır. 

            Kürtlerin durumu çok özeldir.  Şayet ABD ve İngiltere’nin koruma şemsiyesi olmasaydı, Saddam ve bazı bölge devletlerinin sandviç operasyonuyla,Kürtler toplu olarak imha edilmiş olacaklardı. 

            Can güvenliği olmayan bir toplumun, kendisini tehditlerden koruyan bir güce bakışı, elbetteki diğerlerinden farklı olacaktır.  

            Komşu ülkelerin tanklarının, toplarının ve tüfeklerinin namluları Kürtlere dönüktür. Bu namluların hedefinde Kürt çocukları, Kürt kadınları, Kürt insanı vardır. Güneyde ise Saddam’ın ölüm kusan savaş makinalarına ve kimyevi silahlarına hedef olmuşlardı.Yalnızdılar, kendilerine yardım edebilecek hiçbir etkili güç yoktu. 

            Tarihte ilk kez bir ordu, onları öldürmeye değil, korumaya geliyordu. İlk kez uçaklardan, helikopterlerden ölüm kusan bombalar, zehirli gazlar atılmıyor, onlara dost eli uzatan yabancılar iniyorlardı. 

            Onlar, ABD müdahalesini, eli kanlı diktatörden  ve rejiminden kurtuluş hareketi, komşu ülkelerin kendilerine yönelik namlularına karşı bir güvence olarak kabul ettiler.

            Komşu devletler, Kürtlere seçenek bırakmamışlardı. Kürtler, ABD’nin yanında olmak zorundaydılar.

            

            F i l   o r m a n a   g i r d i  

           Ortadoğu’da hiçbir devlet, bir hukuk devleti olamadı. Bölgede gücün mantığı ve yasaları geçerliliklerini sürdürüyor. Yani Orman Kanunu uygulanıyor.

            İşte ABD, hukukun uygulanmadığı bu bölgeye müdahale etti. Fil ormana girdi, bütün heybeti ve dehşetiyle. Kurtların, çakalların, ayıların… egemen oldukları, bir çok türleri yoketmeye çalıştıkları ve doğal dengeyi bozdukları ormana girdi.

            Irak’taki caniler grubu dağıldı, kaçtı. Diğerleri korkmuş ve sinmiş olarak bekliyorlar. Fil ne yapacak?

            Ormandaki diğer unsurlar da bir beklenti içinde. Fil doğal dengeyi tesis edecek mi? Kendilerini kurtların, çakalların, ayıların… saldırılarından koruyacak mı?  

             

            G i d e r a y a k    S a d d a m’a   s a y g ı l a r ı n ı   s u n d u l a r

            Irak’a müdahale döneminde ve öncesinde yaşanan olaylar, Türkiye’nin entelektüel ve yönetim  kapasitelerini gözler önüne serdi. İktidarın ve iktidar alternatifi ana muhalefetin Türkiye’yi yönetme ehliyetine sahip olmadığı görüldü. Birkaç istisnayla, anlı şanlı emekli generaller, büyükelçiler, aydınlar ekranlarda ve gazete sayfalarında boy gösterdiler. Çağdışı milliyetçi kalıpların dışına çıkamadılar. Kendi alanlarında bile ne kadar yetersiz ve dünyadaki gelişmelerin dışında kaldıklarını kamuoyu izledi ve umutsuzluğa kapıldı. Kürt düşmanlığının nasıl zihinleri kör ettiğini, insanları nasıl kin ve nefretin duygusallığına mahkum ettiğini üzülerek gördük. Çıkarları için Saddam’ı doğrudan savunmayı göze alamayanlar, Saddam karşıtlarına saldırarak insani ve demokratik değerlerin ne kadar uzağında bulunduklarını gösterdiler. 

            İktidar, müdahale öncesi, bir bakanını Saddam’ı desteklediğini göstermek için Bağdat’a gönderdi. Saddam’a saygılarını sunup methiyeler dizdiler. Üç kuruşluk çıkarları için her şeyi fedaya hazır “işadamları”, 300 kişilik bir grupla bu saygı duruşunda yer aldılar. Ama bunlar Saddam’ın son günlerini yaşadığının farkında olamayacak kadar cahil ve dünyadaki gelişmelerden kopuktular.

            Şimdi ne yaptıklarını bilmiyorum. Ama ABD firmalarının taşaronluğunu kapmak için ABD yetkililerinin kapısında süründüklerine eminim. 

             

            İ k t i d a r   ABD’yi   a l d a t t ı

            Evet, iktidar ABD’yi aldattı. Tabiri mazur görün, ABD’ye kazık attı.

            Beyaz Saray’a gidip Bush’un yanında süklüm püklüm oturdular. ABD ile birlikte hareket edeceklerine söz verdiler, onları umutlandırdılar. 1. tezkereyle de limanlar, üsler açıldı. Binlerce asker ve binlerce ton malzeme getirildi. Uzun süre oyaladıktan sonra  “2.tezkere kabul edilmedi” dendi. ABD Türkiye’yi apar topar terk etmek zorunda kaldı.

            Bu bir oyundu. Ama basit bir oyun. Çocukların bile itibar etmeyecekleri basit bir oyun. 

            Devletler Hukukunun genel ilkelerinden biri de “ahde vefa”dır. 1.tezkere, 2.tezkerenin kabulünü zorunlu kılıyordu. Devlet olarak verdiğiniz sözü tutmak zorundasınız. Yoksa kimse size güvenmez. Uluslararası ilişkilerde büyük güçlükler yaşarsınız ve itibarınız kalmaz. 

            İktidarın bu davranışı ABD’ye karşı olduğu için değil, Türkiye’nin dışarıda güvenirliliğini tahrip ettiği için önemlidir. Bu, Moritanya’ya  ya da Paraguay’a karşı da olsa, durum değişmezdi.

            Türkiye’nin yapması gereken, daha başlangıçta tavrını net olarak koymaktı. Halkın arzusunu dikkate alarak savaşın dışında kalmalı, ne yabancı silahlı kuvvetlerin  geçişine izin vermeli ve ne de bağımsız bir devlet olan Irak’a girmeyi düşünmeliydi. 

            Bunu yapmayıp söz verdiyse, bu sözün arkasında durmalıydı. 

            Fakat iktidar en kötüsünü yaptı. “Stratejik müttefik” olarak kabul ettiği ABD’yi aldattı, amiyane tabiriyle kazık attı. 

             

            C H P   s a v a ş   t a h r i k ç i l i ğ i   y a p ı y o r 

            CHP savaş tahrikçiliği yapıyor. Savaşa karşı olduğunu söylüyor, ama Ordu’yu Irak’a girmeye kışkırtıyor. Bunun bir Kürt-Türk savaşına yol açacağını, Türkiye’yi dünyanın gözünde işgalci bir devlet konumuna düşüreceğini bilerek yapıyor. CHP’deki Kürt politikacılarla sosyal demokrat olduklarını ileri süren şovenistler de bu tahrikçi politikayı alkışlıyor, Ordu’nun Irak Kürdistanı’na yürümesini, orada savaşmasını istiyorlar.

            Ordu kiminle savaşacak? Saddam’ın zulmünden yeni kurtulan mazlum bir halk ile, Kürtlerle mi savaşacak? Namluları kime doğrultacak? Kürt çocuklarına, Kürt kadınlarına mı? 

            Peki, niçin?

            Kürtler Kerkük ve Musul’a girmesinler diye. Saddam’ın ellerinden alıp Araplara verdiği yerlerine, yurtlarına yerleşmesinler diye. Doğal kaynaklarına sahip olmasınlar diye. 

            Sanki Musul ve Kerkük babalarının çiftliği, petrol kuyuları da çiftliğin mallarıdır. Bunun, başta Kürtler olmak üzere Irak halklarının olduğunu, buna kendilerinin karar vereceklerini unutuyorlar. 

            CHP’ye  ne oluyor? Bir bağımsız devletin içişlerine karışma hakkını kim onlara verdi. “Petrolü kim ele geçirirse geçirsin, yeter ki Kürtler sahiplenmesin” mantığına teslim olmaları, hangi şartlanmaların, hangi önyargıların ve düşmanca duyguların eseridir?

            Sistemle bütünleşen Kürt politikacıları, Baykal’ın, Erdoğan, Gül, Arınç gibi delikanlı takımının arkasında saf tutup, onların Kürt düşmanlığı kokan konuşmalarını alkışlıyorlar. Bu tutum ve davranışlarıyla nereye varacaklarını sanıyorlar? Bu beyler, ne zaman “lanet gelsin dünyanın üçbeş kuruşuna, malına, mevkiine “ deyip, onurun, şerefin her şeyden daha değerli olduğunu kabul edecekler. 

            Kürtleri aşağılayanların, kendilerini de aşağıladıklarını, onların onuruyla da oynadıklarını bilmiyorlar mı? 

             

            T ü r k m e n l e r   b a h a n e ,  a m a ç   K ü r t l e r i   v u r m a k

            İktidar, Türkmenleri bahane ederek  Irak’a müdahale etmeye kalkışıyor.

            Türkmenler de Kürtler gibi Saddam rejiminin kurbanlarıdır. Fakat Kürtler rejime başkaldırarak ağır bedeller ödediler, yüzbinlerce kurban verdiler. Böylelikle hem varlıklarını korudular, hem de örgütlü bir toplum haline geldiler.

            Türkmenler bunu yapmadı ya da yapamadı. Asimilasyon politikalarına direnemediler ve varlıklarını koruyamadılar. Bugün Irak’ta ne kadar Türkmen bulunduğu bilinmiyor. Tek bilinen, Saddam döneminde, Kürdistan’ın Kürtlerin denetiminde bulunan bölgesinde 150.000 Türkmen’in var olduğu ve onların da Kürtlerin sağladığı güvenceyle yaşadığıdır. 

            Irak Türkmenleriyle bağı olmayan ve bu işin ticaretini yapan bir kısım Türkmenlerle, Türkiye’deki bazı çevreler, orada istikrarsızlık yaratıp bundan çıkar sağlamaya çalışıyorlar.

            Türkiye’deki iktidarlar bugüne kadar Türkmenlere sahip çıkmadı. Saddam öncesi ve Saddam döneminde Türkmenlerin varlığı tanınmadı. Böyle bir etnik grubun olmadığı ileri sürüldü. Türkiye, Bağdat Paktı ve CENTO’ya Irak ile birlikte üye iken Türkmen sorununu gündeme getirmedi.

            Ecevit, Saddam’ı ziyaretinde, Türkmenlerden söz edince, Saddam salonu terk etti. Misafiri olan Ecevit’i yalnız bıraktı. Nasıl milliyetçi Ecevit’e göre Türkiye’de Kürt yok idiyse, Arap milliyetçisi Saddam’a göre de Irak’ta Türkmen yoktu. Milliyetçi Ecevit, Saddam’ın kendisine karşı olan bu bağışlanmaz kaba tavrını hoş karşıladı. Çünkü Saddam’ a olan saygısı, Türkmenlere olan sevgisinden daha büyüktü. 

            Ne zaman ki Kürtler kendilerini yönetme ve demokratik bir düzen oluşturma girişiminde bulundular, Türkiye Türkmenleri hatırladı. Neredeki Türkmenleri?  Tabii Kürdistandakileri. Oysa Türkmenlerin büyük kısmı Güney’e sürülmüşlerdi. İktidar, sahip çıkacaksa, öncelikle bunlara sahip çıkmalı ve Saddam’dan hesap sormalıydı. Kürtlerle birlikte yaşayan Türkmenleri kışkırtarak olay yaratmamalı ve onların huzurunu bozmamalıydı. 

            Dün Kürtler, toplu kıyımlarla, zehirli gazlarla yok edilmeye çalışılırken, bu trajediye ses çıkarmayıp Saddam’ın yanında yer alan bir kısım Türkmenler, bugün Türkiye’yi kışkırtıp Kürtlerin üzerine Orduyu gönderirlerse, yarın, nasıl onlarla birlikte,  barış içinde bir arada yaşayabilirler?

            İktidar, medya ve bir kısım aydınlar bir şeyi unutuyor. 

            Anayasa ve hukuk mevzuatımızda, hak ve özgürlüklerin ve de yükümlülüklerin süjesi vatandaşlardır. Anayasanın 10. maddesine göre, “dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”ler. “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler … ya da hrıstiyanlar ve müslümanlar arasında ayrım yapılamaz. Bunlara karşı eşit davranma zorunluluğu,  hukukun genel kurallarının, uluslararası sözleşmelerin ve T.C. Anayasasının gereğidir.

            Orta Asya’dan da gelse, Musul ve Kerküklü de olsa T.C. vatandaşı olmayan bütün Türkler yabancıdır.Devletin, T.C. vatandaşı olmayan Türklere ve Türkmenlere ilgisi, ancak insan haklarının ağır ihlali durumunda sözkonusu olabilir. Bu da başka devletlerin içişlerine karışmama ve soydaşlık anlayışıyla hareket etmeme koşullarına bağlıdır. Onlara gösterilecek ilgi, durumlarını iyileştirmeye yönelik olmalıdır. Bir başka grubun durumunun kötüleşmesine yol açacak müdahaleler, BM Antlaşmasının hükümlerine göre suç teşkil eder. 

            Saddam’ın zulmüne maruz kalan Irak halklarına, ister Arap, ister Kürt, ister Türkmen olsun, ırk ayrımı gözetmeden yardımcı olunabilirdi. Bu yapılmadı.Şimdi bu baskı ve zulümden kurtulan halklardan sadece birine, soydaşlarımızdır diye sadece Türkmenlere sahip çıkılır ve Kürtlere karşı bir baskı unsuru olarak kullanılırsa, ırkçılık, ayrımcılık yapılmış olmaz mı? 

            20 milyona yakın Kürt, T.C.vatandaşıdır. Bunlar Devlete vergi ödüyorlar, askerlik yapıyorlar. T.C. Türkler gibi onların da devletidir. 

            Şimdi siz kalkıp Kürtlerin de ödediği vergilerle alınmış silahlarla ve önemli bir kısmı Kürt olan silahlı kuvvetlerle, T.C. vatandaşları Kürtlerin soydaşları olan Irak Kürtlerinin üzerine yürüyeceksiniz. Kim için? T.C. anayasası ve yasalarına göre yabancı sayılan Türkmenler için. 

            Peki, gerekçe.

            “Onlar bizim soydaşlarımızdır” deniliyor.

            İyi de. Ya Kürtler, T.C. vatandaşı milyonlarca Kürdün soydaşları olan Irak Kürtleri düşman mıdırlar? Onları düşman kabul ediyorsanız, bundan, Türkiye’deki Kürtler’in de düşman kabul edildiği sonucu çıkmaz mı? 

            Bu, ırkçılık değil midir? Bu, ayrımcılık değil midir? Bu, uluslararası sözleşmeler gibi, T.C. Anayasası ve yasalarının da ihlali değil midir ve sonuç olarak suç değil midir? Bu anlayış, Türkiye’yi büyük bir iç çatışma ve kargaşa ortamına sürükleyip bütünlüğünü tehdit etmeyecek midir?

            Şimdi iktidarın bütün kesimlerine, ana muhalefet partisine, medyanın etkin isimlerine soruyoruz.

            Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlık esasına dayalı bir devlet midir? Yoksa soy esasına dayalı bir devlet midir? 

            Şayet soy esasına dayalı bir devlet değilse, Kürt ve Türkmen politikaları nasıl izah edilecektir? 

            

            F e d e r a l   s i s t e m   b i r   z o r u n l u l u k t u r

            Türkiye, Kürtlerin Irak’ta federe veya bağımsız bir devlet kurmasını savaş nedeni sayıyor. Yani Kürtler böyle bir girişimde bulunurlarsa, Türk Silahlı Kuvvetleri Irak kürdistanı’na girecek, bütün kurumlarını ve yönetim birimlerini tahrip edecek, onları yine Arapların sultasında, baskısında ezilen örgütsüz bir toplum haline getirecek. Düşünülen budur.

            Irak bağımsız bir devlettir. T.C. ile beraber Birleşmiş Milletler Örgütü’nün üyesidir. BM Antlaşmasının 2/4. maddesi “Tüm üyeler, uluslar arası ilişkilerinde herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı ya da Birleşmiş Milletlerin amaçlarıyla bağdaşmaz bir başka biçimde güç tehdidinde bulunmaktan ya da güç kullanmaktan kaçınır.”

            Maddede sözü edilen “BM’nin amaçları” arasında (madde 1/2)  “halkların hak eşitliği ve kendi yazgılarını belirlemeleri ilkesine saygı” da vardır.

            Peki, bunu dikkate almayıp “güç tehdidinde” bulunulursa  ne olur? Fazla söze gerek yok. Kuveyti işgal eden Saddam’ın başına gelenler olur. 

            Kürtler bağımsız bir devlet kurmayı düşünmüyorlar. Bunu bir çok kez açıkladılar. 

            Kuşkusuz her insan, her toplum bağımsız olmayı, bağımsız yaşamayı ister. Ancak uluslararası konjonktürün, güç dengelerinin elverişli olmaması, ya da diğer halklarla birlikte yaşamanın menfaatlerine daha uygun olması durumunda bu arzularından vazgeçebilirler. 

            Kürtler de Irak’ta bu nedenlerle bağımsız bir Kürt Devleti kurmayı istememektedirler. Yoksa komşu devletlere ayıp olur diye değil. 

            Kürtlerin istediği federal sistemdir. Federal sistemi istemelerinin nedeni de, bunun dışında hiçbir sistemin Irak’ta halkların barış içinde birlikte yaşamalarını sağlamaya elverişli olmamasındandır. 

            Irak, Osmanlı döneminin, Kürtlerin yaşadığı Musul, Sünni Arapların bulunduğu Bağdat ve Şii Arapların bulunduğu  Basra vilayetlerinden meydana gelmiştir. Bu bölgeler, önemli ölçüde homojen nüfus yapılarına sahiptir. Üç vilayetin arasında güçlü bir entegrasyon sağlanamamıştır. Bu nedenle de merkeziyetçi üniter sistemin uygulanma imkanı yoktur. Merkeziyetçi üniter sistemi uygulama girişimleri Irak’ı yıllarca süren bir iç savaşa sürüklemiştir. Barışı sağlamak için Kürtlere tanınan özerklik de sorunu çözememiş ve savaş devam etmiştir.

            Irak’ın siyaset pratiğinde tek çözümün, bütün toplumların, yerelde kendilerini yönetme, merkezde, ülkeyi birlikte yönetme olarak özetleyeceğimiz federal sistem olduğu görülmüştür. Federal sistemi Kürtler daha fazla yetkiye sahip olmak için istemiyor. Demokratik olduğu ve bunun dışında başka hiçbir çözüm bulunmadığı için istiyor.Bugün bütün demokratik ülkelerde ya bu sistem uygulanıyor ya da buna doğru bir gidiş var.

            ABD’nin belirleyici rol oynadığı Irak’ta federal sistem, ABD’lilerin yaşam tarzına ve mantığına uygundur. Çünkü dünyanın en sağlam federal sistemi ABD’nin eyalet sistemidir. Diğer ülkelerde merkez, federe birimlere bir kısım yetkilerini devrettiği halde, ABD’de eyaletler bir kısım yetkilerini merkeze bırakmışlardır. Yani merkezin yetkileri tahdididir. Bunun dışındaki bütün yetkiler eyaletlerindir.

            Umarız Irak’ta da , daha demokratik olan, barış ve istikrarın sağlanmasında daha etkili olan ABD sistemi örnek alınır.

            Şimdi gelelim BM Antlaşmasının yasakladığı “güç tehdidinde bulunan” iktidarın tutumuna. 

            Bağımsız bir devlet olan Irak’ta, halklar, BM Antlaşması’nın  “hak eşitliği ve kendi yazgılarını belirleme ilkesi”ne uygun olarak federal bir sistemi oluşturmaya çalışıyorlar. Bu sistemin, demokrasinin kurulup gelişmesine en uygun bir yapı, bir çerçeve olduğu da bilinen bir gerçektir. 

            İktidar ve buna destek veren milliyetçi medya ve aydınlar korosu, “siz federal sistemi kabul edemezsiniz, ederseniz gelip dünyayı başınıza yıkarız.” diyorlar. 

            Bu mantığı anlayan beri gelsin. Dünyada bunun bir örneği yoktur. Demokratik bir yapı oluşturuluyor diye “güç tehdidi”yle karşılaşan bir ülke var mıdır? Bu çağda olabilir mi? Gösterin.

 

            K ü r t l e r   d ı ş l a n a r a k   b a r ı ş  t e s i s   e d i l e m e z,  i s t i k r a r  s a ğ l a n a m az

            1.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan düzende, Kürtler denkleme dahil edilmemişti. Bu, hem Kürt trajedisine yol açtı ve hem de Ortadoğu’yu istikrarsızlaştırdı.

            Bugün Kürtlerin denkleme dahil edilmesi bir zorunluluk haline gelmiştir. Kürt sorunu dünyanın gündemindedir. Kürtler önemli bir güç olarak tarih sahnesine çıkarken, bir çok sorunun çözümü de Kürt sorununun çözümüne bağlı duruma gelmiştir. Kürt nüfusunun yoğun olarak bulunduğu hiçbir ülke, Kürt kimliğini kabul etmeden ve eşit bir partner olarak onlarla işbirliği yapmadan, istikrarı, kalkınmayı, demokratikleşmeyi sağlayamayacak ve bütünlüğünü korumada zorlanacaktır. 

  

            N e   y a p m a l ı ?

            Türkiye’de etkili güçler korku üretiyorlar. Korkuları topluma salıyorlar. Bu, bir paranoyaya dönüşüyor ve halk kolaylıkla yönlendirilebiliyor.

            Bunların en önemlisi “bölünme” korkusudur. Bölünme, bir felaket, bir kaos olarak sunuluyor. İnsanlar, sahip oldukları her şeyi kaybedeceklerini sanıyorlar. 

            Bölücülük , vatana ihanet suçu gibi ağır bir suç olarak kabul ediliyor. 

            Türkiye’yi bölecek olanlar da belli. Kürtler.  Kürtler “bölücü” olunca, her Kürt potansiyel suçlu olarak görülüyor. Kürtlerin demokratik hak talepleri, “bölücülük girişimi” olarak suçlanıyor.  “Bölücüler” potansiyel suçlu ve giderek “düşman” olarak tanımlanıyor. Bu anlayışla uygulanan insanlık dışı, hukuk dışı baskılar ve infazlar , Türk toplumunun önemli bir kesimi tarafından meşru olarak kabul ediliyor, tepki doğmuyor. 

            Kamuoyu Irak’ta veya başka bir ülkede şiddete maruz kalan birkaç kadın, çocuk ve sivile (haklı olarak) gözyaşı dökerken, Ortadoğu’da katledilen kadın, çocuk, yaşlı yüzbinlerce Kürdün trajedisine tepkisiz kalıyor; hatta bir kısmı bunu destekler bir tutum takınıyor. 

            Toplumu bir korku çemberine hapsedip istediği gibi yönlendiren etkili güçler, bu korkuların temelsiz ve kendi üretimleri olduğunu biliyorlar. Ama bunu bilinçli şekilde bir iktidar aracı olarak kullanıyorlar. “Düşman” imal ederek ve çatışma ortamı yaratarak, kendi çıkarlarını tehdit edecek bir iktidar alternatifinin oluşmasını engelliyorlar.

            Kürtleri bölücü olarak kabul eden, bölücü tehdit olarak algılayan ve düşman olarak görenler de, iktidarı ve arkasındaki çıkarları savunmuş oluyorlar. 

            Özellikle son 20 yılda Türkiye’de yaşanan demografik yapı değişiminin, Türklerle Kürtleri birlikte yaşamaya mahkum ettiği bir gerçektir. 

            Kürtlerin % 60’ından fazlası Batı’ya göç etmiştir. Şehirlerde, kasabalarda, köylerde yerleşik duruma gelmişlerdir, ayrılmaları da mümkün değildir.

            Batı’nın gelişmesinde, alt yapısında Kürtlerin de alınteri ve büyük emeği vardır. Bunları terk edip gitmek istemiyorlar.

            Büyük ölçüde yüzleri Batı’ya (Avrupa) dönük olan Kürtler, Doğu’ya hapsolup kendilerine dost olmayan komşu devletlerin kuşatmasında yaşamak istemiyorlar.

            Türkler de Doğu’dan ayrılsalar bile,  kendileriyle beraber yaşayan Batılı Kürtler nedeniyle Kürt Sorunu’ndan kurtulamayacaklardır. 

            O zaman tek bir yol kalıyor. Kürtlerle Türklerin birlikte yaşamaya mahkumiyetini, gönüllü ve mutlu bir birlikteliğe dönüştürmek. Bu da demokratik bir düzen kurmakla mümkün olur.

            İktidara egemen olan güç, Türkiye’nin demokratikleşmesine karşıdır. Milliyetçi şartlanmaları ve önyargıları pekiştirerek çağdışı düzenin ve kurumlarının devamını sağlamaya çalışıyor. Türkiye’nin AB ile bütünleşmesini istemiyor. Bunu açıkça ifade edemediği için de Kıbrıs ve Kürt sorunlarının çözümünü engelleyerek bu amaca ulaşacağını biliyor

            Milliyetçi ideeolojinin egemen olduğu iktidar ve ana muhalefet çevreleri, Türkiye’yi yabancı devletlere müdahale gibi, hukuk dışı tehlikeli maceralara bile sürüklemek istiyorlar.

            Bunlar bir soygun düzeni kurdular, ülkeyi soydular ve insanları kuru ekmeğe muhtaç hale getirdiler. 

            Buna “dur!” denilmeli.Bu ülke bizim. Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Rum’u, Ermeni’si, Müslüman’ı, Hrıstiyan’ı, Yahudi’si, Şii’si, Sünni’si, Alevi’si ile hepimizin.

            Milliyetçi ve dinsel sloganlarla halkı sindirmeye çalışan, bayrağı soygunların, hırsızlıkların örtüsü olarak kullanan, ülkemizin gelişmesini ve uygar dünya ile bütünleşmesini engelleyen bu grubun elinden iktidar gücünü alamayacak mıyız? Devleti ve ülkenin siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik kurumlarını, bunların egemenliğinden kurtarıp, halk olarak sahiplenemeyecek miyiz? Bir küçük azınlığın, bizim gibi 60 milyonluk bir toplumu, totaliter bir anlayışla yönetmesine son vermeyecek miyiz? Kendimizi yönetme ve geleceğimize karar verme hakkımızı kullanmayacak mıyız? Toplumumuz ne zaman, değişimin ve gelişimin önündeki en büyük engel olan  milliyetçi ideolojinin şartlanmalarından ve önyargılarından kurtulup evrensel insani ve demokratik değerleri benimseyecek ve bunlar, yaşamın ve oluşturulacak düzenin temel değerleri olacak? 

            Sorular çoğaltılabilir ve bunların yanıtları da belli.

            Dünya değişiyor. Türkiye de değişecek. Türkiye, değişen bir dünyanın içinde değişmeyen bir ada, bir ortaçağ ucubesi olarak kalamaz. 

            Elbette bu, sadece dış dinamiklerle de gerçekleşebilir. Ama nasıl ve ne zaman? 

            Oysa kendi iç dinamiklerimizle, irademizle değişimi hızlandırmalı ve yönlendirmeliyiz. Demokratik ve adil bir refah düzeni kurmalıyız. Hep birlikte ve kardeşçe.

            Sizlerden beklediğimiz şu sorunun yanıtıdır.

            Ne yapmalı? 

            

           19.04.2003                                                                    Mehmet Ali Aslan

Dünyada ve Türkiye’de Sosyalizmin Geleceği

 “1995 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde SOSYALİSTLER TARTIŞIYOR başlığıyla bir yazı dizisi yayınlandı.Sevim Ertemur’un Mehmet Ali Aslan ile yaptığı söyleşinin büyük bölümü Cumhuriyet Gazetesi’nin 5,6,7 Ağustos 1995 tarihli sayılarında yer aldı.“

Sorular : Sevim Ertemur

Cevaplar : Mehmet Ali Aslan

 

Dünyada sosyalizmin geleceğini, 2000’li yıllardaki durumunu nasıl görüyorsunuz?

 

Sosyalizmi, sosyal gelişmenin kapitalizmden sonraki doğal ve zorunlu bir aşması olarak görmüyor muyuz? Kuşkusuz, evet.

Peki. Kapitalizm ne zaman sona erecek. Bunun da yanıtı belli.

Kapitalizmin büyük krize girdiği, kendini yeniden üretemez, bu krizi aşamaz ve toplumun ihtiyaçlarına cevap veremez duruma geldiği zaman.

Olayın başka yönleri de var.

Sosyalizm sadece artı değeri kaldıran bir ekonomik düzen değildir. Sosyalizm bir dünya görüşü, farklı bir değerler sistemi ve bir yaşam biçimidir.

İnsanların düşüncesinde kapitalist sistemin meşruluğunu yitirmeye başlaması ve sosyalist değerlerin meşruluğunun kabulüyle sosyalizm gelir.

Kıt kaynaklar ve geri teknolojiye dayanan kısıtlı üretimle sosyalist düzen kurulamaz. Sosyalizm ancak üretim teknolojisinin çok ileri bir düzeye ulaştığı bir toplumda gerçekleşebilir.

Gerçekçi olalım. Bugün, kapitalizm içine düştüğü krizleri aşacak ve kendisini yeniden üretecek durumdadır. İnsanların zihninde meşruiyetini sürdürüyor. Bir kısım ülkeler bilgi toplumu aşamasına gelmekle beraber, dünyanın büyük kesimi sosyalizmin ekonomik altyapısını oluşturacak teknolojik düzeyin çok gerisinde.

Kapitalizmin, toplumun ihtiyaçlarına cevap veremez duruma gelmesi, insan düşüncesinde ve toplum vicdanında meşruiyetini yitirmesi, elverişli ekonomik altyapıyı oluşturacak teknolojik gelişmenin yaygınlaşması zaman alacaktır. Bu zaman süresini saptamak olanaksız. Ama kısa vadede yani 2000’li yıllarda olmayacağı kesin.

Bir başka kesinlik daha var. O da sosyalizmin er veya geç gerçekleşeceğidir. Bu, belki bizim öngördüğümüz düzenin aynısı olmayabilir. Ama kabul ettiğimiz sosyalist değerlere uygun olacaktır.

Tarihte çeşitli sınıfların iktidarı görülür. Bunların ortak özelliği, iktidarda olan sınıfın kendi yararı doğrultusunda toplumu değiştirmesi ve düzenlemesidir.

İşçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizmi diğerlerinden ayıran özellik, sadece kendi sınıfının kurtuluşunu değil, bütün insanların, genel olarak insanlığın kurtuluşunu sağlayacağıdır.

İnsanlığın gelişme düzeyi yükseldikçe, evrensel yararı temsileden sosyalizmin gerçekleşmesi de kaçınılmaz olacaktır. Çok ileri bir bilinç ve kültür düzeyine erişmiş toplumlar, sınıf yararlarını temsil eden, her alandaki eşitsizlikleri meşru sayan bir düzende yaşamayı reddedeceklerdir.

 

“Sosyalizm çöktü” savlarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

 

Tarihte hiçbir zaman sosyalist bir düzen kurulmadı ki sosyalizm çöksün. Gerçekleşmeyen, yaşama geçirilmeyen  bir düzenin çöküşünden söz edilemez.

Sosyalist olduklarını ileri süren devletler vardı. Halende var. Bunlar totaliter, bürokratik merkeziyetçi düzenlerdir. Demokrasiyi de, sosyalizmi de kuracak olan özgür insandır, eleştiren insandır, düşünen insandır, haksızlığa karşı tepki gösteren insandır. Oysa bu düzenlerde, iktidarda işçi sınıfı yoktur, emekçi halk kitleleri yoktur. Yönetici kadroların dışındaki insanların karalara katılımı olmadığı gibi eleştirme haklarını kullanmaları da risklidir. Merkeziyetçi iktidarın kararlarına itaat etmekle yükümlüdürler. Sosyalizmin temel unsurlarından biri olan demokrasiden yoksun bu düzenler, sosyalist olmadıkları gibi olabilme yeteneğine de sahip değillerdir.

Ama sosyalizmin varlığı bizim isteğimize bağlı değil. İnsanlığın tarihsel gelişiminin varacağı zorunlu ve ileri bir aşama. Bu, toplumsal gelişmenin dinamiğinde yaşıyor.

 

 

Dünyada, son yıllarda sosyalizmin alternatifi olarak milliyetçilik ile köktendinciliğin gelişip güçlenmesi konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Sosyalizm, toplumun birleştirici harcı olan bir değer. Bu değer geçerliliğini koruduğu sürece, bununla çelişen diğer toplumsal bağların, değerlerin etkinliği görülmez. Ne zaman ki sosyalizm veya benzer evrensel nitelikteki değerler geçerliliklerini, etkinliklerini yitirirlerse, toplum dinsel veya milliyetçilik gibi değerlere sarılır. Bunlar ise ayırımcılığı, nefreti, düşmanlığı ve savaşı getirir.

Sovyetler Birliğinin ve Yugoslavya Federasyonunun dağılmalarından sonra meydana gelen olaylar bunun tipik örnekleridir. Bu düzenler, gerçekten sosyalist olmasalar da, çeşitli uluslar, etnik gruplar, dinler, inançlar sosyalist üst kimliğinde birleşerek, birlikte yaşamayı sürdürüyorlardı. Sosyalist üst kimlikten ve sosyalist değerlerden kopuş, onları milli ve dinsel kimliklerine sarılmaya itti. Yıllardır unuttukları etnik ve dinsel nefreti, düşmanlıkları hatırladılar. Ne yazık ki ülkelerini kan gölüne çevirdiler. Bizler, etnik ve dinsel anlam içermeyen, birleştirici nitelikte bir üst kimliğin yaşamsal önemini unutmamalıyız.

 

“Sosyalizm halk içindir…” O halde Türkiye’de niçin halk son yıllarda sosyalist partiler yerine uç sağ partilere yöneldiler?

 

Sosyalizm, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla dünya ölçüsünde itibar kaybına uğradı. Sovyet modelinin başarısızlığı, sosyalizmin başarısızlığı olarak algılandı. Türkiye’de ayrıca sosyalist partiler ve gruplar, Türkiye’nin sorunlarına gerçekçi, doğru ve uygulanabilir çözümler üretemediler. Halka umut veremediler. Yaşamdan ve toplumdan kopuk olarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar.

Toplumu bir arada tutacak evrensel değerlerin etkinliği de yok. Türkiye bir iç savaşı yaşıyor. Siyasal, ekonomik, kültürel ve moral krizleri aşamıyor. Baskıdan, yoksulluktan, işsizlikten bunalan halk, umudu dinsel ve milliyetçi değerlere sarılmakta buluyor. Medyanın önemli kesimi de halkı bu yönde etkiliyor. Sosyalistler umut olmaktan, seçenek olmaktan uzak. Bu nedenle halk, milliyetçi ve dinsel partilere yöneliyor. Bu partilerin güçlü parasal kaynakları ve bunları etkin kullanma yöntemleri de önemli bir unsur olarak rol oynuyor.

 

Türk solunun geçmişteki hataları nelerdir?

 

Türkiye, etnik, dinsel ve kültürel bakımdan çoğulcu bir yapıya sahip. Sosyalizm, bu kimlikleri kabul eden, kendilerine gelişme olanağı sağlayan bir sitem. Ama etnik çoğulculuğun olduğu bir toplumda, sosyalistlerin, hareketi bu alt kimliklerden biriyle tamamlamamaları gerekir. Çünkü bu diğer etnik grupları dışlar. Özellikle Türkiye gibi sorunların çözümünün bu etnik grupların gönüllü beraberliğine bağlı olduğu bir toplumda, bu daha da önemlidir. Etnik tanımlama milliyetçiliği getirir. Milliyetçiliğin olduğu yerde sosyalizm olmaz. Bu nedenle “Türk solu”, “Türk sosyalist hareketi” değil, “Türkiye solu”, “Türkiye sosyalist hareketi” kavramları kullanılmalı.

Temel hata bu tanımlamadan doğdu. Sol evrensel olamadı. Milliyetçi unsurlardan, anlayışlardan arınamadı.

Asker-sivil bürokrasi ile tekelci sermaye iktidarının karşısında yer aldı. Ezildi, işkence gördü, zulme uğradı. Ama farkında olmadan, karşısında olduğu sisteme çoğu kez destek sağladı. Bu da milliyetçilikten kaynaklandı.

TİP hareketi dışında, sosyalistler Türkiye sosyalistleri olamadılar. Küba’nın, Çin’in, Sovyetler Birliği’nin, Angola’nın, Vietnam’ın… sorunlarını tartıştılar. Bunlar için yazdılar, çizdiler, üzüldüler, büyük kavgalara girdiler. Ama Türkiye sorunlarına ciddi olarak eğilenlerin, çözüm üretenlerin sayısı çok az oldu.

Korktular. Hem de çok korktular. Zindanlardan, işkencelerden, ölümden, işsizlikten, yoksulluktan değil. Kendilerine, “revizyonist”, “sosyalizmden saptı”… suçlamalarının yöneltilmesinden korktular. Özgür düşünemediler. Yanlış olduğunun farkına vardıklarında bile kalıplara ve modellere bağlı kaldılar. Bir inanç sistemi gibi.

Bu nedenle de alternatif politikalar üretemediler. Sorunlara çözümler getiremediler. Sosyalistlerin emekçi halk kitlelerine ulaştırabildikleri ve destek sağlayabildikleri ciddi, ülke gerçeklerine ve koşullarına uygun bir programları olmadı. Genel ilkeler ve genel nitelemelerle yetinildi. Hep muhalif oldular. Hep eleştirdiler. Ama iktidarda olma arzu ve iradesine sahip olmadılar. Liste uzayabilir…

 

Türk solu önümüzdeki dönemde gelişmek, güçlenmek için nasıl bir strateji uygulamalı?

 

Türk solu değil Türkiye solu diyeceğim.

Solun önemli iki kesimi var. Sosyalistler ve sosyal demokratlar.

Avrupa’daki sosyal demokrat hareketlerin kökeninde hümanist felsefe, Hristiyanlık değerleri, işçi hareketleri ve Maksist öğreti vardır.

Hristiyanlık, uygarlık düzeyi yüksek toplumlarda yaygınlaştığı ve bu toplumlarda sosyal örgütlenme ve kurumlar gelişmiş olduğu için bir inanç ve ahlaksal değerler sistemi yaratmakla sınırlı kalmış, toplumu yeniden örgütleme iddiasında bulunmamıştır.

İslam dini ise geri bir toplumda, Arap yarımadasında gelişip yaygınlaştığı için toplumu yeniden örgütlemek ve sadece “uhrevî” değil “dünyevî” ilişkileri de düzenlemek ve değişmez kurallara bağlamak durumunda kalmıştır.

Her iki dinin de savundukları ahlaksal değerler evrenseldir. Bu değerler, sosyalist değerlere yakındır. Ama İslamı siyasallaştıran güç odaklarının menfaatlerine ve tercihlerine uygun olarak siyasal İslam, sermayenin yanında yer almış, işçi hareketlerine ve sola karşı çıkmıştır.

Türkiye, kökeni ittihat ve terakkiye dayanan, çoğu dönemlerde şovenliğe kaymış milliyetçi hareketlerin ve totaliter devlet görüşlerinin baskısında hümanist felsefenin etkilerine uzak kalmıştır.

Türkiye’nin işçi hareketleri tarihi ise Avrupa işçi hareketleri tarihi kadar zengin deneyimlerle dolu değil. Kaldı ki Avrupa’da sosyal demokrat hareketlerde işçi sınıfı ve işçi hareketleri önemeli bir rol oynadığı halde, Türkiye’de daha çok işçi hareketlerine uzak durmaya özen gösteren, hatta bu hareketleri tehlikeli bulan aydınların rolü büyük olmuştur.

Marksist öğreti de yasakların, idari baskıların konusu olduğu için serbestçe tartışılamamış, doğru anlaşılamamış ve yaygınlaşamamıştır. Üniversitelerde bile ders konusu olarak yanlış anlatılmıştır. Bilimsel ve sosyal gelişme tarihinin en önemli tarihsel kesiti yok sayılmıştır. Bir sürecin önemli kesiti alınınca, aradaki boşluk nedeniyle sürecin bütününü kavramak, anlamak olanağı kalmaz.

Görülüyor ki Türkiye’deki sosyal demokrat hareketin fikir ve deney kaynakları, Avrupa’daki gibi zengin ve sağlam değil.

Avrupa’daki sosyal demokrat hareketlerin kökeninde Marksizm, Türkiye’dekinin kökeninde ise milliyetçi ideoloji vardır.

Türkiye’de Avrupa’daki anlamda bir sosyal demokrat hareket olmadı ve şimdi de yoktur. Ama azımsanmayacak sayıda sosyal demokrat kişiler vardır. Bunlar politikada önemli rol oynayabilirler. Ne var ki içinde bulundukları örgütler, bütün iddialarına karşın, sosyal demokrat değillerdir.

Sosyalistler ile sosyal demokratlar arasındaki farklar, dün çok belirgindi ve uzlaşmaz görünüyordu. Sovyet modelinin başarısızlığı, hem sosyalistler ve hem de sosyal demokratlar arasında yeniden değerlendirmelere yol açtı. Özellikle komünistlerin, öncü parti, devrim, devlet, merkeziyetçilik ve ekonomi ile ilgili görüşleri önemli ölçüde değişti. Sosyal demokratlarla yakınlaşma sağlandı.

Bugün Türkiye’de de öncü partiyi, silahlı devrim hareketini, devletçi ekonomiyi, merkeziyetçiliği savunmayan, legal, demokratik ve barışçı yöntemlere bağlı, demokratik ve sivil bir toplum düzenini sosyalizme gidişin zorunlu bir önkoşulu olarak gören sosyalistlerle sosyal demokratların birlikte olmaması için bir neden yoktur.

Dünyada kapitalist ilişkiler egemen. Bir dünya pazarı kuruluyor. Hiçbir ülke bu ekonomik ilişkiler ağının dışında kalamaz. Krize girer. Türkiye de dışa açılmak ve dünya ekonomisiyle bütünleşmek zorundadır. Yalnız başına farklı bir ekonomik sistemi uygulayabilecek gücü ve olanağı yoktur. Sosyalizm de Türkiye’nin yalnız başına uygulayabileceği bir sistem değildir. Bu, insanlığın sorunudur ve insanlığın insanlaşma sürecinde varacağı çok ileri bir aşamada ancak gerçekleşebilecektir. Herhalde bunun başladığı yer Türkiye olmayacaktır.

Bugün dünyada geçerliliği yaygınlaşan rekabete dayalı serbest pazar ekonomisini uygulamanın dışında bir seçenek yoktur. Ama bunun uygulanması, sermaye ve emek açısından farklı olacaktır. Sosyal güvenlik kurumlarına ve tedbirlerine verilecek önem ile tekelleşmeyi önlemek konusundaki anlayış, toplumsal düzenin niteliğini belirleyecektir. Farklı eğitim, kültür, sanat, çevre … politikalarının da toplumsal sonuçları değişik olacaktır. Sosyalistler gerçekçi olmak, sosyalizmin bugünden yarına kurulacak bir düzen olmadığını bilmek zorundadırlar.

Sınıfsız toplum amacına yönelik ve sosyalist değerlere bağlılık yanında, demokratik sivil toplumun, sosyalizmin gerçekleşmesinde varılması gereken zorunlu bir aşama olduğunu da kabul etmek gerekir.

Demokratik sivil toplum ise ancak barışçı ve demokratik yöntemlerle gerçekleşebilir. Çünkü ister öncü partinin gücüyle, ister savaş koşullarının yarattığı bir başka güç ile kurulacak düzenler, totaliter ve merkeziyetçi olmak zorundadırlar. İsteseler de, yapısal nitelikleri bunu aşmaya elverişli olmadığı için, demokratik sivil seçeneği gerçekleştiremezler.

İttihat ve Terakki geleneğinden değil, Marksist gelenekten gelen sosyal demokratlarla, kalıplara bağlı olmayan legal, barışçı ve demokratik yöntemleri benimseyen sosyalistler arasında birlikte çalışmayı önleyecek önemli temel farklılıklar yoktur.

Bugün sosyalistler, sosyal demokratlar, onlara yakınlık duyan demokratlar birleşip iktidar alternatifi olabilecek etkinlikte bir siyasal hareket yaratabilirler. Yaratmaları da gerekir.

Berlin duvarı yıkıldı. Eski kalıplar parçalandı. Kavramlara yüklenen anlamlar değişti. Eski bilgi ve deney birikimi üzerinde her şeyi yeniden değerlendirmek ve yaratmak zorunluluğu var. Türkiye’yi ve sorunlarını bölgedeki ve dünyadaki yerine oturtmak, evrensel değerlere uygun çözümler bulmak ve ülkeyi içine girdiği çıkmazdan kurtaracak politikalar üretmek gerekir.

Bu da bilgi çağının gereklerine uymak ve o donanıma sahip olmakla mümkündür.

 

Türkiye tipi sosyalizmin nitelikleri neler olmalı?

 

Sosyalizmin genel ilkeleri var. Her yerde geçerli olması gereken. Bir de sosyalist uygulamalar var. Bu, ülkelerin koşullarına göre değişir.

Şu anda sosyalist ilkeleri ve sosyalist değerleri biliyoruz. Ama sosyalizmin doğru uygulanmasına tanık olmadık. Sosyalizm adına sadece Sovyetler Birliği, Çin, Doğu Avrupa, Küba’da değil, Afrika ve Asya’nın birçok ülkelerinde de uygulamalar oldu. Ne bu uygulamalar birbirine benzedi ve ne de herhangi bir uygulama Marks’ın öngörüsüne uygun oldu. Biz de geleceğin düzeni olan sosyalizmi, bütün özellikleriyle bugünden tanımlamak durumunda değiliz. Bu falcılık olur.

 

Türkiye’deki mevcut sosyal demokrat partilerin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bugünkü durumlarının kısa bir değerlendirmesini yapar mısınız?

 

Kendisini sosyal demokrat olarak niteleyen CHP gibi partilerin sosyal demokrat olmadıkları, yukarıdaki açıklamalarımızdan anlaşılabilir.

Ama bu partilerin tabanında sosyal demokrat ve demokrat geniş bir kitle var. Yöneticileri arasında da değerli sosyal demokrat kişiler var. Bunlar partileriyle büyük bir uyuşmazlık içindedirler. Bu durumun devam etmesi, hem kendi kişiliklerine ve hem de ülkemize zarar veriyor. Sosyalistler ve diğer demokratlarla birlikte politik bir güç olarak siyasal alanda yer alacakları beklentisi var.

 

Türkiye’de 2000’li yıllarda sosyalist ve sosyal demokrat partilerin geleceği var mı? Hangisini daha şanslı olarak görüyorsunuz?

 

Sorunun yanıtı yukarıdaki açıklamalardadır. Sosyalistlerin ve sosyal demokratların birleşmeleri gerekiyor. Türkiye’nin geleceği soldadır. Batı’yla bütünleşme sürecine girmiş, azgelişmiş bir ülkenin sorunlarına ancak Sol çözüm bulabilir. Ama bunu söylemek yetmiyor. Solun gerçekten bu yeteneğe, bu birikime ve bu güce sahip olması gerekir. Eğer sol bunu başaramazsa, sağın yapısı, yaşadığımız büyük sorunlara çözüm bulmaya elverişli olmadığı için, ne yazık ki Türkiye’nin ufkunda kan ve ateş eksik olmayacaktır.

 

Sosyalist partilerin-hareketlerin ilerde bütünleşme olasılığı var mı?

 

Sosyalist partilerin-hareketlerin bütünüyle birleşmesini beklemek yanlış olur. Sosyalizmi anlayış farkları, dayandıkları toplumsal kesimlerin nitelikleri vd… farklı örgütlenmeleri yaratmıştır ve bu büyük ölçüde devam edecektir. Ama solda güçlü demokrat bir örgütlenme, sosyalistlerin, sosyal demokratların ve demokratların çekim merkezi olabilir. Diğer partiler marjinalleşir. Fakat marjinal olan veya marjinalleşen partilerin büyük çoğunluğu yine varlıklarını sürdürürler. Çünkü bir kısım sosyalist arkadaşlarımız, toplumdan ve toplumun sorunlarından kopuk bu partileri, toplumdan ve toplumsal sorumluluktan kaçışın sığınağı olarak kullanıyorlar. Güçlü sol bir partinin gerçekleştireceği demokratik sivil bir iktidar döneminde, inanıyoruz ki, bu sığınaklar birer huzur adasına dönüşeceklerdir.

 

Sovyetler Birliğinin son dönemlerinde ve dağıldıktan sonra, bu ülkeye bir çok geziniz oldu. Gelişmeleri anlatır mısınız?

 

Sovyet devrimini ve bu devrimin sonucu olarak zaman içinde şekillenen Sovyet modelini yıllarca tartıştık.

Biz Sovyet Modelinin sosyalist bir model olarak kabul edilmesine karşıydık. Ama Sovyetler Birliğine karşı değildik. Çünkü bu onların içişleriydi. Yönetim biçimini, sosyal ve ekonomik sistemlerini kendileri seçeceklerdi. Biz onlara karışmıyorduk. Onlar da bize model sunarak karışmamalıydılar. Özellikle TKP kanalıyla bizi rahatsız etmemeliydiler.Çünkü TKP Türkiye’nin değil, Sovyetler Birliği’nin malıydı. Türkiye’deki sosyalist harekete müdahale etmemeliydi.

Ama bütün bunları kapalı kapılar ardında ve güvenilir arkadaş toplantılarında anlatabiliyorduk.

Çünkü açık konuşmanın iki önemli sakıncası vardı. Sovyetler Birliğini eleştirmek, antisovyetizm ve antikomünizm hareketlerine malzeme sağlıyor ve onların etkinliğini artırıyordu. Bu hareketler ise en masum demokratik talepleri bile komünistlikle suçluyorlardı. İkinci önemli sakıncası ise bu eleştirilere muhatap olanların ceza kovuşturmasına uğramalarıydı. Çünkü komünist propaganda ve örgütlenme yasaktı. Savcılar, eleştirilerimizi ihbar kabul edip eleştirilerin yöneldiği kişiler hakkında dava açıyorlardı.

Bu nedenle biz susmak zorundaydık.

Ama Sovyet Modelini savunanlar, karşısındakileri revizyonistlikle, sosyalizmden sapmakla vb… suçluyorlardı. Ve bunu hep yapıyorlardı. Yani yasalar nedeniyle onlar her istediğini söylemekte özgürdüler. Karşısındakiler ise susmak durumundaydılar. Ne yazık ki bugün Kürt sorununda da aynı güçlüğü yaşıyoruz.

Fakat Sovyet sisteminin işleyişini yerinde göremedik. Okuduklarımızla, bize anlatılanlarla, yaşamımızdan ve diğer sistemlerle yaptığımız karşılaştırmalardan çıkardığımız sonuçlarla değerlendirmeye çalıştık.

Özellikle kendi ülkemizin siyasal sisteminden aldığımız önemli dersler vardı. Asker-sivil bürokrasi iktidarı ile merkeziyetçiliğin yol açtığı sorunları yaşıyorduk. Demokratikleşmenin ve gelişmenin önündeki bu iki büyük engel, Sovyet modelinde de vardı. Bu unsurları içeren bir sistemi, sosyalist model olarak kabul etmemiz olanaksızdı. TİP’de de bunu çok tartıştık.

Fakat içimizde yine de hep bir kuşku vardı. Acaba yanılıyor muyduk?

O dönemde milliyetçiler ve antikomünistler bize hep “Moskova’ya, Moskova’ya…” diye bağırıyorlardı. Gidip orada kalmak için değil, ama görüp doğru değerlendirmek için biz de gitmeye can atıyorduk. Ne gariptir ki, Sovyetler Birliği’nin yöneticileri Türkiye’deki sağcı işadamlarıyla can ciğer arkadaştılar.

Karşılıklı ticaretin büyük kârlarından onları yararlandırıyorlardı. Ama solculara ve özellikle TKP dışındaki sosyalistlere hiç de dostça bakmıyorlardı.

12 Mart askeri darbesinden sonra hakkımda tutuklama kararı çıkınca Avrupa’ya kaçmak zorunda kaldım. Berlin’de iken TKP’den bir arkadaş geldi. TKP ile birlikte çalışmamı ve bunun için gerekli her türlü maddi olanağın sağlanacağını söyledi. Kabul etmedim. Çünkü TKP bağımsız değildi. Tamamen Sovyetler Birliği’nin dış politikasının bir dişlisi durumundaydı. Sovyetler Birliği’nin dış politikası ise bir sosyalist devletin değil, bir büyük devletin dış politikasıydı. TKP ile beraber olmak sizi de ister istemez bu mekanizmanın içinde bir yere yerleştirir, amacınıza ve inandığınız değerlere uymayan bir politikayı desteklemek zorunda bırakırdı.

1972 yılında Paris’te iken Moskova’ya gitmek için vize istedim. Askeri darbeden kaçan, Türkiye’deki sosyalist hareketin önemli bir yöneticisi konumunda bulunan bir sosyaliste, Sovyetler Birliği Moskova’ya gitmek için vize vermedi. Kuşkusuz Moskova’ya gitmemi engelleyen TKP yöneticileriydi.

Gorbaçov iktidara gelince, diğer komünist partilere verilen parasal yardımlar ve destekler kesildi. Parasal kaynakları kesilen bu partilerin önemi ve etkinliği kalmadı. Çünkü Sovyetler Birliği’nin yeni dış politikasında, diğer komünist partilerin bir dış politika unsuru olarak kullanılmasından vazgeçilmişti. İhtiyaç kalmayınca da hepsine kapıyı gösterdiler.

İşte ancak o dönemde Moskova’da düzenlenen Kürt Konferansına katılmak için Sovyetler Birliği’ne gidebildim.

Bir defa yol açılmıştı. Rusya’ya, Kafkasya’daki ve Ortaasya’daki Cumhuriyetlere on beşe yakın gezim oldu. Üst düzeyde bürokratlarla, aydınlarla, işçilerle, köylülerle, her tabakadan ve her kesimden insanlarla görüşmek, konuşmak, tartışmak fırsatını buldum. Yönetim merkezlerine, fabrikalara, köylere, kültür kurumlarına, her tarafa gidebildim. Çeşitli etnik gruplara mensup insanlarla konuşup, onların fikirlerini, duygularını anlamaya çalıştım.

Bütün bunlardan şu sonuç çıktı. Sovyetler Birliği’ni görmeden önce yaptığımız değerlendirmeler doğruydu. Ama yine de kuşkuyla bakıyorduk. Gördükten sonra hiçbir kuşkumuz kalmadı.

Sistemin gelişmesiyle ilgili öngörümüzde ise yanılmıştık. Sovyetler Birliği’nin çok kısa bir sürede dağılacağını dünyada hiç kimse tahmin etmiyordu. Biz sistemin totaliter, bürokratik, merkeziyetçi yapısını, kendi iç dinamikleriyle, aşıp demokratikleşeceğini ve bunun sonucu olarak da gelişeceğini ve güçleneceğini ummuştuk. Beklentimiz sosyalist bir düzen değil, daha demokratik bir düzendi. Oysa yanıldık, Sovyetler Birliği çok kısa bir sürede dağıldı. Yüzyılların birikimine dayalı etnik kin ve nefret dalgası geldi. Gözleri ve beyinleri kör etti.

Bu önlenebilir miydi? Kuşkusuz evet. Ekonomik reformlara önem ve öncelik verip, iktidarın paylaşımı ve devlet otoritesinin demokratikleşmesi, ekonomik gelişmeye paralel olarak zamana yayılsaydı Sovyetler Birliği dağılmazdı ve dünya halklarının sosyalist amaçlara ve değerlere bağladığı umutlar bu ölçüde sarsılmazdı.

Neden böyle olmadı da, Sovyetler Birliği dağılma sürecine adeta itildi. Örnekler belki açıklamaya yardımcı olur.

Sistemin 1 numaralı adamı Gorbaçov’du. Yıllarca küfrettiği kapitalist sistemin temsilcileriyle ve kurumlarıyla kurduğu sevgi bağları, samimi ve güvenli ilişkileri sayesinde mutlu bir yaşam sürdürüyor. Oysa yüz milyonlarca insanın inancını, umudunu, inandığı bütün değerleri kaybedip boşluğa düşmelerine, en geri değerlere sarılıp birbirlerini boğazlamalarına, dünya halklarının sosyalizme olan umut ve güvenlerinin en azından zedelenmesine yol açan birinin yapacağı en onurlu iş, beynine bir kurşun sıkmaktı. Ama o bir  Allende olamazdı.

Sistemin 2 numaralı adamı Şevardnadze’ydi. Süper güç komünist devletin dışişleri bakanı ve en yetkili 2 numaralı adamı, Sovyetler birliği dağıldıktan sonra bir itirafta bulundu. “Ben komünist değildim” dedi. Evet aynen böyle dedi. Komünist değilmiş. Peki o zaman adama sormazlar mı? Bir komünist devletin başında işin neydi? Diğer süper güç ABD ile ile ilişkileri kimin lehine yürütüyordun?

Sovyetler Birliğini yöneten bürokratlar, büyük çoğunlukla bu iki örneğe uygun idiler. Hatta bir adım ilerisinde Çünkü bu iki zatın ismi ekonomik su istimallere karışmadı. Ama diğerleri, büyük çoğunlukla, Sovyetler Birliği’ndeki kamu mallarının yağmasına katıldılar.Başında bulundukları işletmeleri kendi çıkarları için kullandılar. Büyük komisyonlar aldılar. Büyük servet edindiler. Bugünkü adıyla Bağımsız Devletler Topluluğunda gelişen burjuvazi, Sovyetler Birliği’ni yöneten bürokrasidir. Dünkü komünistlerdir. Servetlerinin kaynağı ise devlet mallarıdır. Ama bu burjuvazi veya burjuva adayı topluluğun burjuva kültürüyle ilgisi yok. Sosyalist kültürü de özümsememiş. Arada bir yerde. Biraz bizim yeni zenginlere benziyor. Davranışlarıyla, zevkleriyle, değer yargılarıyla. Bugün Bağımsız Devletler Topluluğu’nda her alanı Mafya denetliyor. Dünyanın her yerinde, devlet güçleriyle işbirliği yapmadan Mafya’nın yaşaması, faaliyetini sürdürmesi olanaksızdır.

Rusya ve diğer cumhuriyetlerde devlet içinde yuvalanan ve devleti denetleyen bürokratlar, teknokratlar ve politikacılar –ki bunlar eski Sovyetler Birliğindeki komünistlerdir- oluşan veya oluşturdukları mafya gruplarıyla işbirliği içindedirler. Dışarıya büyük paralar transfer ediliyor ve dışarıda büyük paralar aklanıyor.

Yeni düzen veya düzensizlik büyük gelir farklarına da yol açmış. Sosyal kesimler arasında büyük bir uçurum yaratmış.

Peki, ya halk. Onlar da içine düştükleri yoksulluğa, işsizliğe rağmen bir gün zengin olmak umuduyla yaşıyorlar. Bu umut da yeni düzenin veya düzensizliğin sürdürülmesine güçlü bir dayanak sağlıyor.

Peki, nasıl oldu da milyonların kanı, gözyaşı pahasına ve büyük umutlarla kurulan bir sistem, evrensel insani değerleri bir yana bırakın, burjuva değerlerinden bile bu kadar geri bir toplum yarattı.

Eğitim düzeyi yüksek, beslenme standartları (Sovyetler Birliği döneminde) Avrupa’ya yakın, spora, sağlığa önem veren, okuyan bir halkta eksik olan nedir ki, kapitalist düzenin yarattığı insandan geridir. Oysa sosyalist insanın, en azından kapitalist insanın ilerisinde olan gelişmiş bir insanın oluşması bekleniyordu. Bu olmadı.

Sistem, insanı her yönüyle geliştirmeye çalıştı. Ama istediği gibi. İsteğine uygun olarak programlanmış insan. Eğitim kurumları, kültür kurumları, spor alanları vb… hep bu amacı gerçekleştirmeye yöneldiler.

Ama insanın özgür olarak kendisini geliştirmesine izin verilmedi. İnsana, devletin egemen olduğu alan dışında, bir özel alan, bir sivil alan bırakılmadı. İnsanların devlet ile olan iletişim kanalları açık tutuldu ve geliştirildi. Ama insanların kendi aralarındaki iletişim kanallarının ve alanlarının gelişmesine fırsat verilmedi. Örneğin, telefon şebekesi, iletişimi sağlayacak bir kanal olmaktan çok, sizi iletişim kurmaktan vazgeçirecek bir teknolojik düzeyde bırakıldı. Kahveler, barlar gibi özel ilişkileri geliştiren toplumsal yerlerin sayısı çok az oldu.

İnsan yalnız başına düşünebilir. Bunu ifade ettiği zaman bir değeri de var. Ama düşünce yalnız başına geliştirilemez. Düşünceler toplumsal alanda ifade edilince birbirlerini etkiler ve geliştirirler.

Sovyet insanı yıllarca düşündüğünü ifade edemedi. Devlet baskısı nedeniyle diğer insanlarla bu düşünceleri paylaşamadı. Bu düşünceler etrafında örgütlenemedi.

Sonuçta Sovyet insanı yalnız başına veya sivil alanda diğerleriyle beraber düşünme ve örgütlenme yeteneğini adeta kaybetti. İnsanların farklılıkları, kendine özgü ilkeleri, inançları, özellikleri olmadı. Bağlı olduğu toplumun bir üyesi oldu. Ama bir şey olamadı. Bu da kişilik sorunu yarattı.

Aydınlarla, çeşitli kesimden insanlarla konuşuyorsunuz. Sisteme yönelttikleri eleştiriler ve yapılması gerekenler konusunda aynı düşünceleri paylaşıyorsunuz. Seviniyorsunuz da. Herhalde bu güçlüklerin üstesinden gelecekler. Demokratik bir düzen kuracaklar, sorunlarını çözecekler.

Konuşma ilerledikçe gerçek ortaya çıkıyor. Çünkü bütün bu söylediklerini, hatta demokrasinin kurulmasını bile iyi niyetli, yetenekli bir lider gerçekleştirecek. Kendileri değil, halk değil.

İnsanların kişilikleri, fikirleri ancak özgür bir ortamda gelişir. Gelişen insanın topluma katkısı da büyük olur.

Sovyetler Birliği’nin son döneminde fikirleri açıklamanın ve örgütlenmenin üzerindeki baskılar büyük ölçüde kalktı. Aydınların ve diğer kesimlerin yeni çözümler getireceği ve yeni politikalar geliştireceği sanıldı. Ama hiç de beklenildiği gibi olmadı.Aydınlar ve rejim muhalifleri Puşkin Meydanında toplanıp sadece dedikodu ürettiler. Hangi devlet adamının eşinin hangi general veya bürokratla ilişkisi olduğu iddialarını konuştular ve yazdılar.

Bizde de öyle oldu. Demokrat Parti dönemindeki baskılardan dolayı fikirlerini açıklamayan aydınların, baskı kalkınca ülke sorunları için etkili, uygulanabilir çözümler üretecekleri beklentisi vardı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra, Kürt sorunu hariç, her alanda geniş bir özgürlük ortamı doğdu. Ama aydınlar hemen dişe dokunur bir fikir üretemediler. Zaman geçmesi gerekti.

Özgür bir ortamda düşünce gelişir ve bu da kişiliği geliştirir. Moral ve ahlaki değerler gelişen kişiliğin önemli unsuru olur. Bu değerleri kabul görmediği veya az kabul gördüğü yerde maddi değerlere, parasal değerlere öncelik verilir. Rüşvet, irtikâp, yolsuzluk, kaçakçılık, fuhuş parasal güç sağladığı için yapılmasında sakınca görülmez.

Örneğin fuhuş artışını ülkedeki yoksullukla açıklamak doğru değildir. Türkiye’de kişi başına tüketilen et miktarı hep 20 kilonun altında olmuştur. Sovyetler Birliğinde bu 70 kiloydu ve Avrupa ile aynıydı. Şimdi bile ülkemizde tanık olduğumuz yoksulluk düzeyini, Bağımsız Devletler Topluluğu’nun hiçbir yerinde görmek mümkün değildir. Bu, tamamen değer yargılarıyla ilgilidir.

Kendilerinden çok şey vererek elde ettikleri parayı nerede, ne için kullanıyorlar. Özellikle genç kuşaklar, hem kendilerinin ve hem de Batı’nın kültürüne değerlerine yabancıdırlar. İmrendikleri Batı yaşam tarzıdır. Batı tüketim malları ve kalıplarıdır. Moskova’da dolarla alışveriş yapılan Batı mallarının satıldığı mağazalardan alış veriş etmek çoğu gençlerin rüyası. Oysa gelişmiş bir insanın bunlara, bu koşullarda, ihtiyacı yoktur.

Rusların nefis bir dondurması var. Her mevsimde yeniliyor. Yemekten sonra muhakkak alırdım. Moskova’da bir gün uzun bir kuyruk gördüm. Merak ettim. Kuyruk, Roma Dondurması satan bir tezgahın önünden başlıyordu. Bu kadar kötü bir roma dondurmasını, imkânsız, hiçbir yerde göremezsiniz. Ama Sovyet insanı sırf yabancı mal olduğu için, kendi nefis dondurmasını bırakıp bu kötü dondurmayı almak için kuyruğa giriyordu.

Moskova’da McDonalds’ın ilk açılan şubesi önündeki hamburger kuyruğu kilometreyi aşıyordu. Oysa Sovyet insanı Batı Avrupalı kadar et tüketiyordu.

Kuşaklar arasındaki değer yargıları da farklı. Savaşı yaşamış, çetin mücadelelerden gelmiş yaşlı kuşak, genellikle devrime ve liderlerine, değerlerine bağlıdır. Kazakistan’da Alma-Ata’nın bir köyüne gittik. Yanımızda Vali konumunda bulunan en büyük mülki amir var. Vali Stalin’e ve Stalinizme karşı. Başarısızlıkların bütün suçunu Stalin’e yüklüyor.

Köylüler arasında yaşı yetmişi aşkın bir köylü var. Başında Stalin’inkine benzeyen bir kasket, bıyıkları Stalin’inki gibi, çizmeli, iri yarı, çok dinç, kendinden emin, heybetli biri. Konuşmaya katıldı. Valiyle tartışmaya başladı.

Bu köylü İkinci Dünya Savaşında Berlin’e ilk giren Sovyet askeri birliğinin mensubu. Büyük yararlıkları var.Bir savaş kahramanı.

Savaş sona erince Kafkasya’daki köyüne dönüyor. Köyde kimsesi kalmamış. Stalin bütün aşiretini, akrabalarını ve ailesini Kazakistan’a sürmüş. Bu Kürt köylüsü de ailesine kavuşmak için Kazakistan’a geliyor ve büyük güçlüklerle de karşılaşıyor.

Ama o bir Stalin hayranı. Stalin’e toz kondurtmuyor. Nazi istilasına karşı yaşamını ortaya koymuş bu yiğit Kürt, Stalin’I kendisine, ailesine yaptıklarıyla değil, Nazi Almanya’sına karşı kazandığı zaferle değerlendiriyor. Bu zaferin sadece Sovyetler Birliği’ni değil, insanlığı Nazi belasından kurtardığının da bilincinde.

Ya genç kuşak?

Sovyetler Birliğinin dağılmasından önceki dönemde, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’de büyük bir gece kulübündeyiz. Güzel bir müzik var. Yanımdaki arkadaşa soruyorum. “Bu, beyaz orduların kızıllara karşı savaşırken söyledikleri bir marştır” diyor. Müzik bitiyor. Çoğunluğu genç dinleyicilerden bir alkış kopuyor ve büyük bir tezahürat yapılıyor.

İlginç bir gözlemim oldu. Sovyetler Birliği’ndeki halkların kültürel yapıları, özellikleri, gelenek ve görenekleri, dilleri, deyimleri 70 yıllık dönemde sanki hiç değişmemiş. Buz dolabına konulmuş ve şimdi karşınıza çıkmış sanırsınız. Sovyetler Birliği, halkları, kültürel değerleri bakımından fazla değiştirmedi. Bu durum ise bugünkü etnik çatışmayı yarattı. Çünkü yaratılan bütün kültür ve sanat eserlerine karşın, topluma egemen ve toplumsal ilişkileri belirleyen kültürel değerler aynı kaldı. Bu kültürel değerlerin içinde, aşiretçilik, milliyetçilik, mezhepçilik, etnik ve dinsel kinler ve nefretler vardı.

Sovyetler Birliği döneminde, devlet baskısıyla bunlar geri plana itildiler. Fakat varlıklarını korudular. Ne zaman ki Birlik dağıldı, baskı kalktı. Bunlar da su yüzüne çıktı ve kanlı çatışmalara neden oldu.

Sovyetler Birliği bir federasyondu. Gerçekte devlet, katı bir merkeziyetçiliğe dayanıyordu. Cumhuriyetlerin, bölgelerin hiçbiri özerk bir yönetime sahip değildi. Hepsi Moskova’dan ve Moskova’nın o yerdeki temsilcisi tarafından yönetiliyordu. Halk yönetimin tamamen dışındaydı. Kendi kaderiyle ilgili hiçbir karara özgür olarak katılamıyordu.

Hem kişisel ve hem de toplumsal olarak düşünme, örgütlenme, kendini yönetme alanlarında gelişmeyen bir halkın, kültüründe de önemli gelişmeler olamazdı.

Oysa ademi merkeziyetçi bir sistem uygulansaydı, daha doğrusu devrimin ilk döneminde amaçlandığı gibi iktidar Sovyetlerde olsaydı, birlikte yaşayan halklar, demokratik bir yönetim için eşitliğe, kardeşliğe, sevgiye dayalı ilişkileri geliştirmenin zorunluluğunu görecekler ve bunu gerçekleştireceklerdi. Bu da tarihsel kinlerin ve nefretlerin belleklerden silinmesini sağlayacak ve kültürel değerlerde, kurumlarda olumlu gelişmeler yaratacaktı.

Ama merkezden bir güç eskiyi dondurarak, kin ve nefret eğilimlerini baskı altına alarak halkları yönetmeye kalktı. Sosyalist değerleri yerleştirdiğini sandı. Fakat başarılı olamadı. Buzlar çözülünce canavarlar uyandı ve saldırıya geçti. Olumlu ne varsa yiyip tükettiler.

Olayın bir başka ilginç yönü de Kafkasya ve Ortaasya’daki yöneticilerin kimliğidir. Genellikle bunlar eski üst düzey komünist yöneticilerdir. Bugünün de en ateşli kapitalistleridir. Bir başka özellikleri de, bir aşiretin veya grubun etkili isimleri olmalarıdır. İktidara aşiretleri veya gruplarıyla gelirler. Herhalde gidişleri de öyle olacaktır. Bu özellikler, onların kişiliği hakkında yeterli bir fikir verir sanıyorum.

Sovyetler Birliği’nin son yıllarındaki manzarası bu. Sovyetler Birliği, Sovyet devrimi sonucunda kuruldu. O zaman şu soru akla geliyor.

Sovyet Devrimi tarihsel bir hata mıydı?

Soruya doğru bir yanıt vermek istiyorsak, Sovyet Devrimini bugünkü sonuçlarına göre değil, o günkü koşullara göre değerlendirmemiz gerekir.

Devrim bir kaç on yılın ve bir grubun eseri değildi. İnsanlığın insanlaşma sürecinin tarihi binlerce yıldır. Bu sürecin temel dinamiklerinden biri ise baskıya, sömürüye karşı her alanda verilen mücadelelerdir. Felsefe alanında, bilim alanında, siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda, gerektiğinde de askeri alanda verilen mücadelelerdir.

Sovyet devrimi, bu mücadelelerin birikimi üzerinde ve bunların bir devamı olarak, kendi özel koşullarında tarih sahnesine çıkmıştır.

Birinci Dünya Savaşı, bir yerde emperyalizmin dünyayı bölüşme savaşıdır. Geri kalmış bir ülke olan Rusya’da, halkı, bir yanda yoksulluk, diğer yanda savaşın getirdiği felaketler perişan etmişti. Baskı ve sömürü doruktaydı. Savaş için seferber edilen milyonlarca insan bitkin düşmüştü. Kıtlık ve yoksulluk yaygındı.

Emperyalizm ve burjuvazi en gaddar ve zalim dönemlerini yaşıyorlardı. Bugünkü gibe uluslararası insan hakları örgütlenmeleri, uluslararası yargı kurumları, duyarlı kamuoyları, etkili demokratik medya vb… yoktu. Uluslar, halklar, ezilen ve sömürülen sınıflar ve tabakalar kendi güçlerine güvenmek durumundaydılar. Zalim ve gaddar iktidarlara karşı tek etkili güç silahtı. Direnenler savaşmak ve haklarını savaşarak almak zorundaydılar. Lenin liderliğindeki Bolşevik Partisinin silah zoruyla iktidara el koymak ve yine bunu silahla savunmaktan başka seçeneği yoktu. Nitekim bu yapıldı.

Sovyetler, halkların kendi kaderini tayin hakkını tanıdı. Bütün halklara tazminatsız ve toprak ilhakını öngörmeyen barış önerdi. Üretimi işçilerin denetimine verdi.Toprakta özel mülkiyeti kaldırdı. İktidar ise Halk Komiserleri Konseyi’ne geçti.

Bu devrimdi. Hem de tarihin kaydettiği en büyük devrim. Kime karşı? Emperyalizme, burjuvaziye, büyük toprak sahiplerine karşı. Kimin için? İşçiler, köylüler ve bütün emekçi halk kitleleri için.

İnsanlığın binlerce yıllık mücadele tarihinin birikimi, büyük bir devrim olarak Rusya gibi devasa bir ülkede somutlaşıyor ve işçi sınıfı diğer müttefikleriyle birlikte bütün insanlığa sınıfsız ve her türlü sömürüden arınmış bir dünya yaratmak amacı ve kararlılığıyla iktidara el koyuyordu. Bu tarihin heyecan verici, her anımsanışında duygulandırıcı bir dönemiydi.

Sovyet devrimi sadece Rusya ve çevresinde etkili olmadı. Bütün dünyayı etkiledi. Bütün ülkelerin işçileri ve emekçi halk kitleleri bu umutla ve bu destekle örgütlendiler, mücadele ettiler. Önemli siyasal, sosyal ve ekonomik kazanımlar elde ettiler. Bugünkü Batı demokrasileri onların mücadeleleri sayesinde bugünkü konuma geldi. Uluslararası insan hakları normları ve güvenceleri bu sayede oluştu.

İnsanlığın Sovyet Devrimini gerçekleştiren Lenin ve arkadaşlarıyla, devrim savaşına katılan isimsiz kahramanlara büyük borcu vardır. Onlar hiçbir kişisel beklentileri olmadan, salt insanlık için savaştılar. Samimiyetleriyle, dürüstlükleriyle, cesaretleriyle devrimi gerçekleştirdiler ve ona gölge düşürmediler. Bu soylu bir davranıştı. Gerçek insana yakışan soylu bir davranış.

Sovyet Devrimi, bir yanda Sovyetler Birliği’nin kuruluşunu sağlarken, diğer yanda da bu birliğin dağılmasına neden olacak ilk tohumları ekiyordu.

İktidar Sovyetlerde olacaktı. Bu amaçlanmıştı. İktidarın Sovyetlerde olması, ademi merkeziyetçi bir sistemi ve halkın devlet yönetimine katılımını gerçekleştirecek, demokratik mekanizmalar kurulacak ve işlerlik kazanacaktı.

Fakat iktidar partinin tekeline alındı. Bu, totaliter, merkeziyetçi, bürokratik bir yapının kurulmasına yol açtı.

İkinci etken savaşın getirdiği bir sonuçtu. İktidarın parti tekeline alınışıyla yapılan hatayı, parti parti ve devlet yapılarının çürümesine yol açacak ve iflasla sonuçlanacak bir boyuta götürdü.

Bu nasıl oldu?

1917 Devrimi, emperyalist güçlerle onların yerli işbirlikçileri tarafından kuşatılmaya alındı ve uzun bir savaş dönemi yaşandı. İşte bu dönem, partide ve parti yönetiminde de etkili değişimlere yol açtı.

En yetenekli, en güçlü, inançlı ve özverili partiler ve komünistler ön saflarda çarpıştılar. Büyük çoğunluğu öldü. Genellikle bütün silahlı devrim hareketlerinde görülen ve kaçınılması güç bir kader, Sovyet Devriminin de geleceğine yön verdi.

Devrim heyecanı duyan, devrime aklıyla ve gönlüyle bağlı olan ve ön saflara atılıp vurulanların yerine, genellikle toplumda bir yer edinmek, kişisel yaralar elde etmek isteyen, fakat bağlı olduğu ilkeleri ve değerleri bulunmayan kişiler gelir. Çünkü bu aşamada devrim hareketi ya başarılı olmuştur veya başarısı ufukta gözükmektedir.

Silahlı hareketlerin askeri niteliğinden kaynaklanan gizlilik ihtiyacı, partiye, devlete ve bütün alanlara egemen olur. Böyle bir ortam ise devrime akıl ve gönül bağı ile bağlı olmayanlar için rakip gördüklerini tasfiye edip denetimi ellerine geçirmek fırsatını yaratır.

Devrim heyecanı, yerini ayak oyunlarına bırakır. Grupsal çıkarlar, toplumsal yaraların önüne geçer.

Sovyet Devriminin de ne yazık ki kaderi bu oldu.

Devrimin en değerli unsurlarının büyük bölümü savaşta kaybedilirken, geri kalanlar da, kişisel çıkarları ve beklentileri için partiye geçenler tarafından tasfiye edildiler. Partinin ve devletin dışa kapalılığı nedeniyle bu kurumlarda özel çıkarlara dayalı gruplaşmalar oluşmaya başladı ve bunlar arasında iktidar kavgası, komünizm, sosyalizm gibi kavramların arkasına saklanarak yapıldı. Bütün bunlar, parti, devlet ve diğer toplumsal yapıların, kurumların içten içe çürümelerine yol açtı. İktidar aşırı derecede merkezileşti. Hiçbir alanda muhalefetin oluşmasına imkân verilmedi. Korkunç bir baskı sistemi kuruldu.

İşte Sovyetler Birliği’nin sonunu da bu katı merkeziyetçilik getirdi.

İktidarın merkezileşmesi, ekonomide de merkeziyetçiliğin uygulanmasına yol açtı.

Devrimin ilk yıllarındaki savaş komünizmi koşullarında, ülke ekonomisi tam bir çıkmaza girmişti. Lenin 1921’de özel ticarete, özel sanayiye izin veren yeni bir ekonomik politikayı (N.E.P.) Kongreye kabul ettirdi. Bu, başarılı da oldu.

Ardından özel kesime verilen izinler kaldırıldı. Merkezi planlamaya ve sanayileşmeye dayalı devletçi ekonomik politika izlendi.

Bu ekonomik politika 1950’lere kadar başarılı oldu. Sanayileşme sağlandı ve ürettim arttı.Devrim heyecanının sönmemiş olması, savaşı yaşayan kuşağın, devrimin kazanımlarını kaybetmemek için yaptığı özveri ve o dönemdeki sanayileşmenin niteliği, Batı’yla rekabette Sovyetler Birliği’ne şans tanıdı.

1950’lerden sonra durum değişti. Yeni bir sanayileşme hareketi doğdu. Kol gücünün işlevini gören makinelerin yerini, insan beyninin işlevini gören makineler almaya başladı. Bu, üretimde hem kaliteyi ve hem de verimi artırıyordu. Bilgisayarlar sanayiye ve insan yaşamına girmişlerdi. Bunları yapmak ise ileri teknolojiyi gerektiriyordu. İleri teknoloji de bilimsel gelişmeye bağlıydı.

Katı merkeziyetçi sistemde parti ve özellikle parti şefi her şeyi bilirdi. Sanat ve bilim politikalarını o belirlerdi. Bilim adamları bu çerçevenin dışına çıkamazlardı. Yoksa tasfiye edilirlerdi.

Oysa bilim ancak özgür ortamda gelişebilir. Olaylara bilimsel şüphecilikle yaklaşmayan, partinin saptadığı kurallara bağlı olmak zorunda bulunan bir bilim adamının yaratıcılığı olabilir mi?

1989 yılında Paris’de bir Kürt konferansı düzenlendi. Konferansa katılan Sovyetler Birliği’nden bir profesör, konferansla ilgili bir yazı yazacağını söylemişti. Bir yıl sonra Moskova’ya gittim ve kendisini ziyaret ettim. Yazının hangi gazetede yayınlanmış olduğunu sordum. Profesör, “hayır, henüz yayımlanmadı. Pravda’ya vermiştim. İnceleme yeni tamamlandı. Yayınlanabilirliğine karar verdiler. Yakında yayımlayacaklar.” dedi. İnanılır gibi değil, ama gerçek. İnceleme bir yıl sürmüştü. Yazı güncelliğini kaybettiği için yayınlanmasının fazla bir önemi de kalmamıştı.

Böyle bir ortamda bilimsel gelişme olmaz. Bilimsel gelişme olmayınca ileri  teknoloji yaratılamaz. O zaman ekonomide hem kalite düşer, hem verim düşer.

Bu durum Sovyetler Birliği’nde önemli bir sorun yarattı.

Halkın yaşam düzeyi düştü. Verimlilik düştüğü için ihtiyaçlar yeterince karşılanamadı. Kalite yükselmediği için halk kötü kaliteli malları kullanmak zorunda kaldı. Bu da kapitalist sistemle olan yarışın kaybına yol açtı.

İletişim araçları çok geliştiği için halk Batı yaşam tarzını medyadan izleyebiliyordu. Sistem, moral değerlere önem veren yeni bir Sovyet insanı yaratamadığı için de halk, Batılı yaşam tarzına imrenmeye başladı. Kendi sistemlerinin bunu sağlayacak yetenekte olmadığına, ancak kapitalist sistemle, arzuladığı Batılı yaşam biçimine kavuşacağına inanmaya başladı. Bu, sonun başlangıcı oldu.

Marks, kapitalistlerin, kârlı olmayacağı için, tesisleri yenilemek istemeyeceğini, bu nedenle teknolojilerinin eskiyeceğini, verim ve kalitenin düşeceğini fakat sosyalistlerin tesisleri yenileyip ileri teknolojiyi kullanacaklarını, bunun da daha çok ve daha kaliteli üretimi sağlayacağını ve halkın yaşam düzeyinin, kapitalist sisteme göre daha çok yükseleceğini, bu durumun da halkın sosyalist sistemi tercih etmesine neden olacağını öngörüyordu. Bu öngörü gerçekleşti mi?

Bir grup işadamıyla birlikte Gürcistan’da bir çimento fabrikasına gittik. Fabrikanın filtre sistemini değiştirmek istiyorlardı. Fabrikanın bulunduğu geniş bir alana çimento yağıyordu. Bu hem ekonomik kayıp, hem de bir çevre felaketiydi. Ben arabadan çıkamadım. Mühendis arkadaşlar tulum ve benzeri elbiseler giyerek fabrikayı incelediler. Yıllık çimento kaybı 150.000 tondan fazlaydı. Bir yıllık kayıpla sistem yenilenebilirdi. Mühendis arkadaşlar, fabrikanın, kuruluşundan beri hiçbir revizyon görmediğini, tek bir çivinin çakılmadığını söylediler.

Kendilerinden bu kayıplarla ilgili değerleri kapsayan bir belge istedik. Fabrika Müdürü, “Bizim üst makamlara sunduğumuz raporlarda çimento kaybı yoktur. Şayet biz yılda 150.000 ton çimento toz halinde çevreye yayılıyor, dersek, fabrikayı hemen kapatırlar.” “Peki”, dedik, “Yukarıdakiler fabrikanın durumunu bilmiyorlar mı?” “Biliyorlar” dedi. “Ama üretim durmasın diye göz yumuyorlar. Yalnız resmen duymak istemiyorlar.

Bu tek bir örnek değildir. Birçok örnekle karşılaştım. Birçoğunu da başkalarından duydum. Ülke genelinde sistem böyle işliyordu.

Merkeziyetçi bürokratik sistem, Marks’ın öngörüsünün gerçekleşmesini engelledi. Kapitalist ekonomi kendi içindeki rekabet nedeniyle tesisleri, teknolojileri sürekli yenilerken, kendi içinde rekabet unsuruna yer vermeyen Sovyet sistemi ise Stalin döneminin tesislerini ve teknolojilerini günümüze taşıma becerisini gösterdi. Oysa Sovyet sisteminde de rekabet unsuruna yer verilebilirdi. Aynı firmaya ait iki işletme arasında bile rekabet olabilir. Moral kuralları saptanan, denetlenebilir rekabet gelişmeyi sağlar. Ama Sovyet sisteminin aşırı merkeziyetçi yapısı bunu önledi.

Gelişmeyi önleyen bir başka unsur da yine merkeziyetçiliğin  sonucu olarak uygulanan Merkezi Planlama Teşkilatının üretimi, dağıtımı, tüketimi vb… Moskova’dan planlamasıydı.

Sovyet sistemi insana değer vermiyordu. Anadolu köylüsünün eski anlayışıyla “Karnı tok, sırtı pek olsun, yeter” diyordu. Tüketici tercihlerini ve eğilimlerini hesaba katmıyordu. Kaliteye önem vermiyordu.

Örneğin herkese yetecek kadar gömlek üretiliyordu. Ama gömleklerin kalitesine önem verilmediği gibi model, renk gibi özellikleri de merkezi planlama teşkilatı saptıyordu. Bir bakıyordunuz, mağazalar kırmızı renk gömleklerle dolu. Ama diğer renk ve desenlerden gömlek yok.

Sovyet modelinin başarısızlığı ile ilgili olarak daha birçok nedenden söz edilebilir. Ama hepsinin temelinde katı merkeziyetçilik, bürokratlaşma, devlet aygıtının dışa kapalı oluşundan kaynaklanan çürüme var.

Halkın yönetime katılımı sağlanamadığı için de sistem kendisini yenileyemedi. Katılım olsaydı, tabandan tavana kan dolaşımı sağlanır ve sistem hayatiyetini korurdu.

Türkiye’nin bugünkü siyasal sistemiyle arada bazı paralellikler kurmak, bazı benzerlikler bulmak mümkün. Bu nedenle de alacağımız dersler vardır.

Özellikle, asker-sivil bürokrasi iktidarı, merkeziyetçilik, devletin dışa kapalılığı ve açıklıktan yoksun oluşu, katılıma imkân vermeyen siyasal parti sistemi en önemlileridir.

Sosyalizm ideoloji olarak, fikir olarak, hareket olarak, amaç ve bir değerler sistemi olarak yaşamımızın bir parçası oldu.Kişiliğimizi yoğuran, şekillendiren en önemli unsur oldu.

Sosyalizmi, herhangi bir tarihsel dönemde, herhangi bir yerde uygulanması mümkün olan değişmez bir sosyal düzen olarak anlayanlar için, Sovyet modelinin çöküşü büyük bir karamsarlığa ve umutsuzluğa yol açtı. Onlar için her şey bitti.

Oysa sosyalizm Marks’ın düşüncesinden, Lenin’in ve Mao’nun eylemlerinden doğmadı. Sosyalizm her şeyden önce bir ideoloji. Kimin? İşçi sınıfının. İşçi sınıfı nasıl doğdu? Sanayileşmeyle.

O halde sanayi toplumunun esri olan işçi sınıfının ideolojisi Marks’ı, Lenin’i, Mao’yu… yarattı.

Biz sosyalizmin ilkelerini toplumun gelişme yasalarında arayacağız. Elbette ki büyük düşünürlerin, büyük eylem adamlarının fikirlerinden yararlanacağız. Ama bunların kendi dönemlerinde ve o dönemin koşullarında doğru ve geçerli olabileceğini, yine yanılma payı bırakarak, bileceğiz.

Dogmatizm, yaşamı kalıplara sokar, özünden koparır ve yaratıcılığı öldürür.

Oysa dünyada değişim çok hızlı. Bilgi çağını yaşıyoruz. Bu hızlı değişime ayak uydurmak için, bu çağın gereklerine uygun bilgi donanımına sahip olmalıyız.

Bugün kavramalar farklı. Dünün kavramlarına yüklenen anlamlar da farklı. Kurumlar, ilişkiler çok değişti. Bunları eski kalıplarla açıklamak olanaksız. Zaten kalıplar parçalandı. Artık kalıplar yok. Geçmişin bilgi ve deney birikimine dayalı olarak her şeyi yeniden yorumlamak, yeniden yaratmak zorundayız.

Sosyalizm de bugünden yarına kurulacak bir düzen değildir. İnsanlığın bugünkü düzeyi, böyle ileri bir sistemi gerçekleştirmekten uzaktır.

Ama unutmamalıyız ki sosyalizm, insanlığın gelişme sürecinin bir parçasıdır. Ondan kopuk değildir.

Evrensel değerler için, insan için mücadele edenlerin amacı, sadece geleceğin düzenini kurmak olamaz. Ütopyalarımız, uzak bir geleceğe yönelik amaçlarımız mücadelenin itici gücü olabilirler. Umutlarımızı, heyecanlarımızı besleyebilirler.

Ama önemli olan bugündür. Bugünün ezilen insanlarıdır, sömürülen insanlarıdır. Yok edilmek istenen halkların, kültürlerin durumudur.Etnik ve dinsel kinlerin ve nefretlerin, fanatizmin yarattığı utanç verici tablolardır.

Bu sorunlara nasıl çözüm bulacağız? Hangi alternatif politikalarla bu güçlüklerin üstesinden geleceğiz?

Ne çözümler, ne politikalar, ne de bunlar için kullanacağımız araçlar kitaplarda yazılı değildir.

Kuşkusuz kitapların vazgeçilmez önemi var. Onlar insanlık tarihinin fikir ve deney birikimini içerirler. Ama kitaplar yayımlandıkları anda eskirler. Biz onlardan yaralanacağız. Onları aynen kabul edip uygulamayacağız.

Biz, bugünden ve insandan kopuk bir sosyalizm için mücadele etmiyoruz. Mücadelemiz insanlar içindir. Öncelikle de en yakın çevremizden başlayarak büyüyen bir dairenin içindeki insanlar içindir.

Sosyalizme varmak için toplumsal gelişmenin sürmesi gerekir. Toplumun gittikçe demokratikleşmesi, sivilleşmesi gerekir. İnsanın gelişmesi, gerçek boyutlarıyla insanlığını bulması gerekir. Bu süreçten geçerek sosyalizme varılır.

Bunu oturup bekleyemeyiz. Fikir jimnastiği yaparak da gerçekleştiremeyiz.

Süreci hızlandırmamız gerekiyor. Bunun araçları var. Başlıca aracı örgütlenme. Siyasal partiler, sivil toplum örgütleri vb…

Bunların programları yere, zamana ve koşullara göre değişir. Adları da öyle. Sosyal, siyasal ittifakları da öyle.

Sosyalistim deyip, sadece fikir jimnastiği yaparak ve kalıpların içine hapsolup bekleyerek sosyalizmin bir gün gerçekleşeceğini ummak, bir dindarın cennet beklentisine benzer.

Sosyalistler, cennet beklentisiyle avunmak yerine, yaşadıkları Araf’ın sorunlarını hemen çözmeye çalışmalıdırlar. Çünkü, ancak bu sorunların çözümüyle cennete giden yol açılır.

 

 

Mehmet Ali Aslan

Sosyalist Parti Tartışması

1986 yılında yayımlanan  “SOSYALİST PARTİ TARTIŞMASI” kitabında yazıları bulunanlar  : (Alfabetik sırayla)

Çağatay Anadol
Melih Cevdet Anday
Sadun Aren
Mehmet Ali Aslan
Mehmet Ali Aybar
Şahap Balcıoğlu
Murat Belge
Cenan Bıçakçı
Behice Boran
Naci Çelik
İbrahim Çetkin
Güney Dinç
Tahsin Ekinci
Tarık Ziya Ekinci
Müşfik Erem
Gülay Göktürk
Fehmi Işıklar
Rasih Nuri İleri
Hüseyin İmik
Yıldırım Koç
Yalçın Küçük
Müfit Özdeş
Nurettin Özşuca
Doğu Perinçek

 

SOSYALİST PARTİ TARTIŞMASI

Mehmet Ali Aslan

            12 Eylül 1980 sonrası, bütün siyasi partiler, ilerici sendika ve dernekler kapatıldı. On binlerce insan tutuklandı. Bir kısmı en ağır işkencelere maruz kalırken, büyük bir kısmı ağır cezalara çarptırıldı. Binlercesi de yurtdışına gitmek zorunda kaldı.

        Sıkıyönetimin bütün Türkiye’de uygulandığı bu dönemde, kişi hak ve özgürlükleri askıya alındı. Örgütsüz, dayanışmasız kalan insanlar, büyük bir korku ve endişe ortamına itilirken, suskunlaştılar.

            Özellikle iki konudan söz edilmez oldu. Sosyalizm’den ve Doğu Sorunu’ndan.

           24 Ocak “istikrar programı”nı, Türkiye için sürekli bir ekonomi politikasına dönüştürenler, suskun bir Türkiye yaratmak istediler. Bunun aracı ise halkın depolitizasyonuydu.

             Bu, başarılamadı. İnsanlar konuşmaya ve uygun politik örgütlenme biçimlerini aramaya başladılar.

           Bir kısmının cezaevlerinde, bir kısmının ise yurt dışında olmalarına karşın, sosyalistler, bu örgütlenme hareketlerine ilgisiz kalmadılar.

            Politik örgütlenme biçimi “parti” idi. 1982 Anayasası’nın  ve 12 Eylül sonrasındaki antidemokratik yasal düzenlemelerin, düşüncelerin açıklanmasına ve örgütlenmesine getirdiği yasaklar ve sınırlamalar karşısında, Sosyalist Parti kurulabilir mi? Veya, yasaklayıcı ve kısıtlayıcı bir ortamda, bir Sosyalist Parti’nin kurulmasına gerek var mıydı?

     Sosyalist çevrelerde bu sorulara yanıt aranırken, bir süre sonra, dergilerde ve panellerde, “sosyalistlerin birliği” sorunu da tartışılmaya başlandı.

          Özellikle 1970 sonrası örgütlenme faaliyetlerinde, sosyalistlerin sergilediği görünüm, hiç de iç açıcı değildi. Çok sayıda gruplara bölünen ve kavgayı daha çok birbirlerine karşı veren sosyalistlerin, yine aynı bölünmüşlüğün tuzağına düşmemeleri isteniyordu.

          Birliği sağlamak olanağı var mıydı? Ve nasıl başarılacaktı? Değişik eğilimlerdeki sosyalist gruplar, belki ilkeler etrafında bir araya gelebilirler miydi?

            İlk girişim Sayın M.Ali Aybar’dan geldi. 15 Haziran 1986 günü İstanbul Etap Oteli’nde düzenlenen toplantıya, çağrılı sosyalistlerin çoğunluğu katıldı. Toplantı çok başarılı olmamakla beraber, gelecekteki girişimler için ümit kırıcı da olmadı.

          Toplantıda, sadece eğilimlerin saptanmasıyla yetinildi. Genel eğilimin, bir Sosyalist Parti’nin kurulması doğrultusunda belirdiği görüldü. Bütün sosyalist siyasetlerin, grupların ve eğilimlerin temsil edileceği, işçilerin ve gençlerin de ağırlıklı olarak katılacağı büyük bir toplantıyı düzenlemek ve bu konudaki çalışmaları yürütmek için bir irtibat komitesinin kurulması istendi. İsimler üzerinde oybirliği sağlanamayınca, isimlerin tespiti Sayın Aybar’a bırakıldı.

       Sayın Aybar’ın tespit ettiği 18 kişiden oluşan İrtibat Komitesi’nin üyeleri, görev, yetki ve işlevleri konusunda değişik görüşlere sahip olduklarından, anlaşma olanağı bulamadılar ve herhangi bir karar alamadan dağıldılar.

           Bu girişim ve bunu izleyen olaylar bazı konulara da açıklık getirdi.

           Gruplar birbirlerine karşı önyargılıydılar. Aralarına ördükleri duvarları yıkmak güçtü.

          Birleşme noktaları üzerinde değil, ayrılık noktaları üzerinde duruluyor, ayrıntılar abartılarak temel görüş ayrılıkları haline getiriliyordu.

           Tartışmalar, toplantılar, paneller İstanbul ve Ankara il merkezleriyle sınırlı olarak ve buralarda da bir grubun veya çeşitli gruplardan küçük bir kesimin katılımıyla yapılıyordu.

        1960 sonrası TİP’in kurulması, Türkiye Sosyalist Hareketi’ne, geniş emekçi halk kitleleriyle bağ kurmak olanağı sağladı. Sosyalizm, en ufak yerleşim birimlerinde bile tartışılır ve taraftar bulur yaygınlığa erişti.

           1970’ler sonrası ortaya çıkan çok sayıda grup partileri ve örgütleri başarılı ve etkin olmamakla beraber sosyalizmin Türkiye düzeyinde daha da yaygınlaşmasına katkıda bulundular. Bugün Türkiye’deki her yerleşim biriminde inançlı ve bilinçli sosyalistlerle karşılaşmak olanağı vardır. Cezaevlerinde ve yabancı ülkelerde bulunanların dışında, on binlerce sosyalist, “ne yapılabilir?”sorusunun yanıtını aramaktadır.

           Aralarında iletişim bulunmayan bu insanların bir kısmı gruplara bağımlı olmakla beraber, çoğunluk, etkili politik araç ve yöntemlerin arayışı içindedir.

           Sadece İstanbul ve Ankara’daki bir kısım sosyalistlerin bir araya gelmesi soruna çözüm getirmiyor. Fakat yurt düzeyine dağılmış bütün sosyalistleri bir mekanda toplanmanın şimdilik olanaksız olduğunu da kabul etmek gerekiyor.

           Oysa Türkiye’de sosyalist mücadelenin etkinliği, bu on binleri harekete katmakla olanaklıdır.

           Bunun için de tartışmayı Türkiye düzeyine yaymak ve bu on binlerin görüşünü almak gerekiyor. Onlar da büyük merkezlerdeki, bilgi ve deney birikimine sahip sosyalistlerin görüşlerini öğrenmek istiyorlar.

           En çok üzerinde durulan ve tartışılan, Sosyalist Parti’nin gerekliliği, yasal durum ve sosyalistlerin birliği konularını içeren sorular, bir kısım sosyalistlere yazılı olarak verildi. Ve yanıtları yazılı olarak alındı. Bu şekilde, sorular üzerinde düşünme olanağı sağlandı.

Sorular şunlardı:

1-     Türkiye’nin bugünkü koşullarında, bir Sosyalist Parti’nin kurulması gerekli midir? Neden?

2-     Anayasa ve yasal düzenlemeler, bir Sosyalist Parti’nin kurulmasına engel midir?

3-     Çeşitli sosyalist siyasetlerin,eğilimlerin veya grupların, bir Sosyalist Parti’de bir araya gelmesinin gerekliliğine inanıyor misiniz? Bu, hangi yöntemle ve hangi “asgari müşterekler” etrafında birleşmekle başarılabilir?

4-     Bunların dışında, sosyalistlere söylemek istediğiniz bir şey var mıdır?

 

           Biz, bu soruları, çeşitli eğilimleri ve grupların görüşlerini yansıtabilecek konumdaki az sayıda sosyaliste sorduk. Fikir ve deneylerinden yararlanılması gereken sosyalistlerin sayısı elbette ki çok fazladır. Fakat kitapta yer alan görüşlerin sosyalist hareket içinde bulunan ve görüşlerini açıklayabilecek durumda olan bütün eğilimleri büyük ölçüde yansıttığını sanıyoruz. Bilemediğimiz veya ulaşamadığımız değişik görüşler varsa ve bize iletilirse, bunları da ikinci kitapta yayınlayacağız.

           Kitabın bir amacı, çeşitli eğilimlerdeki sosyalistlerin görüşlerini, Türkiye düzeyinde bütün sosyalistlere iletmekse, diğer bir amacı da bunların dışındaki bütün sosyalistlerin görüşlerini öğrenip, diğerlerine aktarmak ve aralarındaki iletişimi sağlamaktır.

           Bir Sosyalist Parti’nin kurulup kurulmaması konusundaki görüşümüzü ikinci kitaba bırakırken, bazı konulara açıklık getirmenin yararlı olacağına inanıyoruz.

ANAYASA VE YASAL DÜZENLEMELER, BİR SOSYALİST PARTİ’NİN KURULMASINA ENGEL MİDİR?

 

           Siyasal partilerin kuruluş ve faaliyetlerini düzenleyen kuralların başlıcaları Anayasa’da ve Siyasi Partiler Yasası’nda yer alır.

           Anayasa’nın 68. maddesi “siyasi partileri, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları” olarak tanımlamış ve “siyasi partiler, önceden izin almadan kurulurlar” kuralını getirmiştir. 68. madde, 69. madde ve atıf yaptığı 14. madde ile beraber değerlendirilince sorunun yanıtını bulmak kolaylaşır.

           Bu maddelere göre (sınıf veya zümre egemenliğini veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayan siyasi partiler kurulamaz.) Açıkça anlaşılacağı gibi proleteryadiktatörlüğünü savunan Komünist Partiler kurulamaz. Bunun dışında bir sosyalist partinin kurulmasına Anayasal engel yoktur.

           2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun, siyasi partilerin kuruluşu için getirdiği sınırlamalar, yukarıda değindiğimiz Anayasal sınırlamalarla aynıdır. Buna, 96. madde ile Komünist adıyla veya aynı anlama gelecek adla siyasi parti kurulamayacağı yasağı da eklenmiştir.

           Sonuç olarak, programında proleterya diktatörlüğünü kabul etmeyen ve adında Komünist veya aynı anlama gelecek bir kelime bulunmayan bir Sosyalist Parti’nin kurulmasına yasal engel yoktur.

ANAYASA VE YASALARA UYGUN KURULMUŞ BİR SOSYALİST PARTİ, FAALİYETLERİNİ SERBESTÇE SÜRDÜREBİLİR Mİ?

 

           Önemli olan bu sorunun yanıtıdır. Geçmiş deneyler, pek umut verici olmamıştır. Kurulan bir Sosyalist Parti, etkin bir siyasi faaliyette bulunamıyorsa, varlığının bir anlamı kalmaz. Faaliyetler de, düşence açıklamaktan, eğitimden, yürüyüş ve mitinglere kadar çok çeşitlidir.

           Demokratik düzenlerde, düşüncenin açıklanması suç değildir. Bu düşünce, düzene karşı da olabilir. Hatta bilimsel düşüncenin açıklanmasında düzenin “cebir” ile değiştirilebileceği fikri de ceza konusu olamaz. Komünist Partilerin kurulmasına ve faaliyet göstermesine yasal bir engel bulunmayan çoğulcu demokrasilerde, her düşüncenin açıklanmasına, taraftar toplamak için propaganda yapılmasına ve örgütlenmesine elbette yasal bir engel yoktur.

           Fakat demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işlediği ülkemizde, düşüncenin açıklanmasına, propagandasının yapılmasına ve örgütlenmesine bir çok engeller konulmuştur. Bunlar sadece yasal engeller değildir. Yasaların yorumundan, yasadışı idari uygulamalara kadar çok çeşitli engellerle bir baraj oluşturulmaya çalışılmıştır.

YASAL ENGELLER

            Bir sosyalist partinin çalışmalarına getirilen önemli sınırlamalar, Siyasi Partiler Yasası ile Türk Ceza Yasası’nda yer alır.

           Siyasi Partiler Yasası’nın 101. maddesine göre “Parti genel başkanı veya genel başkan yardımcısı veya genel sekreterinin sözü edilen bu maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunması” hallerinde kapatma kararı verilir.

           Sözü edilen maddelerden bazı örnekler verelim.

Madde 81 – a) Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde milli veya dini kültür veya mezhep veya ırk veya dil farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler.

            Madde 92 – Siyasi partiler, kendi siyasetlerini yürütmek ve güçlendirmek amacıyla, dernekler, sendikalar, vakıflar, kooperatifler ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları veya bunların üst kuruluşları ile siyasi ilişki veya işbirliği içinde bulunamazlar; bunlardan maddi yardım alamazlar veya bu kuruluşlara maddi yardım yapamazlar; bunlara destek olamazlar ve bu amaçlarla ortak hareket edemezler.

            Madde 97 – Siyasi partiler, Anayasanın başlangıç kısmında yazılı sebeplerle Türk Silahlı Kuvvetlerinin, milletin çağrısıyla gerçekleştirdiği 12 Eylül 1980 Harekatına ve Milli Güvenlik Konseyinin karar, bildiri ve icraatına karşı herhangi bir tutum, beyan ve davranış içinde bulunamazlar.

            Örneğin, bir siyasi parti genel sekreteri, konuşmasında, Bodrum ve Marmaris’de X etnik grubunun veya X mezhebinin bulunduğunu ileri sürse, evet sadece ileri sürse, bu sözlü beyanı partinin kapatılmasına neden olur.

           Bu durumda,  o bölgenin sorunlarını tartışmaya ne ölçüde olanak vardır?

       Siyasi Partiler Yasası, en önemli ülke sorunlarının tartışılmasını, o sorunların adını söylemeyi yasaklamakla engellemiş oluyor.

           “Bir sosyalist parti, önemli ülke sorunlarını tartışmak ve çözümler önermek bir yana, o sorunların adından bile söz edemiyorsa varlığının ne anlamı kalır?” diye düşünenler olabilir. Fakat hukukun genel ilkelerine ve ülke gerçeklerine aykırı bu antidemokratik yasaların kaldırılması için de, örgütlü bir politik mücadelenin verilmesi gerekir. Bu da parti sorununu gündeme getiriyor.

T. CEZA YASASI’NIN ÜNLÜ 141. VE 142. MADDELERİ

Mussolini İtalyası’nda faşizmi korumak amacıyla çıkarılan 1926 tarihli Devleti Koruma Yasası’nda yer alan kurallar, 1930 İtalya Ceza Yasası’nın 270 ve 272. maddelerine konuldu. Oradan da Türk Ceza Yasası’nın 141. ve 142. maddelerine alındı.

Fakat bu maddeler bir çok kez değiştirildi. Her değişiklikte de hem cezalar artırıldı, hem de belirsiz tabirler kullanılarak geniş yoruma olanak sağlandı.

Ceza hukukunun en önemli ana ilkesi “suçta kanunilik” ilkesidir.Bu, Anayasalarda, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde, Avrupa, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesi’nde yer alan, hukukun genel ilkelerinden biridir.

 Bu ilkeye göre, yasaklanan eylemin açık, kesin ve belirli olarak tanımlanması gerekir.

Kişiler, yasak eylemleri, önceden bütün unsurlarıyla  bilmelidirler ki, hareketlerini ona göre düzenlemek olanağı bulsunlar. Kişileri ancak bu koşullarda kusurlu saymak olanağı vardır.

TCK’nin 141. ve 142. maddelerinin en büyük özelliği, ceza hukukunun “kanunilik” ilkesine uygun olarak düzenlenmemiş olmasıdır.

Tanımlar belirsizdir. Geniş yoruma açıktır. Örneğin “milli duyguları yok etmek veya zayıflatmak” herkese göre değişen bir kavramdır. Bu değişen yoruma göre de kişinin beraat etmesi veya 15 yıla kadar ağır hapis cezası ile mahkum edilmesi, aynı derecede olanaklıdır.

“Memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal nizamlardan herhangi birini devirmek…” tanımında “cebir” unsuru da olmayınca nasıl yorumlanacaktır.

“İki veya daha ziyade kimselerin aynı amaç etrafında birleşmeleri” cemiyet teşkili sayılmıştır. Organlar ve iç disiplin gibi unsurlar aranmamaktadır.

Bir de maddelerde yazılı fiilleri “övme” suç olarak kabul edilmiştir.

TCK 141. ve 142. maddelerinde yazılı fiiller “düşünce suçları”dır. Düşüncenin açıklanması ve örgütlenmesi suçlarıdır. Bu maddelerle “düşünce” cezalandırılıyor. Tanımlar belirsiz olduğu için de yasaklanan sadece Komünizm veya etnik hareketler olmuyor. Komünistlikle suçlanan demokratik hareketler ve fiiller de yasaklanıyor.

Hazırlık hareketlerinin cezalandırılması, neticeyi doğurmaya elverişli olmayan hareketlerin cezalandırılması, soyut “övme”nin cezalandırılması gibi ceza hukukunun temel kurallarına aykırı özellikler taşıyan bu maddeler, bir de belirsiz tanımlarla geniş yorumlanınca sadece sosyalist faaliyetler için değil, genel olarak demokratik gelişme için önemli bir engel teşkil ediyor.

Bu maddeler bütün demokratik düşünce açıklamalarını ve örgütlenmelerini tehdit ediyor. Demokratik bir istemin açıklanması, bazı koşullarda bu maddelerin kapsamına girebiliyor.

TCK’nin 141. ve 142. maddeleri, Türkiye’de güç dengesine göre, bazı dönemlerde (istisnalar dışında) uygulanmamış, bazı dönemlerde ise bütün demokratik hareketleri kapsamına alan geniş bir uygulama alanı bulmuştur.

Kuşkusuz bunu belirleyen toplumdaki güç dengesidir. Fakat bu güç dengesi statik değil, dinamiktir. Her zaman değişebilir bir dengedir bu.

Sorun, 141. ve 142. maddelerin yürürlükte olmasından çok, toplumdaki güç dengesinin sosyalistlerden ve geniş anlamda demokrat güçlerden yana olup olmamasından kaynaklanıyor. Önemli olan bu dengeyi demokrat güçlerden yana değiştirebilmektir. O zaman, Türk Ceza Yasası’nı, Anayasa ve antidemokratik yasalarla beraber, çağdaş ve demokratik doğrultuda değiştirmek güç olmaz.

DİĞER YASAL ENGELLER

Demokratik gelişmenin yasal engelleri, sadece Siyasi Partiler Yasası ile Türk Ceza Yasası değildir. Çıkarılan birçok yasalarla da hukukun genel ilkelerine aykırı kurallar getirilmiştir.

Örneğin, 19.10.1983’te kabul edilen 2932 sayılı “Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun”un bir benzerine, herhangi bir ülkede rastlamak olanağı yoktur.

Yasa, “düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında yasaklanan dillere esas ve usulleri” düzenliyor. Yasanın 2. maddesinde “Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır.” Diyor.

Bu yasaklara aykırı hareket edenlere verilecek cezalar ise,

a)     6 aydan 2 yıla kadar hapis ve yüz bin liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezası,

b)     1 yıldan 3 yıla kadar hapis ve yüz bin liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasıdır.

Yasanın önemli bir yanı ise, bir fiile iki ceza verilemeyeceğine dair ceza hukukunun temel ilkesine aykırı olmasıdır.

Yasaklanan dille açıklanan düşünce suç oluştursa (Örneğin, TCK 142. maddesine aykırı olsa) hem o suça ait cezaya ve hem de bu yasaya aykırı hareket ettiği için yukarıda açıklanan cezaya hükmolunacaktır. Bu şekilde bir fiile iki ceza verilmiş olacaktır.

Yasanın 3. maddesine göre Türk vatandaşlarının anadili Türkçedir. Resmi dil değil, anadili.

Örneğin, T.C. vatandaşı olan bir Alman’ın, T.C. vatandaşlığına geçen Yugoslav futbolcularla, Amerikalı basketbolcuların anadili Türkçedir. Anaları Türkçe bilmese de.

YASAL PARTİ

 Bugün konuşulan ve tartışılan sosyalist parti, yasal sosyalist partidir. Anayasa ve yasalara göre kurulacak, yasal çerçevede çalışmalarını sürdürecek bir parti.

Demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla işlerlik kazandığı demokratik toplumlarda, sosyalist partilerin legali, illegali olmaz. Bütün düşüncelerin açıklanması ve örgütlenmesi serbest olduğu için buna gerek de yoktur.

Yasal ve yasadışı ayrımını yaratan, düşüncelerin açıklanmasına ve örgütlenmesine getirilen yasaklar ve sınırlamalardır. Demokrasinin yerleşememesi böyle bir ayrımı yaratır.

Legalite, kitlelerle bağ kurmanın, kitleleri eğitme, bilinçlendirme ve örgütlemenin en etkin yoludur.

İllegal çalışmanın sınırları dardır ve kitlelerle bağ kurmak güçtür. Hiçbir politik hareket, mecbur kalmadıkça, illegal çalışma yöntemini seçmez ve bütün illegal hareketlerin amacı legalizeolmaktır. Yasal olarak serbestçe faaliyette bulunmaktır.

Bizler, legal ve demokratik olanakların sonuna kadar denenmesi gerektiğine inanıyoruz. Fakat legalitenin sınırlı, güvencesiz ve riskli olduğu bir yerde, illegal örgütlenme ve çalışmalara yöneltilecek eleştirilerin inandırıcı olmadığını da biliyoruz. Sorun, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan, her türlü düşüncenin serbestçe açıklanmasına ve örgütlenmesine getirilen sınırlamaların kaldırılarak, legal ile illegal ayrımına son verilmesidir.

PARTİLER, İKTİDAR OLMAK İÇİN KURULUR

 

Partiler muhalefet için kurulmazlar. Hele bir başka partinin legalitesini veya iktidarını sağlamak için hiç kurulmazlar. Demokrasi mücadelesi başarılı olursa, bu elbette yasadışı sayılan partilerin yasal hale gelmesi sonucunu da yaratır.

Parti, iktidar için kurulur. İktidarı amaçlar. İktidar amacı için meşru ve elverişli bütün araçları kullanır. Amaç, tek başına iktidar olmaktır. Bu, elbette ki koşullara bağlıdır. Fakat o zamana kadar, iktidar arzusundan ve inancından hiçbir şey kaybetmeden, iktidarı etkilemek veya iktidara ortak olmak için çalışır. Gerektiğinde, demokrasi anlayışı kendisine en yakın olan partinin iktidara gelmesine de yardımcı olur. Ama her zaman, iktidar olmak inancını koruyarak. İktidar amacı, geçici parti anlayışıyla bağdaşmaz. Geçicilik, ancak muhalefet kavramıyla uyum sağlar.

BİR SOSYALİST PARTİNİN SÜREKLİLİĞİ NASIL SAĞLANIR?

 

Bu, tamamen partinin gücüne ve güçler dengesindeki yerine bağlıdır.

Küçük partilerin, marjinal partilerin geleceklerini tayin eden, toplumun egemen güçleridir.

Bütün sosyalist hareketi kucaklayan bir parti için, büyük bir sosyalist parti için durum farklıdır. Demokrasiye paydos düdüğünü çalmak isteyen kişiler ve güçler, sosyalistlerin örgütlü büyük gücünü hesaba katmak zorundadırlar. Anayasanın ve hukuk kurallarının dışına çıkıldığında, bu gücün büyük direnişiyle karşılaşacaklarını ve çetin bir hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğunu bilirler. Külahlarını önlerine kor ve düşünürler. Örgütlü birkaç bin kişiyi veya örgütsüz yüz binlerce kişiyi, hukuka aykırı olarak “ kurbanlık kuzu” gibi evlerinden alıp götürmek zor değildir. Fakat örgütlü on binleri, yüz binleri toplamak kolay mıdır? Buna teşebbüs etmek, çetin bir mücadeleyi ve hesaplaşmayı başlatmak olur. Yasal örgüt, bu mücadelenin içinde yeni duruma uygun olarak şekillenir. Ama ne örgütün ve ne de hareketin varlığı son bulur.

Bu nedenle ancak büyük bir parti kurulabilecekse Sosyalist Parti kurulur.

BUNUN İÇİN GÜÇLÜ BİR POTANSİYEL, YETERLİ DENEY VE BİLGİ BİRİKİMİ VAR MIDIR?

 

Baskıların, işkencelerin ve yasaklamaların yeraltına ittiği, halktan kopuk, birbirlerine karşı bile kuşkulu Türkiye Sosyalist Hareketi, 1960 sonrası gün ışığına çıktı. Kısa bir duraksamadan sonra büyük bir yürüyüşe dönüştü. Bu büyük yürüyüşe, ülkenin her yanından, toplumun her kesiminden insanlar, büyük bir coşku ve inançla katıldılar. Barış, demokrasi ve sosyalizm için bu büyük yürüyüşe katılanlar, bir kutsal amaca inanarak hizmet edenlerin güzel duygularını yaşadılar.  Öldürülenler, dövülenler, tutuklananlar, işinden atılanlar, çoluk çocuklarıyla aç ve açıkta kalanlar, kanları ve gözyaşlarıyla bu büyük yürüyüşün yolunu açtılar.

Yürüyüş, başlangıçta planlı, düzenli ve iyi örgütlü olarak sürdürüldü. Bir ortak mücadelenin, bilincin ve inancın eseri olan harekete, sonradan bazı kişiler ve gruplar sahiplenmek istedi. Kendi eseri sananlarla, o esere istedikleri biçimi vermekte kendilerini yetkili görenler, bu düzenli yürüyüşün, büyük bir kargaşa ortamında dağıldığını, etkisiz bir kalabalığa dönüştüğünü gördüler. Sapanlar, yolunu şaşıranlar, umutsuzluğa kapılanlar, oluşturdukları ufak grupları büyük bir hareket sananlar ve sadece izlemekle yetinmek zorunda kalanlar.

1970’lerde noktalanan Türkiye İşçi Partisi’nin öyküsüdür bu.

TİP dağıldı, ama hareket durmadı. Fakat bölünmüş, dağınık ve güçsüz olarak. Legalinden, illegaline, demokratik yöntemi savunanlardan, silahlı eyleme inananlara kadar değişik görüş ve anlayıştı yüzlerce grup ve grupçuk doğdu. Bunlar bütün yurt düzeyinde büyük bir savaş verdiler; kıyasıya bir savaş. Küçük bir kesimi dışında, verilen savaş, düzene ve düzenin güçlerine karşı değil, birbirlerine karşıydı. Doğrudan doğruya veya dolaylı olarak. Bu dönem de 12 Eylül ile noktalandı.

Bütün bu hareketler, sosyalizm tartışmasını Türkiye düzeyinde yaydı ve en ücra köye kadar götürdü. Yanlışlar, doğrular, hatalar, sevaplar. Ama ne olursa olsun, bugün en kötümser bir tahminle on binlerce ve belki de yüz binlerce sosyalizme inanmış insan ordusu meydana geldi. Bunlar değişik ilişkiler içinde, değişik yollara ve metotlara inanıyorlar. Fakat sonuçta hepsinin amacı ve inancı sosyalizm.

Bu değişik görüşleri, bir sosyalist partinin potasında eritmek ve ondan Türkiye’nin sorunlarına çözümler üretmek; bütün bu dağınık grupları ve insanları, sosyalizmin genel ilkelerine, dünya ve ülke gerçeklerine uygun bir program etrafında birleştirerek daha da büyük bir yürüyüşü başlatmak; güçler dengesinde birinci derecede hesaba katılan demokratik merkeziyetçi büyük bir Sosyalist Parti’yi kurmak olanaksız mı?

Bu soruya sosyalistler yanıt bulmak zorundadırlar.

Bu nasıl olur? Elbette ki birleşmekle. Ayrıntıları abartmadan, önyargılardan sıyrılarak ve herkesle diyalog kurarak bir araya gelinebilir. Tartışılır, mümkün olduğunca genelleştirilmiş program ilkeleri etrafında birleşme sağlanırsa, eylem içinde ayrılıkların büyük ölçüde giderilmiş olduğu ve dar grup anlayışlarının kaybolduğu görülür.

Grup anlayışı, dar görüşlülüğün, olaylara dar açıdan bakmanın, yaşamı dar bir çerçeveden algılamanın ifadesidir.

Sosyalistler, sadece sosyalist hareketi bir bütün olarak görmek ve onun bütünlüğünü sağlamakla da yetinemezler. Barış ve demokrasi amacına yönelik etkin bir mücadele için bütün demokratik güçlerin birliğini sağlamak için de çalışmak zorundadırlar.

Geçen dönemlerde, olaylara geniş açıdan bakamamanın ve değerlendirememenin büyük zararları görüldü.

Kendilerini sosyalist hareketle özdeşleşmiş gören bir anlayış, tasfiyeci olmak, olaylara dar grupçuluk açısından bakmak durumunda kaldı ve bir büyük yürüyüşü, bir küçük dostlar grubuna indirgemek sonucunu yarattı.

Oysa legal parti büyük olmak zorundadır. Sosyalist hareketi bütünüyle kucaklamak zorundadır. Güçler dengesinde ağırlığını duyurmak zorundadır.

BAĞIMSIZLIK SORUNU

Bir toplumun yararlarını, istek ve özlemlerini en iyi bilen, bu yararları en iyi koruyan, istek ve özlemleri gerçekleştirecek in uygun yöntemleri saptayan, kuşkusuz, o toplumun insanları ve onların örgütleridir. Hiç kimse ve hiçbir örgüt, o toplumun özelliklerini, koşullarını, sorunlarını ve uygun mücadele yöntemlerini onlar kadar iyi bilemez ve onlar kadar içtenlikle davranamaz. Çünkü koşullar, içinde yaşadıkları koşullardır. Yararlar, kendi yararları, istek ve özlemler, kendi istek ve özlemleri, sorunlar, kendi sorunlarıdır. Bu nedenle de söz ve karar sahibi kendileri olmalıdır. Hem de bağımsız olarak.

Neden bağımsızlık? En doğru kararları hiçbir telkin ve etki altında kalmadan verebilecekleri için; kendileri dışındaki hiçbir kişi veya örgütün sorunları ve koşulları kendileri kadar iyi bilemeyeceği için: en uygun ve elverişli yöntemleri de herkesten iyi bildikleri için.

Bu, elbette ki mutlak bir yanılmazlığı ifade etmiyor. Yanılmalar olacaktır, hem de çok. Fakat bu yanılmalar da bilgi ve deney birikimine yaptığı katkılarla, daha olgunlaşmalarını ve daha az yanılmalarını sağlayacaktır.

Bağımsızlık,sadece örgütsel bağımsızlık olarak anlaşılmamalıdır. Önemli olan, düşünce bağımsızlığı, bağımsız olarak düşünebilme, karar verebilme ve bunu uygulayabilme yeteneğidir.

Bir başka kişi ve örgüte kulak kabartılarak, -uyumlu politika değil- aynı politikayı yürütme zorunluluğu duyulur ve bu görev olarak kabul edilirse, en tehlikeli bağımlılık tuzağına düşülmüş olur. Bu, kişi veya örgütün kendisini bağımlı saydığı güce de zarar verir. Kendisini yönetemediği ve halkını yönlendiremediği için diğer güce yük olur, başına bela kesilir. Bağımsız düşünebilmek ve hareket etmek, gelişmiş bir kişiliğin ve de başarının temel unsurudur.

Bağımsız karar verecek ve kararları uygulayacak olanlar, o toplumun içinde yetişmiş ve o toplumla bütünleşmiş unsurlardır. Çeşitli nedenlerle toplumun dışına çıkmış ve kendi toplumuna yabancılaşmış unsurların müdahalesi de yabancı müdahalelerin sonuçlarını yaratır.

ÖRGÜTSEL BAĞIMSIZLIK, BÜTÜN YABANCI KİŞİ, ÖRGÜT VE HAREKETLERDEN SOYUTLANMA DEĞİLDİR

Bir ülkedeki sınıfsal güç dengesini belirleyen, sadece o ülkedeki sınıfların, katmanların gücü değil, bu sınıf ve katmanların ülke dışındaki diğer güçlerle olan ilişkileridir. Bugün ülkemizde bir avuç holding sermayedarının gücü, dünya kapitalist sistemi ile bütünleşmesinden ileri gelir. Bunlar, çokuluslu şirketlerle, uluslar arası kapitalist kurumlarla, kapitalist devlet aygıtlarıyla… olan ilişkileri içinde “gayrımilli” ve “enternasyonal”dırlar.

Dünya küçülmüştür. Toplumlar, kurumlar, örgütler, sosyal ve siyasal hareketler, kendi ülkelerinde, soyutlanmış olarak kalamazlar ve gelişmezler. Dünya ekonomik ve siyasal sistemlerindeki uygun yerlerini almak zorundadırlar.

İlişkilerin sağladığı gücün önemi bilindiği içindir ki, Anayasa ve yasalarımıza, siyasi partilerin, sendikaların, derneklerin… hem iç ve hem de dış ilişkilerini izne bağlayan veya yasaklayan kurallar konmuştur.

Türkiye Sosyalist Hareketi’nin örgütsel bağımsızlığı titizlikle korunurken, ilişkileri kısıtlayan veya yasaklayan Anayasal ve yasal engellerin kaldırılması için mücadele edilmeli ve bir siyasal hareketin, dünya ilişkiler ağı içindeki uygun yerini aldığı zaman, gerçek gücüne kavuşacağı bilinmelidir.

PARTİ MODELİ VEYA 1982 ANAYASASI MODELİ

Tartışılan konulardan birisi de parti modelidir. Bu, elbette ki tartışılmalı. Bilimsel olma özelliği nedeniyle sosyalizme nasslar, tabular yoktur. Her olaya bilimsel kuşku ile yaklaşım vardır. Bir araç olan, fakat hareketin sonuçlarını büyük ölçüde etkileyen parti modeli de üzerinde durulması gereken konulardan birisidir.

Fakat unutulmamalıdır ki, örgüt modelinin seçiminde kişilerin irade gücü sınırlıdır. Belirleyici olan sosyal koşullardır. Savaş içindeki bir illegal parti, güvenlik sorununa öncelik vermek zorundadır. Bu önceliğin, demokratik işleyişi olumsuz olarak etkileyeceği doğaldır.

Yasal kurulmuş partilerde ise belirleyici olan yasal kurallardır. Partinin amaçlarından tutun, örgütlenmeye, üyelik koşullarına kadar kısıtlamalar ve düzenlemeler getirilmiştir. Parti kurucuları, bu yasal kuralların dışında bir parti modeli ne kurabilirler ve ne de bu yönde değişiklik yapabilirler. Belirli koşullara göre kurulmuş ve çalışmalarını da var olan koşullara göre sürdüren bir parti, başka zaman ve koşullardaki partilerden farklı bir model oluşturacaktır.

Kişiler daha çok, sosyal ve yasal sınırlamalar içindeki çalışmaları yönlendirmede etkili olabilirler. Bu, “demokratik” ve “merkeziyetçilik” unsurlarından birisine verilecek ağırlığa göre sonucu etkiler.

Bugün tartıştığımız Sosyalist Parti ise 1982 T.C. Anayasası’na ve 2822 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’na uygun olarak kurulması gereken ve yine çalışmalarını bu yasal çerçevede sürdürecek olan bir partidir. Model bellidir. “1982 Anayasası modeli”. Bugün öncelikle tartışılacak olan bu modeli yaratan koşullardır ve bunu demokratik doğrultuda değiştirebilme koşullarının nasıl yaratılacağıdır.

“DOĞU” VE “BATI’DAKİ DOĞU” GERÇEĞİ

Türkiye Sosyalist Hareketi’nin, Türkiye’nin sosyal yapısından doğan önemli bir özelliğini belirtmekte yarar vardır.

1960 sonrası Türkiye Sosyalist Hareketi’nin legal alanda örgütlenmesi, kitlelerle bağ kurmasına ve sorunları tanımasına olanak sağladı. Kuşkusuz bu sorunların en önemlisi “Doğu Sorunu” idi.

O zamana kadar iktidarlarca yok sayılan sorun, Türkiye’deki sosyal gelişmelere paralel olarak kitlelerde çözüm yollarının arayışını hızlandırmıştı. Türkiye’deki diğer hareketlerden bağımsız ve illegal örgütlenme yanlılarının sorularına verilecek yanıtlar doyurucu ve yeterli değildi. Sorunu, Türkiye’nin bütünlüğü içinde diğer politik hareketlerle beraber ele almak ve legal alanda örgütlenerek çözümler aramak olanakları görülmüyordu. İktidarın baskıcı niteliğinden doğan yasal uygulamaların elverişsizliğinin yanında, bu soruna eğilecek etkin bir güç de yoktu.

Türkiye sosyalistleri 1960 sonrası legal alanda Türkiye İşçi Partisi’nde örgütlenince etkinlik kazandılar. Sosyalist dünya görüşü, ezilen, sömürüler, baskı altındaki insanların sorunlarına, onların istemlerine uygun çözümler getiriyordu. Bu, Doğu Sorunu’na da, ülke tarihinde ilk kez, Türkiye’nin bütünlüğü içinde ve sosyalistlerle beraber aynı örgütte, demokratlarla işbirliği içinde, legal çözüm arama seçeneğini getirdi. Seçenek halkın istemlerine de uygundu.

Doğu’da yaşayan insanların, Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşayan insanlarla bir sorunu yoktu. Özellikle çoğu değer yargılarındaki benzerlik ve birlik, dostça, kardeşçe bir arada yaşamalarını sağlayacak ortamı yaratıyordu.

Kaldı ki, Doğu’dan Batı’ya, Cumhuriyetin ilk yıllarında politik, sonraları ekonomik nedenlerle süren zorunlu göçler, Batı’da, Doğu’daki nüfustan daha fazla bir Doğu’dan gelen insan kitlesini oluşturmuştur. Nüfus artış oranının büyüklüğü de bu göçe yeterli kaynağı sağlıyordu. Eskiden bir “Doğu” gerçeği vardı. Şimdi buna Batı’daki Doğu” gerçeği de eklenmişti.

Bu insanların, İstanbul’un, İzmir’in, Adana’nın, kısacası bütün Batı’nın sanayiinde, yolunda, barajında, köprüsünde, her alandaki kalkınmasında alın teri vardı. Bodrum’un, Marmaris’in, Antalya’nın güzelliklerinden de yoksun kalmak istemiyorlardı. “Batı’daki Doğu” birçok özelliklerini korumakla ve geldiği topraklardan, insanlardan tamamen kopmamış olmakla beraber, yerleştiği Batı’nın da kendi vatanı, yurdu olduğuna inanıyordu. Bunlar, “göçmen işçi” değil, bu toprakların sahipleriydi. Yerleştiği bu yeni topraklardan kendisini söküp atmak isteyecek sütün ırkçı, şoven ve ayrılıkçı güçlere karşı mücadele etmekte kararlıydı. Fakat iktidarın baskıcı ve ayrımcı tutumundan, onların düzeninden memnun değildi.

Baskı ve sömürünün olmadığı, insan haklarına saygılı demokratik bir Türkiye’nin gerçekleşmesini istiyordu. Belki çok açık formüle edemiyordu ama söyledikleri bundan farklı değildi.

Ne var ki önerilen çözümler, hep burjuva milliyetçiliği yöntemleriydi. Bu da, Türkiye’nin bütünlüğünde yararı olan, özellikle “Batı’daki Doğu”nun konumuyla çelişki yaratıyordu.

İşte bu çelişkiyi çözmenin arayışı içinde olan insanlara TİP, onların konumuna ve istemlerine uygun bir çözümü, sosyalist çözümü getirdi.

Legaliteye bağlı kalınarak, Türkiye’deki bütün sosyalist ve demokrat güçlerin işbirliği ile gerçekleştirilecek demokratik ve giderek sosyalist bir düzende, bütün sorunları çözümlenebilecekti.

Bu insanların içinde sosyalistler vardı. Fakat çoğunluğu sosyalist değildi. Ne var ki baskının kalkması, sınıfsal çıkarlardan daha önemliydi. Bu nedenle de dünya görüşünden dolayı en uygun çözümü getirebileceğine inandıkları Türkiye sosyalistleri ile beraber Türkiye İşçi Partisi’nde sadece kendi özel sorunları için değil, Doğusu, Batısı, Güneyi, Kuzeyi ile bütün Türkiye’nin sorunları için mücadele verdiler. Giderek sosyalizmi benimsediler ve inandılar. İşçi sınıfı ile beraber TİP’in en önemli unsuru oldular.

Bu beraberlik 1970’lere kadar sürdü. Bu tarihte TİP’in kendi gücünü oluşturan sınıfsal ve sosyal temellerinden koparılarak bir aydın grubun yönetimine geçmesiyle, yeni bir arayış içine girdiler.

Özelikle bir konunun altını çizmekte yarar var.

Türkiye’de hiç kimse ve hiçbir güç, bunlar kadar, Türkiye Sosyalist ve de Demokratik Hareketi’nin içinde yer almayı arzu etmişlerdir. Emekçilerden kopuk, halk kitleleriyle bağ kuramamış sosyalist aydınların bir  örgütte bir araya gelmelerinin, sosyalistlerin birliği olmadığını da vurgulamışlardır.

Türkiye’deki güç dengelerinin değişimi, hiçbir yerde ve hiç kimse üzerinde, bunlar kadar kısa sürede etkili olmuyor.Adeta bir barometre gibi. Günlük yaşantılarına yansıyan bu hassasiyet, onların güç dengeleri hesabını herkesten daha iyi kavramasına ve buna öncelik vermesine neden oluyor.

Onun için de TİP olayında olduğu gibi, bir grubun –niteliği önemli değil- hareketin yönetimini ele geçirmesiyle hareketin gücünü kaybettiğinin, güçsüz sosyal gruplarla beraber olmanın, kendilerine baskı ve umutsuzluktan başka bir şey getiremeyeceğinin farkındadırlar.

TİP ile başlayan ve 1970’lerde yine TİP ile biten ve o dönemde etkili olan legal ve diğer sosyalist ve demokratik güçlerle beraber çözüm arayışı seçeneği, sorunları ağırlaştıran, yeni çözüm arayışlarına ortam yaratan sancılı yıllardan sonra yeniden politik alana çıkabilecek midir?

 

GENÇ KUŞAKLAR

Bizler TİP’in genç kuşaklarıydık. Bugün artık kendimizi ne kadar genç sayarsak sayalım, eski gençlik dinamizmini, heyecanını, en önemlisi gelişmelere uyum sağlamak ve yaratıcılık yeteneğini, eskisi gibi sürdürebileceğimiz kuşkuludur.

Büyük bir deney ve bilgi birikimimizin olduğu bir gerçek. Bu elbette ki önemli. Provakasyonlara, sapmalara, maceralığa… karşı bir güvence. Fakat bu güvencenin önemi fazla abartılır, genç kuşakların dinamik, yaratıcı katkıları ve yönetimi etkin olarak paylaşmaları önlenirse. Hareketin gelişmesi engellenmiş olur.

Genç kuşaklar, kuşkusuz bilimsel ve teknolojik devrimin toplumsal ilişkilerde yarattığı değişiklikleri bizlerden daha iyi kavrayacak ve değerlendirecek yetenektedirler.

Bir sosyalist parti, çağının bilimsel ve teknolojik gelişmelerini kavramış çağın insanı olan bu kuşakların uzmanlığından yararlanmakla yetinemez. Hareketin yönetiminde, onlara ağırlık vermek ve onlara sorumluluk yüklemek zorundadır.

Sosyal değişmelerin ağır olduğu dönemlerde deney sahibi olmak önemliydi. Değişmelerin çok hızlı olduğu çağımızda yaratıcılık yeteneği daha da önemlidir.

ELEŞTİRİ

Parti, aynı dünya görüşünü kabul eden insanların örgütlenmesidir. B dünya görüşü, parti tüzük ve programındaki ilkelerde ifadesini bulur.  Bu ilkelerin de gerisinde, kaynağında, bir ekonomik sosyal düzenin ideolojisi, felsefesi, yaşama geçirilmişse, başarılı veya başarısız örneklerden çıkan değerlendirmeler vardır.

Bir sosyalist partinin en önemli yanı olaylara bilimsel yaklaşımıdır. Bu nedenle de düşünmeyi ve eleştiriyi önleyen, ilke ve kuralların değişmezliği anlayışına dayanan bir parti, sosyalist parti olmaktan çıkıp dinsel tarikata dönüşür.

Özellikle legal bir partide tartışma ve eleştiri kanalları açık tutulmalı ve teşvik edilmelidir. Bu, partinin canlılığını koruması ve gelişmesi için gereklidir.

Elbette bunun bir yöntemi ve ölçüsü vardır. Bilimsel ölçütlerden uzak, subjektif ve kişisel suçlamalar herhalde eleştiri olarak kabul edilemez.

Ayrıca parti üst yönetiminde görev alan kişilerin, parti tüzük ve programındaki ilkeler ve sosyalizmin genel ilkeleri üzerinde kuşku yaratacak ve kendi kişisel görüşlerini yansıtan teorik tahlillere girmemeleri gerekir. Bunlar, partideki bilim kurullarında incelenip tartışılarak olgunlaştırılır. Yetkili kurullara getirilerek tartışılır. Ancak yetkili kurulların kararıyla partinin görüşü olarak kabul edildikten sonra açıklanabilir.

Partinin üst yönetiminde sürekli tartışma konusu olan sosyalizmin genel ilkelerine ve parti ilkelerine, partililerin inancı sarsılırsa, bu ilkeler doğrultusundaki mücadelenin gücü de zayıflar.

Tartışma ve eleştirilerin önemli bir sınırı da partinin legalitesinden ileri gelir. Legal parti, yasalara göre kurulmuş ve çalışmaları yasal çerçevede sürdürülen partidir. Eleştiriler, tartışmalar da bu yasal kurallara bağlıdır. Yasaların yasakladığı konular tartışılamayacağı gibi, diğer konular da ancak yasaların izin verdiği ölçüler içinde konuşulabilir.

Örneğin, Sovyet rejimi tartışılırken ancak aleyhte konuşulabilir. Yermek hakkı vardır, fakat övmek suçtur. Böyle bir durumda olayı tüm boyutları ile diyalektik bütünlüğü içinde tartışmak olanağı yoktur. Oysa bir sosyalist partide eleştiri ve tartışmanın bilimsel olması gerekir. Bir olayın sadece tek yönü üzerinde durmak, bilimsel kurallara aykırıdır ve bizi yanlış değerlendirmelere, yanlış sonuçlara götürür.

Tüm kısıtlamaların kalktığı ve olayın her yönüyle tartışılabildiği döneme kadar, bu konudaki tartışmaların ve buna yönelen eleştirilerin ertelenmesi gerekir.

Özetlersek, övmek hakkının olmadığı yerde yermek hakkı da kullanılmamalıdır.

ÜSLUP

Sosyalist harekete katılanlar, düzenin bütün güçlerini, en etkili silahlarıyla karşılarında bulurlar. Kişisel çıkarları için değil, ezilen ve sömürülen insanların yararları için çoğu kez ölümle burun buruna yaşamak zorunda kalırlar. Bu, elbette ki kolay değildir. Yaşamın en güzel ve en verimli yıllarını cezaevlerinde, sürgünlerde, acılar ve yokluklar içinde geçirmeyi göze almak, büyük bir cesaret, özveri ve inanç işidir.

Bu büyük ve çetin mücadeleye katılanların başarıları kadar başarısızlıkları ve hataları da olacaktır. Tarihte ve günümüzde hatasız bir fikir ve eylem adamını göstermek olanağı yoktur. Eylem içinde olan elbette hata işleyecektir. Hatasız olanlar, hiçbir iş yapmadan başkalarını eleştirmekle yetinenlerdir.

Türkiye Sosyalist Hareketi’nin ön saflarında mücadele edenlerin hataları elbette ki eleştirilecektir. Bu hataların tekrarlanmaması için, gelecek kuşakların aynı yanılgılara düşmemesi için eleştirileceklerdir. Ne tarihte ve ne de günümüzde yaşamış sosyalistlerin hiçbirinin dokunulmazlıkları yoktur. Sosyalist hareketin tarihinde, kutsal kitaplar ve peygamberler değil, insanla, bilim ve politika kitapları vardır. Eleştiriye açık olmaları, niteliklerinin gereğidir.

Dostluğa, sevgi ve saygıya dayanan kişisel ilişkilerde eleştiriyi önleyemezler. Eleştirinin olmadığı yerde gelişme de durur.

Fakat eleştirirken iki kurala özenle bağlı olmak gerekiyor.

Sosyalistlerin düşünceleri, olaylara yaklaşımı ve değerlendirmeleri bilimsel olmak zorundadır. Sübjektif ve duygusal yargıların bilimsellikle ilgisi yoktur.

Sosyalizme hizmet eden insanların fikir ve eylemlerini eleştirirken, bilimsellikten uzaklaşmamaya, genel kavramlar ve klişelerle onları mahkûm etmemeye özen gösterilmelidir. Birisinin “sosyalizmden saptı”ğını, diğerinin “Marksizmi din haline getirdi”ğini ileri sürerken, bilimsel kanıtlar getirerek ispat edilmelidir. Hiçbir bilimsel veriye ve kanıta gereksinim duyulmadan herkesin herkesi kolayca suçlayabildiği bir ortamda, ne bilimsellikten ve ne de sosyalizmden eser kalır.

Sosyalizm insan içindir. İnsan sevgisi ve insana saygı temeli üzerine kurulup gelişmiştir. İnsana, insan olduğu için saygı duyan sosyalistler, kendi aralarındaki ilişkilerde bu kuralın dışına çıkamazlar. Gerek konuşmalarında, gerekse yazılarında saygılı bir üslup kullanmak zorundadırlar. Nezaket ve saygı, gelişmiş bir kişiliğin ve gelişmiş bir toplumun ilişkilerinin özelliğidir.

Yaşamını sosyalizm için mücadeleye adamış insanları, fikirlerine hiçbir ciddi bilimsel eleştiri getirmeden klişe üç beş kelime ile karalamak kolaydır. Ama bunun sosyalist harekete yarar değil, zarar getireceği açıktır. Bu üslup, sosyalist hareketin fikir düzeyinin düşmesine ve bilimsellikten uzaklaşmasına yol açar.

Kem söz, kızgınlığın, öfkenin, duygusal rahatsızlıkların ve yetersizliklerin ürünüdür. Konuşma ve yazı bu noktaya gelince bilimsel eleştiri ve tartışma da biter.

Oysa eleştirilen ve tartışmaya girilen kişilerin ve grupların fikirleri önyargısız ve soğukkanlılıkla dinlenirse, yararlanılacak bir çok yanlarının bulunduğu, belki de ortak bir noktada birleşmenin olanaklı olduğu görülecektir. Kaldı ki bugün karşı gruplarda yer alan kişiler yarın aynı örgütte beraber olabilirler. Birbirlerinin yüzüne bakarken kızarmamaları için konuşma ve yazılarında şimdiden ölçülü davranmaları gerekir.

Sadece demokrat göründüğü için, sağ görüşlü bir lidere gösterilen sevgi ve saygı, bütün olanaklarını ve yaşamını ezilen, sömürülen insanların kurtuluşuna adamış sosyalistlerden esirgenirse, ortada ciddi psikolojik rahatsızlıklar var, demektir.

Bir sosyalistin hata işlediğinin ileri sürülmesi, bilimsel eleştiri dışında hiç kimseye saldırı hakkı vermez. Kaldı ki, kimin hatalı olduğu da ancak zaman içinde eylemle anlaşılır.

*

Sosyalist Parti Tartışması, M. Ali Aslan, 1986