Irkçılık – Turancılık

          Yeni Akış’ın 1. sayısında yayımlanan ve Doğu’daki Kürtleri, silahlı Kazak-Kırgız aşiretlerini oraya yerleştirmek suretiyle yok etmek fikrini savunan İsmet Tümtürk ve Nihal Atsız’ın yazıları bütün Türkiye kamuoyunda geniş tepki yarattı.
         Yazarları bu şekilde düşünmeye ve yazmaya zorlayan nedenlerin anlaşılması için  Irkçı-Turancı  fikir akımının mahiyetinin açıkça belirtilmesi gerekir. 

 

I r k ç ı l ı k : 

          Aynı fizik özellikleri taşıyan topluluklara  “ırk”  denir. Kan, kafatası ölçüleri, cilt rengi, boy , yüz biçimi gibi değişik fizik özellikler, insanları çeşitli ırklara ayırmak için kullanılmıştır. 

         Zamanla ırklar arasında zeka ve ruhi kabiliyetler bakımından da fark olduğunu savunan ırkçı nazariyeler doğmuştur.

            İstilacı kavimler, istila ettikleri ülkelerin insanlarını köleleştirmişler. Bu durumu haklı göstermek için de kendilerinin üstün, onların aşağı ırklara mensup olduklarını iddia etmişler. Bu fikirle istismar düzeninin haksızlığını örtmüş ve saklamışlar.

            Batı emperyalizmi de sürdürdüğü istismar düzenini meşru göstermek ve bu haksız durumun tabii olduğu inancını yerleştirmek için üstün ırk nazariyesini yarattı ve ilmi bir gerçek gibi kabul ettirmeye çalıştı.

            Irkçılara göre ırklar,üstün ırk ve aşağı ırklar diye ayrılır. Renkli ırklar aşağı ırklardır. En yüksek ırk Avrupalıların mensup olduğu, uygarlığı yaratan Aryen dedikleri (böyle bir ırk yoktur, bir dil zümresidir) beyaz ırktır. Cermen ırkı da beyaz ırkın en az karışmış, en saf, en yüce mümesilidir. 

            Almanların milli gururunu okşayan bu nazariye kısa zamanda yayıldı. Cermen ırkının istisnai yüksek niteliklere sahip bir ırk olduğu ve diğer milletleri idare etmesi gerektiği fikri yerleşti. Bu, Almanya’nın dünya egemenliği iddiasına bir destek oldu.

        Üstün ırk nazariyesi hiçbir ilmi esasa dayanmaz. İnsan grupları zeka ve ruhi kabiliyetler bakımından eşittirler. Uygarlık, ırki özelliklerin değil, tabii çevrenin, tarihi şartların eseridir; belirli kıta ve milletlerin tekelinde değildir. Tarihi oluş içinde yüksek uygarlık yaratmış toplumlar gerilediği gibi barbar toplumlar da yüksek uygarlık düzeyine erişmişlerdir.  

        Örneğin, Çin, Mısır, Anadolu ve Mezopotamya’da yüksek uygarlıkların yaratıldığı çağlarda Cermenler ilkel kabileler halinde yaşayan barbar topluluklardı. 

              Aynı ırktan bir topluluğun geri, birinin uygar olduğu da görülüyor. 

              Nazariyenin doğruluğu kabul edilse, tarih boyunca uygarlığı aynı ırkın yaratması gerekmez mi ? Oysa hiç de böyle olmamıştır.

            Çeşitli milletleri karakterize ettiği söylenen cimrilik, nüktedanlık, savaşçılık gibi bazı vasıflar, ekonomik, sosyal şartların etkisiyle meydana gelmişlerdir. Bu şartlar değişince aynı vasıfların da değiştiği görülür. 

            Irka esas alınan bedeni vasıflar, tabii çevrenin ve üretim biçiminin etkisiyle sürekli bir değişime uğrarlar. Özellikle, ırkların birbirleriyle temas etmesi  (göç, istila, evlenme gibi)  değişimi hızlandırmış, ayrıca karmaşık vasıflı fertler meydana gelmiştir.  Böylelikle dünyada  -Eskimolar, Hottantolar gibi ilkel kavimler dışında-  saf bir ırk kalmamıştır. Ailenin fertleri arasında bile çoğunlukla aynı ırki özellikler görülmez. 

            Irki özelliklerin kanla nesilden nesile geçtiği ve asaleti kanın belirlediği iddia edilmiştir. Oysa kan grubu bakımından şempanzelere en yakın ırk, üstün ırk sayılan Avrupalılardır. Kan grupları ırk karakterlerinden, ırk kavram ve sınıflamasından tamamen bağımsızdır. 

            18. ve 19. yüzyılların millet anlayışında ve geri ülke halklarının milli uyanışlarında ırk önemli bir unsurdur. O çağın milliyetçilik hareketlerinde az çok bir ırkçılık kokusu vardır. Fakat bunun dozu değişiktir. Bazılarında, özellikle egemen ırklarda bu tamamen şoven, başka ırkları aşağı gören, onlara hayat hakkı tanımayan bir şekle girer. Artık milletten değil, ırktan söz edilir. Saf kan at yetiştirir gibi saf kan millet yaratmak istenilir ve bütün yabancı unsurlar yok edilmeye çalışılır. 

            Irkçı millet anlayışında ne dil, ne din birliği, ne de tarihi bağlılık gibi şartlar aranmaz. Ekonomik birlik, birlikte yaşama zarureti söz konusu edilmez.  Önemli olan aynı soydan gelmek, aynı kanı taşımaktır. 

 

T u r a n c ı l ı k :  

          “Bütün dünya Türklerinin birleşmesi, bir siyasi birlik meydana getirmesi”  diye tanımlanabilir. 

       Türkiye’de, Turan adlı bir ülkeden, büyük bir Türk yurdundan ilk defa söz eden Ziya Gökalp olmuştur.Macaristan veya Kafkasya’dan gelen bu Turan ülküsünü Gökalp şöyle anlatır. 

            “Turan hayali bir vatan değildir. Asya’da biribirine bitişik olarak yayılmış olan Türk illeri Osmanlı Türk’ünün sancağı altında toplanarak büyük bir hakanlık teşkil edecekler. İşte Turan bu büyük Türklüğün vatanıdır.”

            Turancılığı doğuran 2 kaynak vardır. Bunlardan biri Macaristan, diğeri Kafkasya’dır. 

            19. yüzyılda Macaristan’da Panislavizm’in emperyalist emellerine karşı koymak için Turancılık bir fikir akımı olarak doğdu.  Amacı, İslamiyetten önce Turan diye adlandırılan  Orta ve Güney Asya’da yaşayan, gerek dil, gerekse ırki özellikler bakımından birbirine yakın Türk, Fin, Macar, Moğol milletlerinin siyasi birliğini sağlamaktı. 

            Çarlık Rusyası devrinde, Rusların egemenliğindeki Türkler arasında milliyetçi bir hareket vardı. Fakat başarıya ulaşacak bir gelişme gücünden yoksundu. Kafkasyalı milliyetçiler, Türk Devleti’nden yararlanarak, fakat onun dışında , milli kurtuluş hareketini yürütmek istiyorlardı.  Bu amaçla 2. Meşrutiyet’ten sonra Yusuf Akçora, İyaz İshaki, Sadri Maksudi gibi Kafkasyalı Türkler Türkiye’ye geldiler. Davalarını, Turancılık, Büyük Türk Birliği olarak ortaya attılar. Türkçülük akımını, Türk Yurdu Dergisi ve Türk Ocakları kanalıyla,  amaçları yönünde kanalize ettiler.  

     Bu, Almanya’nın da işine yaradı. Almanya, Rusya’yı parçalamak istiyordu. Bunun için Turancılık’tan daha iyi bir araç bulunamazdı. Her bakımdan destekledi ve geliştirdi. 

           Almanya’nın Turancılığı desteklemesi, Rus egemenliğindeki Türki halkların milli kurtuluşları için değil, kendisine sömürge olacak Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir Turan Ülkesi yaratmak, Büyük Almanya hayalini gerçekleştirmek içindi. Bu akım bundan sonra tamamiyle Alman emperyalizminin hizmetinde, onun tarafından idare edildi. 

 

M i l l i y e t ç i l i k   G ö r ü ş l e r i : 

            Irkçı-Turancılara göre millet, aynı soydan gelen kimselerin teşkil ettiği siyasi birliktir. Bu amacı gerçekleştirmek için, bir yandan siyasi birliklerde bulunan kandaşlarını kurtarmaya, diğer yandan kendi içinde bulunan etnik grupları yok etmeye, eritmeye çalışırlar. 

           Bu fikir akımının emperyalist dış yönü olan Turancılık, uygulanacak gücü olmadığından, sadece basında sözü edilen bir ucuz edebiyat konusu olmaktan öteye geçemez. Bu yüzden bütün çalışmaları içte yoğunlaşır ve egemen ırktan olmayanlar için ezici olur. 

          Onlara göre Türkiye’de saf kan bir Türk Milleti yetiştirmek, bunun için de çeşitli etnik grupların yok etmek gerekir. Aşağı ırktan olan diğer etnik grupların varlığı, yüksek ırka mensup Türk ırkının bu niteliğini bozma tehlikesini yaratır. 

            Türkiye’de sayı ve yerleştikleri bölgenin önemi bakımından üzerinde en çok durulan Kürtler’dir. Peşin bir yargıyla Kürtler en büyük düşman kabul edilmiştir. AP’nin eski Sağlık Bakanı Suat Seren, Kürtler’in Ruslar’dan büyük düşman olduklarını, -doğum kontrolu ile ilgili konuşmasında-  TBMM kürsüsünden söylemek suretiyle onların fikrine tercüman olmuştur. Amaçlarının gerçekleşmesi için Kürtler’in muhakkak yok edilmesi gerekir.

           

S o n u ç :   

      Türkiye çeşitli etnik grupların bir haritasıdır. Irkçı görüşler tepkiyle karşılanır, Türk ırkçılığı karşısında azınlık ırkçılığı gelişir. Bunun, Türkiye’nin parçalanması ile sonuçlanabileceğini söylemeye lüzum yoktur. Böyle bir sonuç, her şeyden evvel Türk Halkı için zararlı olacaktır.

            Demek ki Irkçı-Turancı fikir akımının en çok zarar vereceği toplum, Türk Halkı’dır.  

       Türk Halkı, emperyalist kuvvetlerin egemenliklerini sağlama aracı olan ve onlar tarafından desteklenip geliştirilen bu sapık ideolojiye kendi mutluluğu ve güvenliği için karşı çıkmak zorundadır. Türkiye’deki diğer etnik gruplar da hem kendi varlıklarını koruma, Nazilerin 6 milyon Yahudi’yi gaz fırınlarında yakması gibi korkunç felaketlere hedef olmama, hem de Türkiye’deki bütün kardeş halkların mutluluğu ve Türkiye’nin güvenliği için Irkçı-Turancı fikirlere ve davranışlara savaş açmalıdırlar. 

         Türk Halkı’nın ve Doğu’da yaşayan Kürtler’in en büyük düşmanı Irkçı-Turancı fikir akımını yürüten faşist sağ kanattır. Temel felsefesi bakımından kendisiyle uzlaşma, hatta kendisine karşı pasif kalma imkanı yoktur. Halkın mutluluğu ve Türkiye’nin güvenliği için açılan savaşın ilk hedefi bu olmalıdır.  

Baran (Mehmet Ali Aslan)

( YENİ  AKIŞ  Eylül 1966  Sayı 2 )

 

Kürtçe Yayın

            Yazar arkadaşlarımız, faşistlerin ve sosyalistlerin millet konusundaki anlayışlarını, Kürt meselesine karşı takındıkları tavrı açıklamaya devam ediyorlar. Henüz ayrıntılarına girilmemiş olmakla beraber, ilk anda ortaya çıkan gerçek şudur. 

            Faşist sağ kanat, Türkiye’de sadece Türk ırkından olanlara hayat hakkı tanınmasını, diğer etnik grupların, kültür değerleriyle beraber bütün varlıklarının eritilmesini ister. Aynı ırk, aynı dil esası üzerine bir Türk Milleti yaratmaya çalışır.  Gerçek sosyalistler, Türkiye’nin asli unsuru olan Türk ve Kürt Halklarının birbirlerinin diline, etnik özelliklerine ve bütün kültür değerlerine  saygı göstermek suretiyle yan yana, kardeşçe yaşamaları gerektiği inancındadırlar. 

            Gerçekten sosyalist olmayan, fakat sosyalist olduklarını iddia eden  “ortanın solu”ndakiler ise milliyetçi eğitim sisteminin etkisinden kurtulamadıkları için, biçim değişikliğine rağmen esasta Türk faşistleri ile birleşiyorlar.  

            Bir devlet, yapısında bulunan halkların ve etnik grupların diline saygı göstermek ve kültür değerlerinin gelişmesi için imkan hazırlamak zorundadır. Bu, devletin bütünlüğü ve güvenliği için şarttır. 

            İnsanlar gibi toplumlar da, bir nevi maddi ve manevi varlıklarını koruma içgüdüsüne sahiptirler. Dilini ve kültür değerlerini ortadan kaldırmak, baskı yapmak, hatta gelişmesi için imkan hazırlamamak, fırsat vermemek devletin otoritesine, sosyal ve ekonomik faaliyet ve tedbirlerine karşı o toplumu aktif veya pasif direnişe götürür. Devletin yapısındaki halkları yabancılaştırır. Bu durum, devletin bütünlüğünü ve güvenliğini tehlikeye sokar.

            Devletin sağlam bir yapıya sahip olmasının ilk şartı, yapısındaki halkların birbirlerine ve devlete yabancılaşmaması, bunların sevgiyle kucaklaşması ve devleti kendi devleti olarak benimsemeleridir. 

            Vatandaş çalışma imkanları bulduğu, geleceği güven altında olduğu, maddi ve manevi varlığını geliştirebildiği bir ortamı hazırlayan devlete bağlanır. Dilini konuşup yazarken bile baskı ile karşılaşan vatandaşın, bu baskıyı doğuran devlet mekanizmasına karşı nasıl bir duygu besleyeceğini söylemeye lüzum var mı ?      

            Devletin, bünyesindeki etnik grup ve halkların dil ve kültür değerlerine saygı göstermesi, gelişmesi için fırsat ve imkan hazırlaması,  bütünlüğü ve güvenliği bakımından, aktif ve pasif direnişleri kırmak için de gereklidir. 

            Bu aynı zamanda  -insani yönünü bir yana bırakalım-  o halk ve etnik grupların milletin kalkınma hamlesine katılmasını sağlamak içindir.  Milli kalkınma, bütün vatandaşlar kendi arzuları ile bu kalkınma hamlesine katılmadıkça ve benimsemedikçe başarıya ulaşamaz. Bu da ancak bütün vatandaşlara maddi ve manevi varlıklarını geliştirecek eşit imkan ve fırsat vermek, dil ve kültür değerlerine saygılı olmakla mümkündür. Yabancılık duygusuna kapılan bir kitlenin, imkanı yok, kalkınma hamlesine arzusuyla katılmasını sağlayamazsınız. Bu hamleyi baltalamak için en azından pasif direnişe geçer. Az gelişmiş ülkelerin kalkınma çabalarını izleyenler bu gerçeği çok iyi bilirler. 

            Basit bir örnek verelim. Resmi devlet dili dışında bir dil konuşan köye gidin. Kendi yararlarına olan çeşme veya okulun yapımına el birliği ile katılmalarını söyleyin. Kendi dilleri ile hitap etmedikçe onları ikna etmeniz mümkün değildir. Toplum kalkınmasında görev alanların bildikleri bir gerçektir bu. 

            Görülüyor ki etnik grupların ve halkların birbirlerine ve devlete yabancılaşmasını önlemek, onların kalkınma hamlesine katılmalarını sağlamak için ilk ve en basit şart, kendi dilleriyle onlara hitap edip, kültür değerlerinin gelişmesini sağlayacak imkanlar hazırlamaktır.

 

               Gelelim Türkiye’deki Kürtlerin durumuna.

               Türkiye’deki milyonlarca Kürt’ün ana dili Kürtçedir. Doğu illerinde Türkçe konuşamayanların oranı Mardin’de % 91, Siirt’te  % 87, Hakkari’de  % 61, Muş’ta  %53, Van’da  % 52’dir. Milli Kurtuluş Savaşını başarıya ulaştırıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni  kuran bu vatandaşlarımızdaki  yabancılık duygusunu kaldırmak ve memleket kalkınmasına katılmalarını sağlamak için her şeyden önce kendilerine ana dilleriyle hitap etmek zorundayız. Memleketseverliği, Türk Halkı’yla işbirliğini ve beraber yaşama zorunluluğunu, devletin bütünlüğüne ve güvenliğine yönelen ciddi tehlikelere nasıl karşı konulacağını, toplum kalkınmasındaki yerini ve önemini, hulasa kendisine vermek istediğimiz, bilmesini, öğrenmesini arzu ettiğimiz her şeyi ancak Kürtçe söylemek suretiyle anlatabiliriz. 

            Kürtçe konuşmak ve yayın yapmak, hukuki yönden de Anayasa’nın teminatı altında olan, kişiliğe bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlerdendir. 

            Anayasamızın 3. maddesi  “Resmi dil Türkçedir.”  der. Bununla sadece “resmi dil”in  Türkçe olduğu belirtilmiştir. Bunun dışında her dille konuşulabileceği ve yayın yapılabileceği, mefhumu muhalifinden anlaşılmaktadır. Türkiye’de diğer dillerle konuşulamayacağı ve yazılamayacağı hükmü konmak istenseydi  “resmi dil”  tabiri kullanılıp bir ayırım yapılmazdı. Kaldı ki insan hakları ilkelerine bağlı ileri bir anayasanın, yabancı dillerle öğrenim yapan yüksek öğrenim kurumlarının bulunduğu bir ülkede, memleketin asli unsurlarından olan o ülke vatandaşlarının dilini yasaklaması, hatta bu dille konuşma ve yayın yapma hakkını teminat altına almaması beklenemez. 

            Anayasanın 10. maddesi,  “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.”  

            “Devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırır; insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar.” 

            Anayasanın 20. maddesi de  “düşünce hürriyeti”ni, kişinin temel hakları arasında saymıştır. 

            “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlarını söz, yazı, resim ile veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir ve yayabilir.” 

            11. maddesi  “Kanun, kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa, bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.” der.  

            Demek ki kişinin, temel hakları arasında bulunan düşünce hürriyetinin  bir ifade aracı, aynı zamanda kişiliğe bağlı tabii haklardan olan kendi dili ile konuşması ve yayın yapması tabii hakkın özünü teşkil ettiği için kanunla dahi yasaklanamaz.  Kaldı ki mevzuatımızda Kürtçeyi yasaklayan herhangi bir hüküm yoktur. 

            Musa Anter’in  BIRİNA REŞ  (Kara yara)  adlı kitabının toplatılması talebinin reddine ait Diyarbakır Sulh Ceza Hakimliği’nin 16.2.1965 tarih ve 965/25 sayılı kararında  (Kitabın kısmen Kürtçe yazılmış olması da suç vasfı taşımamaktadır. Çünkü Anayasa sadece resmi dilin Türkçe olduğunu kabul ve emretmiştir. Bunun dışında hususi münasebetlerde ve işlerde Türkçe dışında herhangi bir dil ile konuşup anlaşmakta her vatandaş mutlak bir serbestliğe sahip olup bunun aksi kanun hükümleriyle müeyyide altına alınmış değildir.  Hal böyle olunca ve hususi hayatta Türkçe dışında şifahi konuşmalar suç olmadığına göre o şekilde bir kitabın yazılması da suç vasfı taşımamaktadır.)  denmek suretiyle Kürtçe yayının hukuki durumu çok güzel açıklanmıştır. 

            Hukuken suç olmayan ve yasaklanmayan Kürtçe yayın, sosyal baskı ve idari tedbirlerle engellenmeye çalışılmıştır. 

            1963 yılında Türkçe ve Kürtçe yayın yapan  DENG  Dergisi dolayısiyle İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda  “sırf Kürtçe yayın yaptığı için derginin kapatılamayacağı, böyle bir tedbirin alınması halinde dergiyi yayımlayanların Anayasa Mahkemesi’ne başvurup lehlerine hüküm alacakları, bu bakımdan takibata geçilmemesi gerektiği”  karara bağlanmış, fakat dergiyi yayımlayanlar başka yönlerden çeşitli baskılara maruz bırakılmışlardır. 

            Sosyal baskı ve idari tedbirlerle Kürtçe yayının engellenmesi, memleket yararına değildir. Bu gerçek gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır.

            Kürt Halkı, Kürtçe yayın yapan radyo istasyonları kanalıyla eğitilmektedir  ve bu istasyonların bir kısmı Türk Halkı’na düşman faşist güçlerin kontrolündedir. 

            Biz, yabancıların eğitimi yerine, Kürtlerin  -Türkçe yanında-  kendi dilleriyle de bizim tarafımızdan eğitilmesinin gerektiğine ve bunun devlet bütünlüğü ve güvenliği için bir zaruret olduğuna inanıyoruz. 

            Dildevletin kurucu unsuru değidir. Sosyalist ülkeleri bırakın, kapitalist ülkelerin hepsinde bile çeşitli diller konuşulur ve bu dillerle yayın yapılır. İşte ABD , işte İsviçre, işte İngiltere. Bunların hiç biri, ayrı diller konuşuldu, ayrı dillerle yayın yapıldı  diye bölünmedi, parçalanmadı. Arkadaşımız Kemal Burkay’ın örnek verdiği İran gibi devletler, birliklerini etnik grupların dillerine ve kültürlerine gösterdikleri saygıya borçludurlar. 

            Asıl memleketi bölücü ve parçalayıcı faşist zihniyetten vazgeçelim. Kürtçe yayını engellemenin ve baskı altına almanın, Doğu Halkı’nın duygularını inciten, onları Türk Halkı’na ve devlete yabancılaştıran tehlikeli bir davranış olduğu gerçeğini kavrayalım. Kürtçe yayını teşvik eden fırsat ve imkanları hazırlayalım. 

                                                                                                                 Baran ( Mehmet Ali Aslan)              

                                                                                           ( YENİ  AKIŞ  Ekim 1966  Sayı 3 )

 

Kürt Halkının Yeri

             Türkiye’de şimdiye kadar tabu sayılan bir konuyu  “Kürt meselesi”ni ele aldık. Bazı çevrelerin bize karşı saldırıya geçmeleri doğaldır.

            Saldırıların hangi çevrelerden geldiğini tespit, hem Doğu meselesinin yönünü ve hem de Kürt Halkı’nın yerini, kimlere karşı olması ve kimlerle işbirliği yapması gerektiğini ortaya koyması bakımından önemlidir.

         Bize karşı ilk saldırıya geçenler sağcı gazetelerle Doğu’daki ağalık ve şeyhlik kurumlarının savunucuları oldu. 

      Yeni Gazete’nin 6 Ekim 1966 tarihli sayısında Hikmet Bil yazısına, “Irak’ta da Böyle Başlamışlardı.”  başlığını attı. Dergimize ve “Kürtçülük faaliyetleri”nin arz ettiği tehlikeye dikkati çekerek derhal tedbir alınmasını istedi. 

            Yeni İstanbul ise 27.9.1966 tarihli sayısında iri puntolarla  “”Kürtçülük ve Komünizm Aynı Safta” diye feryadı koparıyordu. Dergimizden bazı örnekler alarak  “milliyetçiliğe, bu arada bazı mukaddes mefhumlara çatılmakta” olduğu söyleniyordu. Milliyetçilik ve mukaddes mefhumlar dediği, faşizm ve ırkçı-turancı akımlardı.

         Aynı gazete 5.10.1966 tarihinde  “ MİT bir rapor hazırladı.Esas tehlike Komünizm ve Kürtçülüğün işbirliğidir.” diye attığı manşetle hem gözdağı vermek, hem de bir telaş ve heyecan havası yaratmak istiyordu. 

            “Milliyetçi ve mukaddesatçı basın”  olarak nitelenen, faşist akımın organı bu sağcı gazetelerin devamlı saldırıları yanında, Doğu’daki ağalık ve şeyhlik kurumlarının savunucuları olanların aynı dille konuşmaları ve dergiye cephe almaları, meselenin esasını kavrayamayan iyi niyetli Doğuluları şaşırttı. 

            Ağalık ve şeyhlik kurumlarının temsilcileri ve savunucuları,  Kürt Halkı’nın haklarını koruyan birer kurtarıcı rolünde sahneye atılmışlar, onların kutsal duygularını istismar ederek politik güç kazanmışlardı. 

            Dergi, onların dost sohbetlerinde bile söylemeye korktukları konuları açıklıkla tartışmış; elde etmeyi vaat ettıklerı hakların, gerçekten Anayasa ile verilmiş meşru haklar olduğunu göstermiş ve kullanmıştır.

            Peki, bütün bunlara rağmen, Kürt Halkı’nın düşmanı Yeni İstanbul Gazetesi ile birleşmelerinin nedeni nedir ? 

            Bugün Türkiye’de halk ezilmekte ve sömürülmektedir. Fakat Türk Halkı yanında Kürt Halkı bir de ayrı bir etnik gruba mensup olduğu için iki katlı sömürülmektedir. Mücadelemiz, bu sömürü düzenine karşıdır. Amacımız Türk ve Kürt Halklarının insanca yaşama imkanlarına kavuşması ve mutluluğa erişmesidir.Bu amacın gerçekleşmesi için yürüttüğümüz mücadelede Kürt Halkı’nın yeri neresi olacaktır? 

            Yukarıdaki soruların cevaplandırılabilmesi için Türkiye’nin bütünlüğü içinde Türkiye Halklarıyla beraber Kürt Halkı’nın sömürülmekten kurtulmasında kimlerin çıkarının olduğunu, kimlerin çıkarının bozulduğunu bilmek gerekir. 

 

E m p e r y a l i z m : 

            Türkiye, siyasi bağımsızlığına rağmen, bütün azgelişmiş ülkeler gibi ekonomik bakımdan bağımlı olduğu için, gün geçtikçe daha çok sömürge şartları içine girmektedir. 

            İkili antlaşmalarla Türkiye’nin bir kısım topraklarını bile fiilen işgal eden ABD, Türkiye’deki sosyalist gelişmeyi önlemek, çıkarlarını korumak için faşist güçleri açıkça desteklemektedir. Türk Halkı’nın uyanması kadar, Kürt Halkı’nın da uyanışına karşıdır. Çünkü halkın bilinçlenmesi emperyalizmin çıkarlarını tehlikeye sokar. 

            Bazıları ABD’nin, Kürtlerin etnik özelliklerine saygı gösterilmesi, dil ve kültür konularında baskı yapılmaması için Hükümet’e telkinde bulunduğunu, Kürt Halkı’nın uyanışını desteklediğini yaymaktadırlar. 

            ABD, kendisine yüzde yüz sadık, çıkarlarının teminatı olan bir hükümet varken, bunun karşısında ne olacağı bilinmeyen yeni bir gücün çıkmasını  -hele bu güç hükümeti zor durumda bırakıp varlığını tehlikeye sokacaksa- kesinlikle istemez. 

            ABD, bütün halklar gibi Kürt Halkı’nın da bilinçlenmesine tamamen karşıdır. Kürt Halkı’nın kültür değerlerine sahip çıkması, kendi diliyle yayın yapılması, büyük ölçüde bilinçlenmesini sağlayacaktır. Bilinçli bir Kürt Halkı, Türk Halkı’yla dayanışma halinde, elbette ki kendilerini sömüren güçlere, bu arada en büyük emperyalist güç olan ABD’ye de karşı çıkacaktır. 

            Kapitalizm, halkları sadece ekonomik bakımdan değil, manevi bakımdan da, yani dil, kültür ve manevi değerlerini de sömürür. Bu iki sömürme şekli paranın yazı turası gibi birbirine bağlıdır.Bu yönden de ABD’nin Kürt Halkı’nın manevi sömürülmesine karşı olacağı düşünülemez. 

            Ortadoğu petrol yataklarının önemli bir kısmı  Kürtlerin yaşadığı bölgededir. ABD  petrol şirketlerinin elindeki bu petrol yataklarının bulunduğu bölgede, çıkarlarının teminat altında olması, halkın menfaatlerinin bilincine ermemesine, geri sosyal yapının devamına bağlıdır. 

            ABD “barış gönüllüleri”nin Doğu’da geziler yaptığı, Kürtçe öğrendikleri bir gerçektir. Bu arayış, Kürt toplumunun yapısını inceleyiş, ilerdeki gelişmelerden ne şekilde yararlanılabileceğini, kendisine sadık grupların ve şahısların bulunup bulunmayacağını anlamak içindir.  

            Dünyadaki bütün halkların kaderi birbirine bağlıdır. Emperyalizm ve onun aracı olan faşist güçlerin bir yerde mağlup edilmesi, sadece o halkın kurtuluşunu sağlamakla kalmaz, diğer halkların kurtuluşlarını da kolaylaştırır. Kendi halkının kurtuluşunu isteyenler, nerede olursa olsun emperyalizme ve onun aracı olan faşist güçlere karşı çıkmak ve onlarla savaşmak göreviyle yükümlüdürler.

            Vietnam’da, Kongo’da, Angola’da, Güney Amerika’da… emperyalizme karşı savaşan halkların başarısı nasıl bizim başarımızı kolaylaştıracaksa, biz de emperyalizme ve onun aracı olan faşist güçlere karşı çıkarak onların kurtuluşuna yardımcı olalım. Çünkü ahtapot kollarıyla bütün ezilen halkları sömüren aynı sömürücü devdir. 

            Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türk Halkı’yla beraber Kürt Halkı’nın da sömürülmekten kurtulması, ABD’nin ve diğer emperyalist devletlerin Ortadoğu’daki çıkarlarını bozar.

 

T ü r k   E g e m e n   S ı n ı f l a r ı :     

             Emperyalizm, milletleri kendi içinden bazı sınıflarla işbirliği yapmak suretiyle sömürür. Dış ticareti, bankacılığı, sigortacılığı elinde bulunduranlar, montaj sanayii ile yabancı sanayiin içeride komisyonculuğunu yapanlar ve çıkarları geri düzenin devamına bağlı toprak ağaları, beynelmilel mali sermaye ile işbirliği yapar. 

            Komprador-Ağa sınıflarının çıkarları geri sosyal yapının devamına bağlıdır. Halk kendi sınıf menfaatlerinin bilincine varamadığı ölçüde sömürme kolaylaşır. Halkın uyanışı ise sömürü düzenini ve egemen sınıfların çıkarlarını tehlikeye sokar. 

            Türk egemen sınıfları, Türk Halkı gibi, Kürt Halkı’nın da uyanışını, bilinçlenmesini istemezler. Kültür değerlerine sahip çıkma, kendi diliyle yayın, bir ölçüde, halkın  manevi sömürü’den kurtulmasına ve bilinçlenmesine yol açacağı için buna karşı çıkarlar. 

            Ayrı etnik gruptan olduğu için sömürme  -yanıltıcı bir propaganda ve eğitim sistemiyle haklı gösterilip kendi halkının da desteğini sağlayacağından-  daha kolaydır. Kürt Halkı’nın geri ekonomik ve sosyal yapısından doğan şartların, kültür ve manevi değerlerine olan baskının aynen korunmağa çalışılması, kendi halkına telkin edilen sömürme nedenlerini kaybetmemek içindir.  Faşist uygulamaların (sürgünlerin, katliamların)  hedefi olarak kullanmak için de geri sosyal yapının korunması gerekir.

            Demek ki  -bizzat istismar eden olarak-  Türk egemen sınıfları, Türk Halkı’yla beraber Kürt Halkı’nın da uyanmasına, sömürüden kurtulmasına karşıdır. 

 

A ğ a l ı k   v e   Ş e y h l ı k   K u r u m l a r ı : 

 

            Kürt toplumunda, başlangıçta sosyal bir ihtiyaç olarak doğan bu kurumlar, modern devlet örgütünün kuruluşu ve bu kurumların görevlerini yüklenişi ile halka hiçbir hizmet vermeden halkın sırtından geçinen parazitler haline gelmişlerdir. 

            Doğu’nun bazı yerlerinde aşiret ağalığı, bazı yerlerinde toprak ağalığı biçiminde  görülen bu kurum, her iki haliyle de sömürücü bir niteliğe sahiptir. 

            Kürt Halkı’nın bilinçlenmesi bu kurumların kalkması sonucunu doğuracaktır. Oysaki ağalık ve şeyhlik kendi varlıklarını sürdürme çabasındadırlar. Varlıklarını toplumun aşiret aşamasından kurtulamayışına bağlayan bu kurumlar, aşiret çatışmaları ve kan gütme olaylarını sürdürerek halkı düşman kamplara ayırıyorlar, aşiretçilik zihniyetinin kalkmasını ve halkın bilinçlenmesini engelliyorlar. Gerici ve tutucu kurumlar olarak Kürt toplumunun içinde bulunduğu geri sosyal şartların değişmesine karşı çıkıyorlar. 

            Bu kurumlar, emperyalist ve faşist güçlerle, istismarcı sınıflarla işbirliği yaparak Kürt Halkı’nı sömürmektedirler. 

            Bunun örneği, 55 ağanın sürgün olayında çok iyi görüldü. Sürgün zamanı Türk egemen sınıflarına ve onların çıkarlarını koruyan siyasi partilere karşı olacaklarını söylemelerine rağmen, sürgünden dönünce bu partilerde yer aldılar. Seçimlerde Kürt düşmanı partileri ve şahısları desteklemeleri, bu zorunlu işbirliğinin, çıkar birliğinin sonucudur. 

            Söylediklerimiz, ağalık ve şeyhlik kurumlarını temsil edenler ve savunucuları içindir. Halkçı mücadelenin yürütülmesinde görev alan , menşei ağa ve şeyh olan çok sayıda kimseyi bunların arasına katmıyoruz. Halkını seven bu mücadeleci ve dürüst insanlar, gerici ağalık ve şeyhlik kurumlarına karşı çıkarak kendi sınıf çıkarlarını, halklarının menfaatine feda etme fedakarlığını ve cesaretini göstermişlerdir.Doğu’da bunların sayısı az değildir. 

            Bir kısım ağa ve şeyhlerin Kürt Halkı’nın dil ve kültür değerlerine olan baskının kaldırılmasını, kısacası manevi sömürüden kurtulmasını istedikleri söylenir. 

            Fakat bu istek sadece kapalı kapılar ardında, dost meclislerinde dile gelir. Bunlardan hiçbiri bu isteği etkili olacak biçimde ileri sürmemiştir. Üstelik bu baskıyı doğuran emperyalist ve faşist güçlerle işbirliği yapmışlardır. Halk yararına olan hareketleri baltalamışlardır. Sömürü düzeninin pekiştirilmesini sağlamışlardır. 

            Halk sömürüye karşı çıkıyor. Ağalar ve şeyhler halkın bu arzusunu bildikleri için bunu dile getirir gibi davranıyorlar. Halkın sempatisini kazanarak politik güçlerini artırıyorlar. Fakat uygulamada halk düşmanı sömürücülerle işbirliği yapıp bu isteğin gerçekleşmesini engelliyorlar. Bugün oynanan oyun budur. 

            Demek ki ağalık ve şeyhlik kurumları , hem emperyalizmin ve faşist güçlerin, sömürücü sınıfların işbirlikçisi olarak, hem de doğrudan doğruya Kürt Halkı’nı sömürür, bilinçlenmesini, kalkınmasını engeller. 

            Varlığı geri sosyal yapıya bağlı ve bizzat sömüren bir sınıf olarak ağalık ve şeyhlik kurumlarının temsilcileri de Türk Halkı’yla beraber Kürt Halkı’nın istismardan kurtulmasını ve bilinçlenmesini istemezler. 

            Yukarıdaki açıklama, ağalık ve şeyhlik kurumlarının temsilcileri ve savunucularının, Kürt Halkı’na düşman faşist güçlerin sözcülüğünü yapan Yeni İstanbul ve Yeni Gazete gibi sağcı basınla aynı dili kullanmalarının, aynı paralelde hareket etmelerinin nedenlerini de ortaya koyuyor. 

            Zenci Çombe ile zenci düşmanı bir Güney Afrikalı aynı çıkarların savunucusu olarak kolayca birleşebiliyorlar. Birinin zenci, diğerinin zenci düşmanı olmasının ortak çıkarlara etkisi olmuyor. 

            Türk ve Kürt Halklarının Çombeleri de birbirlerinin ırkına düşman oldukları halde kolayca birleşmişlerdir. 

 

T ü r k   H a l k ı :   

 

            Cumhuriyetten önce Osmanlı merkezi feodalitesi tarafından, bugün de emperyalist ABD, komprador-ağa işbirliği ile iliklerine kadar sömürülmektedir.   Mutlu azınlığın yaşadığı birkaç büyük kentin belirli kesimleri dışında, Anadolu’nun büyük kısmı, kentlerin çevresi yoksulluk ve sefalet içindedir.

            Batı’nın geriliği Doğu kadar değildir. Türk Halkı Kürt Halkı kadar sömürülmemektedir. Fakat bu nisbidir. Geri kalmışlık ve sömürülme durumunu değiştirmemektedir. 

            Yatırımların bölgeler arası dağılımında Doğu’ya daha az yatırım, elbette ki Batı’ya daha çok yatırım yapılmasını sağlar. Fakat çok az  bir genel yatırım tutarından alınacak aslan payı bölgeyi geri kalmışlıktan kurtaramayacak, sömürge olarak kullanılacak bir Doğu, Batı’daki halkın sefaletini ortadan kaldıramayacak,sadece Türk egemen sınıflarına ve onların dıştaki emperyalist efendilerine iki katlı sömürüden doğan daha çok gelir sağlayacaktır. 

            Türk Halkı’nın kurtuluşu tüm sömürücülerden kurtulmaya, sömürü düzenini değiştirmeye bağlıdır. Asıl mesele küçük bir somundan aslan payı almak değil, büyük somunu kardeşçe paylaşmaktır.

        Kürt ve Türk Halklarının yabancılaşması faşist bir eğitim sisteminin ve sistemli bir propagandanın sonucudur. Kardeşçe bir hava yaratmak, birbirlerine ısındırmak mümkündür. Bu, Türk ve Kürt sosyalistlerinin, halkçı aydınlarının çabasına bağlıdır. 

            Türk Halkı’nın emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı mücadelesi, kardeş Kürt Halkı’nın iştiraki sağlanmadan başarı kazanamaz. Bu bakımdan Kürt Halkı’nın uyanışı, bilinçlenmesi bu mücadeleyi başarı yönünde etkileyecektir.

            Kürt Halkı’nın sömürülmekten kurtulması , bilinçlenmesi Türk Halkı’nın çıkarına uygundur. 

            Yukarıda çeşitli sınıfların ve güçlerin Kürt Halkı karşısındaki durumlarını kısaca açıkladık. 

            ABD gibi emperyalist devletlerin , Türk egemen sınıflarının, ağalık ve şeyhlik kurumlarının çıkarları ile Kürt Halkının çıkarları çelişmektedir. İşbirliği yaparak sömürdükleri Kürt Halkı’nın sömürülmekten kurtulmasına, bilinçlenmesine karşıdırlar. Kürt Halkı da bu emperyalist ve faşist güçlerle, sömürücü sınıf ve gruplarla -aralarında hiçbir ayırım yapmaksızın, öncelik tanımaksızın-  mücadele etmek zorundadır. 

            Türk Halkı’nın çıkarı ise Kürt Halkı’yla beraber olmakta, dayanışma halinde bulunmaktadır.

 

            Kürt ve Türk Halklarının dayanışması ve işbirliği nasıl olacaktır ? 

      Türkiye’deki işçi, köylü, esnaf, dar gelirli memur gibi emeği ile geçinenlerin ırk farkı gözetilmeksizin menfaatleri ortaktır. Kendilerini sömüren emperyalist güçlere ve yerli ortaklarına karşı aynı safta mücadele etmeleri gerekir. Birbirlerinin etnik özelliklerine, diline, kültür değerlerine gösterecekleri saygı dayanışmayı sağlayacaktır.

            Fakat sadece bunları söylemek, gerçeğin böyle olduğunu ileri sürmek halkların dayanışmasını ve işbirliğini sağlamaya yetmez. Bu, emekçi halkın bu bilince ermesi ile mümkündür. Bilinçlenme ise sosyalist hareket içinde olur. 

            Türk ve Kürt Halklarının işbirliği ve dayanışması kendi sınıf çıkarlarını koruyan ve savunan politik organizasyonlar içinde bir anlam kazanır. Nasıl Türk egemen sınıfları ile Kürt ağa ve şeyhleri her şeye rağmen aynı kurum ve partilerde birleşiyorlarsa, Türk ve Kürt Halkları da bunlara karşı kendi kurum ve partilerinde birleşmek zorundadırlar. Bu teşkilatlar egemen sınıfların çıkarlarını koruyan burjuva partileri ve yan dayanağı olan faşist kurumlar değil, ancak halkın çıkarlarını koruyan sosyalist partiler ve sosyalist kurumlar olabilir. 

            Sosyalist hareket içinde bilinç ve organizasyon yeteneği kazanacak Kürt Halkı, Türk Halkı’yla birlikte demokratik esaslar dahilinde istismar düzenine son vererek birbirlerinin varlığına saygılı mesut ve müreffeh Sosyalist Türkiye’yi kuracaktır. 

            Sosyalist partilerin metodu halkın bilinçlenmesini, teşkilatlanmasını sağlayacak niteliktedir. Diğer burjuva partilerinin metodu buna uygun değildir. Bunlar, halkı uyutmak, uyuşturmak isterler. 

            Şayet Türk Halkı faşist güçlerin ve propagandanın etkisinde kalarak bunu imkansız kılacak bir davranışa yönelirse, sonucu sosyal determinizmin belirleyeceğini söylemeyi gereksiz buluyoruz.  Fakat Kürt Halkı, her halükarda sosyalist hareketin yürütücüsü olmak zorundadır. 

 

            Meselenin çözümünü kim sağlayacak? 

            Doğu Halkı , iktidarı etkileyecek siyasi parti ve kurumlarda ağırlığını duyuracak bir baskı grubu olmadığı sürece, Doğu Sorununun insani ve gerçekçi bir çözüme varması imkansızdır. 

            Doğu Halkı’nın bu meselenin çözümündeki davranışı nasıl  olacaktır ?  Sosyal ilişkiler çeşidi kadar davranış biçimleri vardır. Her yerde ve her kurumda bu meselenin çözümüne ışık getirecek, yarar sağlayacak bir davranışta bulunmak mümkündür. Fakat biz en etkililerine kısaca değineceğiz. 

            Çağımızda teşkilatlanmayan bir grubun veya bir teşkilat aracılığı ile savunulmayan bir fikrin başarı şansı zayıftır, hatta yoktur. Bu teşkilatlanmanın en etkililerinden biri de siyasi partilerdir. Meselenin demokratik yoldan çözümünü arzu eden Türk ve Kürt Halkları sosyalist partilerde birleşmekle en etkili ve doğru mücadele yolunu seçmiş olacaklardır. Faşist tehlikeyi önleme bakımından da bu zorunludur. 

            Son zamanlarda Kürt Halkı’na ve aydınlarına  “partiler üstü kalmak”,  “politika dışında bulunmak”  fikirleri telkin edilmeye çalışılmaktadır.  

            Bu, sosyal mücadelede doğrudan doğruya Kürt Halkı’nı tarafsızlaştırma ve gücünü sıfıra indirme sonucunu doğurur. Ne demek  “partiler üstü olmak”  veya  “politika dışı kalmak” ?  

            Partiler üstü kalmak, dolaylı olarak,  egemen sınıfların çıkarlarını koruyan  burjuva partilerinden yana olmak, işbirliği yapmak zorunda olduğu emekçilerin haklarını savunan sosyalist partilere pasif davranışla karşı çıkmak demektir. 

            Kürt Halkı ve aydınları böyle bir oyuna gelmemelidirler. Pis de olsa, kirli de olsa boğazına kadar politika çamuruna batıp aksiyona geçmelidirler. Laf ebeliklerinin ve Doğu Edebiyatı yapmanın bir yarar sağlamayacağı anlaşılmıştır. 

            Sosyalist partilerde ve kurumlarda yer almak, sosyalist hareket içinde aktif mücadeleye girişmek şarttır ve kaçınılmaz bir görevdir. Durumu partilerde yer almaya elverişli olmayanlar, sosyalist hareketin gelişmesini hızlandıracak çeşitli çalışma şekilleri ve imkanları bulabilirler. 

            Kürt Halkı ve aydınları elbette ki sosyalist parti ve kurumlarda yer alacaklardır. Fakat Doğu meselesinin dar anlamda sadece bir partinin kaderine bağlanamayacağı, parti dışında da yapılması gerekli çalışmaların bulunduğu bilinmelidir. Bir örnek verelim.

            Bugün Anayasa Kürtçe yayın hakkını tanımıştır. Kanunlarımızda yasaklayıcı bir hüküm yoktur. Fakat siyasi ve sosyal baskılarla bu meşru hakkın kullanılması bugüne kadar önlenmiştir. Bunu kullanmak

Parti kanalıyla olamayacağı gibi sosyalist bir düzenin kurulmasını beklemenin de gereği yoktur. 

 

S o n u ç : 

            ABD ve diğer emperyalist devletler, Türk egemen sınıfları, ağalar ve şeyhler işbirliği yapmak suretiyle Türk Halkı gibi Kürt Halkı’nın da bilinçlenmesine, maddi ve manevi sömürüden kurtulmasına karşıdırlar. 

            Kürt Halkı’nın ve aydınlarının mücadelesi emperyalist ve faşist güçlere karşı olmalıdır.

            Türk ve Kürt Halklarının Çombeleri çıkarları beraber oldukları için birleşmişlerdir. Ağalık ve şeyhlik kurumlarının sözcüleri Yeni İstanbul gibi Kürt Halkı’nın düşmanı faşist gazetelerle aynı dili kullanmakta, aynı paralelde hareket etmektedirler. 

            Türk ve Kürt Halkları sosyalist örgütlerde birleşmek, işbirliği yapmak, dayanışma halinde bulunmak zorundadırlar. Doğu Halkının da bir baskı grubu haline gelmesi zorunludur.  

            Mücadelede en etkili silah politik organizasyonlardır. Kürt Halkı ve aydınları politikanın dışında kalamazlar. Sosyalist partilerde ve kurumlarda yer almak ve her halükarda sosyalist hareketin ve mücadelenin yürütücüsü olmak zorundadırlar. 

            Siyasi partiler dışında da çeşitli çalışma alanları ve biçimleri vardır. Örneğin, Anayasaca tanındığı halde, sosyal ve siyasi baskılarla kullanılması önlenen hakların rahatça herkes tarafından kullanılmasını sağlayacak direnişi göstermek.

            Faşist tehlikeye karşı sosyalist hareketin güçlenmesi sağlanmalı ve emperyalizmin aracı olan faşist güçler etkisiz hale getirilmelidir. Faşizmin her geçen gün daha çok yaklaşan büyük ve korkunç tehlikesi karşısında halkımız ve aydınlarımızın yukarıda açıkladığımız esaslara uygun olarak vakit kaybetmeden harekete geçmeleri, sosyalist parti ve örgütlerde, durumlarına uygun yerlerini almaları, bunun yanında Anayasa’nın tanıdığı hakların kullanılmasını ve engellerin kaldırılmasını sağlayacak direnişi göstermeleri kaçınılmaz bir görevdir.

            Türkiye’nin bütünlüğüne ve güvenliğine, demokratik esaslara bağlı olarak, Türkiye Halklarının mutluluğa erişmeleri ve insanca yaşama imkanlarına kavuşmaları yolunda katıldığımız mücadelenin başarıya erişmesi için de bu şarttır. 

                                                                                                                                                                                                                                             

                                                                      ( YENİ  AKIŞ   Kasım 1966  Sayı 4 )