REV

            1967 yılında düzenlenen  6 Doğu Mitinginin ilki Silvan’da yapıldı. Mitingde yaptığım Kürtçe konuşmadan sonra REV şiirini okudum. ABDURRAHMAN ALACA’ya ait şiiri daha önce  YENİ AKIŞ  Dergisinde yayınlamıştım. 
            Türkiye’de ilk kez bir mitingde Kürtçe konuşma yapılıyordu. Miting meydanı çok kalabalıktı. Damların üzeri doluydu. Dinleyiciler arasında kadınların çokluğu dikkati çekiyordu.
            Kürtçe hitapla beraber miting alanı muazzam bir coşkuyla hareketlendi.Heyecan doruktaydı ve çılgınca alkışlıyorlardı. 

            İşte REV şiiri.

            Bu vesileyle ABDURRAHMAN ALACA’yı  rahmetle anıyorum. 

 

 R  E  V 
 
  İ
 
Ser meda gırtın 
Berbangeke kûr
Em du bıra bûn 
Eme deste vala 
 
Isdérk huldışîyan 
Dîké subé hé xewdabûn 
Em du bıra bûn
Ketıbûn pey belengazîya xwe
Derketıbûn seré çîya 
 
Çîya ne bé bext bûn
Mîna cendırma  (1)
 
Péxasbûn
Bırçîbûn
Û belengazîya mera
Vekırıbûn heméza xwene mezın 
                               Ç I Y A  
 

Sîha me bû mera heval 
Yek jî çîyayé bılınde por sıpî 
Me zanıbû 
Çîya ne bé bext bûn
Mîna cendırma …
 
         II 
 
Helya 
Berfa zıvıstana reşe dıréj 
Derbıhare nıha 
Gundî gı derketın  COT 
Çar kod cehé me man 
                      ÇELADA 
 
Em du bırane
Dudu jî tıvıngé  MARTENİ  
Ketın seré van çîya 
 
Çîya ne bé bextın 
Mîna cendırma 
 
Guhé me ne qıryaye 
Dılé me tıjî kul
Kes newére bé ser meda
Mîrata mırıné rû sare …
 
Dûrva té xuyané kulîlké zozana 
Û té dengé şıvan û gavana 
Gelo bıgîjın em,  wan çaxana  
                                      ZOZANA
                                      KOTANA
                                       GAVANA

 
Em du bırane 
Barané dest pé kırîye 
                            İşev
 
Mîna zalımekî  heyanî subé 
Bé dew û bé dar be  
Rûbaré dunéda 
 
Kevır û kuç dane hev 
Ser meda té çar gav 
                           ŞEV 
 
Dîsa kete bîra mın 
                     XEZAL 
 
Poré zer
Çavén reş 
Û kené delalva 
Gılî gazıné xwe meyne ser meda    
 
Reva me, 
Reveke pır bé emane 
Derd kul û bırîneke bé dermane
Em herd bıra 
Derketın seré
                     VAN  ÇIYA 
 
Em du bırane 
Dudu jî tıvıngé  MARTENİ 
Ketın seré van  ÇIYA… 
 
                                        EDO  DERAN 
 
(1)  Jandarmanın  kanunsuz ve haksız baskısı karşısında dağa çıkmak zorunda kalan  iki kardeşin öyküsüdür.      
                                 

      ( YENİ  AKIŞ  Kasım 1966  Sayı  4 )

 

Sılo’ya Mektuplar

SILO

Yazan: ASLANOĞLU

Nerede tanıştık, bu dostluk nasıl başladı diye sorma. Kaç asırlık hikayedir bu. Hep sana gelmek, seninle olmak istedim. Fakat menfaat gruplarının aramıza ördüğü dağ gibi duvarı aşamadım. Güçsüzdüm, yalnızdım. Çoğu zaman ezdiler, vurdular beni. Ama yıldıramadılar; güçlenmeme mani olamadılar. Kurttu, kurnazdı onlar. Bilirlerdi ki, el ele verdiğimiz gün bütün istismar düzenleri yıkılacak, menfaatleri elden gidecek. Mesut bir çağ başlayacak. Bir yanda seni uyuttular; öte yanda beni ezdiler, beni vurdular. Çevirdikleri dolaplarla beni sana düşman gösterdiler. Kandın, kandırıldın bir zaman ve onlar korkusuzca saltanat sürdüler.

Ama insanlar uyanıyor, dünya değişiyordu Sılo. İnsanca yaşama arzun seni saran kayıtlardan daha kuvvetliydi. Duvarın öte yanındaki savaşı duymuş ilgilenmiştin. Bu hareket demekti ve gidiş ileriyeydi. Artık duvar sarsılıyor, gedikler açılıyor ve ben sana geliyorum. Zamanın akışı gibi bu ileri gidiş durdurulamaz; yeni setler çekilse bile dayanamaz.

Korkuyor onlar. Saltanatları yıkılıyor, menfaatleri elden gidiyor diye. İleri gidişi durduramayınca yavaşlatmak istiyorlar. Bunun için de beni senden ayırmak, seni bana düşman etmek usulünü kullanıyorlar.

Seni ezenler yine beni karalamaya; seni uyutmaya, kandırmaya, hakiki dostunu tanımana mani olmaya çalışıyorlar.

İnanma artık Sılo. Onların ipliği pazara çıktı; usülleri iflas etmek üzere.

II

Üstündeki elbiseler lime lime, yağız çehrende bir ezginlik ifadesi; düşünceli ve ürkektin. Şehre kaçıncı inişindi bilmem. Caddede duran hususi otomobile yaklaştın. Nasırlı ellerinle dokundun. Ensesi kalın, göbekli bir bey vardı. Ulurcasına haykırdı: “Ulan pis Kürt; ezdin, boyasını döktün!…”

Dünya başına yıkılmış; dokunduğuna değil şehre indiğine bile pişmandın. Fakat dayatamadın. İsyan duygularını her zamanki gibi içine gömdün. Uzaklaştın oradan.

Bu bey söz sahibiydi. Seni temsil ederdi. Hakkını müdafaa ettiğim senden yana olduğum için iftiralarla seni benden uzaklaştırmaya çalışırdı.

Bu olaydan sonra gerçeği anladın. Dost olduk. Fakat herkes senin gibi bir otomobile dokunmazdı ki…

III

                Zeyno bacı ağır hastaydı. Kıştı; dağlar yol vermiyordu. 40 kilometrelik yol boyunca sırtında taşımıştın. Bir gün, beklediğin hastane kapısında yer olmadığını söylediler. Sattığın tek ineğin parası da doktor beyin hususi tedavi ücretini karşılamadı. Zeyno bacın bir otel odasında gün ağarırken kahredici bir hayatın yükünden kurtuldu.

Zeyno bacıma ve öksüz kalan çocuklarına ağlayarak yalnız başına yine aynı yola koyuldun.

IV

Tozlu bir köy yolunda sesimiz kağnı arabalarının gıcırtılarında boğulurken anlatmıştın. “İki çocuğum var. Bizden geçti artık. Okuyamadık. Bu çocuklar da benim gibi olmasın. Okusun, bir iş sahibi olsunlar. İnsan gibi yaşasınlar. Köyde okul yok. Malı, mülkü terk ettim. Şehre yerleşip okutturacağım bunları.” diyordun.

Büyük oğlun Ahmo’yu gördüm geçenlerde. Adana’nın bir çırçır fabrikasında işçi. Güçlü, kuvvetli bir genç. Hikayenin gerisini o anlattı.

“Babam okutmak için şehre getirdi bizi. İş bulamadı. Bilirsin, bir Doğu Anadolu şehrinde iş ne gezer. Çalışmak zorunda kaldık. Çıraklık, hamallık yaptık. Hiçbirimiz okuyamadık.

Meco mu!… Afyon kaçakçılığı yapıyordu. Zengin adamlar var bu işi yapan. Onların hesabına çalışıp birkaç kuruş alıyordu. Sonunda yakalandı. Hapiste şimdi.”

Oğullarımın biri hakim, biri doktor olacak diyordun. Parlak hayallerin vardı. Her şeyi göze aldın. Alıştığın bir düzeni yıktın Fakat başaramadın. Hepimizin kaderiydi bu. Yalnız başına yenemezdin.

V

                Doktorun önüne bir külçe gibi yığılmıştın. Rapor vermedi. Savcı davanı takip etmedi. Kaymakam kovdu seni. Derdini kime anlatabilirdin. Jandarmanın koltuğunun altına değiştirerek koyduğu kızgın yumurtaların açtığı derin yaraları kime gösterebildin.

Jandarma, Zeyno bacı, Gezal anayı falakaya yatırmış, saatlerce döve döve yürütmüştü. Seni anlayan bir ilgili çıktı. Onu da susturdular. Vücudundaki yaralarla hangi kapıyı çalabilirdin!

VI

                “Rüşvetsiz bir iş yaptıramaz olduk.” diye kaç defa dert yanmıştın bana. Ama bu korkuyla hiçbir hakkını aramak istemediğin zaman bile bir vergi gibi bunun senden alındığını söylemeyi unutmuştun.

VII

                Issız dağ başlarında kanun dışı adam olarak rastladım sana. Can diyorlardı, eşkıya diyorlardı. Jandarmalar peşinde, ölümle burun burunaydın. Kesilen başın sokaklarda sürünürken seni bu yola sürükleyen sebepler üzerinde kimse durmadı. Bir karış toprak senin hayatında, namusun, bütün varlığındı. Bu hakkın da çiğnendikten sonra senin için yaşamakla ölmek arasında ne fak vardı…

Türküler yaktılar; ağıtlar söylediler. Aynı kaderin ağında daha birçokları seni takip etti.

VIII

                Radyoda Evdale Zeyne’nin bir türküsü. Yanık bir hava. Bütün ruhun, varlığınla sürükler seni. Eyşo nen uzun kış geceleri beşiğini sallayıp “Lori lawo lori; lori berxé lori…” ninnisini söylerken, Mih’o dede çoğu defa bu türküyü tuttururdu.

Radyo kapatılır. “Emir var, Kürtçe dinlemek yasaktır.” Karakola çağrıldığın değil, türkünün yarıda kesilişi kahreder seni. Izdırabın içinde çöreklenir. Hiçbir memlekette müziği yasaklayan böyle korkunç bir kararın alınamayacağını anlatamazsın.

XI

                Hudut boylarında gördüm seni. Kahramanca çarpıştın. Madalyalar verip, destanlar yazdılar sana. Bir vatan kurtardın. Fakat geçimini temin edecek bir karış toprağa kavuşamadın. Ancak gurbet elde gıdasızlıktan hastalanıp genç yaşında öldüğün zaman bir mezarlık yeri zor bulabildiler.

X

                Senin köyünde okul yok. Çocukların kaderine terk edilir. Senin köyünde su yok. Tifo salgınları baş gösterir. Hayvanların bile susuzluktan ölür. Feza çağında taş devri insanlarının yaşadığı barınaklarda oturur, hayata kahredersin. Komşularından bazılarının yıllık geliri 700 liradır. Çoğunun toprağı yok, diğerlerinin de doyuramayacak kadardır. “Allah açlığı düşmanımın başına vermesin.” Gıda yetersizliğinden binlerce kişi hastanelere taşınır.

Huzur yok, güven yok. Yarınından emin değilsin. Kaderine hükmedemezsin.

Hiç yolu olmayan köyleri bir yana bırak. En iyisinden yazın bile kağnı arabaları zor işler. Jandarma, tahsildar ve seni aldatmaya gelen siyaset cambazlarından başka kim geçti bu yoldan? Onlar da atına binip seni yayan yürüttüler.

İşte yıllarca uğraştım bu yoldan sana gelmek için. Setler çektiler önüme; vurdular, ezdiler beni. Ama durduramadılar.

Şimdi bu yoldayım. Sana yaklaşıyorum. Kini, öfkeyi bırak, sahte samimiyetlere değil, imanlı sevgilere inan. Sen de bana doğru gel. El ele verip çalışalım.

Yarınından emin olarak huzur içinde yaşayacağın bir evin olsun. Çocukların okuyabilsin. Bol mahsul veren tarlaların, iyi süt veren ineklerin, koyunların olsun. Fabrika bacaları tütsün. Yeni yeni iş yerleri açılsın. Huzur içinde çalışıp karnın doysun. Medeniyete giden bir yolun olsun. Kimse dövemesin, baskı yapamasın sana. Rüşvetsiz işin görülsün. Gürül gürül akan pınarların, tarlalarını sulayacak barajların, kanalların olsun.

Kısaca diyeceğim şu ki; insanca yaşama imkanları doğsun.

Selam ve sevgiler Sılo.

Faşizm

S a n a y i l e ş m i ş   K a p i t a l i s t   Ü l k e l e r d e :   

            Yeterli sömürgesi bulunmayan sanayileşmiş ülkelerdeki burjuva sınıfı, dünya pazarlarındaki egemenliğini sağlamak için devleti emperyalist bir dış politika takibine zorlar. Bu da ancak bütün milli kuvvetlerin savaş gereklerine uygun olarak hazırlandığı ve devlet kuvvetinin bütün imkanlarıyla burjuvazinin emrinde bulunmasıyla etkili olarak uygulanabilir. Böyle bir uygulamanın ortamı ise demokratik rejim olamaz. 

            Savaş ekonomisine geçişin kapitalistler bakımından bir başka faydalı yanı da ekonomik hayattaki durgunluğu gidermesidir. 

            Dünya pazarlarında mücadele eden kapitalistler, rakipleri karşısında tutunmak için maliyetleri düşürmek zorundadırlar. Maliyetleri düşürmek de  -diğer unsurların yanında-  işçi ücretlerinin indirilmesine veya iş saatlerinin artırılmasına bağlıdır.  Oysa işçiler, iş gününün sınırlandırılmasını ve ücretlerinin artırılmasını kanlı mücadeleler sonunda elde etmişlerdir.  Sendikalar ve İşçi Partileri yoluyla burjuva sınıfının karşısında büyük bir kuvvet olarak yer almışlardır.  Demokratik rejim kuvvetlerin muvazenesine dayandığı için işçilerin taleplerinin de kuvvetleri ölçüsünde yerine getirilmesi zorunluluğu vardır. İş saatleri azalma ve ücretler artma yönünde hareket eder. Bu ise maliyetleri düşürmek için çalışan kapitalistin varmak istediği amacın karşısındadır. Onun rekabet imkanlarını güçleştiren bir durumdur. 

            İşte, burjuvazi, demokratik rejimde işçilere vermek zorunda kaldığı tavizlerden kurtulmak ve işçi sınıfını daha çok sömürmek için devlet iktidarına yalnız başına hakim olmak ister. 

            Kapitalizm istismar esasına dayanır. İstismar edilen, ezilen halk, gittikçe sınıf bilincine erer.; teşkilatlanarak ekonomik ve siyasi alanlarda burjuvaziye karşı mücadele eder.  Bu mücadele başarılı bir yönde gelişir. Sosyalist hareketin kuvvetlenmesi ve iktidara doğru hızla yürümesi, kapitalist sınıfın varlığını tehlikeye sokar. Sosyalist hareketin gelişmesi demokratik rejim içinde önlenemez. Bütün gücünü ortaya koyan burjuvazi devlet iktidarını tekeline alarak kuvvet yoluyla bu hareketi ezmeye, boğmaya çalışır.

            Burjuvazi, demokratik rejimde yine egemen olmakla beraber, diğer sınıfların taleplerine kuvvetleri ölçüsünde uymak ve iktidarı bir ölçüde onlarla paylaşmak zorundadır. Oysa büyük mali sermaye, emperyalist bir dış politika gütmek, halk kitlelerine verdiği tavizlerden, emekçilerin çetin mücadeleler sonucu aldığı haklardan kurtulmak, daha çok sömürebilmek, sosyalist hareketin gelişmesini önlemek için burjuva demokrasisini yıkarak devlet iktidarını tekeline almak zorundadır. Bunu gerçekleştirmek için kurduğu  “burjuva diktatörlüğü”ne  “faşizm” denir.

 

A z g e l i ş m i ş   Ü l k e l e r d e : 

            Yukarıda söylediklerimiz sanayileşmiş kapitalist ülkeler içindir. Ekonomileri bu ülkelere bağlı, sömürge şartları içinde bulunan geri kalmış ülkelerin faşizmine de kısaca değinelim. 

            Geri kalmışlığı belirleyen temel kaide, ağır sanayiin gelişmemiş olmasıdır. Bu tip ülkelerin, ekonomik bağımsızlıkla tamamlanmadığı için, siyasi bağımsızlıkları sözde kalır. Sanayileşmiş ülkelerin üretimine pazar, sanayilerine gerekli gıda ve ham madde kaynağı olarak bağımlıdırlar; beynelmilel mali sermayenin denetimindedirler. 

            Beynelmilel mali sermaye, bu ülkelerde çıkarı kendisi ile beraber olan iki sınıfla işbirliği yapar. Bunlar, toprak ağaları ile dış ticareti elinde bulunduran ticaret burjuvazisidir. Bu iki sınıfın yanında dini kastlar  -bizdeki şeyhler- vurguncu iş adamları gibi gruplar da yer alırlar. 

            Yabancı sermaye ve işbirlikçilerinin çıkarı geri düzenin devamına bağlıdır. Bu düzen, içerde, ancak istismarı geliştirecek değişiklikleri yapan, dışta ise yabancı sermayenin emperyalist amaçlarını gerçekleştirecek saldırgan bir politika güden niteliktedir. Oysa kurulan yeni üretim ilişkileri ekonomik ve sosyal bünyede birtakım değişikliklere yol açar. Halk bilinç kazanır. Gelişen demokratik kuvvetler sömürme düzenine başkaldırır. Bunu önlemek, ilerici akımları boğmak için yabancı sermayenin desteklediği gerici sınıf ve gruplar, emperyalizmin işbirlikçileri, devlet iktidarına yalnız başlarına egemen olmaya ve bir dikta rejimi kurmaya çalışırlar.  Başardıkları takdirde, yabancı sermayenin emperyalist amaçlarına uygun olarak dışta saldırgan, içte sömürücü ve ezici olan bir politik düzen kurulur ki bunun adı  “faşizm”dir.  

            Hiçbir faşist idare kendine bu adı vermez. Başka isimler ardında gerçek kimliğini saklamaya çalışır. 

            Faşizm, bunalım dönemlerinde ortaya çıkar. Halk şaşkındır. Bir ışık, bir kurtuluş yolu arar; bir kahraman, bir kurtarıcı bekler. Mevcut kurumlardan ümidini kesmiştir. Bunların problemlerini çözmeye yetmediğini görmüştür. Düzen değişmelidir. Halkta ortak ve köklü inançtır bu. 

            Bunalım dönemlerindeki şaşkınlıktan yararlanmak isteyen maceracı insanlar ve gruplar çıkar. Geri çevrelerden gelen, çoğunlukla karanlık, anlaşılmaz karmaşık fikirlerle ortaya çıkan bu insanlar, toplumun duygusal yönünü iyi kavradıkları için ilgi görürler. Egemen sınıflar aradıklarını bulmuşlardır. Maddi, manevi, her bakımdan desteklerler.  

            Akla değil, duygulara hitap ederler. Egemen sınıfların çıkarlarını vatan, millet, din gibi yaldızlı kavramların ardında saklarlar. Her sınıf halkın arzularına cevap verecek vaatlerde bulunurlar. Parlak bir istikbal manzarası çizerler. Gösterişli jestlerle, heyecanlı nutuklarla korkulara, nefretlere dayanarak halkı kendilerinden yana çekerler.

            Faşistler, halk kitlelerini, özellikle orta tabakayı kendilerinden yana çekmek için sürekli bir komünizm korkusu yayarlar. Komünizmi öyle korkunç bir umacı haline getirirler ki, kitleler bunu bütün milli varlığı silip süpürecek ve kendilerini yok edecek yakın bir tehlike olarak görürler. Artık ha bugün, ha yarın gelecek büyük tehlike karşısında korkuya, telaşa kapılırlar. Vatan, millet, din kavramlarının çığırtkanlığını yapan faşistlerin kucağına düşerler. 

            Faşist hareketin en büyük dayanağı din ve milliyetçilik duygusunun istismarından doğan akımlardır. Halkn bu duygularına gerici ve ters anlamlar verilerek istismar edilir; halk kitleleri bunların ardından sürüklenir. Din esası üzerine siyasi birlikler kurma çabası, mezhep ve tarikatların örgütlendirilerek faşist siyasi güçlerin emrine verilişi bunun örnekleridir.

            Faşizmin en belirgin niteliği ırkçılıktır. Her ne kadar toprak ağaları, büyük tüccar ve sanayicilerin çıkarlarını koruyan ve devam ettiren bir baskı rejimi ise de, bu, ancak üstün ırk saydığı “kandaşları” içindir. Ayrı ırklardan olan toprak ağalarını, sanayici ve tüccarları korkunç bir şekilde tasfiye eder; onların yerine kendi soyundan olanları getirir. Antikapitalist cereyanı “yabancılar” ve “Yahudiler” aleyhine yöneltir. Kapitalizme karşı olan düşmanlık duygularını “Yahudi”lerin ve diğer  “azınlık”ların şahsında toplar. Diğer etnik grupları baskı rejiminde eritmek, yok etmek için akla gelebilecek en feci metotları uygular.

            Faşistler iktidara gelince ilk iş olarak bütün demokratik kurumlar ve onların vatandaşlara sağladığı hak ve hürriyetler ortadan kaldırılır.

            Demokratik rejime son verilir. Halkçı, ilerici bütün akımlar korkunç bir şekilde insafsızca boğulur. 

            Muhalefetteki siyasi partiler ve dernekler kapatılır. Basın hürriyeti yok edilir. Gazete çıkarmak ve toplantı yapmak izne bağlanır. Hiçbir muhalefete, tenkide ve itiraza yer verilmez.

            Sendikalar kapatılır, grev ve toplu sözleşme hakları kaldırılır. Bütün çalışanlar devlet eliyle düzenlenmiş sendika ve korporasyonlara katılma zorunda bırakılır. 

            Çalışma hayatı, aile hayatı, dini ve fikri inançlar, ferdin her yönden tüm hayatı devletin sıkı denetimine bağlanır. Ferdi bütün hak ve hürriyetler ortadan kaldırılarak ülke kara bir cehenneme çevrilir. 

            “Ferdin menfaatini, milletin yüksek menfaatlerine tabi tutmak “  gibi yaldızlı sloganların perdesi altında, gerçekte, halkın menfaatlerini, toprak ağalarının, büyük sanayici ve tüccarların menfaatlerine tabi tutar. 

            Muhalefette iken söz verdiği toprak reformunun yapılması şöyle dursun, az toprağı olan köylünün bu toprakları da elinden gider; toprak ağalarının büyük çiftliklerine katılır.  Topraksız çiftçi sayısı giderek artar; hayat seviyesi daha da düşer. 

            Halkın gözünü içteki ekonomik buhrandan, işsizlikten, sefaletten başka yana çevirmek için birtakım  mitoslar yaratır. Kamuoyuna, güçlüklerin sorumluları olarak komünistleri, azınlıkları, Yahudileri, dış düşmanları gösterir. 

            Azınlıkları yok etmek, eritmek için kitle halinde sürer, öldürür, malları alınır, topraklarına egemen ırktan olanlar yerleştirilir. Dilleri, kültürleri ortadan kaldırılmaya çalışılır. 

            Genç milisler tarafından  “komünist avı”  adı altında bütün ilericileri, bu arada bunlarla ilgisi olmayan birçoklarını da sorgusuz sualsiz kurşuna dizdirir. 

            Sosyal ve ekonomik yapıda temel değişikliklere gitmez. Ancak aldatıcı ve istismarı pekiştirici biçim değişiklikleri yapar. 

            Faşizm, demokratik kuvvetlerin parçalandığı dönemlerde gelişir.  Demokratik kuvvetlerin birliğinden doğan büyük güç, onun için aşılmaz bir engeldir.

            Demokratik kuvvetler arasında ayrılıkların bulunması doğaldır. Fakat bu ayrılıklar hepsi için ortak olan faşist tehlike karşısında bir yana bırakılmaz, çekişmeler artar, düşmanlıklara vardırılırsa, korkunç faşizm devi zayıflayan bu kuvvetleri bir silindir gibi ezip geçer, yok eder. Faşizm düşmanlarının tehlike karşısında işbirliği yapmamaları ve çekişmeleri, onlar için feci bir sonuç yaratır. 

            Faşistler de, sendikaları, işçi partilerini, emekçilerin haklarını savunan ilerici diğer kurumları dejenere etmek, bölüp parçalamak için çeşitli metotlar kullanırlar. Bu kuvvetlerin işbirliğinden doğan ve demokratik rejimin teminatı olan büyük gücü bölerek zayıflatmaya, böylelikle faşist idarenin kurulmasına uygun bir ortam hazırlamaya çalışırlar. Bunda başarı sağladıkları ölçüde iktidara yaklaşırlar. 

            Demokratik kuvvetler, bu oyunlara karşı uyanık olmalı, antifaşist cephenin güçlü olmasına çalışmalıdırlar. 

            Faşist bir rejim kurulmadan da faşist güçler, demokratik düzen içinde iktidarları etkileyerek, onları bazı alanlarda faşist davranışlara sürükleyebilirler.  

            Yukarıda açıklandığı gibi faşizm, emperyalist güçlerle onların ağa-komprador işbirlikçilerinin halkı daha iyi sömürmek ve sosyalist gelişmeye engel olmak için devlet iktidarını tekellerine aidıkları politik düzendir.

            Bu gerici ve sağcı burjuva diktatörlüğü, iktidarı süresince geniş tahribat yapar. Bu tahribata engel olmak ve emperyalizmle savaşta başarıya ulaşmak için, herşeyden önce, içteki ve dıştaki faşist güçlerin ortadan kaldırılması, iktidarı etkileyecek bir baskı grubu olmasına bile fırsat verilmemesi gerekir. 

  Abdulkadir Yıldırım  (Mehmet Ali Aslan)

( YENİ  AKIŞ  Kasım 1966  Sayı 4 )

GAZIN JI XWEDE, ŞIVEN RA

Değerli iki Kürt aydınının, FAİK  BUCAK  ile  KEMAL  BADILLI’nın, 1966 yılında  YENİ  AKIŞ  Dergisinde yayınlanan şiirlerini okuyacaksınız.  Kendilerini rahmetle anıyorum.

 
 
                        GAZIN  JI  XWEDE 

           
            Ne nane, ne dane, ne şîv û taşté
            Ho rebîyo! Ev qas derd û bela jı ku té
 
            Dewlemendî lı me gırt édın em bûne xezan
            Hış seré me da nema, belé, mane géj û nezan
 
            Çavan jî bıgre bıla rohnayî bıbe zulmet
            Çı bıkım pışka derd û ğama para me ket 
 
            Ma nıfır lıme bûye kes pîgar nabe mera 
            Heval sılav nadın pırs nakın bav û bıra 
 
            Ré lı ber me wunda bû nızanım kuda bıçım 
            Rebî! Tîna bıecîm sekınîne lı ber Çem. 
 
                                                                FAİK  BUCAK  

 
 
 
 

                                   ŞIVEN  RA 

 
            Şıvanîy, doş dı bîy best û dîyaran 
            Na bînîy qe rûyé derd û ğedaran 
            Şa dı bîy tu her gav bı berx û karan 
            Jı wan berxan yek jî ez bûma xwezî  

 
            Şûştî te dılé xwe jı tevîné 

            Kış dıkîy kerîyé xwe çaxa şevîné 
            Tu dıbîy hevalé dıl û eviné 
            Jı hevalan yek jî ez bûma xwezî 
 
           Pıf dıkîy bıllûré dı şevén tarî 
           Çı dıbey wanra bı kîjan zarî? 
           Kom dıbın dor te dıkın guhdarî
          Jı guhdara yek jî ez bûma xwezî. 
 

                                         KEMAL  BADILLI

 

Bu Gidişin Sonu

( Varto depremiyle ilgili olarak yayımlanan iki yazıdan ikincisi)

Doğu’da dünyanın en şiddetli depremlerinden biri oldu.  Binlerce insan öldü, yaralandı, on binlercesi evsiz, barksız kaldı.  

Böyle felaketlerde millet birleşir, felakete uğrayanların acısını dindirmek, zararını karşılamak için bütün imkanlarını seferber eder.

Bizde ne oldu?  Diğer milletlerin en seri araçlarla, felaketzedelere verilmek üzere gönderdikleri milyonları bulan yardımlar  -çok küçük bir kısmı dışında-  yerlerine ulaştırılmadı. Kendi yardımımızı bırakın, “elin yedi yabancısı”nın verdikleri bile esirgendi. 

Bu durum karşısında geçen olayları anmaktan kendimizi alamıyoruz. Erzincan depremi sırasında gelen yardımlarla Ankara’daki Saraçoğlu mahallesi yapılmıştır. Doğu’daki kıtlık yılında sadece Doğu Halkına verilmek üzere ABD’nin yaptığı buğday yardımının büyük kısmı başka illere, bir kısmı da Feyzioğlu tarafından seçim bölgesi olan Kayseri’ye gönderilmiştir. 

Doğu’da herkes birbirine soruyor.  “Bu yardımlar ne olacak” 

İktidar gerekli tedbirleri almamıştır. Türkiye’deki demokratik kurumlar gerekli ilgiyi göstermemişlerdir. Birkaç gazete dışında meselenin üzerine eğilmemişlerdir. 

Başka yerlere göç eden ailelere yapılmak istenen 2000  lira gibi gülünç yardımlar, oturmaya elverişli olmayan, üstelik yapımına halen başlanmamış baraka hikayeleri,  3-5 işçilik bir ekibin yolyapım masalı, çevredeki dağlara kar yağarken çoğu çadırdan bile yoksun, aç ve çıplak bölge halkını ölüme terketmektedir. 

Doğu Halkı’nın kaderiyle başbaşa bırakılması kendilerindeki yabancılık duygusunu daha da geliştirecek ve kökleştirecektir. Bunun tehlikeli sonuçlar doğuracağı unutulmamalıdır.  

Depremden kurtulanları da soğuk, açlık ve hastalık öldürürse, onbinlerce kardeşimiz ve bacımızın katilleri, tehlikeli gelişmelerin tarih önündeki sorumluları iktidarla beraber, Türkiye’deki bütün demokratik kurumlar olacaktır.

                                                                                                          (Mehmet Ali Aslan)

YENİ  AKIŞ  Ekim 1966  Sayı 3

Doğu ve Deprem

 ( Varto depremiyle ilgili olarak yayımlanan iki yazıdan birincisi )   

            Ö l ü m : 

            Doğu, ölümün her kılıkta, her renkte kol gezdiği bir ülke. Saldırgan ordular yüzyıllar boyu cirit atmış burda, onbinlerce insanı kırıp geçirmiş. Sıtma gelmiş, sarı sarı, yine binlercesi erimiş bu hastalığın cenderesinde. Kızamık, binlerce yavruyu gözü yaşlı anasının kucağından alıp götürmüş. Daha nice hastalıklar mezarlıklarda binlere bin katmış. 

            Doğu, gizli bir açlığın pençesinde kıvranıp durur. Yeterince beslenemez ve Doğu insanı gıdasızlıktan her gün biraz daha ölüme yaklaşır. 

            Doğuluyu aşiret deyip bölmüşler, mezhep deyip biribirine düşürmüşler, her şeyi bir ayırım nedeni olarak ortaya atıp düşman kamplara ayırmışlar.  Kinleri, düşmanlıkları bileyip Doğu insanını birbirine kırdırmışlar. 

            Cumhuriyet öncesi aşiret kavgalarının kurbanları, büyük savaşların insan kaybından fazlaydı. Cumhuriyet dönemindeki baskı cenderesi bu kavgaları bir süre azalttı. Fakat ekonomik ve sosyal nedenlerine dokunulmadığı için şiddetli baskı hafifleyinca yeniden başladı. 

            Kan gütme davaları bütün şiddetiyle sürüp gidiyor. Kardeş kardeşi vuruyor. Doğan her çocuğun boynunda bir idam fermanı var. Yine yüzlerce kurban, yine sönen ocaklar ve cehennemden korkunç güvensizlik ortamı. 

            Buna çare bulunması bir yana, bu olaylar çok defa yöneticilerden teşvik görüyor. Felaketler zinciri uzadıkça uzuyor. 

            Doğu’nun mezarlıkları hastalıktan, gizli açlıktan, kan gütme davaları ve aşiret kavgalarında ölenlerle dolu. Ve her deresi bir katliamın acı hatırasını taşır.  

            Bu yüzden Doğu’da her türkü, her öykü bir ağıttır. İnsanın yüreğini ezen yanık havaların tümünde bu ölümler ve nedenleri dile gelir. 

 

Y a ş a m a k :  

Doğu’da yaşamak sürünmektir. Açlığın, hastalığın, işsizliğin, güvensizliğin, maddi manevi çeşitli baskıların korkunç cenderesinde kıvranmaktır ; acıdan kahrolmaktır. 

Doğu insanı bütünüyle mağaradan kurtulamamıştır. Karanlık ininde hayvanıyla beraber yatar.  

Çoğu katıksız arpa ekmeğini zor bulur. Bazı yerlerde buğday ekmeği ancak kıymetli misafirlere sunulan bir çerezdir. Doğulu gizli açlığın pençesinde inler ve her gün biraz daha erir ve biter. 

Köylerin büyük bir kısmı susuzluktan kavrulur, kurtlu sular içilir burda.

Dağlarda eşkiyalar var; halkı soyan, hükümeti tedirgin eden. Çoğunu işsizlik, açlık, haksızlık, baskı ve kan gütme davaları sürmüştür buraya. Cehaleti, ona kaderini paylaştığı diğer insanları soydurtur, vurdurtur. 

Aşiret kavgaları ve kan gütme davaları yüzünden Doğu insanı her an ölümün eşiğinde,  kahredici bir korku ile dolaşır. Kırk yıl önce aşiretinden birinin işlediği cinayetin hesabı kendisinden sorulur. 

Hükümetlerin davranışına karşı olan tepkilerden  -ilgisi olsun olmasın-  sorumlu tutulur; karısı ve çocuklarıyla yok edilir. 

Jandarma baskısı ve zulmü, memurun rüşvet derdi, yöneticinin sömürgeci anlayışı onu canından bezdirir, hayata geldiğine pişman ettirir. 

İşte Doğu’da yaşamak budur.  

 

D e p r e m    v e    D o ğ u   E d e b i y a t ı : 

Doğu’da dünyanın en şiddetli depremlerinden biri oldu. Binlerce kardeşimiz, bacımız öldü. Binlercesi yaralı ve onbinlercesi açıkta kaldı Kaybımız büyük, acımız sonsuzdur. 

Doğu’daki felaketler zincirine bir yenisi olarak eklenen depremin özelliği, yaptığı tahribatın sonucunda değil, yukarıda açıklanan, yaşamakla ölümün arasındaki farkın belirsizleştiği bir bölgenin, insanlığı utandırıcı yürekler acısı durumunu bütün çıplaklığı ile göz önüne sermesidir. Bu, duygusal Doğu Edebiyatını yeniden sahneye çıkarmıştır. 

Her yıl hastalıktan, gizli açlıktan, aşiret kavgaları ve diğer nedenler yüzünden ölenlerin sayısı elbetteki daha kabarıktır. Fakat bunlar olağan sayılmıştır. Adeta Doğu’nun bunlarsız olamayacağı düşünülmüş ve kaderinin değişmezliği kabul edilmiştir. Çünkü bu ölümler, insan olarak, toplum olarak davranışlarımızın bir sonucudur ve bundan hepimiz sorumluyuz.  İşin ucu gelip bize dayanınca, ezme ve sömürmeden vazgeçme fedakarlığını göze alamayınca, meselenin ört bas edilmesini, gizli kalmasını istiyoruz. Çünkü mesele tartışılınca bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacak, bizim de sömürücü durumumuz aydınlanacak. En iyisi, sadece kapalı kapılar ardında, iç ve dış politika oyunlarında nasıl koz olarak kullanılacağı konuşulan bu meselenin tartışılmasına engel olmak, böyle bir mesele olmadığını kabul ettirmek.  İşte yöneticilerin ve çıkarcı çevrelerin tutumu budur. 

Fakat deprem insanlardan değil Tanrıdan geldi. Bunun hesabı insanlardan sorulmaz, sadece Tanrıya sitem edilir. 

İşte Doğu’yu cehaletle, açlıkla, hastalıkla, işsizlikle başbaşa bırakma, kalkınmasını engelleme günahının kefaretini ödemek için güzel bir fırsat. Biraz da Doğu Halkı’nı bu duygusal edebiyatla kandırma, avutma taktiği.

Ah Doğu, vah Doğu… diyeceksin. Meselelerin temel nedenlerine inmeden, Doğu’yu kalkındırmanın nasıl mümkün olacağını, Doğu meselesinin çözüm yolunu gerçekçi bir açıdan ortaya atmadan, meseleyi kökünden halledecek davranışlara yönelmeden ölenlerin hatırasına ağıtlar yakacaksın.  Depremin ilk günlerdeki şiddetli etkisi geçince bu Doğu Edebiyetı da unutulacak ve Doğu Halkı yine açlık, sefalet ve cehalet olan kaderiyle başbaşa bırakılacak. 

Sadece ilk günlerin acil yardım tedbirlerine önem verilmemeli. Çünkü dost, düşman bütün dünya milletleri bu gibi felaketlerde hemen yardıma koşar ve koşmuştur. 

Vergisini veren, sınırda nöbet bekleyen, fabrikamızda işçi, tarlamızda ırgat olarak çalışan vatandaşlarımız ve Milli Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştırıp bağımsız yaşamamızı sağlayan kardeşlerimiz olarak onlara karşı daha başka görevlerimiz  vardır. 

Açlıktan, sefaletten, cehaletten kurtulup insanca yaşama imkanlarına kavuşmak, onlar için bir hak, bunu sağlayacak tedbirleri alma, refah ve güvenlik düzenini gerçekleştirme iktidarlar için bir görevdir.  

Doğulu vatandaş, devletin temsilcisi olarak sadece jandarmayla tahsildarı tanımış, devletin görevi olarak da vergi alma ve askere çağrılmayı görmüştür. Bunun dışında sadece seçimlerde parlak nutuklar çekmek için gidilmiştir. 

Deprmden sonra Prof. Reşat İzbırak  “Bu bölgede, hasarın çok olması depremin şiddetiyle ilgili olmakla beraber, yapıların çoğunluğunun çürüklüğünden ve dayanıksızlığından ileri geldiğini kabul etmek doğru olur.” Demiştir.

Deprem bölgesi olduğu bilinen bu yerlerde uygun barınaklar yapılmış olsaydı, ölenlerden büyük bir kısmı şimdi aramızda bulunacaktı. Bunlar depremin değil, doğrudan doğruya Doğu’yu geri bırakan iktidarların kurbanıdırlar. 

 

D o ğ u   S o r u n u  :

Doğu Sorunu’nu ortaya attınız mı, tartışılmasını istdiniz mi  ve hele Doğu Halkı’nı gerçek adıyla adlandırdınız mı, hükümet, emniyet, siyasi partiler, gençlik kuruluşları, basın koro halinde  “aman Kürtçüler”,  “aman milli tehlike”, “aman komünist veya Amerikan tahriki”  diye bağırıyor, saldırıya geçiyorlar. 

Ne ister bunlar. Doğulu vatandaşın bütün baskılardan uzak, güvenlik içinde insanca yaşama imkanlarına kavuşmasına neden karşı çıkılır. Doğu Halkının uyanışı neden  “milli felaket”  olarak gösterilir. Bu allerjinin, bu ürküntünün, bu korkunun, bu telaşın sebebi nedir. 

Müreffeh Türkiye ideali Doğu kalkınması olmadan gerçekleşemez. Türk Halkının çağdaş uygarlık düzeyine erişme çabası Doğu Halkının işbirliği sağlanmadan başarıya ulaşamaz. 

Doğu kalkınmasının gerçekleşmesi, Doğu ve Batı Halklarının samimi işbirliğinin sağlanması, nasıl mümkün olur, bunu yolu nedir ? Bu da ancak meseleleri bütün önyargıları bir yana bırakarak korkusuzca tartışmak, gerçekleri söylemekten çekinmemek, olaylara ilmi, gerçekçi bir açıdan bakmak ve değerlendirmek suratiyle olur. 

Ne yazık ki bugün meseleler ters açıdan ele alınıyor. Depremin acı hatırası biraz küllenince duygusal ahlı, vahlı Doğu Edebiyetı da unutulacaktır. 

 

D o ğ u d a    k ı ş   ö l ü m d ü r : 

Kış, Doğu’da hayatı öldürür. Kar bir kefen gibi her yanı örter. Uzun kış mevsimine ve şiddetli soğuklara karşı Doğu insanının korunacak nesi var ? İyi bir barınak mı, soğuktan korunacak elbisesi mi, yeter kalori ve vitamin sağlyacak gıda mı, yakacak odun, tezek ve kömür mü?  Evet, neyi var Doğulunun?

Çoluk çocukla yorganlara sarınarak soğukta tiril tiril titrer. Midesi bir kaşık çorbanın özlemi ile burkulur. Dışarıda tipi zalim bir düşman gibi bütün yollarını keser, bütün umutlarını yıkar. 

Doğu’da kış, Uludağ’da kayak zevki, bahçede kar topu oyunu, kardan adam yapma eğlentisi değil, acı, kahredici beyaz bir ölümdür. 

Deprem, binlerce insanı hastalıktan, açlıktan, kan gütme davaları ile aşiret kavgalarında ölenlerin yanına gönderdi. Bu, yakınları ve bizim için unutulmaz büyük bir acıdır. 

Fakat öyle bir ortamda yaşıyoruz ki ölenlere değil, sağ kalanların yarınki, şiddetli kış soğukları  karşısındaki perişan hallerine ağlıyoruz. 

Bugün alınan acil yardım tedbirlerinin etkisi kısa sürelidir. Duygusal Doğu Edebiyatı da birkaç hafta sonra bırakılacaktır. 

Köklü tedbirler alınmazsa evi barkı yıkılmış, çalışan erkeğini kaybetmiş binlerce aile, kışın şiddetli soğukları ve bölgenin kapanan yolları karşısında çaresiz ölümü bekleyecektir. Bu, Doğu’nun bütün felaket yıllarında böyle olmuştur.

 

Ç a ğ r ı :  

Sadece hükümeti değil, siyasi partileri, sendikaları, dernekleri, gençlik teşeküllerini, üniversiteleri, basını ve bütün Türkiye Halkını, 

Alınan acil yardım tedbirleri yanında hasar gören bölge halkının, kış gelmeden barınak, yiyecek, giyecek ihtiyaçlarının uzun süreli olarak karşılanması ve üretime geçmelerini sağlayacak kredi ve üretim araçlarının verilmesi için yardıma,

Doğu sorununa insani ve gerçekçi bir çözüm yolu bulmaya, Doğu bölgesinin kalkınması ve Doğu Halkının insanca yaşama düzeyine erişmesi için gerekli tedbirleri almaya, Doğu Halkına karşı girişilen saldırıların ve yapılan baskının son bulması için mücadeleye çağırıyoruz.

Çağrımız samimiyetle karşılanır, Doğu sorununun önyargılara kapılmadan tartışması yapılarak insani ve gerçekçi bir çözüm yolu bulunursa müreffeh Türkiye ideali de gerçekleşme yoluna girecektir. 

                                                                                                     (Mehmet Ali Aslan) 

YENİ  AKIŞ  Eylül 1966  Sayı 2

Resmi Millet Görüşüne Irkçılığın Etkileri

            Millet kavramı, çeşitli zamanlara ve toplumlara göre ayrı anlamlar taşır  ve bu anlam sürekli bir değişime uğrar. 

           Bu, millet kavramını terkip eden çeşitli unsurların (toprak, dil, din, ırk, kültür, ekonomik zaruret, tarihi mukadderat birliği vb… ) karşılıklı durumuna, millet tanımındaki değerine göre olur. 

           Türkiye’deki millet anlayışında ırk unsuru önemli bir yer tutmuş, hatta bazı dönemlerde millet kavramının tanımlanmasında birinci derecede rol oynamıştır. 

            Biz bu yazımızda millet kavramının Türkiye’deki tarihi gelişmesini,  Irkçı-Turancı akımın buna etkisini kısaca açıklayacağız. 

 

O s m a n l ı   İ m p a r a t o r l u ğ u   D e v r i : 

            Osmanlı İmparatorluğu çeşitli milletlerin yan yana bulunduğu siyasi bir birlikti. Bu milletlerin çoğu 19. yüzyıldaki milli kurtuluş hareketleriyle bağımsızlıklarına kavuştular. Egemen unsur Türkler ise Osmanlı birliğini sürdürmek için bir süre milliyetçi davranışlardan uzak kaldılar. 

            Fakat ayrılmalar gittikçe arttı. Azınlıkların ekonomik egemenlikleri kuvvetlendi. Yabancı sermaye ve onun emrindeki Osmanlı Merkezi Feodalitesi, hakaret anlamında  “Etrak’i biidrak”  (idraksiz Türkler) diye adlandırdıkları Türk Halkı’nı daha çok sömürmeye ve ezmeye başladı. Üzerine sefaletin ve cehaletin kanat gerdiği harabeye dönmüş Anadolu, daha büyük bir yoksulluğun içine düştü. 

           Bu şartların zorunlu sonucu olarak, orta tabakanın sözcülüğünü yaptığı Türk milliyetçi akımı doğdu. 

         Türk Halkı’nı kurtarmak, mutluluğa eriştirmek yönünde gelişen bu akımın  ırkçı ve emperyalist bir yanı yoktu. Altaylarda macera aramayan, ütopist kimlikten uzak, gözlerini Anadolu’ya çevirmiş gerçekçi bir hareketti. 

            Türk milliyetçilik akımının bu olumlu yöndeki gelişmesi, sömürge şartları içinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu’nda egemenlikleri için kıyasıya mücadele eden beynelmilel mali sermaye grupları tarafından saptırılmaya çalışıldı. 

             Emperyalist devletlerin her biri imparatorluğu kendi sömürme tekeline almak çabasındaydı. 

            İngiltere, Hindistan yolunun ve Ortadoğu petrollerinin güvenliğini sağlamak için Osmanlı birliğini parçalamak istiyordu ve İmparatorluğa bağlı milletlerin kurtuluş hareketlerini, kendi çıkarına uygun bir yönde kanalize olacak şekilde destekliyordu.  

          Almanya’nın ise Doğu’ya yayılma politikasının bir gereği olarak, kendi emrinde bulunacak Büyük Osmanlı İmparatorluğunun varlığına ihtiyacı vardı. Oysa İmparatorluk çeşitli ırk ve milletlerin yapma birliği olduğundan parçalanıyordu. Buna bir çare bulmak gerekirdi. İşte bu dönemde İslam İttihatçılığı yanında, Türk milliyetçiliği de Irkçı-Turancı bir kimliğe sokulmaya çalışıldı.  

      Savaş öncesi dış gruplaşmalara paralel olarak içeride de aynı fikirleri savunan grupların teşkili ve mücadelesi sonucunda, Alman militarizminin emrindeki İttihat ve Terakki Fırkası  iktidarı ele geçirdi. Bu fırkanın milliyetçilik anlayışı ırkçı-turancı temele oturtuldu. 

        Irkçı-Turancı millet anlayışı, Turan seferine çıkan Enver Paşa’nın 70.000 Anadolu çocuğunu Allahu Ekber dağlarında soğuktan dondurması ile ilk adımında büyük felakete yol açan korkunç bir macera olduğu anlaşıldı. Koca imparatorluğun eriyen ve geri çekilen kuvvetleriyle beraber gücünü kaybetti. 

 

K u r t u l u ş   S a v a ş ı   D ö n e m i :  

            Türk Milli Kurtuluş Hareketi, emperyalizme ve Osmanlı Merkezi  Feodalıtesi’ne karşı yapılan orta tabakanın önderliğindeki bir halk hareketidir. 

            Erzurum ve Sivas kongreleri ile halka mal edilmiş, Anadolu’daki Kürt, Gürcü, Çerkez gibi çeşitli etnik grupların işbirliği ile başarı kazanmıştır.  Bu bakımdan ırkçılıktan uzak kalmak zorundaydı. 

            Diğer yandan, kurtuluş hareketine ilk ve en büyük yardımı SSCB yaptı ve başarıya ulaşmasında büyük yardımı oldu. O dönemdeki sıkı dostluk bağları ırkçılığın emperyalist yönü olan Turancılık akımının desteklenmesini değil, tersine bu akıma karşı durmak zorunluluğunu doğuruyordu. Kaldı ki ancak Anadolu ve Trakya’yı kurtarma çabasında olan bu genç gücün kendini aşan emperyalist amaçları olamazdı. 

 

C u m h u r i y e t   D e v r i :  

            Milli Kurtuluş Hareketinden sonra Türkiye’de kurtuluş hareketlerinin felsefesine uygun bir ekonomik-sosyal düzen kurulamadı. 

            İktidarlar, kurtuluş hareketini başarıya ulaştıran diğer etnik grupları baskı altına aldılar. Irkçı-Turancı fikir akımları güçlendi. Devletin idare felsefesini, diğer etnik grupları eritme, hatta yoketme yönünde etkiledi. 

            Türkiye Cumhuriyeti, ilk milli kurtuluş hareketinin eseri olduğu halde, sonradan bütün milli kurtuluş savaşlarına karşı çıkmasının nedeni, içinde çeşitli etnik grupların, özellikle Kürtlerin bulunması ve bunları tatmin edecek, yan yana birbirlerinin diline, dinine, etnik özelliklerine saygı göstererek beraber yaşamalarını sağlayacak, milli kurtuluş hareketinin felsefesine uygun bir düzen kurulamamasıdır. 

           1. Cihan Savaşı’ndan sonra, sefaletle, açlıkla, işsizlikle beslenen bunalımlar sonucunda bir çok ülkede faşist rejimler kuruldu. Almanya’da da Naziler iktidarı ele geçirdi. 

            Türkiye’deki Irkçı-Turancı akım, çıkışından bu yana iş ve kader birliği yaptığı Alman Faşizmine paralel olarak ve onun desteği ile gelişmeye, daha mükemmel teşkilatlanmaya başladı. Bir çok yayın organıyla, Turan Cemiyeti gibi örgütlerle Irkçı-Turancı fikirleri yaymaya çalıştılar. 

          Gerek dış ve gerekse iç etmenler Türk Hükümetlerinin milliyetçilik konusundaki görüşünü ırkçılık yönünde etkiledi. “Irk”  resmi millet görüşünün temel unsuru haline geldi.

            Türk Tarih Kurumu’nun çalışmaları, Türk kafataslarını, Türk kan gruplarını, Türk saçlarını, Türk beyinlerini inceleme konularına yöneldi. Ankara Dil – Tarih ve Coğrafya Fakültesi de ilmi olmaktan uzak, antropoloji ve diğer alanlardaki ırkçı çalışmalarla bu kervana katıldı. 

            Örneğin, Prof. Ali Fuat Başgil, 2.Türk Tarih Kongresi’nde, Türk Milleti’nin tanımını kan faktörüne, Türk olmayı damarlarında Türk kanı taşıma ve Türkçe konuşma şartına bağlıyordu (1) . 

            Okullarda okutulan ders kitaplarında ırkçı fikirlerin propagandası yapıldı. Milletin tarifi ırk unsuruna ve kan birliğine dayandırıldı. Türk ırkının üstünlüğü iddiaları ilmi bir gerçekmiş gibi anlatıldı. Askeri okullara Türk soyundan olmayanlar alınmadı. 

            Devrin Adalet Bakanı Prof. Mahmut Esat Bozkurt, 

            “Türk ihtilali, öz Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız şartsız… “

            “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir.” 

            Kanını taşıyandan başkasına inanma.” (2) 

            Başbakan Recep Peker’in de yazıları aynı şekilde kan kokuyordu. 

            “Bereket versin ki en büyük imha vasıtaları ve en ezici hadiseler bile bozulması mümkün olmayan tek bir şey, Türk kanı, bütün bu gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türkleri bu çöküntü içinde kanının arılığını korudu ve sakladı. Dünyaya batırlık örneği gösteren Osmanlı Ordusunun yüksekliği, devlet idaresinin kötülüğüne rağmen, bu orduları yaratan bay Türk Ulusu’nun kanındaki yücelikten geliyordu.” (3)  

            Devletin millet konusundaki resmi görüşüne ırkçı felsefenin etkisi, bu dönemde korkunç sonuçlar doğurdu. Bundan en çok zarar gören Kürtler oldu. Kürtçe konuşmak yasaklandı. Kürtlerin yerleştikleri bölgeler ayrı bir idari rejime bağlandı. Bu bölgelerde, irtikap, rüşvet, dayak, zulüm gibi çeşitli yolsuzluklar serbestçe işlendi. Ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda kalkınmayı sağlayacak yatırımların yapılmasından kaçınıldı. 

            Fakat millet konusundaki ters anlayışın en belirli göründüğü alan, başkaldırmalara karşı takınılan tavırda ve alınan tedbirlerde oldu. 

            Cumhuriyetin ilk yıllarında bir dizi devrim hareketlerine girişildi. Fakat devrimler biçimsel  olduğu, halkın hayatına, yaşama düzeyine somut bir şey katmadığı için tepkiyle karşılandı. Gerek Doğu’da ve gerekse Batı’da bir çok başkaldırma hareketi oldu. 

            Doğu’daki başkaldırma hareketleri iktidarların, milli kurtuluşa hakim olan felsefeyi bırakıp şoven bir milliyetçilik anlayışına sapmalarından dolayı milli ve etnik bir renk almıştır. 

            Bu başkaldırma hareketlerinin diğerlerinden farkı, bölgenin özelliği bakımından , resmi millet görüşüne karşı olan tepkinin de katılmasıdır. Nitelikleri bakımından hiçbir fark yoktur. Millet konusundaki resmi görüş Batı’dakileri ilgilendirmediği için başkaldırma etnik bir renk almamıştır.  Yoksa iktidarın genel politikasına ve biçimsel devrim hareketlerine gösterilen tepkinin niteliği aynıdır. Milli ve etnik renk alışı sadece bir özelliktir. 

            Asıl önemli nokta, iktidarların bunlara karşı olan tutumlarıdır. 

            Batı’daki başkaldırma hareketlerinde sadece elebaşılar cezalandırılmıştır.  Fakat halka dokunulmamıştır. 

            Oysa Kürtlerin bulunduğu bölgedeki  başkaldırma hareketlerinde bütün halk hedef alınmış, en korkunç şekilde cezalandırılmıştır.  Kadın ve çocuk farkı gözetilmeksizin kitle halinde yok edilmişlerdir. 

            Doğu, tarihin en büyük katliamlarına sahne olmuştur. Bunlardan biri Ermeni, diğeri de Kürt katliamlarıdır. Bütün bunlar ekonomik, sosyal nedenlere bağlı, millet kavramının ters anlayışından doğan acı hatıralardır. Kardeş halklar,  barış içinde beraberce yaşamaları ve mutlulukları için el ele çalışmaları gerekirken,  biribirlerine boğazlattırılmıştır. Dileğimiz, bu facianın unutulması ve tekrarı için ortam hazırlanmamasıdır. 

            Her gerici hareketin zorunlu sonucu gibi, 2. Cihan Savaşı  faşist cephenin yenilgisi ile sonuçlanınca, hükumet o zamana kadar seyirci kaldığı, hatta etkilendiği Irkçı-Turancı akıma karşı tedbir alma gereğini duydu. Bunda dış etkilerin de rolü büyüktür. Çünkü Irkçı-Turancı akım Nasyonal Sosyalizmin işbirlikçisiydi.

            Bu akımın ileri gelenleri 1944 yılında taşkın hareketlerine dayanılarak tevkif edildiler. 

            Alman yenilgisine kadar Irkçı-Turancı akıma seyirci kalan İnönü, 1944 yılında 19 Mayıs bayramındaki nutkunda,

            “Irkçılar ve Turancılar gizli tertipler ve teşkillere baş vurmuşlardır. Şu halde yaldızlı fikirler perdesi altında doğrudan doğruya Cumhuriyetin, Büyük Millet Meclisi’nin mevcudiyeti aleyhinde teşebbüsler karşısındayız.” Açıklamasını yaptı. Turancılık fikrini “son zamanların zararlı ve hastalıkla gösterisi”  olarak tanımladı.

            Irkçı-Turancıların  “Türkçülüğün bütün düşmanlarının temsilcisi İsmet İnönü ; politikacı, hudutsuz kudretleri elinde toplamış diktatör, Türk soyundan gelmediği hakikatinden başka her şeyi meçhul olan şahıs… “  diye vasıflandırdıkları İnönü (4) ,

            “Dünya olaylarının bugünkü durumunda Türkiye’nin ırkçı ve turancı olması lazım geldiğini  iddia edenler hangi millete faydalı, kimlerin maksadına yararlıdırlar ?  Türk Milletine yalnız bela ve felaket getirecek olan bu fikirleri yürütmek isteyenlerin Türk Milletine hiçbir hizmetleri olmayacağı muhakkaktır. Bu hareketlerden yalnız yabancılar faydalanabilirler.”(5)  sözleriyle Irkçı-Turancı perdenin arkasındaki yabancı çıkarları işaret ediyordu. 

            Irkçı-Turancılar ise Almanya’ya savaş açanları  “Türk tarihinde asla görülmemiş bir kancıklığın zilletini tarihimize sokanlar…” (6)  diye suçladılar. 

            Milli Şef İnönü’nün “Turancılar, Türk Milletini  bütün komşularıyla onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için bire bir tılsımı bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk Milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız…”  işareti üzerine bu akım aleyhinde basında şiddetli bir kampanya açıldı.

            Falih Rıfkı Atay, Ulus Gazetesinde şöyle yazıyordu. 

            “Bu Türkiye’yi içinden dağıtıp tahrip etmek için gökten bir bela ısmarlansa, ırkçılıktan beteri inemez. Bu Türkiye’yi, dışında, can düşmanları ile çevirtmek için  ikinci bir bela ısmarlansa, İslam İttihatçılığı ham hayali yerine Turancılık ütopyasını geçirmekten alası bulunamaz… Bütün yurdu yok yarım kan, yok dörtte bir kan, yok bütün kan veya karışık ve bozuk kan diye eski parçalanmalara rahmet okutur bir kan davası içine yuvarlamak için, yedi kuyruklu ırkçılık yalanını icat ettiler. Bu, içeride bizi dağıttığı ve azalttığı kadar, ari üstünlüğü iddiasını da ister istemez tasdik etmek ve memleket gazetelerinde vatandaş imzaları ile yazıldığını gördüğümüz gibi  “şimal milletlerinin dünyaya kılavuzluk etmesine hak vermek”  yollarını açar.” 

            “Irkçılar takımı Avrupa kıtasını hegemonyaları altına almak istedikleri zaman, bir  “tabilik”  ruhu yaratılmak için, bize de aşılanmak istenen bu fikir, şark seferi başladıktan sonra Turancılık tahriki ile tamamlanmıştır.”  

            Tanin Gazetesinde ise H.Cahid Yalçın faşizm propagandasının dayandığı kavramlar arasındaki ilişkiyi şöyle açıklıyordu. 

            “Irkçılık, Türkçülük, milliyetçilik kelimeleri altında mahiyetini gizliyorlar. Aynı zamanda bu hareketi Allah ve din itikatlarıyla da birleştirmeye kalkıyorlar.  Halbuki dünyada biribiriyle yan yana gelemeyecek iki mefhum varsa din ile ırkçılıktır. Allah’a inananlar kendi dinlerinden olan her insanı kardeş telakki ederler. Irkçılık ise kendi kanından olmayanı içinden kovmak ister.” (8) 

            Çok partili rejim kabul edilince, Irkçı-Turancılar diğer bütün gayrı memnun kitleler ile beraber DP saflarında CHP’ye karşı çıktılar. Sonuç belli. Jandarma Devlet anlayışının mümessili CHP 1950’de ağır bir hezimete uğradı. 

            Irkçı-Turancı akım 1950-1960 arası bir çok temsilcisini Kabineye sokacak derecede güçlendi, hükumet politikalarını etkiledi.  Fakat bu etki, çok partili rejimin ve eskiye nazaran daha uyanık olan ve müessesleşmeye başlayan demokratik kuvvetlerin karşısında sınırlı kaldı. Oy mekanizması da bu etkinin gücünü azaltan en önemli faktör oldu. 

            27 Mayıs hareketini yapan Milli Birlik Komitesi’nin 14’ler diye adlandırılan kanadı, bir iki istisnayla Irkçı-Turancı akımın temsilcisi idiler. Liderleri Alpaslan Türkeş 1944 yılında Irkçı-Turancılarla beraber tevkif edilmişti. Nitekim 27 Mayıs sonrası Irkçı-Turancı akımın daha iyi örgütlenmesi için çalışıldı. Çeşitli yayın organlarıyla bu fikrin propagandası yapıldı. Ülkü ve Kültür Birliği Tasarısı, amaçlarını ve niyetlerini ortaya koyan önemli bir belgedir.

            Milli Birlik Komitesi’nin iki kanadı arasındaki çatışma, demokratik rejimin kurulmasını isteyen Sayın Gürsel’in liderliğindeki grubun başarısı ile sonuçlandı. 14’ler tasfiye edilerek büyük tehlike atlatılmış oldu. 

            Milli Birlik Komitesi devrinde sürülen 55 ağanın hepsinin Kürt oluşu, bu dönemde resmi millet anlayışının ırki esastan ayrılmadığını gösterir. 

            Irkçı-Turancılar arasında ırkçılığın dinle ve dini akımlarla ilişkileri konusunda çıkan fikir ayrılığı bunları iki gruba böldü. Bir grubu AP’de  -hem de liderlerini genel başkan yardımcılığına getirecek şekilde-  diğer grubu CKMP’de örgütlenmeye başladı. 

            CHP’nin de bütün Irkçı-Turancı aleyhtarı görünüşüne rağmen millet anlayışının temel felsefesi bakımından diğerleri ile farklı bir durumu yoktur.  Doğu’daki Kürt katliamının  CHP’nin eseri oluşunu bir yana bırakın, son yıllarda bile Asım Eren, Suat Seren, Hıfzı Oğuz Bekata gibi Doğu Halkı’nın düşmanı kimseleri kadrosunda bulunduruşu, millet konusundaki anlayışını açıkça belirtmeğe yeter sanıyorum. 

            Türkiye’de millet meselesinin bugünkü durumu gelecek sayılarda açıklanacaktır. 

 

(1)   (1)   Prof. Ali Fuat Başgil, 2. Türk Tarih Kongresindeki tebliği, 1937

(2)   (2)   M.Esat Bozkurt. Türk İnkılap Dersleri  sh. 191 

(3)   (3)   Recep Peker. İnkılap Dersleri Notları. Sh 5 

(4)   (4)   İsmet Tümtürk. Türk Ülküsü sh. 13 

(5)   (5)   İsmet İnönü. 19 Mayıs 1944 Gençlik ve Spor Bayramı nutkundan 

(6)   (6)   H.Nihal Atsız. Orhun Sayı 14. 1 Şubat 1944

(7)   (7)   F.Rıfkı Atay. Irkçılık ve Turancılık. Ulus 9 Mayıs 1944 

(8)   (8)   H.Cahid Yalçın. Gençliğe Mal Edilmek İstenen Bir Hareket Hakkında. Tanin 9 Mayıs 1944 

 

            Abdulkadir Yıldırım (Mehmet Ali Aslan)

                                                                ( YENİ  AKIŞ  Eylül 1966  Sayı 3 )

 

 

Irkçılık – Turancılık

          Yeni Akış’ın 1. sayısında yayımlanan ve Doğu’daki Kürtleri, silahlı Kazak-Kırgız aşiretlerini oraya yerleştirmek suretiyle yok etmek fikrini savunan İsmet Tümtürk ve Nihal Atsız’ın yazıları bütün Türkiye kamuoyunda geniş tepki yarattı.
         Yazarları bu şekilde düşünmeye ve yazmaya zorlayan nedenlerin anlaşılması için  Irkçı-Turancı  fikir akımının mahiyetinin açıkça belirtilmesi gerekir. 

 

I r k ç ı l ı k : 

          Aynı fizik özellikleri taşıyan topluluklara  “ırk”  denir. Kan, kafatası ölçüleri, cilt rengi, boy , yüz biçimi gibi değişik fizik özellikler, insanları çeşitli ırklara ayırmak için kullanılmıştır. 

         Zamanla ırklar arasında zeka ve ruhi kabiliyetler bakımından da fark olduğunu savunan ırkçı nazariyeler doğmuştur.

            İstilacı kavimler, istila ettikleri ülkelerin insanlarını köleleştirmişler. Bu durumu haklı göstermek için de kendilerinin üstün, onların aşağı ırklara mensup olduklarını iddia etmişler. Bu fikirle istismar düzeninin haksızlığını örtmüş ve saklamışlar.

            Batı emperyalizmi de sürdürdüğü istismar düzenini meşru göstermek ve bu haksız durumun tabii olduğu inancını yerleştirmek için üstün ırk nazariyesini yarattı ve ilmi bir gerçek gibi kabul ettirmeye çalıştı.

            Irkçılara göre ırklar,üstün ırk ve aşağı ırklar diye ayrılır. Renkli ırklar aşağı ırklardır. En yüksek ırk Avrupalıların mensup olduğu, uygarlığı yaratan Aryen dedikleri (böyle bir ırk yoktur, bir dil zümresidir) beyaz ırktır. Cermen ırkı da beyaz ırkın en az karışmış, en saf, en yüce mümesilidir. 

            Almanların milli gururunu okşayan bu nazariye kısa zamanda yayıldı. Cermen ırkının istisnai yüksek niteliklere sahip bir ırk olduğu ve diğer milletleri idare etmesi gerektiği fikri yerleşti. Bu, Almanya’nın dünya egemenliği iddiasına bir destek oldu.

        Üstün ırk nazariyesi hiçbir ilmi esasa dayanmaz. İnsan grupları zeka ve ruhi kabiliyetler bakımından eşittirler. Uygarlık, ırki özelliklerin değil, tabii çevrenin, tarihi şartların eseridir; belirli kıta ve milletlerin tekelinde değildir. Tarihi oluş içinde yüksek uygarlık yaratmış toplumlar gerilediği gibi barbar toplumlar da yüksek uygarlık düzeyine erişmişlerdir.  

        Örneğin, Çin, Mısır, Anadolu ve Mezopotamya’da yüksek uygarlıkların yaratıldığı çağlarda Cermenler ilkel kabileler halinde yaşayan barbar topluluklardı. 

              Aynı ırktan bir topluluğun geri, birinin uygar olduğu da görülüyor. 

              Nazariyenin doğruluğu kabul edilse, tarih boyunca uygarlığı aynı ırkın yaratması gerekmez mi ? Oysa hiç de böyle olmamıştır.

            Çeşitli milletleri karakterize ettiği söylenen cimrilik, nüktedanlık, savaşçılık gibi bazı vasıflar, ekonomik, sosyal şartların etkisiyle meydana gelmişlerdir. Bu şartlar değişince aynı vasıfların da değiştiği görülür. 

            Irka esas alınan bedeni vasıflar, tabii çevrenin ve üretim biçiminin etkisiyle sürekli bir değişime uğrarlar. Özellikle, ırkların birbirleriyle temas etmesi  (göç, istila, evlenme gibi)  değişimi hızlandırmış, ayrıca karmaşık vasıflı fertler meydana gelmiştir.  Böylelikle dünyada  -Eskimolar, Hottantolar gibi ilkel kavimler dışında-  saf bir ırk kalmamıştır. Ailenin fertleri arasında bile çoğunlukla aynı ırki özellikler görülmez. 

            Irki özelliklerin kanla nesilden nesile geçtiği ve asaleti kanın belirlediği iddia edilmiştir. Oysa kan grubu bakımından şempanzelere en yakın ırk, üstün ırk sayılan Avrupalılardır. Kan grupları ırk karakterlerinden, ırk kavram ve sınıflamasından tamamen bağımsızdır. 

            18. ve 19. yüzyılların millet anlayışında ve geri ülke halklarının milli uyanışlarında ırk önemli bir unsurdur. O çağın milliyetçilik hareketlerinde az çok bir ırkçılık kokusu vardır. Fakat bunun dozu değişiktir. Bazılarında, özellikle egemen ırklarda bu tamamen şoven, başka ırkları aşağı gören, onlara hayat hakkı tanımayan bir şekle girer. Artık milletten değil, ırktan söz edilir. Saf kan at yetiştirir gibi saf kan millet yaratmak istenilir ve bütün yabancı unsurlar yok edilmeye çalışılır. 

            Irkçı millet anlayışında ne dil, ne din birliği, ne de tarihi bağlılık gibi şartlar aranmaz. Ekonomik birlik, birlikte yaşama zarureti söz konusu edilmez.  Önemli olan aynı soydan gelmek, aynı kanı taşımaktır. 

 

T u r a n c ı l ı k :  

          “Bütün dünya Türklerinin birleşmesi, bir siyasi birlik meydana getirmesi”  diye tanımlanabilir. 

       Türkiye’de, Turan adlı bir ülkeden, büyük bir Türk yurdundan ilk defa söz eden Ziya Gökalp olmuştur.Macaristan veya Kafkasya’dan gelen bu Turan ülküsünü Gökalp şöyle anlatır. 

            “Turan hayali bir vatan değildir. Asya’da biribirine bitişik olarak yayılmış olan Türk illeri Osmanlı Türk’ünün sancağı altında toplanarak büyük bir hakanlık teşkil edecekler. İşte Turan bu büyük Türklüğün vatanıdır.”

            Turancılığı doğuran 2 kaynak vardır. Bunlardan biri Macaristan, diğeri Kafkasya’dır. 

            19. yüzyılda Macaristan’da Panislavizm’in emperyalist emellerine karşı koymak için Turancılık bir fikir akımı olarak doğdu.  Amacı, İslamiyetten önce Turan diye adlandırılan  Orta ve Güney Asya’da yaşayan, gerek dil, gerekse ırki özellikler bakımından birbirine yakın Türk, Fin, Macar, Moğol milletlerinin siyasi birliğini sağlamaktı. 

            Çarlık Rusyası devrinde, Rusların egemenliğindeki Türkler arasında milliyetçi bir hareket vardı. Fakat başarıya ulaşacak bir gelişme gücünden yoksundu. Kafkasyalı milliyetçiler, Türk Devleti’nden yararlanarak, fakat onun dışında , milli kurtuluş hareketini yürütmek istiyorlardı.  Bu amaçla 2. Meşrutiyet’ten sonra Yusuf Akçora, İyaz İshaki, Sadri Maksudi gibi Kafkasyalı Türkler Türkiye’ye geldiler. Davalarını, Turancılık, Büyük Türk Birliği olarak ortaya attılar. Türkçülük akımını, Türk Yurdu Dergisi ve Türk Ocakları kanalıyla,  amaçları yönünde kanalize ettiler.  

     Bu, Almanya’nın da işine yaradı. Almanya, Rusya’yı parçalamak istiyordu. Bunun için Turancılık’tan daha iyi bir araç bulunamazdı. Her bakımdan destekledi ve geliştirdi. 

           Almanya’nın Turancılığı desteklemesi, Rus egemenliğindeki Türki halkların milli kurtuluşları için değil, kendisine sömürge olacak Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir Turan Ülkesi yaratmak, Büyük Almanya hayalini gerçekleştirmek içindi. Bu akım bundan sonra tamamiyle Alman emperyalizminin hizmetinde, onun tarafından idare edildi. 

 

M i l l i y e t ç i l i k   G ö r ü ş l e r i : 

            Irkçı-Turancılara göre millet, aynı soydan gelen kimselerin teşkil ettiği siyasi birliktir. Bu amacı gerçekleştirmek için, bir yandan siyasi birliklerde bulunan kandaşlarını kurtarmaya, diğer yandan kendi içinde bulunan etnik grupları yok etmeye, eritmeye çalışırlar. 

           Bu fikir akımının emperyalist dış yönü olan Turancılık, uygulanacak gücü olmadığından, sadece basında sözü edilen bir ucuz edebiyat konusu olmaktan öteye geçemez. Bu yüzden bütün çalışmaları içte yoğunlaşır ve egemen ırktan olmayanlar için ezici olur. 

          Onlara göre Türkiye’de saf kan bir Türk Milleti yetiştirmek, bunun için de çeşitli etnik grupların yok etmek gerekir. Aşağı ırktan olan diğer etnik grupların varlığı, yüksek ırka mensup Türk ırkının bu niteliğini bozma tehlikesini yaratır. 

            Türkiye’de sayı ve yerleştikleri bölgenin önemi bakımından üzerinde en çok durulan Kürtler’dir. Peşin bir yargıyla Kürtler en büyük düşman kabul edilmiştir. AP’nin eski Sağlık Bakanı Suat Seren, Kürtler’in Ruslar’dan büyük düşman olduklarını, -doğum kontrolu ile ilgili konuşmasında-  TBMM kürsüsünden söylemek suretiyle onların fikrine tercüman olmuştur. Amaçlarının gerçekleşmesi için Kürtler’in muhakkak yok edilmesi gerekir.

           

S o n u ç :   

      Türkiye çeşitli etnik grupların bir haritasıdır. Irkçı görüşler tepkiyle karşılanır, Türk ırkçılığı karşısında azınlık ırkçılığı gelişir. Bunun, Türkiye’nin parçalanması ile sonuçlanabileceğini söylemeye lüzum yoktur. Böyle bir sonuç, her şeyden evvel Türk Halkı için zararlı olacaktır.

            Demek ki Irkçı-Turancı fikir akımının en çok zarar vereceği toplum, Türk Halkı’dır.  

       Türk Halkı, emperyalist kuvvetlerin egemenliklerini sağlama aracı olan ve onlar tarafından desteklenip geliştirilen bu sapık ideolojiye kendi mutluluğu ve güvenliği için karşı çıkmak zorundadır. Türkiye’deki diğer etnik gruplar da hem kendi varlıklarını koruma, Nazilerin 6 milyon Yahudi’yi gaz fırınlarında yakması gibi korkunç felaketlere hedef olmama, hem de Türkiye’deki bütün kardeş halkların mutluluğu ve Türkiye’nin güvenliği için Irkçı-Turancı fikirlere ve davranışlara savaş açmalıdırlar. 

         Türk Halkı’nın ve Doğu’da yaşayan Kürtler’in en büyük düşmanı Irkçı-Turancı fikir akımını yürüten faşist sağ kanattır. Temel felsefesi bakımından kendisiyle uzlaşma, hatta kendisine karşı pasif kalma imkanı yoktur. Halkın mutluluğu ve Türkiye’nin güvenliği için açılan savaşın ilk hedefi bu olmalıdır.  

Baran (Mehmet Ali Aslan)

( YENİ  AKIŞ  Eylül 1966  Sayı 2 )

 

Radyolarımızda Kürtçe Yayın

 (Bu yazının yayımlandığı 1966 yılında, televizyon yayını yoktu. Özel radyo istasyonlarının kurulmasına izin verilmiyordu. Radyo yayınları devletin tekelindeydi.)          

            Radyo-Televizyon  istasyonları genel olarak eğitim, öğretim, eğlendirme ve propaganda amaçlarıyla kullanılır. Günümüzde,teknik gelişme sonucu küçük köylerde bile radyonun bulunuşu,  özellikle okur yazar oranı düşük azgelişmiş ülkelerde, radyoyu bu amaçları gerçekleştiren en etkili araç haline getirmiştir. 

            Devletler, yurttaşlarına milli politikalarını benimsetmek, gerekli kültürü vermek, iç ve dış haberleri ulaştırmak, moral eğitimi sağlamak vb…  için bu araçtan yararlanırlar. Devletler arası soğuk savaşta da en etkili silah olarak kullanılır. 

            Bizde, Ankara ve İstanbul radyo istasyonları yanında birçok illerimizde de il radyo istasyonları kurulmuştur. Bunların büyük kısmı Doğu’dadır. 

            Doğu’da halkın çoğunluğu Türkçe bilmemektedir. Türkçeyi konuşamayanların sayısı Mardin’de % 91, Siirt’te de % 87’dir. Oysa kurulan radyo istasyonları Türkçe yayın yapmaktadır.  

            Özerk bir kuruluş olduğu Anayasaca belirtilen ve tarafsızlığı teminat altına alınan Türkiye Radyo-Televizyon Kurumu (TRT) nin görevleri 359 Sayılı Kanunun 2. maddesinde açıklanmıştır. 

            Kurum, özellikle  “Radyo ve televizyonla haber hizmetlerini görmek; eğitici, öğretici, kültür ve eğitime yardımcı, eğlendirici, yurdu içerde ve dışarda tanıtıcı, yeterli, doğru ve tarafsız yayın yapmak… “  göreviyle yükümlüdür. 

            Yayınla, vatandaşı eğitmek ve eğlendirmek amacı başta gelir. Amacın gerçekleşmesi için herşeyden önce dinleyicilerin yayın dilini anlaması gerekir. Vatandaş, spikerin ne söylediğini anlamıyorsa o radyo istasyonunu dinlemez; zorla dinletme imkanı da yoktur. 

            Doğu’da kurulan çok sayıdaki il radyo istasyonları, o yüzden o bölge halkı tarafından dinlenmiyor. TRT, halkı eğitme, haber hizmeti görme, eğlendirme görevlerini yerine getirmemiş oluyor. Okur-yazar oranı düşük, eğitim ve öğretim kurumları eksik ve köylerinin çoğunda okul bulunmayan bir bölgede, radyo istasyonlarının eğitim ve öğretimi sağlayacak biçimde ve nitelikte yayın yapması, dinleyicilerin diliyle onlara seslenmesi zorunludur. Devlet, eğitim, öğretim ve diğer konularda en etkili araç olan radyo istasyonlarını amaca uygun şekilde kullanmaktan kaçınamaz. Ödediği vergilerle bu istasyonların kuruluşuna katılan ve vatandaşlık hakları bakımından diğerlerine eşit olan bir grup vatandaş, radyo yayınları ile ilgili kamu hizmetinden yoksun bırakılamaz. Kendi diliyle yayınları dinlemesi tabii hakkıdır. 

            Anayasa sadece resmi dilin Türkçe olduğunu belirttiği ve radyo yayınları resmi nitelik taşımadığı için hukuki yönden de bir sakınca yoktur. 

            SSCB, İran, Irak vb… devletlerin bir çok radyo istasyonu Kürtçe yayın yapmaktadır. Yukarıda sözü edilen Doğu’daki il radyo istasyonları bu yayınların etkisine engel olmak için kurulmuştur. Vatandaşın Kürtçe yayınları değil, o ilde kurulan radyo istasyonunun Türkçe yayınını dinleyeceği sanılmıştır. Fakat Türkçe yayınların pek az dinleyicisinin bulunduğu kısa zamanda anlaşılmıştır.  Halk, yine Kürtçe yayın yapan yabancı radyo istasyonlarını dinlemeye devam etmiştir. 

            Bazı emniyet mensuplarının kanuna aykırı işgüzarlığı dışında, yasaklayıcı bir hüküm bulunmadığı için Kürtçe yayınların dinlenmesini engellemek mümkün değildir. Bunun bir tek yolu vardır. O da radyolarımızın Kürtçe yayın yapmasıdır.  Radyolarımızda Kürtçe yayın yapılması, hem yabancı radyo istasyonlarının etkilerini önleyecek, hem halkın eğitimini ve kültürel gelişmesini sağlayacak, hem de TRT, kanunla kendisine verilen görevi tam anlamıyla yerine getirmiş olacaktır. Kürtçe yayın, Türkiye’deki Kürt Halkı’nda kökleşmeye başlayan yabancılık duygusunu silip, onun yerine, devletin gerçek vatandaşları oldukları inancını da  yerleştirecektir. 

                                                                             Serdar (Mehmet Ali Aslan)

                                                                                                ( YENİ  AKIŞ  Kasım 1966  Sayı 4 ) 

 

Kürtçe Yayın

            Yazar arkadaşlarımız, faşistlerin ve sosyalistlerin millet konusundaki anlayışlarını, Kürt meselesine karşı takındıkları tavrı açıklamaya devam ediyorlar. Henüz ayrıntılarına girilmemiş olmakla beraber, ilk anda ortaya çıkan gerçek şudur. 

            Faşist sağ kanat, Türkiye’de sadece Türk ırkından olanlara hayat hakkı tanınmasını, diğer etnik grupların, kültür değerleriyle beraber bütün varlıklarının eritilmesini ister. Aynı ırk, aynı dil esası üzerine bir Türk Milleti yaratmaya çalışır.  Gerçek sosyalistler, Türkiye’nin asli unsuru olan Türk ve Kürt Halklarının birbirlerinin diline, etnik özelliklerine ve bütün kültür değerlerine  saygı göstermek suretiyle yan yana, kardeşçe yaşamaları gerektiği inancındadırlar. 

            Gerçekten sosyalist olmayan, fakat sosyalist olduklarını iddia eden  “ortanın solu”ndakiler ise milliyetçi eğitim sisteminin etkisinden kurtulamadıkları için, biçim değişikliğine rağmen esasta Türk faşistleri ile birleşiyorlar.  

            Bir devlet, yapısında bulunan halkların ve etnik grupların diline saygı göstermek ve kültür değerlerinin gelişmesi için imkan hazırlamak zorundadır. Bu, devletin bütünlüğü ve güvenliği için şarttır. 

            İnsanlar gibi toplumlar da, bir nevi maddi ve manevi varlıklarını koruma içgüdüsüne sahiptirler. Dilini ve kültür değerlerini ortadan kaldırmak, baskı yapmak, hatta gelişmesi için imkan hazırlamamak, fırsat vermemek devletin otoritesine, sosyal ve ekonomik faaliyet ve tedbirlerine karşı o toplumu aktif veya pasif direnişe götürür. Devletin yapısındaki halkları yabancılaştırır. Bu durum, devletin bütünlüğünü ve güvenliğini tehlikeye sokar.

            Devletin sağlam bir yapıya sahip olmasının ilk şartı, yapısındaki halkların birbirlerine ve devlete yabancılaşmaması, bunların sevgiyle kucaklaşması ve devleti kendi devleti olarak benimsemeleridir. 

            Vatandaş çalışma imkanları bulduğu, geleceği güven altında olduğu, maddi ve manevi varlığını geliştirebildiği bir ortamı hazırlayan devlete bağlanır. Dilini konuşup yazarken bile baskı ile karşılaşan vatandaşın, bu baskıyı doğuran devlet mekanizmasına karşı nasıl bir duygu besleyeceğini söylemeye lüzum var mı ?      

            Devletin, bünyesindeki etnik grup ve halkların dil ve kültür değerlerine saygı göstermesi, gelişmesi için fırsat ve imkan hazırlaması,  bütünlüğü ve güvenliği bakımından, aktif ve pasif direnişleri kırmak için de gereklidir. 

            Bu aynı zamanda  -insani yönünü bir yana bırakalım-  o halk ve etnik grupların milletin kalkınma hamlesine katılmasını sağlamak içindir.  Milli kalkınma, bütün vatandaşlar kendi arzuları ile bu kalkınma hamlesine katılmadıkça ve benimsemedikçe başarıya ulaşamaz. Bu da ancak bütün vatandaşlara maddi ve manevi varlıklarını geliştirecek eşit imkan ve fırsat vermek, dil ve kültür değerlerine saygılı olmakla mümkündür. Yabancılık duygusuna kapılan bir kitlenin, imkanı yok, kalkınma hamlesine arzusuyla katılmasını sağlayamazsınız. Bu hamleyi baltalamak için en azından pasif direnişe geçer. Az gelişmiş ülkelerin kalkınma çabalarını izleyenler bu gerçeği çok iyi bilirler. 

            Basit bir örnek verelim. Resmi devlet dili dışında bir dil konuşan köye gidin. Kendi yararlarına olan çeşme veya okulun yapımına el birliği ile katılmalarını söyleyin. Kendi dilleri ile hitap etmedikçe onları ikna etmeniz mümkün değildir. Toplum kalkınmasında görev alanların bildikleri bir gerçektir bu. 

            Görülüyor ki etnik grupların ve halkların birbirlerine ve devlete yabancılaşmasını önlemek, onların kalkınma hamlesine katılmalarını sağlamak için ilk ve en basit şart, kendi dilleriyle onlara hitap edip, kültür değerlerinin gelişmesini sağlayacak imkanlar hazırlamaktır.

 

               Gelelim Türkiye’deki Kürtlerin durumuna.

               Türkiye’deki milyonlarca Kürt’ün ana dili Kürtçedir. Doğu illerinde Türkçe konuşamayanların oranı Mardin’de % 91, Siirt’te  % 87, Hakkari’de  % 61, Muş’ta  %53, Van’da  % 52’dir. Milli Kurtuluş Savaşını başarıya ulaştırıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni  kuran bu vatandaşlarımızdaki  yabancılık duygusunu kaldırmak ve memleket kalkınmasına katılmalarını sağlamak için her şeyden önce kendilerine ana dilleriyle hitap etmek zorundayız. Memleketseverliği, Türk Halkı’yla işbirliğini ve beraber yaşama zorunluluğunu, devletin bütünlüğüne ve güvenliğine yönelen ciddi tehlikelere nasıl karşı konulacağını, toplum kalkınmasındaki yerini ve önemini, hulasa kendisine vermek istediğimiz, bilmesini, öğrenmesini arzu ettiğimiz her şeyi ancak Kürtçe söylemek suretiyle anlatabiliriz. 

            Kürtçe konuşmak ve yayın yapmak, hukuki yönden de Anayasa’nın teminatı altında olan, kişiliğe bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlerdendir. 

            Anayasamızın 3. maddesi  “Resmi dil Türkçedir.”  der. Bununla sadece “resmi dil”in  Türkçe olduğu belirtilmiştir. Bunun dışında her dille konuşulabileceği ve yayın yapılabileceği, mefhumu muhalifinden anlaşılmaktadır. Türkiye’de diğer dillerle konuşulamayacağı ve yazılamayacağı hükmü konmak istenseydi  “resmi dil”  tabiri kullanılıp bir ayırım yapılmazdı. Kaldı ki insan hakları ilkelerine bağlı ileri bir anayasanın, yabancı dillerle öğrenim yapan yüksek öğrenim kurumlarının bulunduğu bir ülkede, memleketin asli unsurlarından olan o ülke vatandaşlarının dilini yasaklaması, hatta bu dille konuşma ve yayın yapma hakkını teminat altına almaması beklenemez. 

            Anayasanın 10. maddesi,  “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.”  

            “Devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırır; insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar.” 

            Anayasanın 20. maddesi de  “düşünce hürriyeti”ni, kişinin temel hakları arasında saymıştır. 

            “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlarını söz, yazı, resim ile veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir ve yayabilir.” 

            11. maddesi  “Kanun, kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa, bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.” der.  

            Demek ki kişinin, temel hakları arasında bulunan düşünce hürriyetinin  bir ifade aracı, aynı zamanda kişiliğe bağlı tabii haklardan olan kendi dili ile konuşması ve yayın yapması tabii hakkın özünü teşkil ettiği için kanunla dahi yasaklanamaz.  Kaldı ki mevzuatımızda Kürtçeyi yasaklayan herhangi bir hüküm yoktur. 

            Musa Anter’in  BIRİNA REŞ  (Kara yara)  adlı kitabının toplatılması talebinin reddine ait Diyarbakır Sulh Ceza Hakimliği’nin 16.2.1965 tarih ve 965/25 sayılı kararında  (Kitabın kısmen Kürtçe yazılmış olması da suç vasfı taşımamaktadır. Çünkü Anayasa sadece resmi dilin Türkçe olduğunu kabul ve emretmiştir. Bunun dışında hususi münasebetlerde ve işlerde Türkçe dışında herhangi bir dil ile konuşup anlaşmakta her vatandaş mutlak bir serbestliğe sahip olup bunun aksi kanun hükümleriyle müeyyide altına alınmış değildir.  Hal böyle olunca ve hususi hayatta Türkçe dışında şifahi konuşmalar suç olmadığına göre o şekilde bir kitabın yazılması da suç vasfı taşımamaktadır.)  denmek suretiyle Kürtçe yayının hukuki durumu çok güzel açıklanmıştır. 

            Hukuken suç olmayan ve yasaklanmayan Kürtçe yayın, sosyal baskı ve idari tedbirlerle engellenmeye çalışılmıştır. 

            1963 yılında Türkçe ve Kürtçe yayın yapan  DENG  Dergisi dolayısiyle İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda  “sırf Kürtçe yayın yaptığı için derginin kapatılamayacağı, böyle bir tedbirin alınması halinde dergiyi yayımlayanların Anayasa Mahkemesi’ne başvurup lehlerine hüküm alacakları, bu bakımdan takibata geçilmemesi gerektiği”  karara bağlanmış, fakat dergiyi yayımlayanlar başka yönlerden çeşitli baskılara maruz bırakılmışlardır. 

            Sosyal baskı ve idari tedbirlerle Kürtçe yayının engellenmesi, memleket yararına değildir. Bu gerçek gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır.

            Kürt Halkı, Kürtçe yayın yapan radyo istasyonları kanalıyla eğitilmektedir  ve bu istasyonların bir kısmı Türk Halkı’na düşman faşist güçlerin kontrolündedir. 

            Biz, yabancıların eğitimi yerine, Kürtlerin  -Türkçe yanında-  kendi dilleriyle de bizim tarafımızdan eğitilmesinin gerektiğine ve bunun devlet bütünlüğü ve güvenliği için bir zaruret olduğuna inanıyoruz. 

            Dildevletin kurucu unsuru değidir. Sosyalist ülkeleri bırakın, kapitalist ülkelerin hepsinde bile çeşitli diller konuşulur ve bu dillerle yayın yapılır. İşte ABD , işte İsviçre, işte İngiltere. Bunların hiç biri, ayrı diller konuşuldu, ayrı dillerle yayın yapıldı  diye bölünmedi, parçalanmadı. Arkadaşımız Kemal Burkay’ın örnek verdiği İran gibi devletler, birliklerini etnik grupların dillerine ve kültürlerine gösterdikleri saygıya borçludurlar. 

            Asıl memleketi bölücü ve parçalayıcı faşist zihniyetten vazgeçelim. Kürtçe yayını engellemenin ve baskı altına almanın, Doğu Halkı’nın duygularını inciten, onları Türk Halkı’na ve devlete yabancılaştıran tehlikeli bir davranış olduğu gerçeğini kavrayalım. Kürtçe yayını teşvik eden fırsat ve imkanları hazırlayalım. 

                                                                                                                 Baran ( Mehmet Ali Aslan)              

                                                                                           ( YENİ  AKIŞ  Ekim 1966  Sayı 3 )