Kürt Sorunu

Bu konuyla ilgili konuşmak çok zor. Bir yandan objektif olmaya, dürüst davranmaya çalışmak, diğer taraftan TCK’nın 142. Maddesine göre suç işlememek. Bu, sırat köprüsünü geçmeye benzer.

Basın hep “Güneydoğu olayları” diyor. Güneydoğu coğrafi bir kavram. Bunun başka bir adı olmalı. Kimse söylemiyor veya söyleyemiyor. Oysa sorunun çözümünü araştırmak için öncelikle doğru adlandırmamız gerekir. Bunu 3 Mart 1987 tarihli Milliyet gazetesinde Sayın M.Ali Birand yaptı. Sayın Birand’ın bir ölçüde dokunulmazlığı var. Bizim de dokunulurluğumuz. Bu nedenle kendisinin söylediklerini tekrarlayalım.

Sayın adaşım, “Bugün karşımızda bir ‘Kürt sorunu’ vardır. Biz resmen, ne kadar ‘dağ Türkleri’ dersek de diyelim, sorunumuz açıkça ‘Kürt sorunudur’, diyor.

Ama bu kadarı yetmiyor. Nedir Kürt sorunu? Nasıl bir tarihsel gelişmeden kaynaklanıyor? Sosyal ve etnik özellik nedir? Hangi özlemler dile getiriliyor ve hangi talepler ileri sürülüyor?

Bütün bu ve bunlar gibi daha birçok sorunların yanıtını araştırmak ve bulmak gerekir.

İşte bunu yapamazsınız. Çünkü TCK’nın 142. Maddesinin kapsamına girer ve yaptırımı 5 ile 10 yıl arası ağır hapis cezasıdır. Yayın yoluyla işlenirse ceza yarı nisbetinde artırılır.

Sorunun çözümü öncelikle sorunun tartışılmasını önleyen yasal ve idari engellerin kaldırılmasına bağlıdır.

Basında izlediğimiz kadarıyla, Güneydoğu’daki silahlı hareketin kadrolarını, büyük ölçüde, 12 Eylül 1980 sonrası işkenceye maruz kalan veya işkence tehdidinden kaçan gençler oluşturuyor.

Bunların çoğunluğu, 12 Eylül 1980 öncesi yasal olduklarına inandıkları birtakım dernek ve parti örgütlenmelerinin içinde yer almışlardı. 12 Eylül’den sonra bilinen operasyonlar yapıldı. Gençlerin çoğunluğu ya Avrupa ülkelerine sığındı veya Güneydoğu’daki sınır bölgelerine kaçtı.

Coğrafi yapının, sosyal çevrenin ve dış ilişkilerin elverişli olduğu bu ortamda silahlı hareket başladı.

1960’tan sonra Türkiye’de nisbi bir demokratikleşme olmasaydı ve DP’nin son dönemindeki baskılar sürdürülseydi, Doğu’da 1970’lerden önce silahlı hareket başlayabilirdi.

Fakat 1961 Anayasası’nın çoğulcu demokratik özelliği, silahlı hareketin seçeneği olarak legal ve demokratik seçeneği güçlendirdi. Bu seçenek özellikle TİP’te ifade edildi ve savunuldu. 12 Mart müdahalesine rağmen bunun etkileri 1980’lere kadar sürdü.

Türkiye’de 1961 Anayasası’nın hükümleri uygulansaydı, bugünkü şiddet hareketlerinin ortamı oluşmazdı ve böyle bir hareket mümkün olmazdı.

Irak-İran Savaşı, bu iki ülkenin kendi içinde de birtakım güç dengesi değişikliklerine yol açtı. Bu gelişmeler, insan haklarına dayalı demokratik bir hukuk devletini ne etkiler ve ne de kendi iç bünyesi ve dengeleri açısından ilgilendirir. Ama Türkiye’de baskıcı otoriter bir yönetimden yana olanlar bu gelişmelerde elbette ki rahatsız olurlar.

Bugün demokratik ve çağdaş bir Türkiye’nin çıkarları için Saddam Hüsayın’i Barzani ve Talabani’ye, Humeyni’yi Kassem Lo’ya tercih etmenin hiçbir mantıklı nedeni yoktur. Kaldı ki bu olaylar komşu ülkelerin içişleridir. Türkiye’nin karışması devletler hukuku, bölge ve dünya barışı açısından doğru değildir.

Bütün komşularımız, Türkiye’nin yayılmacı bir dış politika izlediğini ileri sürüyorlar. Irak’a askeri müdahaleler bu iddiaları destekler nitelikte olmayacak mıdır?

Yerleşim birimlerindeki sivil halkı, kadın ve çocukları hava bombardımanlarının dışında tutmak ne ölçüde mümkündür?

Bu hareket Türkiye’yi Ortadoğu’daki savaş cehennemine de sürükleyebilir. Dün, Alman çıkarları için Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sokan Enver Paşa’nın ruhu, bugün de Batılı ülkelerin Ortadoğu’daki petrol çıkarlarını korumak için aramızda dolaşıyor. Etkin olmamasını temenni edelim.

İktidarın soruna bilimsel, hümanist ve çağdaş bir yaklaşımı yok. Bölgeyi güvenlik güçlerine terk etmiş. Bölgede sıkıyönetim var. Yani hukuk düzeni ve insan hakları askıya alınmış. Vatandaşın hiçbir hukuksal güvencesi yok.

Köy koruculuğu aşiret kavgalarını, kan davalarını körükleyen, halkı birbirine düşüren, düşman eden bir uygulama. Bu, eski Hamidiye Alayları uygulamasını hatırlatıyor. Sultan Abdülhamit, Doğu’daki aşiretleri birbirine düşürmek için aşiret beylerine rütbe ve maaş verdi. Aşiretler Hamidiye Alayları olarak silahlandılar ve bu silahları yıllarca birbirlerine karşı kullandılar.

İnsan hakları Evrensel Bildirisi’ni, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’ni ve Helsinki Sonuç Belgesi’ni imzalayan T.C. Devleti’nin Sultan Abdülhamit yöntemlerine başvurması düşünülmemelidir.

Devlet, vatandaşın can ve mal güvenliğini kendi gücüyle sağlamak zorundadır. Bu görev ve yetkisini kimseye devredemez. O zaman varlık nedeniyle çelişir.

Sıkıyönetimin süreklilik kazandığı bölgede halk sadece güvenlik güçlerinin takdir yetkisine terk edilirse, olacakları tahmin için kahin olmaya gerek yoktur.

Dün işkencenin ve işkence tehdidinin genç insanlar üzerindeki psikolojik etkileri nasıl onları şiddet hareketlerine yönelttiyse, bölge halkı üzerindeki baskılar, yarın onları bu hareketin içine itebilir. Avrupa’ya kaçmış on binlerce aydın, yurda dönüş umutlarını yitirirlerse, onlar da bu harekete katılabilirler.

Şiddet hareketleri başlangıçta sınırlı ve lokaldir. Zamanında sosyal ve ekonomik önlemler alınmazsa kendi altyapısını oluşturur.

Nasıl olur bu?

Hareket içinde insanlar eğitilir. Silah ve malzeme sağlamanın yolları bulunur. Birtakım güçlerle ittifaklar kurulur. Dış ilişkiler gelişir. Ve giderek bu hatrekete bağlı şiddet kurumlaşır.

İşte bu noktada dış konjonktür hareketin başarısına engel ise o ülke cehenneme döner. Bunun adı iç savaştır. Bir ülke için bundan daha büyük felaket düşünülemez. Bu, düzenli orduların savaşı değil, hangi ilde, ilçede ve hangi sokakta, evde veya işyerinde patlayacağı bilinmeyen silahların, bombaların yaratacağı bir cehennemdir.

Silahları susturmanın tek ama bir tek yolu vardır.

O da Türkiye’de demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla kurulmasıdır. Avrupa ile bütünleşmek isteyen bir Türkiye, bu bütünleşme için ne yapması gerekiyorsa, silahları susturmak için de aynı şeyi yapacaktır. Yani çağdaş, çoğulcu, demokratik bir toplum. Tekliğe değil, çeşitliliğe ve bu özgür çeşitliliğin yine özgürce oluşmuş sentezlerine dayanan bir toplum. Bunda geç kalınmamalıdır.

İlk yapılması gereken, sorunun tartışılmasına engel olan yasal düzenlemeleri gerçekleştirmektir. TCK’nın 142. Maddesi ile 2932 sayılı kanun hemen kaldırılmalıdır.

Genel af çıkarılmalı. Vatandaşlıktan çıkarılma kararları iptal edilerek yurt dışında bulunanların dönüşü sağlanmalıdır.

Herkesin eşit olarak katılabildiği özgür bir tartışma ortamında anayasa ve hukuk düzeni, Türkiye’nin imzaladığı İnsan hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi ve Helsinki Sonuç Belgesi hükümlerine uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. Ki bu Türkiye için hukuksal bir zorunluluktur da.

Hukuk düzeninin temel niteliklerinden biri de sürekliliktir. Bu sürekliliği yok eden askeri müdahaleleri önleyecek köklü tedbirler alınmalıdır.

İşkenceyi önleyecek kalıcı ve etkin yasal ve yönetsel önlemler alınmalıdır.

Türkiye, başka ülkelerin içişlerine müdahaleden kaçınan, barışçı bir dış politika izlemelidir.

Gelişme farklarını kısa zamanda giderecek, bölgenin özelliklerine uygun sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma planları yapılarak derhal uygulanmalıdır.

Bütün bunlar insancıl, çağdaş ve demokratik bir bakış açısını gerektirir. Çağdışı şartlanmalardan kurtulmayı gerektirir.

Bu, bölge insanlarına yeni bir kimlik ve kişiliği zorla kabul ettirmeye çalışmakla değil, onların sosyal, kültürel kimliklerine ve kişiliklerine saygı göstermek ve onların yurt düzeyinde her birim ve her kademede verilecek kararlara katılımını sağlamak ve bu kararların uygulanmasını önleyecek engelleri kaldırmakla olur.

Kuşkusuz barışçı ve demokratik çözüm, Türkiye’nin parçalanmasını değil, halkın özgür iradesine dayanan bütünlüğü sağlar.

  M.Ali Aslan

Radyolarımızda Kürtçe Yayın

 (Bu yazının yayımlandığı 1966 yılında, televizyon yayını yoktu. Özel radyo istasyonlarının kurulmasına izin verilmiyordu. Radyo yayınları devletin tekelindeydi.)          

            Radyo-Televizyon  istasyonları genel olarak eğitim, öğretim, eğlendirme ve propaganda amaçlarıyla kullanılır. Günümüzde,teknik gelişme sonucu küçük köylerde bile radyonun bulunuşu,  özellikle okur yazar oranı düşük azgelişmiş ülkelerde, radyoyu bu amaçları gerçekleştiren en etkili araç haline getirmiştir. 

            Devletler, yurttaşlarına milli politikalarını benimsetmek, gerekli kültürü vermek, iç ve dış haberleri ulaştırmak, moral eğitimi sağlamak vb…  için bu araçtan yararlanırlar. Devletler arası soğuk savaşta da en etkili silah olarak kullanılır. 

            Bizde, Ankara ve İstanbul radyo istasyonları yanında birçok illerimizde de il radyo istasyonları kurulmuştur. Bunların büyük kısmı Doğu’dadır. 

            Doğu’da halkın çoğunluğu Türkçe bilmemektedir. Türkçeyi konuşamayanların sayısı Mardin’de % 91, Siirt’te de % 87’dir. Oysa kurulan radyo istasyonları Türkçe yayın yapmaktadır.  

            Özerk bir kuruluş olduğu Anayasaca belirtilen ve tarafsızlığı teminat altına alınan Türkiye Radyo-Televizyon Kurumu (TRT) nin görevleri 359 Sayılı Kanunun 2. maddesinde açıklanmıştır. 

            Kurum, özellikle  “Radyo ve televizyonla haber hizmetlerini görmek; eğitici, öğretici, kültür ve eğitime yardımcı, eğlendirici, yurdu içerde ve dışarda tanıtıcı, yeterli, doğru ve tarafsız yayın yapmak… “  göreviyle yükümlüdür. 

            Yayınla, vatandaşı eğitmek ve eğlendirmek amacı başta gelir. Amacın gerçekleşmesi için herşeyden önce dinleyicilerin yayın dilini anlaması gerekir. Vatandaş, spikerin ne söylediğini anlamıyorsa o radyo istasyonunu dinlemez; zorla dinletme imkanı da yoktur. 

            Doğu’da kurulan çok sayıdaki il radyo istasyonları, o yüzden o bölge halkı tarafından dinlenmiyor. TRT, halkı eğitme, haber hizmeti görme, eğlendirme görevlerini yerine getirmemiş oluyor. Okur-yazar oranı düşük, eğitim ve öğretim kurumları eksik ve köylerinin çoğunda okul bulunmayan bir bölgede, radyo istasyonlarının eğitim ve öğretimi sağlayacak biçimde ve nitelikte yayın yapması, dinleyicilerin diliyle onlara seslenmesi zorunludur. Devlet, eğitim, öğretim ve diğer konularda en etkili araç olan radyo istasyonlarını amaca uygun şekilde kullanmaktan kaçınamaz. Ödediği vergilerle bu istasyonların kuruluşuna katılan ve vatandaşlık hakları bakımından diğerlerine eşit olan bir grup vatandaş, radyo yayınları ile ilgili kamu hizmetinden yoksun bırakılamaz. Kendi diliyle yayınları dinlemesi tabii hakkıdır. 

            Anayasa sadece resmi dilin Türkçe olduğunu belirttiği ve radyo yayınları resmi nitelik taşımadığı için hukuki yönden de bir sakınca yoktur. 

            SSCB, İran, Irak vb… devletlerin bir çok radyo istasyonu Kürtçe yayın yapmaktadır. Yukarıda sözü edilen Doğu’daki il radyo istasyonları bu yayınların etkisine engel olmak için kurulmuştur. Vatandaşın Kürtçe yayınları değil, o ilde kurulan radyo istasyonunun Türkçe yayınını dinleyeceği sanılmıştır. Fakat Türkçe yayınların pek az dinleyicisinin bulunduğu kısa zamanda anlaşılmıştır.  Halk, yine Kürtçe yayın yapan yabancı radyo istasyonlarını dinlemeye devam etmiştir. 

            Bazı emniyet mensuplarının kanuna aykırı işgüzarlığı dışında, yasaklayıcı bir hüküm bulunmadığı için Kürtçe yayınların dinlenmesini engellemek mümkün değildir. Bunun bir tek yolu vardır. O da radyolarımızın Kürtçe yayın yapmasıdır.  Radyolarımızda Kürtçe yayın yapılması, hem yabancı radyo istasyonlarının etkilerini önleyecek, hem halkın eğitimini ve kültürel gelişmesini sağlayacak, hem de TRT, kanunla kendisine verilen görevi tam anlamıyla yerine getirmiş olacaktır. Kürtçe yayın, Türkiye’deki Kürt Halkı’nda kökleşmeye başlayan yabancılık duygusunu silip, onun yerine, devletin gerçek vatandaşları oldukları inancını da  yerleştirecektir. 

                                                                             Serdar (Mehmet Ali Aslan)

                                                                                                ( YENİ  AKIŞ  Kasım 1966  Sayı 4 ) 

 

Kürtçe Yayın

            Yazar arkadaşlarımız, faşistlerin ve sosyalistlerin millet konusundaki anlayışlarını, Kürt meselesine karşı takındıkları tavrı açıklamaya devam ediyorlar. Henüz ayrıntılarına girilmemiş olmakla beraber, ilk anda ortaya çıkan gerçek şudur. 

            Faşist sağ kanat, Türkiye’de sadece Türk ırkından olanlara hayat hakkı tanınmasını, diğer etnik grupların, kültür değerleriyle beraber bütün varlıklarının eritilmesini ister. Aynı ırk, aynı dil esası üzerine bir Türk Milleti yaratmaya çalışır.  Gerçek sosyalistler, Türkiye’nin asli unsuru olan Türk ve Kürt Halklarının birbirlerinin diline, etnik özelliklerine ve bütün kültür değerlerine  saygı göstermek suretiyle yan yana, kardeşçe yaşamaları gerektiği inancındadırlar. 

            Gerçekten sosyalist olmayan, fakat sosyalist olduklarını iddia eden  “ortanın solu”ndakiler ise milliyetçi eğitim sisteminin etkisinden kurtulamadıkları için, biçim değişikliğine rağmen esasta Türk faşistleri ile birleşiyorlar.  

            Bir devlet, yapısında bulunan halkların ve etnik grupların diline saygı göstermek ve kültür değerlerinin gelişmesi için imkan hazırlamak zorundadır. Bu, devletin bütünlüğü ve güvenliği için şarttır. 

            İnsanlar gibi toplumlar da, bir nevi maddi ve manevi varlıklarını koruma içgüdüsüne sahiptirler. Dilini ve kültür değerlerini ortadan kaldırmak, baskı yapmak, hatta gelişmesi için imkan hazırlamamak, fırsat vermemek devletin otoritesine, sosyal ve ekonomik faaliyet ve tedbirlerine karşı o toplumu aktif veya pasif direnişe götürür. Devletin yapısındaki halkları yabancılaştırır. Bu durum, devletin bütünlüğünü ve güvenliğini tehlikeye sokar.

            Devletin sağlam bir yapıya sahip olmasının ilk şartı, yapısındaki halkların birbirlerine ve devlete yabancılaşmaması, bunların sevgiyle kucaklaşması ve devleti kendi devleti olarak benimsemeleridir. 

            Vatandaş çalışma imkanları bulduğu, geleceği güven altında olduğu, maddi ve manevi varlığını geliştirebildiği bir ortamı hazırlayan devlete bağlanır. Dilini konuşup yazarken bile baskı ile karşılaşan vatandaşın, bu baskıyı doğuran devlet mekanizmasına karşı nasıl bir duygu besleyeceğini söylemeye lüzum var mı ?      

            Devletin, bünyesindeki etnik grup ve halkların dil ve kültür değerlerine saygı göstermesi, gelişmesi için fırsat ve imkan hazırlaması,  bütünlüğü ve güvenliği bakımından, aktif ve pasif direnişleri kırmak için de gereklidir. 

            Bu aynı zamanda  -insani yönünü bir yana bırakalım-  o halk ve etnik grupların milletin kalkınma hamlesine katılmasını sağlamak içindir.  Milli kalkınma, bütün vatandaşlar kendi arzuları ile bu kalkınma hamlesine katılmadıkça ve benimsemedikçe başarıya ulaşamaz. Bu da ancak bütün vatandaşlara maddi ve manevi varlıklarını geliştirecek eşit imkan ve fırsat vermek, dil ve kültür değerlerine saygılı olmakla mümkündür. Yabancılık duygusuna kapılan bir kitlenin, imkanı yok, kalkınma hamlesine arzusuyla katılmasını sağlayamazsınız. Bu hamleyi baltalamak için en azından pasif direnişe geçer. Az gelişmiş ülkelerin kalkınma çabalarını izleyenler bu gerçeği çok iyi bilirler. 

            Basit bir örnek verelim. Resmi devlet dili dışında bir dil konuşan köye gidin. Kendi yararlarına olan çeşme veya okulun yapımına el birliği ile katılmalarını söyleyin. Kendi dilleri ile hitap etmedikçe onları ikna etmeniz mümkün değildir. Toplum kalkınmasında görev alanların bildikleri bir gerçektir bu. 

            Görülüyor ki etnik grupların ve halkların birbirlerine ve devlete yabancılaşmasını önlemek, onların kalkınma hamlesine katılmalarını sağlamak için ilk ve en basit şart, kendi dilleriyle onlara hitap edip, kültür değerlerinin gelişmesini sağlayacak imkanlar hazırlamaktır.

 

               Gelelim Türkiye’deki Kürtlerin durumuna.

               Türkiye’deki milyonlarca Kürt’ün ana dili Kürtçedir. Doğu illerinde Türkçe konuşamayanların oranı Mardin’de % 91, Siirt’te  % 87, Hakkari’de  % 61, Muş’ta  %53, Van’da  % 52’dir. Milli Kurtuluş Savaşını başarıya ulaştırıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni  kuran bu vatandaşlarımızdaki  yabancılık duygusunu kaldırmak ve memleket kalkınmasına katılmalarını sağlamak için her şeyden önce kendilerine ana dilleriyle hitap etmek zorundayız. Memleketseverliği, Türk Halkı’yla işbirliğini ve beraber yaşama zorunluluğunu, devletin bütünlüğüne ve güvenliğine yönelen ciddi tehlikelere nasıl karşı konulacağını, toplum kalkınmasındaki yerini ve önemini, hulasa kendisine vermek istediğimiz, bilmesini, öğrenmesini arzu ettiğimiz her şeyi ancak Kürtçe söylemek suretiyle anlatabiliriz. 

            Kürtçe konuşmak ve yayın yapmak, hukuki yönden de Anayasa’nın teminatı altında olan, kişiliğe bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlerdendir. 

            Anayasamızın 3. maddesi  “Resmi dil Türkçedir.”  der. Bununla sadece “resmi dil”in  Türkçe olduğu belirtilmiştir. Bunun dışında her dille konuşulabileceği ve yayın yapılabileceği, mefhumu muhalifinden anlaşılmaktadır. Türkiye’de diğer dillerle konuşulamayacağı ve yazılamayacağı hükmü konmak istenseydi  “resmi dil”  tabiri kullanılıp bir ayırım yapılmazdı. Kaldı ki insan hakları ilkelerine bağlı ileri bir anayasanın, yabancı dillerle öğrenim yapan yüksek öğrenim kurumlarının bulunduğu bir ülkede, memleketin asli unsurlarından olan o ülke vatandaşlarının dilini yasaklaması, hatta bu dille konuşma ve yayın yapma hakkını teminat altına almaması beklenemez. 

            Anayasanın 10. maddesi,  “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.”  

            “Devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırır; insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar.” 

            Anayasanın 20. maddesi de  “düşünce hürriyeti”ni, kişinin temel hakları arasında saymıştır. 

            “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlarını söz, yazı, resim ile veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir ve yayabilir.” 

            11. maddesi  “Kanun, kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa, bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.” der.  

            Demek ki kişinin, temel hakları arasında bulunan düşünce hürriyetinin  bir ifade aracı, aynı zamanda kişiliğe bağlı tabii haklardan olan kendi dili ile konuşması ve yayın yapması tabii hakkın özünü teşkil ettiği için kanunla dahi yasaklanamaz.  Kaldı ki mevzuatımızda Kürtçeyi yasaklayan herhangi bir hüküm yoktur. 

            Musa Anter’in  BIRİNA REŞ  (Kara yara)  adlı kitabının toplatılması talebinin reddine ait Diyarbakır Sulh Ceza Hakimliği’nin 16.2.1965 tarih ve 965/25 sayılı kararında  (Kitabın kısmen Kürtçe yazılmış olması da suç vasfı taşımamaktadır. Çünkü Anayasa sadece resmi dilin Türkçe olduğunu kabul ve emretmiştir. Bunun dışında hususi münasebetlerde ve işlerde Türkçe dışında herhangi bir dil ile konuşup anlaşmakta her vatandaş mutlak bir serbestliğe sahip olup bunun aksi kanun hükümleriyle müeyyide altına alınmış değildir.  Hal böyle olunca ve hususi hayatta Türkçe dışında şifahi konuşmalar suç olmadığına göre o şekilde bir kitabın yazılması da suç vasfı taşımamaktadır.)  denmek suretiyle Kürtçe yayının hukuki durumu çok güzel açıklanmıştır. 

            Hukuken suç olmayan ve yasaklanmayan Kürtçe yayın, sosyal baskı ve idari tedbirlerle engellenmeye çalışılmıştır. 

            1963 yılında Türkçe ve Kürtçe yayın yapan  DENG  Dergisi dolayısiyle İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda  “sırf Kürtçe yayın yaptığı için derginin kapatılamayacağı, böyle bir tedbirin alınması halinde dergiyi yayımlayanların Anayasa Mahkemesi’ne başvurup lehlerine hüküm alacakları, bu bakımdan takibata geçilmemesi gerektiği”  karara bağlanmış, fakat dergiyi yayımlayanlar başka yönlerden çeşitli baskılara maruz bırakılmışlardır. 

            Sosyal baskı ve idari tedbirlerle Kürtçe yayının engellenmesi, memleket yararına değildir. Bu gerçek gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır.

            Kürt Halkı, Kürtçe yayın yapan radyo istasyonları kanalıyla eğitilmektedir  ve bu istasyonların bir kısmı Türk Halkı’na düşman faşist güçlerin kontrolündedir. 

            Biz, yabancıların eğitimi yerine, Kürtlerin  -Türkçe yanında-  kendi dilleriyle de bizim tarafımızdan eğitilmesinin gerektiğine ve bunun devlet bütünlüğü ve güvenliği için bir zaruret olduğuna inanıyoruz. 

            Dildevletin kurucu unsuru değidir. Sosyalist ülkeleri bırakın, kapitalist ülkelerin hepsinde bile çeşitli diller konuşulur ve bu dillerle yayın yapılır. İşte ABD , işte İsviçre, işte İngiltere. Bunların hiç biri, ayrı diller konuşuldu, ayrı dillerle yayın yapıldı  diye bölünmedi, parçalanmadı. Arkadaşımız Kemal Burkay’ın örnek verdiği İran gibi devletler, birliklerini etnik grupların dillerine ve kültürlerine gösterdikleri saygıya borçludurlar. 

            Asıl memleketi bölücü ve parçalayıcı faşist zihniyetten vazgeçelim. Kürtçe yayını engellemenin ve baskı altına almanın, Doğu Halkı’nın duygularını inciten, onları Türk Halkı’na ve devlete yabancılaştıran tehlikeli bir davranış olduğu gerçeğini kavrayalım. Kürtçe yayını teşvik eden fırsat ve imkanları hazırlayalım. 

                                                                                                                 Baran ( Mehmet Ali Aslan)              

                                                                                           ( YENİ  AKIŞ  Ekim 1966  Sayı 3 )

 

Sosyalizm ve Kürtler

Sosyalizmin millet anlayışı :

İnsanların istismarı çeşitli biçimlerde olur.Üretim araçlarını elinde bulunduran sınıflar, emeği ile geçinen sınıfları, tarihi şartların sonucu olarak güçlenmiş beyaz ırk, siyah ve sarı ırkları, yapısında çeşitli etnik ve grupların bulunduğu toplumlarda bir etnik grup diğerlerini, erkek, –fizik ve moral bakımdan kendisinden zayıf olan- kadın ve çocukları istismar ederler. 

            İstismar düzenine karşı mücadelenin biçimi ve niteliği, tarihi akış içinde istismar edenle edilenin arasındaki ilişkiye , o toplumun şartlarına göre değişik olmuştur. Fakat bütün bu mücadeleler sonucunda istismarsız bir düzen kurulamamış, istismar ilişkileri, biçimleri ve tarafları değişmiştir.Mücadelede başarıya erişen sınıf, grup, millet eskisinin yerine yeni bir istismar düzeni kurup kendisi istismara başlamıştır.  

            Çağımızda durum değişiktir. Sosyalizm istismarsız bir düzen kurma çabasındadır. Kendisinden önceki mücadelelerde sosyal güçlerin sadece “kendilerinin istismarına karşı olma”  düşüncesi yerine “her türlü istismara karşı olmak”  fikir ve inancını getirmiştir. Diğer meseleler gibi sosyalizmin millet anlayışı da bu açıdan değerlendirmelidir.

            Millet ve milliyetçilik, tarihi bir oluştur. Sosyalizm gerçekçi ve bilimsel olduğu için bu oluşu yok sayamaz.Toplumların tarihi gelişmesinde bir dönem olarak buna karşı da çıkmaz. Üstelik bu oluşumu hızlandırır.Çağımızın en büyük özelliklerinden biri olan milli kurtuluş hareketleri, bu anlayışla sosyalistlerce desteklenmiştir.

            Sosyalizmin karşı olduğu millet ve milliyetçilik meseleleri değil, başka ırkları , etnik grupları milletleri aşağı gören , ezen ve yok eden ırkçı,şoven bir milliyetçiliktir. 

            Sosyalizmin  “her türlü istismara karşı”  olan temel felsefesi bakımından başka bir görüşü savunması, hatta buna aykırı fikirlere karşı ilgisiz kalması, mücadele etmemesi imkansızdır. 

            Sosyalizmde din, dil, ırk, etnik özellikler devletin kurucu unsurları değildir.Bu ayrımlar toplum hayatına bir renklilik verdiği , kültürüne zenginlik sağladığı için yok edilmesi değil, aksine yaşatılması gereken unsurlardır. Çeşitli ırklar, etnik gruplar, birbirlerinin diline, dinine, kültürüne, etnik özelliklerine saygı göstererek, biribirlerini yemeden, yok etmeden, yan yana, beraberce, kardeşçe  yaşayabilirler. 

            Bir ırkın, etnik grubun ve sahip olduğu kültür değerlerinin eritilmesi, sosyalizmin temel felsefesine aykırıdır. Eritilmeyi bırakın, bu kültür değerlerinin ve etnik özelliklerin yaşaması ve gelişmesi için gerekli fırsat ve imkanların sağlanmaması, kendi haline bırakılması bile sosyalist düşünce ile bağdaşmayan bir durumdur.

            Sosyalist bir düzende hiç kimse rengi, dini, dili, ırkı, kültürü… ayrı olduğu için istismar edilmeyecek, üstelik kişiliğine bağlı bu özellikleri geliştirmesi için kendisine fırsat ve imkan verilecektir. Sosyalizmin savunduğu ve gerçekleştirmeye çalıştığı fikir budur.

 

Türkiye’de sömürülme biçimi :

 

Türkiye’deki en belirli farklılaşma sınıflar ve bölgeler arası farklılaşmadır. Bu farklılaşmanın sonucundan doğan  -yine önde gelen-  iki türlü istismar biçimi vardır.Diğer istismar biçimleri, -kadının ve çocuğun istismarı gibi- bunlara bağlıdır.

            Sınıflar arası istismar, Türkiye’de en çok işlenen konulardan biridir. İç ve dış ilişkileri, Türkiye’deki özellikleri, gün geçtikçe açıklığa kavuşmaktadır. Ayrı mezheplere mensup olmaktan doğan baskı durumu yeni ele alınan bir konudur. Bölgeler arası farklılaşma ise sadece ekonomik yönden ve yanlış anlaşılan bir eğitim problemi olarak ele alınmıştır. Bir “İstanbul  dukalığı”ndan söz edilmiştir.Bu doğrudur.Fakat daha ötesine gidilmemiştir. Nüfus başına yıllık gelirleri  255 lira olan Hakkari, 500 lira olan Ağrı ile 2000 lira olan Aydın, 2350 lira olan Manisa illeri arasındaki bu farklılaşmanın ve dengesizliğin nedenleri üzerinde durulmamıştır. Türkiye turizmi geliştirmek için bütün imkanlarını kullanır ve kalkınma ümidini buna bağlarken,  Fırat’ın Ötesi’ni  “yasak bölge” ilan edip yabancıları sokmamasının hikmeti araştırılmamıştır. Devrimlere karşı niteliği aynı olan başkaldırmalarda, Batıdakilerin sadece önderleri cezalandırılıp halka dokunulmazken, Kürtlerin yaşadığı Doğu bölgesinde kadın ve çocuk ayrımı gözetilmeksizin bütün halkın kitle halinde imha edilmesi olayı üzerinde düşünülmemiştir. Batı’da ve Doğu’da, İngilizce, Fransızca, Almanca ve her dilden radyo ve plak dinlemeye müdahale hiç kimsenin aklından geçmeyen bir konu olduğu halde, Doğuda Kürtçe radyo dinleyen vatandaşların karakola çağrıldığı ve nezarethanelerde kaldığı, polisin, jandarmanın Kürtçe radyo dinlemeyi kanunsuz olarak yasakladığı bir gerçek iken, insan haklarına , anayasa ve kanunlara aykırı bu tutum eleştirilmemiştir.  Herkesin resmi işlemler dışında istediği dili kullanmak hakkına hukuken sahip olduğu bir ülkede, Kürtçe’nin bir zamanlar yasaklanışının ve şimdi de baskı altına alınışının nedenleri tartışılmamıştır. 

            Sayısız olay ve gerçeklerden verdiğimiz bu birkaç örnek,meselenin bir başka yanı bulunduğunu, bunun da etnik özelliklerden doğduğunu gösteriyor. 

            Etnik meseleyi görmezlikten gelemeyiz. İktidarlar bu güne kadar Türkiye’de Türk’ten başka etnik grupların bulunmadığını resmi görüş olarak ortaya atmıştır. Fakat uygulama bunun tersi olmuştur. Kürtçeyi yasaklamak, Kürtleri askeri okullara almamak, Doğu’nun kalkınmasını savunanları “kürtçülük” isnadıyla yakalamak gibi davranışlarla kendilerini tekzip etmişlerdir. 

            Bir zamanlar “imtiyazsız, sınıfsız bir kitle” olduğumuz söylenirdi. Bununla sınıf ve etnik farklılıklar gizlenmeye çalışılırdı.Sınıf gerçeği bütün baskılara rağmen çabuk su yüzüne çıktı ve mesele serbestçe tartışıldı. Fakat bölgesel farklılıklar ve etnik meseleler herkesçe az çok, doğru yanlış bilinmesine rağmen bir tabu olarak kaldı, tartışılmasından kaçınıldı.

            Bugün resmi istatistiklerde Türkiye’de milyonlarca Kürt’ün bulunduğu açıklanırken , resmi çevreler “Kürtçülük akımına” dikkati çekerken ve Kürt problemi bütün dünya basınında tartışılırken, Doğu ve Kürt meselesini tartışmaktan çekinmek, meseleyi bütün yönleriyle açıkça ortaya koymamak 

ileride tehlikeli gelişmeleri doğurur. 

            Türkiye’nin millet yapısıyla ilgili sorunları iyi anlamaları, diğer sorunların çözümünü kolaylaştıracağından bu tartışmaya katılma ve tartışmayı yürütme sosyalistler için ise kaçınılmaz bir görevdir.

 

 

Türk sosyalistleri ve “Ortanın Solu” :

            Türkiye’de sosyalist olarak görünenlerin ve sosyalizmin sözcüsü olarak tanınanların çoğu, gerçekten sosyalist değildir. Bunlar Milli Emniyet fişleri, polis baskısı, mütecaviz faşist sağ kanadın zoru ile “sosyalistim” diyen, aslında hümanist bir burjuva aydını olmaktan öte bir nitelikleri olmayan kimselerdir. 

            Sosyalizmin temel felsefesini kavramadan, sosyalist hareketin içine zorla itilen bu sözde sosyalistler, sosyalizmin sözcüsü ve sosyalist hareketin temsilcisi olarak görülmüş ve tanıtılmışlardır.

            Sosyalizm, hayatı bütünüyle kavrayan bir dünya görüşüdür.  “Belli istismar biçimlerine karşı çıkmak” sosyalist olmak için yeterli değildir. Sosyalist, “istismarsız bir düzen”  kurmak için  “her türlü istismar”a karşı çıkmak zorundadır. Türkiye’de ise sadece “sosyal adalet” istemek veya iktidarın baskısına karşı koymak, sosyalist olmak için yeter sayılmıştır.  

            Asıl karışıklık doğuran ve Türk sosyalistlerinin millet konusundaki görüşlerinin sosyalist anlayıştan uzak olduğu suçlamasına götüren neden  “ortanın solu”nda olanların sosyalist olarak tanınmasıdır. Üzerinde durmak istediğimiz, bu gibi sözde sosyalistlerdir. 

            Faşist millet görüşünün sürekli ve etkili propaganda havası içinde yetişen, sosyalistler dışındaki Türk solcularının millet anlayışları biçim değişikliği dışında şoven, ırkçı  kimlikten ayrılmamış, ırkçı turancılarla, yüzeydeki çatışmaya rağmen, esasta aynı kalmıştır. 

            Bu görüşümüzü doğrulayacak sayısız örnek verebiliriz. Fakat doğurduğu tepkinin büyük önemi ve sonucu bakımından yazımızda sadece Sayın İlhan Selçuk’un bu konuda yazdıklarına değineceğiz. 

            Tepkinin büyük önemi ve sonucundan ilk sırada söz edişimiz boşuna değildir. Sayın İlhan Selçuk sosyalist olarak tanınan bir yazardır. İşlediği hatalar sosyalizme mal edilmekte ve sosyalist hareketi etkilemektedir. Millet görüşünün, sosyalist anlayış dışında, ırkçı-turancılarla aynı paralelde görünmesi ve bu kimlikle ortaya atılması, Türkiye’deki sosyalist hareketin en büyük güçlerinden biri olan Kürt Halkı’nı sayın yazarın şahsında sosyalist harekete karşı çıkmaya iten bir akımı doğurmuştur. Kendisinin sosyalist olmadığını halka anlatmak güçleşmiştir. 

            25-26 Nisan 1966 tarihli Cumhuriyet gazetelerinde yayımlanan Kürt meselesini ele alan yazılarının birkaç noktasına dokunmakla konuyu biraz aydınlatacağımı umarım.

            Sayın İlhan Selçuk Kürt meselesini iç ve dış olmak üzere ayırdı. Kürtçülük akımına dikkat çekti. 

            İç mesele olarak Kürtçülük akımı  “ağaların ve şeyhlerin liderliğindeki gerici bir bir hareket”  olarak tanımlandı. Ağalık ve şeyhlik düzenini kaldırmakla meselenin çözümleneceği fikri ileri sürüldü. 

            Bizde, sosyalist geçinenler, Kürt meselesi denince hemen ağalarla şeyhlere sarılıyorlar. Bunları kaldırırsanız mesele hallolur, diyorlar. Ne kolay çare. Faşist bir eğitim sisteminin etkisinden kurtulamadıkları için, meselenin millet anlayışı ile ilgili yönü üzerinde durmak istemiyorlar. Hatta çoğu bu konuda ırkçı- turancılarla aynı paralelde hareket ediyor. 

            Türkiye’de sınıf meselesi ile millet meselesi iç içedir. Fakat özellikleri değişiktir. Millet sorununu kavramamış sınıfların sosyal mücadelede başarıya ulaşmaları güçtür. Millet sorunu da sınıf meselesi ile olan ilgisi göz önüne alınmadan çözümlenemez. 

            Doğudaki ağalık ve şeyhlik kurumlarının kaldırılmasını savunmakla mesele hal olmaz.  Hele  “Atatürk çağında kurulan devlet otoritesini”  özleme varan bir ifade ile anmak ise bir sosyalistin değil, hümanist bir burjuva aydının bile karşı çıkacağı bir davranıştır.

            Meseleler, peşin yargılara kapılmadan soğukkanlılık ve cesaretle ele alınmalıdır. Türkiye’nin doğusunda yaşayan, kendisine has dili,kültürü, örfü, adeti olan bir Kürt Halkı vardır. Bu halk, cehaletin ve sefaletin kucağına terkedilmiştir. Baskı ve ayrı muamele, sosyal kanunların gereği olarak ayrımcı akımları geliştirecektir.  Bir aydının düşüneceği, faşist veya daha tatlı metotlarla bu halkı eritmek değil, fakat Türk halkıyla kardeşçe, yan yana, nasıl beraber yaşayabileceğini araştırmak, halkların sevgiyle kucaklaşmasını sağlamak olmalıdır. 

            Siz sırf Kürt olduğu için baskı gören bir insana,  “senin meselen sadece bir ağa ve şeyh meselesidir” derseniz, sizi sosyalist kılıkta bir faşist ajan olarak görür. Meselenin etnik yönünü görmezlikten gelen bir kimsenin, bütün iyi niyetine rağmen başka türlü görünmesi mümkün değildir. 

            Türkiye’de toprak ağalarına, ticaret ve sanayi burjuvazisine  “ egemen sınıflar”  diyoruz. Türkiye’de iktidarın bu egemen sınıflarda olduğunu, dolayısıyla hiçbir baskıya maruz bulunmadıklarını söylüyoruz.Mesele sadece sınıf açısından ele alınırsa, Doğudaki ağa ve şeyhlerin hiçbir baskıya maruz kalmamaları gerekir. 

            Görüyoruz ki mesele hiç de öyle değil.Kaç yılda bir bakarsınız  Kürt olan ağa ve şeyhler sürülmüş. Peki, egemen sınıf nasıl olur da kendini sürgüne gönderir ve kendisine baskı yapar. Demek ki işin ortaya koymadığımız veya koymak istemediğimiz bir başka yönü vardır. 

            Etnik özelliklerini kaybetmeyen ağa ve şeyhlerin durumu Batıdaki sınıf arkadaşlarının durumuna benzemez. O halkı sömürür ama kendisi de Batıdaki sınıf arkadaşları tarafından iktidar aracılığı ile sömürülür. Baskı ve sürgün endişesi ile geleceği güven altında değildir. Fakat çıkarı icabı iktidarla devamlı bir anlaşma ve işbirliği içindedir. Sürülen 55 ağa sürgün zamanı iktidara karşı oldukları halde, memleketlerine dönünce 50’den fazlası iktidarı destekledi ve onunla işbirliği yaptı.

            Mesele ortaya atılırken etnik özellikler göz önüne alınmazsa hatalı sonuçlara varılır. Sayın İlhan Selçuk’un yanılması bundan ileri geliyor. Kürt Halkının özelliklerini,, arzularını, Türk Halkıyla karşılıklı durumunu ve genel olarak sosyalist açıdan millet meselesini bilseydi daha az yanılırdı. Hiç olmazsa meselenin çözümünü, temel felsefesi bakımından çatıştığı, “gerici” dediği bir iktidara bırakmazdı; yazıyı bir jurnal havası içinde bitirmezdi. 

            Sayın yazar bir Kürtçülük tehlikesine karşı politikacıları, “Seçim Kanunu ve oy goygoyculuğunu” bırakıp birleşmeye çağırdı. Dikkatini çektiği ve meselenin çözümünü kendilerine bıraktığı güçler en azından (eritme) politikasından yanadırlar. Sayın İlhan Selçuk’un da aynı görüşü savunduğunu söylemek insafsızlık sayılmamalıdır.

            Bu görüşü savunan bir kimseye, bütün iyi niyetine rağmen sosyalist demek mümkün değildir. Çünkü sosyalist “belli istismar biçimleri”ne değil, “her türlü istismara” karşı çıkar.

            Sayın yazarın Kürt meselesinin dış yönünü ortaya koyarken düştüğü hata daha da büyüktür. 

            Bugün Irak’ta bir Kürt hareketi vardır. Kürt gerillaları ile Arap ordusu arasındaki savaş yıllardan beri devam etmektedir.Savaşın amacı istiklal değil, otonomidir. Ve hareket, Arap faşizminin baskısına ve zulmüne karşı halktan gelen meşru bir direniştir. 

            Kürt liderleri, hareketin sadece Irak sınırları içindeki Kürtlerle ilgili olduğunu, bu sınırları asla taşmayacağını, bunun dışındaki Kürtlerle ilgileri bulunmadığını söylemişlerdir. Hatta bu konuda Türk Hükümeti’ne teminat vermişlerdir.

            Buna rağmen sürekli bir kuşku içinde bulunan basın, hareketin anlamını ters olarak Türkiye kamuoyuna duyurmuştur. Bunun nedeni, Türkiye’de Kürtlerin bulunmasıdır.

            Türkiye’deki Kürtler, Irak’taki Kürtlerin Arap faşizmine karşı olan mücadelesinde onlara büyük ölçüde zararlı olmuşlardır. Kendilerinden korkulduğu için Türk Devleti, basını ve kamuoyu bu hareketin karşısında cephe almışlardır. 

            Şayet Türkiye’de Kürt bulunmasaydı, bu mücadele Türkiye’de alkışlanacaktı. Savunmasız kadın ve çocuklara karşı napalm bombaları, zehirli gazlar kullandığı için belki de  -insani bir davranış olarak-  Irak Hükümeti protesto edilecekti. 

            Irak’taki Kürtlerin çabası, Arap Halkıyla beraber, kardeşçe, birbirlerinin varlığına saygı göstermek suretiyle, yan yana bir arada yaşamaktır. İnsan olarak bizim dileğimiz,  faşist Arap politikacılarının birbirine boğazlattırdığı kardeş halkların bir an önce barışa kavuşmaları, mutlu bir geleceği beraberce hazırlamalarıdır.

            Türk Hükümeti, basını, peşin bir hükümle harekete karşı cephe almışlardır. Bir yandan hareketin anlamını kamuoyuna yanlış duyururken, bir yandan da gerçeği söyleyenlere şüphe ile bakılmıştır. Bütün olaylarda başvurulan klasik suçlama metodu burada da kullanılmıştır. 

            Sağcılar, hareketin bir “komünist tahriki”  ve Irak’taki Kürt liderlerin komünist olduğu propagandasını yayıyorlar. Buna karşı solcular ise hareketin “Amerikan oyunu”  olduğunu iddia ediyorlar. Böylelikle Türkiye’de sağ ile sol, temel felsefelerindeki çatışmaya rağmen bu meselede birleşiyorlar.

            Bu birleşmenin ve karşı çıkmanın nedeni, meselenin bir  “komünist tahriki”  veya  “Amerikan oyunu” oluşunda değildir. Arap faşizmine karşı Irak’taki Kürt halkının bir savaşı olarak, “komünist tahriki” veya “Amerikan oyunu”  olmadığını, bunun dışında bir anlamı bulunduğunu kendileri de biliyorlar. Fakat Türkiye’deki Kürt korkusu onları meseleyi tetkik etmeden suçlamaya götürüyor.

            Konumuz sosyalistler olduğu için, kendilerine Irak sosyalistlerinin düştüğü hatayı hatırlatmak isterim.

            Irak’taki Kürt liderler, Arap sosyalistlerine işbirliği teklif ettiler. Fakat bütün Ortadoğu’daki sözde sosyalistler gibi ırkçı millet görüşünün etkilerinden kendilerini kurtaramamış Arap sosyalistleri buna yanaşmadılar.

            Şayet işbirliği sağlansaydı, kardeş halkları birbirine boğazlattıran korkunç savaşa lüzum kalmayacaktı. Fakat işbirliği sağlanamayınca Kürt bölgesinde baskı rejimine karşı savaş açıldı.

            İktidarı tamamen ele geçiren Arap faşistleri “komünist avı” adı altında 10.000 sosyalisti öldürdüler. Geri kalanlar Kürt bölgesine sığınmakla kurtuldu. Böylelikle Irak’taki Arap sosyalistleri bütün gücünü kaybetti. 

            Hatalı davranış bir tarafı uzun ve çetin  bir savaşa, diğer tarafı ise yok olmaya götürdü. 

            Sayın İlhan Selçuk Irak’taki Kürt hareketini ağaların ve şeyhlerin emrindeki bir Amerikan oyunu olarak tanımlamakla, bu konuda en ufak bir bilgiye sahip olmadığını gösteriyor.Türkiye’de Kürt olduğu için Irak’taki Kürt hareketine karşı çıkmak veya Irak’ta Kürt hareketi gelişiyor diye Doğudaki Kürt meselesinin çözümünü, her bakımdan karşı olduğu (eritme) politikasından yana olan bir güce bırakmak, jurnal havası içinde hiçbir inceleme yapmadan yazılar yazmak, sosyalist olduğunu iddia eden bir yazar için acı ve sosyalist hareket için ise talihsizliktir. 

            Sayın İlhan Selçuk hatalı bir açıdan ele alışına rağmen tabu sayılan bu konuya değinmiş olmakla yine de bir bakıma faydalı bir iş gördü. Asıl kendilerine çatılması ve suçlanması gerekenler, sosyalistlik iddiasında oldukları halde belli meseleler karşısında, sanki insan toplumlarını ilgilendirmiyormuş gibi sessiz ve ilgisiz kalanlardır.

            Doğu konusundaki fikirleri sosyalist görüşe aykırı olduğu ve bunun açıklanmasından korkulduğu için mi susmayı tercih ediyorlar. Şunu iyi bilmelidirler ki  “susmak dürüst bir hareket değildir.” 

 

 

S o n u ç : 

 

            Sosyalizm  “belli istismar biçimleri”ne değil,  “her türlü istismar”a karşıdır. Bir etnik grubun diğerlerini eritmesi, yoketmesi, baskı altına alması, sosyalizmin millet anlayışına aykırıdır. Sosyalizm, etnik grupların ve halkların dilini, kültürünü, etnik özelliklerini geliştirmek için onlara fırsat ve imkan verilmesini ister. 

            Türkiye’deki solcuların çoğunun millet anlayışları ırkçı-turancıların görüşüne uygundur.Bunların millet konusunda faşistçe düşünmeleri, sosyalizmin hatası değil, kendilerinin sosyalizmin temel felsefesini kavramamalarından ve sosyalist olmamalarındandır. Bu bakımdan onların şahsında sosyalizmi vurmak, kardeş halkları karşı karşıya getirip asıl hedef olan Türk faşizmini gözden ırak tutacağı için hatalı ve tehlikelidir. Acemi doktorun yanlış teşhis ve tedavi ile hastayı öldürmesi tıp ilmine itimatsızlığı gerektirmez. Kabahat tıp ilminin değil, tıp ilmini kavramamış bilgisiz doktorundur. 

            Sosyalistlik iddiasında bulunanlar, sosyalizmin temel felsefesini kavramaya çalışmak zorundadırlar.Doğu meselesinin yalnız ekonomik ve sınıfsal yönü üzerinde değil, etnik yönü üzerinde de durmalıdırlar. 

            Türkiye’deki sosyalist hareketin yalnız işçi sınıfının gücü ile değil  -onun kadar,belki ondan da önemli-  baskı altındaki dini mezhep mensupları ve Kürt Halkı’nın desteği ile başarıya ulaşacağı bilinmelidir.

            Ağalık ve şeyhlik kurumlarına sadece Kürt sosyalistleri değil, Kürt burjuva aydınları da karşıdırlar. Fakat meselenin kolay olan  “ağalık ve şeyhlik”  reçetesi ile çözümlenemeyeceğini, etnik özellikleri ve diğer bütün yönleriyle ele alınması gerektiğini düşünmektedirler. 

            Amacımız, Kürt ve Türk halklarının samimi işbirliğini sağlamak suretiyle onları insanca yaşama imkanlarına kavuşturmaktır. 

            Doğu halkının Anayasa çerçevesi içinde giriştiği mücadele faşist güçlere karşıdır. Türk Halkıyla el ele Türk faşizmine karşı Anayasa düzenini savunmak ve Anayasanın kendisine tanıdığı haklara sahip çıkmak içindir. Bu mücadele, solcular tarafından doğru tanımlanmaz, karşı konulur, hatta ilgisiz kalınıp desteklenmezse yönünün saptırılma ihtimali kuvvetlenir, istenmeyen gelişmelere yol açar. Böyle bir durumda en büyük sorumluluk payı Türk solcularının olacaktır.

            Dileğimiz, hiçbir ayırım gözetmeksizin milli sınırlarımız içinde  bulunan bütün Türkiye Halkının mutluluğa ve insanca yaşama imkanlarına kavuşmasıdır; çabamız bunun gerçekleşmesi içindir.

                                                                                                                           Mehmet Ali Aslan

                                                                                     ( YENİ AKIŞ    Ekim 1966  Sayı 3 )