HADEP Parti Meclisi Başkanlığı’na

             HADEP’in kurumlaşması ve gerçek anlamıyla bir “siyasi parti” haline gelebilmesi için, karar, yürütme ve denetim organlarının birbirlerinden bağımsız ve tüzükteki işlevlerine uygun olarak faaliyette bulunmaları gerekir.

            Bu organlardan birinin işlevine uygun olarak çalışamaması veya yetkilerini tamamen diğer organa devretmesi ve denetim mekanizmasının etkinliğini yitirmesi, HADEP’i bir yığın partisi  haline getirir. Bu da kendisine umut bağlayan milyonları düş kırıklığına uğratır.Çünkü kurumlaşmamış bir hareket, tabanın özlem ve taleplerine cevap veremez, sorunlarına çözüm üretemez.

            Bunun için HADEP’te, öncelikle tüzük hükümlerinin uygulanması gerekir.

            HADEP Tüzüğü 22. maddesiyle,Büyük Kongre’den sonra “en yüksek karar organı” olarak “Parti Meclisi”ni kabul etmiştir.

            Parti Meclisi  “partinin genel politikasını belirleyen bir karar organıdır.”

            Tüzüğün 25. maddesi, “en yüksek yürütme organı” olarak Merkez Yürütme Kurulu’nu kabul etmiştir.

            MYK, Parti Meclisi’ne karşı sorumludur.MYK üyeleri Parti Meclisince seçildiği gibi, onun tarafından görevden alınabilirler.

            MYK, Parti Meclisi’nin kararları doğrultusunda faaliyet gösterir.

            Bundan önce Parti Meclisi iki defa toplanmıştır. 4 gün süren bu toplantılarda yapılan konuşmalar ve verilen yazılı teklifler karara dönüşmemiştir.

            İlk toplantıda, yazılı olarak sunduğum teklifler üzerinde, bütün ısrarlarıma rağmen, herhangi bir tartışma açılmamış ve teklifler oya sunulmamıştır.Genel Başkan, tekliflerin MYK’de değerlendirileceğini  söylemekle yetinmiştir.

            Bu, Parti Meclisi’nin, tüzükteki tanıma uygun olarak en yüksek karar organı olma niteliğinde kabul edilmediğini ve sadece bir forum olarak kullanıldığını göstermektedir.

            Parti Meclisi, yetkilerini MYK’ye devretmiş görünmektedir. Benim dışımda, istisnasız bütün Parti Meclisi üyeleri de buna rıza göstermişlerdir.

            MYK fiilen hem karar organı ve hem de yürütme organı olarak faaliyet göstermektedir. Tüzüğün 27/a maddesindeki, MYK  “parti meclisinin kararlarını yerine getirir” hükmünün bir geçerliliği kalmamıştır.

            MYK, tüzüğün 21/b maddesine aykırı olarak 9 Genel Başkan Yardımcısı makamı ihdas ederek, MYK üyelerinin önemli bir bölümünün, bu konudaki anlaşılması güç arzularını tatmin etmiştir. Her biri de bir komisyon oluşturarak başkanlığını almıştır.

            a) Bunların içinde ekonomiyle ilgili bir komisyonun olmaması ilginçtir. Türkiye’nin AB’ye sunacağı 1050 sayfalık ‘ulusal belge’nin 800 sayfası ekonomiyle ilgilidir. HADEP Merkez Yürütme Kurulu’nun düşünce ve faaliyet alanında ise ekonomi yoktur.

            b) Genel Başkan Yardımcıları, ikisi dışında, şimdiye kadarki faaliyet alanlarına ve uzmanlıklarına yabancı olan konuları seçmişlerdir. İlk kez karşılaştıkları bu konularda, nasıl fikir ve politika üreteceklerdir ? Bunu anlamak güçtür.

            c) Komisyonlar dışa kapalı. Partideki dar bir kadronun bilgi ve deneyimi, bugün yaşamsal bir ihtiyaç haline gelen değişimi ve gelişimi sağlayacak düzeyde midir?

            d) Tüzüğün 21. maddesine göre “Partiyi Genel Başkan temsil eder”, “partiyi bağlayıcı açıklamalar yapabilir.”

            Bu yetkileri yalnız Genel Başkan kullanabilir.

            Oysa Genel Başkan Yardımcıları , tüzüğün bu hükümlerini ciddiye almamakta ve  “parti adına” konuştuklarını söyleyebilmektedirler.

            e) Parti Meclisi’nin  2. toplantısında, Genel Başkan Yardımcılarının sundukları raporlarda vahim hatalar vardır.

            Bir kısım Genel Başkan Yardımcılarının, ilk kez karşılaştıkları konularla ilgili terminolojiye bile yabancı oldukları görülmektedir.

            Bu durum Parti’nin ve daha önemlisi, parti tabanı ve ülkenin geleceği bakımından ciddi endişelere yol açmaktadır.

            HADEP tabanının önemli kesimi, açlık sınırında yoksulluğa mahkum edilmiştir.Önemli bir  kısmı, yerinden, yurdundan koparılmış, köydeki  topraklarını da bırakıp büyük şehirlerin varoşlarına sığınmışlardır.Eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksun olanların sayısı büyüktür.

            Etnik kimlikleri inkar ediliyor. Dilleri,müzikleri, kişiliklerini oluşturan kültürleri baskı altındadır.

            Birçokları, kanlı bir iç savaşta çocuklarını ve yakınlarını kaybetmiş, acılarını yüreklerine gömmüşlerdir.

            Bir kısmının çocukları ve yakınları cezaevlerindedir. F Tipi Cezaevleriyle bunların kişilikleri yok edilerek manevi bir ölüme terk edilmek isteniyor.Sistem, onlara, ancak maddi ve manevi ölüm arasında bir tercih hakkı tanıyacak yapılanmaya doğru gidiyor.

            Kiminin çocukları ve yakınları ise Türkiye dışında bir bekleyiş içindedir. İktidar, onların, demokratik sistemin bir unsuru olma taleplerini kabul etmiyor. Bölge ülkeleri ve bölgeye müdahil büyük güçler ise barışçı çözümler üzerinde değil, imha planları üzerinde konuşuyorlar. Bu durum, ana ve babaların korku ve endişelerini artırıyor.

            HADEP, tabanının bu talep ve özlemlerine cevap verebilecek mi? Sorunların çözümüne, en azından katkı sağlayabilecek mi? Bu soruların cevapları verilmelidir.

            Sorunlar büyüktür ve içiçedir. İlişkileri içinde, hepsini ele alıp bir çözüm paketi oluşturmak gerekiyor.

            Ne var ki, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında çeşitli güçler, çıkar grupları kıyasıya bir mücadelenin içindedirler.HADEP tabanının sorunlarının çözümü, bazı güç odaklarının ve grupların çıkarlarını tehdit ediyor. Bunlar, dünyanın ve bölgenin önemli güçleridir. Bunu aşmak imkansız değildir, ama güçtür.

            Bunun için yeterli bilgi ve deneyime sahip güvenilir kadrolara ihtiyaç vardır.Aksi takdirde, Ortadoğu’da oynanan satrancın bir piyonu olmaktan öteye gidilemez.

            HADEP, bu sorunların çözümünde umut bağlanan, ya da etkili olan tek örgüt değildir. Ama silahların sustuğu, barış ve demokrasi için mücadelenin ön plana çıktığı bu dönemde, HADEP’in önemi artmıştır. Barışın tesisi, zihinsel ve duygusal alanda bölünmüş olan Türkiye’nin bütünlüğünün sağlanması ve demokratikleşmenin önünün açılması, tabanı kadar, beyin kadrosu da güçlü olan bir HADEP olmadan başarılamaz.

            Güçlü bir HADEP’in üreteceği politikalar ve çözümler, Türkiye ve Türkiye dışındaki parti ve grupların karar mekanizmalarını da olumlu yönde etkiler. Parti’nin bilimsel inceleme ve araştırmaları, sahip olacağı bilgi kaynakları, diğer örgütlerin enformasyon ihtiyaçlarını da karşılar ve doğru kararlar almalarında etkili olur.

            Bugün dünyada ve bölgede, mevcut dengeleri değiştirecek önemde gelişmeler oluyor. Bu, Türkiye’yi ve HADEP tabanını da etkiliyor. Türkiye ise büyük bir kriz içinde. Kriz sadece ekonomik değil, siyasal, sosyal, kültürel, ahlaki… her alandadır.

            Kamuoyu ve HADEP tabanı, Parti’nin, bu gelişmeler karşısındaki tutumunu ve sorunlara önereceği çözümleri merak ediyor.Ama ne Parti Meclisi politika oluşturabiliyor ve ne de Merkez Yürütme Kurulu, kamuoyunu tatmin edecek bir açıklama yapabiliyor.

            Oysa HADEP, sorunlara uygulanabilir etkili çözümler üretmek, legal ve demokratik bir siyasi parti kimliği ile kitlelere güven vermek, halkın umudu olmak zorundadır. Bu, Türkiye’nin yeniden bir iç savaş ortamına sürüklenmemesi için şarttır.

            Barış, demokrasi ve insan hakları değerlerine dayalı legal mücadele başarısızlığa uğrarsa, kitleler barışçı ve demokratik yöntemlerden umut keserse, Türkiye yeni bir şiddet dalgasıyla derinden sarsılır.

            HADEP’in merkez kadrolarının sorumluluğu büyüktür. Bu sorumluluğa sahip çıkılmalıdır.Bu gün olduğu gibi, tüzüğe aykırı bir örgütlenme modeliyle, partinin gelişimi ve güçlenmesi bloke edilmemelidir. Kişisel hesaplardan ve beklentilerden uzak durulmalıdır.

            Bir Parti Meclisi Üyesi olarak HADEP tabanına karşı sorumluluklarım vardır. Bu sorumluluğun gereği olarak Parti Meclisinin ve MYK’nin Sayın Üyelerini uyarma zorunluluğunu duyuyorum.

            Parti Meclisi, tüzükte kendisine verilmiş olan görev ve yetkilerine sahip çıkacak mıdır?

            Merkez Yürütme Kurulu, Parti Meclisi’nin yetkilerini kullanmaktan, oluşturduğu modelden ve keyfi davranışlardan vazgeçip, tüzük hükümlerini uygulayacak mıdır?

            Bu soruların yanıtları “evet” ise,Parti gelişme yoluna girer.Bizler de, imkanlarımız ölçüsünde yardımcı oluruz.

            Yok eğer “bizim doğrularımız budur, bildiğimiz gibi yürürüz” denilecekse, o zaman bizim de bu oluşum içinde bulunmamızın nedenlerini yeniden sorgulamamız ve sorumluluğumuzun gereklerine uygun hareket etmemiz zorunlu hale gelir.

            Saygılarımla.

                                                                                                                           

09.03.2001   

Mehmet Ali Aslan                                                                                              

HADEP Parti Meclisi Üyesi

Ortak Akıl

                  “Kahramanlar”  ve  “kurtarıcılar”  ilkel toplumların ürünleridir. Bilgi teknolojisinin muazzam gücünü, parlak beyinlerin yaratıcı ve üretici yetenekleriyle birleştiren çağımızın kurumları, dünya politikalarını kendi toplumlarının çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için kıyasıya bir mücadelenin içindedirler. 

                  “Kahramanlar”dan, “kurtarıcılar”dan medet uman geri kalmış toplumlar ise ancak başkalarının çıkarlarına hizmet ederler. 

                  Bunu aşmanın tek yolu, rant kavgalarından uzak, yaratıcı  “ortak aklın”  rehberliğinde sorunlara çözüm aramaktır.  

                  Türkiye’deki Kürtler bu gerçeği kavramamış görünüyorlar. 

                  Şimdiye kadar kurulan siyasi partilerin yönetici kadroları, sistemin mantığını aşamamış, tabanın özlem ve taleplerine cevap verememiş, yeni politikalar ve çözümler üretmekten uzak kalmış ve halkı ezen ve giderek daha da yoksullaştıran bu düzene, dolaylı olarak destek sağlamışlardır. 

                  Oysa, bu tarihi dönemde, Kürtler, bir an önce sağduyuyu hakim kılmak ve  “ortak aklın” rehberliğinde, çağdaş gelişmelerle uyumlu bir mücadeleyi yürütmek zorundadırlar. Bu, bir varoluş sorunudur. 

                  Yeni parti kurma girişimlerinin sürdüğü bu dönemde, belki yararı olur, düşüncesiyle, HADEP ile ilgili birkaç yazıyı yayımlıyorum. 

                  Kimbilir, belki bunlardan yararlanmak isteyen birileri çıkabilir. 

                                                                                          

              28.10.2004                                                                                      Mehmet Ali Aslan

 

Yazılar:

  • HADEP Genel Kurulundan Beklenenler
  • Bildiri Önerisi
  • Karar Önerisi
  • HADEP Parti Meclisine Uyarı
  • İstifa Mektubu

Azınlık

Azınlık, aşağılayıcı ve korkutucu bir kavram olarak toplumsal hafızamıza kazındı. Lozan Sözleşmesi, sadece gayrimüslim Rum, Ermeni ve Yahudileri azınlık olarak kabul etti. Diğerleri Türk’tü. Türkiye coğrafyasında, tek dile, tek kültüre dayalı bir Türk milleti yaratmak için asimilasyon politikası uygulandı.

Gayrimüslim azınlıkların asimilasyonu mümkün görünmüyordu. Onları da Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, sürgünler gibi uygulamalarla göçe mecbur edip bu coğrafyadan silmeye çalıştılar. Bunda büyük ölçüde başarılı da oldular. Ekonomimize büyük katkıları olan, sosyal hayatımıza renk katan ve kültürümüze seviye kazandıran bu vatandaşlarımızdan geriye bir avuç insan kaldı.

1915 trajedisini unutmadıkları için Ermenilere, Yunanistan’a olan düşmanlık nedeniyle Rumlara, antisemitizmin etkisiyle Yahudilere, medyada sürekli olarak hakaret edildi. Şoven milliyetçi hareketlerin, siyasi İslam’ın saldırı hedefi oldular.

Kurulu düzenin temsilcileri ve sözcüleri, Müslüman azınlıklara dönüp, “Sakın azınlık olduğunuzu söylemeyin. Onların akibetine uğrarsınız” diye gözdağı verdiler.

Oysa bu ayrımcı ve aşağılayıcı politikalara, medya saldırılarına karşı sessiz kalan, kısmen de katılan Müslümanların çoğunluğu da azınlıktı. Kürtler, Çerkezler, Çeçenler, Boşnaklar, Arnavutlar, Lazlar, Araplar, Aleviler ve diğerleri. Bunlar asimilasyon politikalarının hedefiydi. Direnişleri, şiddetle cezalandırılıyordu. Kimlikleri tanınmıyordu. Hiçbir kültürel hakları yoktu.Herkes Sünni Müslüman Türk olmayı kabul etmek zorundaydı. Hiç kimse “azınlık” olduğunu söyleyemezdi. Yasalar, “azınlık yaratma”yı ağır cezai yaptırımlara bağlamıştı. Resmi görüşe göre, Türkiye’de, Lozan’ın kabulü dışında, azınlık yoktu. Bunu “yaratmaya çalışan hainler”in yeri cezaevleriydi. Bu nedenle, azınlık kavramı, hep gayrimüslimlerle özdeşleşen, korkutucu, ürkütücü ve aşağılayıcı bir kavram olarak kabul edildi ve bu gruplara karşı, Müslüman halkın dini ve milli önyargılarını güçlendirdi.

Ulus-devletlerin sınırları içindeki azınlıklara uygulanan baskılar ve ayrımcı politikalar büyük tepkilere yol açıyordu. Bunların korunmasını sağlamaya yönelik uluslararası mekanizmalar oluşturulmaya çalışıldı. Bu bağlamda, Avrupa Konseyi iki önemli sözleşmeyi kabul etti.

Bunlardan biri, “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi”. Diğeri “Bölgesel Diller veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı”.

Türkiye, bu sözleşmeleri imzalamadı. Ancak Kopenhag Siyasi Kriterleri “Azınlıkların Korunması”nı da içerdiğinden, Türkiye bu sözleşmelere uymak zorunda.

AB İlerleme Raporu’nda, Kürtlerin, Alevilerin ve diğerlerinin azınlık oldukları ifade edilince, Türkiye’deki egemen güçler büyük bir korkuya ve paniğe kapıldılar. Azınlık tanımlaması, bu gruplara, hem kimliğin kabulünü (Kürt azınlık, Çerkez azınlık, Alevi azınlık gibi) hem de sözleşmelerde sözü edilen haklardan ve güvencelerden yararlanma hakkını sağlayacaktır. Yıllarca, Lozan’ın kabulü dışında azınlık olmadığını iddia eden, gerçeği ifade edenleri “bölücülük” ve “azınlık yaratma” suçlamalarıyla ağır şekilde cezalandıranlar, güçlü bir dış müdahaleye karşı çaresizlik içinde, içeriye dönük saldırıya geçtiler. Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu, ülkemizde örnekleri çok az görülen, bilim adamlığına yakışır bir cesaret ve dürüstlükle hazırladıkları raporda, soruna doğru ve objektif yaklaştıkları için, Başbakan’dan “sendikacı”sına kadar, sistemin bütün temsilcilerinin ve destekçilerinin saldırılarına uğradılar.

Oysa rapor, yasayla kurulmuş, Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumuna aitti. Sistem, işine gelmediği zaman kendi koyduğu yasaları hiçe sayıyordu. AB’ye gücü yetmeyenler, milliyetçi bir refleksle namuslu aydınları linç girişiminde bulunuyorlardı.

Bu şiddetli tepkiyi gösterenlerin kökeni araştırıldığında, yüzde 80’inden fazlasının Kürt, Laz, Çerkes, Çeçen, Boşnak, Arnavut vd… oldukları görülür. Türk milliyetçiliği adına, şoven bir anlayışla kendi kökenlerine düşman ve onu yok etmeye adeta programlanmış bu insanların, özel çıkar güdüsü yanında, içinde bulundukları ruh halinin de bir açıklaması olmalı.

Bütün bu unsurların, azınlık kavramına karşı çıkmaları, korku ve telaşa kapılmaları anlaşılır bir durumdu. Fakat Kürt temsilciliğine soyunan profesyonel Kürt politikacılarının da bunların safında yer almaları çok yadırgandı.Her zaman olduğu gibi, sisteme destek sunmak için mi, yoksa azınlıklarla ilgili uluslararası gelişmelere yabancı oldukları ve azınlık kavramının, gayrimüslim vatandaşlarımızla özdeşleşen o aşağılayıcı anlamına katıldıkları ve haksız önyargılara sahip oldukları için midir, bilinmez, bunlar da Kürtlerin azınlık olarak tanımlanmasına şiddetle karşı çıktılar. AB yetkililerine, Kürtlerin azınlık değil, devletin asli kurucu unsuru olduğunu iddia ettiler. Kimliği bile kabul edilmemiş bir toplumun, devletin asli kurucu unsuru olduğu iddiasını, aklı başında hiç kimse ciddiye almadı. Bunu, sisteme verilen bir destek olarak kabul etti.

Gerekçeleri farklı da olsa, Kürtleri azınlık olarak kabul etmeyen iddialar aynı sonuca varıyor. Kürt kimliğinin kabulünü ve Kürtlerin, azınlıklara tanınan uluslararası koruma mekanizmalarından yararlanmalarını önlüyor.

Türkiye’de 25’ten fazla azınlık mevcut. Bunlardan Kürtlerin ve Alevilerin, diğer azınlıklardan farklı bir durumu var. Bu iki azınlığın her biri 15 milyondan fazla. Türkiye nüfusuna oranla az, fakat bazı bölgelerde çoğunluk. Bir diğer özellik ise Kürtlerin binlerce yıldan, Alevilerin yüzlerce yıldan beri, bulundukları bölgenin yerleşik halkı olmaları.

Diğer etnik gruplar ise sayıları az, dağınık ve anavatanlarından, göçlerle, sürgünlerle Türkiye’ye gelmiş diasporalar. Bunlarla ilgili bir tehdit algılaması yok.

Fakat sayıları, kültürel özellikleri, coğrafi konumları bakımından, şartlar elverişli olduğunda, ulus-devletlerini kurabilecek yeterliğe sahip olan Kürtler, hep bir tehdit olarak kabul edildi. Varlıkları tanınarak, demokratik bir düzende yan yana yaşamak yerine, asimilasyon politikalarıyla eriterek bu “tehditten” kurtulma yolu seçildi. Bu da, sürekli bir çatışmaya neden oldu.

Bugün durum farklı. Milli pazarın ihtiyaçlarına cevap vermek için kurulan ulus-devletler, gümrük duvarlarının kalkmaya başladığı, bir dünya pazarının oluştuğu çağımızda, işlevlerini ve ekonomik altyapılarını yitirmeye başladı. Bu modelin yeniden inşasına çalışmak, tarihsel gelişmeye ters düşer. Yarısından fazlasının Türkiye’nin batısında olduğu ve AB ile entegrasyon hedefine sarıldığı Türkiye’deki Kürtlerin, ulus-devlet kurma arzusu bulunmadığı gibi, Ortadoğu’daki güç dengeleri hesaba katıldığında, bunun imkansız olduğu görülür.

Fakat, işlevlerini önemli ölçüde yitirmeye başlayan ulus-devletlerin ideolojisi olan milliyetçilik ve ulus-devletin üst kurumları, varlıklarını bir süre daha, inatla sürdürdükleri için çatışmalara yol açıyor ve entegrasyonu engelliyor. “Kürt tehdidi”, politik malzeme, baskı ve soygun düzeninin devamı için gerekçe olarak kullanılıyor. Oysa Kürt halkı, kendilerinin, Türkiye’nin diğer kesimleriyle entegrasyonunu sağlayacak, uluslararası koruma ihtiyacını ortadan kaldıracak demokratik bir düzenin özlemi içinde.

Azınlık statüsü geçicidir. Türkiye’de demokrasi bütün kurum ve kurallarıyla yerleşir, Türk kimliği bir alt kimlik olarak kabul edilir, “Türkiye” ise bütün etnik, dilsel, dinsel, kültürel farklılıkları içinde barındıran bir üst kimlik olarak anayasada yer alırsa, iç hukukun güvencesinde, bu kimliklerin kendilerini geliştirme ve ülke yönetimine katılma imkanları eşit olarak sağlanırsa, bunların uluslararası hukuk tarafından korunmaya ihtiyaçları kalmaz. Kimsenin azınlık duygusuna kapılmadığı demokratik bir düzende, azınlık statüsünden de söz edilmez.

Mehmet Ali Aslan
Kasım 2004

Not: Bu yazı Radikal Gazetesi eki Radikal2’de 21/11/2004 tarihinde yayınlanmıştır. http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=4087  bağlantısından ulaşabilirsiniz.

“Sözde Vatandaşlar”ın Bayrak Olayı

             TV ekranında 2 çocuk, polislerin arasında Mersin Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyor. Spiker, bu çocukların sabıkalarını sayarken yaşlarını da hatırlatıyor. Biri 12, biri 13 yaşında. Bunlar, Türkiye’yi bütün kurumlarıyla ayağa kaldıran, koskoca Türk Ordusunu harekete geçiren “bayrak olayı”nın failleri.

            Türkiye’deki şoven milliyetçi refleksleri harekete geçiren, toplumsal linç girişimine maruz kalan bu çocuklar kim?

            Onlar, yerlerinden yurtlarından koparılan, büyük kentlerin varoşlarına sığınan işsiz Kürt ailelerinin çocukları. Yoksul ve eğitimsiz.

Dağda vurulan, cezaevlerinde ömür tüketen ablalarının, abilerinin, faili meçhul cinayetlere kurban giden yakınlarının hikayelerini ve onlar için analarının yaktıkları ağıtları dinleyerek büyüdüler. Çocukluk anılarında, yakılan köylerinden yükselen dumanlar, aç ve perişan düştükleri yollar vardı. Hatırladıkları kan ve ateşti.

Onların rüyaları çalındı, umutları yokedildi, gelecekleri karartıldı. Küçücük ruhlarını kin ve nefret duyguları sardı.Sisteme ve sistemin bütün kurumlarına ve simgelerine düşman oldular. Bu simgelerden biri de bayraktı. Bu bayrağı taşıyan güçler tarafından köyleri yakıldı. Bu bayrağın dalgalandığı karakollarda yakınları işkence gördü. Onu, abi ve ablalarının tutuklu bulunduğu cezaevlerinin önünde dalgalanırken gördüler. Bayrakların göndere çekildiği resmi binalara uzaktan korkuyla baktılar. Çoğu okula gitmemişti. Onlar için bayrak, toplumun diğer kesimlerinden farklı bir anlam taşıyordu.

            Yıllar önce, yine bir bayrak olayı yaşandı. 1996 yılında HADEP Genel Kurulunda asılı olan Türk bayrağı bir provokatör tarafından, emniyet güçlerinin gözü önünde indirildi. Görevli emniyet güçleri olaya müdahale etmediler. Bundan HADEP yönetimi sorumlu tutuldu. Hepsi tutuklandılar. Ankara 1. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde açılan 1996/80 sayılı davanın duruşmasında yaptığım savunmada bayrakla ilgili şunları söylemiştim.

            “Bayraklar, devletlerin bağımsızlıklarının simgeleridir. Devletler, bu bayraklar altında vatandaşlarına koruma sağlamakla yükümlüdürler. Korkudan, haksız müdahalelerden uzak, özgürce yaşamalarını, aş, iş, konut ve her türlü olanaklara sahip olmalarını, maddi ve manevi yönden, kültürel bakımdan kendilerini geliştirme imkanlarına kavuşmalarını sağlamakla görevlidirler.

            Vatandaş, nerede bu bayrak dalgalanıyorsa, orada güven içinde olacağını bilirse, ona koşar. Onun altında bulunmaktan mutluluk duyar. Bayrakların itibarı da böyle artar. Bayraklar böyle yücelir.

            Bir ABD vatandaşı, bir Fransa veya Almanya vatandaşı, bayrağının dalgalandığı her yerde büyük bir güven içinde olacağını bildiği için ona saygı duyuyor. Bu güven bütün vatandaşlara sağlandığı için de bayrakların itibarları yasalarla veya devlet zoruyla korunmaya çalışılmıyor. Az gelişmiş ülkelerde bayrağa hakaret olarak kabul edilen çoğu fiillere gülüp geçiyorlar. Bu konuda kompleksleri yok. 

            Çünkü bayrağın simgelediği bağımsızlık, sözde bir bağımsızlık değil. Arkasında bütün vatandaşlarının haklarını, özgürlüklerini güvence altına alan adil ve bağımsız bir yargı sistemi, insanca yaşama olanaklarına imkan veren güçlü bir ekonomi, hastalığa, işsizliğe, yoksulluğa ve her türlü riske karşı koruma sağlayan sosyal güvence kurumları, en önemlisi, devletin kendini bağlı saydığı hukuk devleti ilkeleri ve demokratik değerler vardır.

            Ama devletin bağımsızlığının simgesi olan bayrak, vatandaşların tümüne koruma sağlamaz, sadece bir grubun ideolojik anlayışının simgesine dönüşür ve diğer vatandaşlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılırsa ve hele büyük yolsuzluk iddialarını ve olaylarını kamuoyundan saklamak için bir örtü olarak kullanılırsa, vatandaşların büyük kesimi bayrağa yabancılaşır. Hatta kimi zaman tepkiler de doğar. 

            Bunu önlemenin, bayrağa itibar ve saygınlık kazandırmanın tek yolu, ona gerçek işlevini kazandırmaktır. Herkesin, bütün vatandaşların, hiçbir ayrım gözetilmeden, onun altında koruma göreceğine inanmasıdır. Buna güven duymasıdır.

            Herkesin altında güvenle yaşayacağı, mutlu olacağı, bir sistem oluşturmakla, yabancılaşmaya son verilir ve bayrak, sadece yasayla değil, gerçek anlamıyla, gerçek işleviyle herkesin olur.”

                        Bu  çocuklar  3-5  değil,  onbinlercedir.

 

            Bunlar 3-5 değil, onbinlerce. Büyük şehirlerin varoşlarından merkeze inip korku ve dehşet saçıyorlar. Bu “sözde vatandaşlar”, “gerçek vatandaşlar”ın  “huzurlu” dünyalarına saldırıyorlar.

            Kapkaç ve hırsızlık çeteleri, onları kafileler halinde getirip eğitiyorlar.Mafya grupları, tetikçi olarak yetiştirip topluma salıyorlar.

            Devlet güçlerinin, bir kısmını yakalayıp cezaevlerine göndermesiyle sorun çözülmüyor. Onların yerine yenileri geliyor.Dalga, dalga ve her gün sayıları artarak.

            Bunlara karşı toplum kör ve sağır. Onların yetiştiği ortam ve aile çevresinin sorunlarıyla ilgilenmek kimsenin aklına gelmiyor. Polisiye önlemlerle sorunu çözmeye çalışıyorlar. Özel Güvenlik için kanunlar çıkarılıyor.  200.000 kişilik özel güvenlik gücünden söz ediliyor. Bu, büyük bir ordu. Eski emniyetçilere, MİT’çilere iş alanları açılıyor.

            Ama gelenlerin kin, nefret ve intikam duygularıyla bilendiği ve bunun nasıl karşı konulamaz yıkıcı, tahrip edici bir güç olduğu unutuluyor.

            Güvenlik için daha çok polis, daha çok özel güvenlik gücü ve giderek polis devletine dönüşen çatışmalı, dünyadan tecrit edilmiş geri bir Türkiye.

            Bu çocukları bu hale getiren kimler ? Onları provokasyonların ve rantçı politikaların aracı olarak kullanan hangi güçler ?

            Bunlar, bu yaşlarda, diğer akranları gibi okulda olmalıydılar. Onlara da sıcak bir aile yuvasında, karnı tok, sırtı pek, iyi bir gelecek için çalışma imkanı sağlanmalıydı. 

            Bu, devletin göreviydi. Ama, devlete egemen güç, köylerini yaktı, evlerini yıktı, bütün varlıklarından kopardı. Ana ve babalarını, işsiz ve perişan bir halde, büyük şehirlerin varoşlarına sığınmak zorunda bıraktı. Onların gidecekleri, sığınacakları yer yoktu. Sokakları mekan tuttular.

            Bu dönemde, siyasetçi, bürokrat, işadamı üçlüsü, devleti, toplumu çulsuz bırakıncaya dek iliklerine kadar soydu. Bütün bu soygunlar, yolsuzluklar, hırsızlıklar, vatan, millet edebiyatının arkasına saklanarak yapıldı ve Türk bayrağı bir örtü olarak kullanıldı. Bu Türk bayrağına en büyük hakaretti. Ama bugün iki çocuğun hareketine karşı milliyetçi histeriye kapılmış Türk toplumundan, o günlerde bir ses yükselmedi. Bu gün de,hortumların, soygunların, Türkiye’nin sırtına yüklediği ağır borçları, boğazından keserek öderken, hiçbir ciddi tepki göstermiyor.

                                    Genelkurmay  Başkanlığının  Bildirisi

 

            Fatih Altaylı’nın deyimiyle “iki veletin” densizliği Türk Ordusunu da harekete geçirdi. Genelkurmay Başkanlığı, Süleymaniye’de, Amerikalılar Türk Ordu mensuplarının kafasına çuval geçirdiklerinde , böylesi şedit bir tepki göstermemişti. Ama yaşları 12, 13 olan iki çocuğun yaptıklarına karşı, Kürtleri tehdit eden, geçmişteki katliamları anımsatan ve onları  “sözde vatandaş” olarak niteleyip, yasal vatandaşlık haklarını yok sayan dehşetengiz bir bildiri  yayımladı.

            Genelkurmay Başkanlığı siyasi literatüre yeni bir kavram kazandırdı.  “Sözde Vatandaşlık”. Bunun muhatabı elbette ki Kürtlerdir. Nasıl “sözde soykırım”, soykırım olmadığı anlamında kullanılıyorsa, “sözde vatandaşlık”  da, vatandaş olmadığı anlamında kullanılıyor. Yani, Anayasanın, yasaların hükümlerine rağmen, Genelkurmay Başkanlığının takdiriyle bazı kişi ve gruplar, bu statüden yararlanamayacak, vatandaşlık haklarından tamamen mahrum olacak. Bunun doğal sonucu olarak, şayet bir kazaya kurban gitmezlerse, sınır dışı edilebilecekler.

            Eğer Türkiye’de hukukun gücü egemense, savcılar, Genelkurmay Başkanı ve bildiriyi hazırlayan generaller hakkında dava açarlar.  Yok eğer gücün hukuku egemense, o zaman külahımızı önümüze koyup, bir defa değil, yedi defa düşünmeliyiz.

            Bildiriyi yayımlayan generallere bazı hususları hatırlatmakta yarar var.

            Şimdiye kadar ülkeyi ve bayrağı koruma ve kollama uğruna, generallerin değil, hep yoksul halk çocuklarının kanı aktı. Bunun önemli bir kesimi de Kürtlerdi. Bundan sonra da böyle olacak.

            Türkiye, dün Doğu ve Güneydoğusuyla, bugün ise bütünüyle Kürtlerin vatanıdır. Onları, dün yerlerinden, yurtlarından koparıp açlığa ve sefalete mahkum eden zihniyet, bugün vatandaşlık haklarından mahrum edip Türkiye dışına sürmek istiyorsa, bu vahim bir hata olur.

            Ordunun önemli bir kesimi Kürtlerden. Çalışan, vergi veren onlar. Ama açlığa mahkum edilen yine onlar.

            Türkiye’de vergilerin % 74’ü dolaylı vergilerdir. Bir Kürdün yediğine, giydiğine v.s.. ödediği vergiler, Koçlarla, Sabancılarla aynı orandadır.Türk emekçileri gibi, emekçi Kürtlerin de ödedikleri gelir vergisi ve diğer vergiler, işadamlarının ödediklerinden fazladır.  Üstelik işadamları, holdingler, vergi iadeleri, teşvikler  v.s.  adı altında, ödediklerinden fazlasını alıyorlar.

            Güçlü bir holdingle ekonomik faaliyetin içinde yer alan ve dünyada bankası olan tek ordu, Türk Ordusudur.  205 Sayılı Kanunla kurulan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) kurumlar vergisinden, veraset ve intikal vergisinden, Gelir vergisinden, gider vergisinden ve damga resminden muaftır.

            AB ile müzakereler başlayınca, serbest rekabete dayalı ekonomi politikalarına aykırı olan bu durum müzakere masasına gelecek ve bu ayrıcalıkların kaldırılması istenecektir.

            Halktan,  bir kısmı da Kürt halkından toplanan  vergilerin önemli kısmı Silahlı Kuvvetlerin ihtiyaçlarına ayrılıyor. Silah ve mühimmat alınıyor. Kışlalar ve Orduevleri yapılıyor. Orduevlerinin masrafları karşılanıyor ve generallerin maaşları ödeniyor.

            Son bir hatırlatma. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil’in bir yılda tükettiği 1,5 ton çikolata, 25 bin kutu kola, sokaklara terk edilen bu çocukların hakkıydı.

                        AB  Yolu  Torpillenmek  İsteniyor  

            İki çocuğun densizliğini, Türkiye’yi bütün kurumlarıyla ayağa kaldıran bir harekete dönüştürmenin sebebi ne ? Bundan ne umuluyor ?  Bunun arkasında kimler ve hangi çıkarlar var ? 

            Türkiye, kaderini belirleyecek bir döneme giriyor. AB ile müzakereler başlayınca, Türkiye’deki bütün ayrıcalıklar, soyguna ve hırsızlığa imkan veren mekanizmalar müzakere masasına gelecek. O, yıllarca halkı ve ülkeyi soyan kişi ve grupların gerçek durumları ortaya çıkacak. AB, bu ayrıcalıkların kaldırılmasını, soyguna ve hırsızlığa imkan sağlayan düzenin değişmesini, Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyecek.

            İşte bu, bir kısım ayrıcalıklı çevreleri, Türkiye’yi talan eden bir kısım siyasetçileri, bürokratları ve iş adamlarını korkutuyor. AB ile müzakereleri çıkmaza sokmak ve AB’ye girişi engellemek için provokasyonlardan medet umuyorlar. Büyük sermayenin denetimindeki medya ve onun kalemşorları, halkı tahrik ederek bir gerginlik ve çatışma ortamı yaratmaya çalışıyorlar. Kaynana Semra programlarıyla bilinç ve kültür düzeyini iyice düşürdükleri bir kısım halk kitlelerini de araç olarak kullanıyorlar.

            Bütün bu kampanyalar sonucunda, “Kürt” kavramı terörizmle özdeşleştiriliyor ve Kürt Halkına karşı düşmanca duygular her gün biraz daha artıyor.Bu, Türkiye için bir felaket olacak etnik çatışmaya zemin hazırlıyor. 

            Peki, bütün bunlara karşı Kürtler ne yapıyor ve ne yapmalıdır ?

AB’ye giriş, herkesten fazla Kürt Halkı için önemlidir ve onlar için yaşamsal bir sorundur. 

            Türkiye’de kabul edilen demokratikleşme paketlerinin, direnişlere rağmen uygulanmaları, AB’nin zoruyla olmuştur ve olmaktadır.

            AB olmasa, geçmiş uygulamaların, “sözde vatandaşlık” fikrinin hayata geçirilmesine kim engel olacak ?

Bu nedenle Kürtler AB amacına kilitlenmek, AB yolculuğuna hiçbir engel çıkarmamak ve varolan engelleri de Türk Halkıyla birlikte aşmak için mücadele etmek zorundadırlar.

            Ama bunun için Kürt toplumunun içine hapsedildiği kalıpları kırması, dışa açılması, kendi kimliğini koruyarak Türkiye’nin diğer toplum kesimleriyle bütünleşmesi, toplumsal ilişkilerin her alanında  demokratikleşmesi ve en önemlisi, özgür düşünme ve tartışma ortamına kavuşması gerekir. 

            Türkiye’nin bir kesimindeki toplum, totaliter bir anlayışla, diğerindeki ise demokrasiyle yönetilmek istenecek ve siz kalkıp, uygulanması da mümkün olmayan bu ikili düzen kurma çabalarının olduğu bir ülkenin AB’ye girişini isteyeceksiniz. Gülerler adama.

 Kürt Halkını dünyadan tecrit ederek etki alanına alan profesyonel Kürt politikacıları bunu anlamış görünmüyorlar. Demokrasiden ve AB’ye katılmaktan söz etmelerine rağmen, hareketleriyle, uyguladıkları politikalarla AB ve demokratikleşme hedeflerine büyük zarar veriyorlar.

            DEP milletvekillerinin tahliyesinde, avukatları TV kameralarına  “bu Türk hukukunun zaferidir” diye bağırıyordu. Oysa Türk Hukuk Sistemi, Kürt Halkının iradesini hiçe sayarak onları on yıla yakın demir parmaklıklar arkasına hapsetmiş, ancak AB Hukukunun müdahalesi ile özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Tahliyeleri için büyük çaba sarf eden Clodia Roth’u şovmenlikle suçlayıp Mehmet Ağar’ın huzuruna kabul edilmelerini beklemişlerdi.

            Bütün bunlar, bu politik kadronun AB’yi değil, Türkiye’deki sistemi, milliyetçi iktidar ve kurumları kendilerine yakın gördüğünü gösteriyor. AB’nin Kürtlerin lehine olan kararlarına ve söylemlerine karşı iktidarla aynı paralelde tepki veriyorlar.

            Bu profesyonel Kürt politikacı grubu, Kürt Halkının dışa açılmasının, kendi kimliğini koruyarak Türkiye’nin diğer kesimleri ve dünyayla entegrasyonunun ve gelişmesinin önündeki büyük bir engele dönüşmüştür.

            Bu grup,legal siyaset alanını kapatarak, kendileri gibi düşünmeyen aydın Kürtleri etkisiz hale getirdi. Kendi çocuklarını en iyi okullarda okutup, bütün risklerden koruyup olayların dışında tutmaya çalışırlarken, halk çocuklarını ölüme götüren ve Kürt toplumunda büyük yıkıma yol açan savaş politikalarını desteklediler. Bunun çıkmaz yol olduğunu söyleyenleri, barışçı ve demokratik yöntemlerde ısrar edenleri ihanetle suçladılar.  Binbir güçlükle üniversiteye girmeyi başarmış Kürt gençlerine polis kameraları önünde “Öcalan’a özgürlük” ve benzeri sloganlar attırarak okumalarına engel oldular.

            Bu şekilde Kürt toplumunda aydın bir kadronun oluşması engellendi. Politika, en yeteneksiz, bilgisiz  kişi ve grupların elinde kaldı.

            Aynı kadronun kurmaya çalıştığı  “yeni parti”nin  öncekilerden farklı olmayacağı ve “eskiler” gibi politika alanını, sistemi değiştirmeye yönelik barışçı ve demokratik Kürt hareketlerine kapatma işlevini göreceği açıktır.  

           

            Üç dönemdir, Kürt oylarıyla bağımsız en az 30-40 milletvekili seçilip parlamentoya gönderilebilir ve Kürt Halkının özlem ve talepleri sokaktan kurtulup parlamento çatısı altında uygar ve demokratik bir tartışma platformuna taşınabilirdi. 

            Bu, sistemin korkulu rüyasıydı.Profesyonel Kürt politikacıları bunu engelleyerek sisteme yardımcı oldular.Bağımsız adayları ihanetle suçlayıp seçilmelerine engel oldular ve bugünkü parlamento tablosunu yarattılar.

             Bu grup, gerçekçi, uygulanabilir hiçbir  proje, program ve politika üretemedi. Bunu başaracak bilgi ve deneyimden yoksundu. 

            HADEP’in 9 Genel Başkan Yardımcısından her biri bir konuyla görevlendirilmişti. Fakat bunların arasında ekonomi yoktu. Ekonomi, Partinin ve Parti yöneticilerinin ilgi alanı dışındaydı. Çünkü Parti’nin ve yöneticilerin önemli ekonomik sorunları yoktu. Yoksul Kürt Halkının ve Türkiye’nin ağır ekonomik sorunları ise onları ilgilendirmiyordu. Zaten içlerinde ekonomiden anlayan tek kişi de yoktu. 

            DEHAP, işbirliği yaptığı marjinal sol gruplar AB’ye karşı olduğu için seçim beyannamesinde AB’den tek satırla bile söz etmemişti. Ekonomi ile ilgili ise, işsizliğe çare olarak,  haftalık çalışma sürelerini 35 saate indirmek gibi fantezilere yer veriyor, uluslararası ekonomik sistemden habersiz, ekonomik akıl ve realite ile ilgisi olmayan görüşler ileri sürüyordu.

 Tek yaptıkları, büyük halk kitlelerinin katıldığı büyük mitingler ve toplantılar tertip etmek oldu. Ezilen ve aşağılanan yoksul halk kitleleri,  duygu, özlem ve taleplerini dile getirecekleri hiçbir ifade kanalı bulamadıkları için, bu miting ve toplantılara büyük ilgi gösteriyor.Ama bu, iyi denetlenemediği için, aynı zamanda provokasyonlara açık alan oluşturuyor.

            Bugün Kürt Halkı için çok önemli olan ve Türkiye’nin demokratikleşmesi, ülkede barışın ve istikrarın sağlanması için zorunlu bulunan iki konunun, acil gündem maddesi olarak üzerinde durmak gerekir.

            Bunlardan biri Doğu ve Güneydoğu için ekonomik, sosyal, kültürel v.d. alanları kapsayan bir kalkınma planının yapılması ve uygulanması, diğeri de dağda, cezaevlerinde, yurtdışında bulunan Kürt gençlerinin ve insanlarının birer özgür vatandaş olarak aramıza katılmalarını sağlayacak koşulsuz, bir genel siyasi affın kabulüdür. 

            Ama bu iki önemli ve acil konu, profesyonel Kürt politikacılarının ilgi alanı dışındadır. Onlar, Kürt gençlerini ve Kürt toplumunu Öcalan’ın affı konusuna kilitlemiş, bunu adeta Kürt Halkının tek önemli meselesi haline getirmişlerdir.

            Bu şartlarda, bu ortamda Öcalan’ın affının mümkün olmadığını ve her miting ve toplantıda sahnelenen Öcalan posterleri ve bayrakların toplumu germeye, çatışma ortamını sürdürmeye hizmet ettiğini bilmeyen yoktur. 

            Öcalan’ı sevenler, şayet Öcalan’ın ilerde özgürlüğüne kavuşmasını istiyorlarsa, toplumda gerginlik ve çatışma yaratacak hareketlerden kaçınır, demokratikleşme hareketlerine destek verirler.

            Çünkü Öcalan, milliyetçi güçlerin iktidarda etkin oldukları bu dönemde değil, demokratik güçlerin iktidarında ancak özgürlüğüne kavuşabilir.

            Ama bunlar, buna rağmen, bu duygularını, Kürt Halkının ve de Öcalan’ın aleyhine olacak eylem ve gösterilerle ifade etmeye kalkarlarsa, bunu hoşgörüyle karşılamak mümkün değildir. O zaman, bunların kimlere ve hangi çıkarlara hizmet ettiği sorusu, ister istemez akla gelecektir.

 

            Türk aydınları da, konuya bir  “terör” , ya da (Kürt Halkının değil) profesyonel Kürt grubunun “mağduriyet” sorunu olarak yaklaşıyorlar ve bu grubu açık veya zımni olarak Kürt Halkının temsilcileri kabul edip etkinliklerinin artmasına yardımcı oluyorlar.

            Bunların, Kürt sorunun, sadece Kürtlerin değil, Türkiye’nin sorunu olduğunu ve diğer bir çok sorunun çözümünün de büyük ölçüde bu sorunun çözümüne bağlı olduğunu kabul etmeleri, insan hakları ve çağdaş demokrasi anlayışına uygun çözümler üretmek için çalışmaları gerekir. Türk aydınları,  “Anayasal vatandaşlık” gibi, asimilasyon politikalarını “meşrulaştırma”ya yönelik formüllerle vakit kaybetmemeli, kişinin kimliğini, mensup olduğu gruba aidiyetinin belirlediğini, grup kimliği tanınmadan, kişilerin kimliğinden söz etmenin fazla anlamlı olmadığı gerçeğini kavramalıdırlar.

 

Bazı güçlerin Kürt Halkını  ezdiği, kültürel varlığını yok etmeye çalıştığı, işsizliğe, yoksulluğa mahkum ettiği doğru bir tespittir. Ama bunda Kürtlerin ve özellikle Kürt aydınlarının hiç suçu yok mu ?

Kürt aydınları, ne istediğini bilmeyen mız mız çocuklar gibi sürekli sızlanıp şikayet  etmekten başka bir şey yapmıyorlar. Politika alanını, sistemle bütünleştiği her gün biraz daha açığa çıkan profesyonel Kürt politikacılarına bırakıyor ve büyük bir kısmı da bunların arkasından sürüklenip gidiyor. 

            Kürtler ve Kürt aydınları özeleştiri yapmak, neden bu duruma düştüklerinin sebeplerini ve kendilerinin hata paylarını araştırmak zorundadırlar. 

            Şu gerçek çok iyi bilinmelidir.

            Bir toplum, iç dinamiklerini harekete geçirmiyor, kendini yönetme becerisini gösteremiyor ve sürekli hata işleyen geri, yeteneksiz ve bilgisiz kadroların peşine takılıyorsa, şikayete hakkı olmaz ve ona kimse yardım edemez.

 

            Bayrak olayı, yakında  sahnelenmeye çalışılacak provokasyonların habercisidir.

            Soygun ve talan düzeninden beslenenler, AB yolunu torpillemek, Türkiye’nin demokratikleşmesini engellemek için bütün güçlerini ortaya koyacaklardır. 

            Türkiye’nin demokratikleşmesi, kalkınması, iç barışın ve istikrarın sağlanması için AB ile entegrasyonu isteyenlerin, provokasyonlara karşı dikkatli ve uyanık olmaları, onları etkisiz hale getirmeleri gerekir.

            Provokatörler en çok Kürt konusunu kullanmak isteyeceklerdir.  Bu nedenle Kürtler herkesten fazla dikkatli ve uyanık olmak zorundadırlar.

28.03.2005

Mehmet Ali Aslan

1 Nisan Şakası

 ( GÜNDEM Gazetesine gönderilen açıklama )

            1 Nisan 2005 tarihli GÜNDEM’de adımla, bana ait olmayan ve fikirlerimi yansıtmayan bir yazı yayımlandı. Tahmin edildiği gibi bu  “1Nisan şakası”ydı. Yanlış anlamaları ortadan kaldırmak için bu konudaki fikirlerimi açıklamam gerekiyor.

            Siyasi ve sosyal konular üzerinde düşünen bir çok insanının ütopyası vardır.  Thoomas Mor’un ütopyası gibi. Öcalan’ın da ütopyası olacaktır. İmralı şartlarında, bu kaçınılmazdır da.

            Tarihi ve sosyolojik gelişmeler, toplumdaki güç dengeleri dikkate alınmadan, eşitlik, özgürlük ilkelerine dayalı adil bir düzen kurma hayali, kişisel tatmin yanında, elbette ki iyi ve temiz duyguların eseridir. Siyasi bir program olarak ortaya atılmadığı sürece de toplumsal açıdan sakıncalı bir durum yaratmaz. 

            Ama sözleri ve davranışlarıyla toplumu etkileyen siyasi sorumluluk sahibi insanlar, bu konuda dikkatli olmak zorundadırlar. Çünkü toplum, var olan gerçeklikten uzaklaşır ve dikkatini ütopyalara yoğunlaştırırsa, sorunlarının çözümü ertelenir ve bu sorunlar gittikçe ağırlaşır. 

            ABD’nin bir hiper güç olarak el koyduğu Ortadoğu,  İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya gibi Avrupa devletlerinin, Rusya, Çin gibi büyük güçlerin müdahil olduğu çatışmalı bir alandır.  Türkiye, İran, Suriye gibi hatırı sayılır güce ve binlerce yıllık yönetim tecrübesine sahip devletler de, parçalanmış Kürt coğrafyasının üzerinde varlıklarını sürdürüyorlar.

            Bu devletler, Ortadoğu satrancında, Kürt politikacılarının rolünü belirleme ve oyundan çıkarma gücüne ve maharetine sahiptirler.

            Siyaset,  gerçekçi olmayı, güç dengelerini ve kendi gücünü doğru değerlendirmeyi gerektirir. 

            Bu nedenle Kürt politikacılar, Ortadoğu siyasetinde belirleyici rol oynama vehmine kapılmamalıdırlar. 

            Kürtler, baskı altında ezilen, yoksulluğa mahkum edilmiş mazlum bir halktır.  Kendi başına belirleyici rol oynama gücüne sahip değildirler. Ancak, çağımızda gelişen insan hakları ve demokrasi hareketlerinin içinde yer alarak ve menfaatleri aynı olan halklarla işbirliği yaparak, büyük güçlerin oynadığı satranç oyununda, onların çıkarlarının bir aracı olarak kullanılmaktan kurtulabilirler.

            Hiçbir Kürt toplumu, diğerlerinin üzerinde hak iddia etmeye ve onu yönetmeye kalkışmamalıdır. 

            Çünkü her toplum, kendi sorunlarını ve çözümlerini en iyi bilir. Müdahale, sadece Kürtleri ezen güçlerin işine yarar.

            Kürt toplumu, içine hapsedildiği kalıpları kırarak dışa açılmak, kendi kimliğini koruyarak diğer toplum kesimleriyle bütünleşmek, toplumsal ilişkilerin her alanında demokratikleşmek, serbest bir tartışma ortamında dogmalardan kurtulup  “ortak akıl” ile bilimsel ve gerçekçi politikalar üretmek zorundadır ve bu, tek kurtuluş yoludur.

                                            

 02.04.2005                                                                                                      

 Mehmet Ali Aslan

TARAF Gazetesine Gönderilen Düzeltme Yazıları

N o t : Yazılar yayımlanmadı.

                                    49’lar  OLAYI 

         1959’un Aralık ayında, Ankara’da, Üniversite çevresinde birçok arkadaşımız polis tarafından yakalanıp götürüldü. İstanbul ve Diyarbakır’dan da yakalanma haberleri geldi.

       O dönemde, Kürt kökenli DP milletvekillerinden bir kısmı, Gençlik Park’ın karşısındaki Evkaf Apartmanında kalıyorlardı. Ağrı milletvekilleri Halis Öztürk, Kasım Küfrevi, Muş milletvekili Gıyasettin Emre, Kamuran İnan’ın babası, Bitlis Milletvekili Şeyh  Selahattin bunlardan birkaçıydı.

          Ağrı Yüksek Tahsil Talebe Derneği Başkanı olarak, daha önce sık görüştüğüm Halis  Öztürk ve Kasım Küfrevi’ye gittim.Yardımlarını istedim. Bütün Kürt milletvekilleri gibi onlar da endişeliydiler. Kendilerinin de hedef alınabilecekleri ihtimalinden söz ediyorlardı.

            Geçmişteki Kürt isyanlarının bilinçaltına yerleşen anıları, büyük bir korkuyu tetiklemişti. Tutukluların yakınları bile,onların nereye götürüldüklerini resmi makamlardan sormaya cesaret edemiyorlardı.

            Ankara’da üç gün, götürülme ihtimali bulunan  her yeri aradık, bulamadık. Kimse yakalananların nerede olduğunu bilmiyordu.

          Sanırım dördüncü gündü. İstanbul’a gittim. O zaman, Tıp Fakültesinde öğrenci olan Dr. Fevzi Avşar’la –ki sonra 49’lar davasında sanık olacaktı- Harbiye’deki Merkez Komutanlığı’na gittik. İnzibat subayı olan binbaşı, sert bir ifade ile orada bulunmadıklarını söyledi.

              Dışarıda, Kürt olduğu anlaşılan bir askerle karşılaştık. Kürtçe konuşunca bize güven duydu. Buraya bir grup Komünist’in getirildiğini, Kürtlerin olmadığını söyledi. Tarif etmesini istedik. Tarif, bizim arkadaşlarımıza uyuyordu.

            Bunların Kürt olduğunu ve bu nedenle tutuklandıklarını anlattık. O da arkadaşlarına söylemiş, oradaki Kürt askerler kendilerine yakınlık göstermişler ve gizlice yapabildikleri ölçüde yardımcı olmaya çalışmışlar.

            Anlaşılan  Merkez Komutanlığı, bu nedenle gelenlerin Komünist olduğunu söyleyerek,Kürt askerlerin tutuklulara yakınlık duymalarını önlemek istemişti.

        Durumu, tutuklulardan Medet Serhat’ın arkadaşı –ki sonra evlendiler- Avukat Seniha Hanım’a bildirdik. Seniha Hanım mücadeleci, cesur bir Türk avukattı.

            Fakat bütün ısrarlara rağmen tutuklu Medet Serhat ile görüştürülmedi. Ancak gönderdiği notlarla ihtiyaçlarını öğrenebildi.

            Tutuklular, sağlık koşulları çok kötü olan tek kişilik hücrelere konulmuşlardı.  40 hücre vardı. Bu nedenle de 40 tutuklama müzekkeresi çıkarılmış ve 40 kişi tutuklanmıştı. Bunlardan biri, bu kötü hücre şartlarına dayanamayıp hayatını kaybetti.

            Sonradan öğrendik. İsim hanesi boş bırakılan 40 tutuklama müzekkeresi Emniyet’e verilmiş. Onlar da , Musa Anter, Binbaşı Şevket Turan, Avukat AliKarahan gibi  tanınmış  birkaç  kişi dışında, Kürt öğrencilerden, o gün kime rastladılarsa, tutuklama müzekkeresine isimlerini yazıp götürmüşlerdi.

            Soruşturma devam ederken 27 Mayıs 1960 askeri darbesi oldu. Milli Birlik Komitesi, bütün siyasi tutukluları serbest bıraktı. Fakat Kürt grubunun tutukluluk durumu devam etti.

          Aralarında birkaç subay bulunduğu için dava, TCK.nın 125. maddesindeki suç isnadıyla Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde açıldı. Müeyyidesi idamdı.

            Askeri Mahkeme, Ankara Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku Profesörü Faruk Erem’i bilirkişi olarak tayin etti. Faruk Erem dürüst bir bilim adamıydı.Verdiğiraporda, “elverişli vasıta bulunmadığı için suçun teşekkül edemeyeceği” yönünde görüş bildirdi. Bu rapor üzerine Mahkeme, sanıkların beraatine karar verdi. Sanıklar bir yıldan fazla tutuklu kalmışlardı.

         Askeri Savcı’nın temyizi üzerine Askeri Yargıtay, “TCK.nın 141. ve 142. maddelerinin uygulanmasının düşünülmesi gerektiği” gerekçesiyle kararı bozdu. Dava yeniden görülmeye başlandı.

            49’lar tutuklandıktan sonra avukat arayışına girişildi. O dönemde çok büyük bir baskı vardı. Hiçbir avukat  davaya girmeyi kabul etmedi. Bir avukat bulundu. Emekli askeri bir hakimdi. İstihbaratla ilgisi bulunduğu söyleniyordu. Zaten davaya da bir gözlemci gibi katıldı.

                        Hukuku mukuku bir yana bırakalım

 

            49’ların tutuklandığı 1959 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydim. 1964 yılında avukatlığa başladım. Askeri Yargıtay’ın bozma kararından sonraki safhada davaya vekil olarak katıldım.

            Karşılaştığım ilginç bir olay,  Duruşma Hakimi’nin hukuk anlayışını belirtmesi bakımından önemli bir göstergeydi.

            Fotokopi makinası’nın olmadığı bir dönemdi. Çuvallar dolusu belgeyi incelemek ve önemli olanlarını el yazısıyla kaydetmek zaman alıyordu. Mahkeme kaleminde 15 günden fazla tam mesai yaptım.

            Duruşma Hakimi Albay, ya çalışmam hoşuna gittiğinden, ya da beni etkilemek istediğinden, arada bir beni odasına davet edip çay ikram ediyordu.

            Bir gün yine odasında konuşurken, “Avukat bey, hukuku mukuku bir yana bırakalım,        bunlar gerçekten vatan haini değiller mi ?”   Bir Hakim’in görüşünü bu kadar net açıklaması  beni şaşırtmıştı.

            “Hakim bey, ben sıradan, ücreti vekalet için davaya giren bir avukat değilim. Bunlar benim arkadaşlarım. Şimdi siz izharı reyde bulundunuz. Davaya bakmamanız gerekir. Duruşmada bunu açıklarsam, bu sözünüze sahip çıkacak mısınız ?”

            Şaşırma sırası ona gelmişti. Karşısında duran sarışın, mavi gözlü, Türkçe’yi aksansız konuşan genç avukatın Kürt olabileceği ihtimalini aklından geçirmemişti. Sinirli bir tavırla, “Ne ben seni gördüm, ne de böyle bir söz söyledim” dedi ve odasını terk etti. Ben de çalışmaya devam için Mahkeme Kalemine geçtim.

            Duruşma esnasında, bir ret nedeni oluşur umuduyla, kendisini sinirlendirecek bir çok şey söyledim. Fakat soğukkanlılığını korudu.  Mahkeme Heyeti, zaman aşımı süresi dolduğu halde, bunu nazara almadı. TCK’nın 141. maddesine aykırılıktan mahkumiyet kararı verdi.

            Kararı temyiz ettik. Askeri Yargıtay, zaman aşımından dolayı davanın düşmesine karar verdi. Birkaç kişi, verilen 1yıl 4 ay ağır hapis cezaları daha önce onaylanmış olduğundan, bundan yararlanamadılar. Zamanaşımı süresini doldurmak için başvurduğum usule ilişkin hukuki yöntemlerin uygulanmasında Avukat Ruşen Aslan bana yardımcı oldu.

                        Neden tutuklandılar ?

 

            Bunun cevabı dosyadaki, Ergun Gökdeniz imzalı  Milli Emniyet Hizmetleri (MAH),   (bu günkü MİT) raporunda vardı.

            DP,  o dönemde büyük ekonomik sorunlarla karşılaşmıştı. Dış yardıma büyük ihtiyacı vardı. Milli Emniyet Hizmetleri’inin (MAH)  raporlarında çözüm öneriliyordu.

            40-50 kişilik bir Kürt grubu tutuklanacak.Bu, bir “Komünist Kürt hareketi” olarak gösterilip ABD’den daha fazla ekonomik yardım sağlanacaktı. Üniversite gençliği arasındaki “Kürtçülük” hareketleri de önlenmiş olacaktı.

            1958 yılında, Irak’taki askeri darbeden sonra Mustafa Barzani, Sovyetler Birliği’nden Irak’a döndü. Yeni Anayasa’da, “Irak’ın Arapların ve Kürtlerin devleti olduğu” hükmü yer aldı.

            Bu, Türkiye Kürtlerinde iyimserlik havası, sınırlı sayıda Kürt aydınları ve Üniversitedeki Kürt öğrencileri arasında bir hareketlilik yarattı. Fakat bu hareketlilik söz, sohbet ve dayanışma sınırlarını aşmadı. Bir örgütlenme yoktu.

            Hepsi istihbarat ajanlarının takibindeydi. Bunların verdiği raporlar dava dosyasına konulmuştu. Bu ajanlardan en ilginci Ahmet Muşlu’ydu. Muşlu, 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi’ni kuran 12 sendikacıdan biriydi. Ajan olarak verdiği raporlarda ipe sapa gelmez iddia ve yorumlar vardı.

            Sanıklar hakkında tutuklamayı gerektirecek  “kuvvetli emare” mevcut değildi. Şayet amaç, bu hareketi önlemek olsaydı, olgunlaşması beklenirdi, isim hanesi boş bırakılan tutuklama müzekkereleri düzenlenmezdi.

            Asıl amaç, dış yardım alabilmeye yönelikti. MİT raporunda belirtildiği gibi, bir “Komünist Kürt” tehdidinin varlığını göstermek için bu operasyon yapıldı.

            Cumhuriyet dönemi iktidarları, sorunlarını çözmek için hep Kürtleri  ve “Kürt tehdidi”ni araç olarak kullandılar. 49’lar olayı da bunlardan biriydi. Ama sonuncusu değildi.

                                   Y E N İ   A K I Ş

            Yazı dizisinde Roja Newe (Yeni Akış) adında bir dergiden söz ediliyor.  “Roja Newe”  diye bir dergi yok. 1966 yılında  Yeni Akış adıyla aylık bir dergi yayınladım. Yayın dili Türkçeydi. İçinde Kürtçe şiirler  de vardı.

 Musa Anter’in yayımladığı Kürtçe şiir ve daha sonra yayımlanan, Kürtçe yazıların da yer  aldığı DENG dergisi önemli hareketlerdi. İnkar edilen Kürt kültürünün varlığını ispat amacı taşıyordu.

            Deng Dergisi yasaldı. O dönemde, Kürtçe yayın yasak değildi. İktidar dergiyi kapatmak istiyor, fakat yasal bir neden bulamıyordu. İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda, “sırf Kürtçe yayın yaptığı için derginin kapatılamayacağı, böyle bir tedbirin alınması halinde dergiyi yayımlayanların Anayasa Mahkemesi’ne başvurup lehlerine hüküm alacakları, bu bakımdan takibata geçilmemesi gerektiği”  görüşü kabul edilmişti.

            Dergi’yi muhakkak kapatmak istiyorlardı. Abdulsettar Hemavendi’nin kullanıldığı bir komployla, dergiyi yayımlayanların da içinde bulunduğu  23 kişi tutuklandı ve dergi fiilen kapandı.

            Dergi’de “Aslanoğlu” imzasıyla, “Sılo’ya Mektuplar” başlıklı yazılarım vardı. Aslanoğlu’nun kim olduğunu tespit edemedikleri için tutuklanmaktan kurtuldum ve sayı 24’e çıkmadı.

            Abdulsettar Hemavendi Iraklı bir emlakçi değildi. Ortadoğu çapında bir dolandırıcıydı. Kralları, cumhurbaşkanlarını dolandırırdı. Türkiye’ye üç kez geldi. Her defasında ayrı bir suçtan (Nurculuktan, Kürtçülükten, Komünizmden) tutuklandı.  Ankara cezaevinde altı aya yakın birlikte kaldık. Birçok yabancı dil bilen 140 kilo ağırlığında karanlık bir adamdı.

                        Kürt Sorununa Çözüm Önerileri

            1966 yılından önce birkaç kez Kürtçe yayın girişimleri oldu. Kuşkusuz, bu girişimler çok önemliydi. İnkar politikalarına karşı, Kürtlerin varlığını ortaya koyan girişimlerdi.

            Fakat kimse bir çözüm önerisi getirmiyordu, getiremiyordu. “Kürt” sözcüğünün yasaklandığı bir ortamda, Kürt kimliğinin kabulüne dayalı çözümleri legal alanda tartışmak mümkün görülmüyordu.

            İşte böyle bir dönemde, Kürt sorununu tartışmak ve çözüm bulmak amacıyla Yeni Akış Dergisini yayınladım. Bir yazı kadrosu yoktu. Kemal Burkay’dan ve bazı Kürt aydınlarından aldığım birkaç yazı dışında, bütün yazıları, değişik isimlerle, yazmak durumunda kaldım.

Bu yazıların bir kısmını ( www. mehmetaliaslan.com ) web sayfasında bulmak mümkün.

             Tamamen kişisel olan bu girişim, büyük etki yarattı. Kürt Halkı ve özellikle üniversiteli gençler arasında büyük bir coşkuyla karşılandı.  Türkiye’de ilk kez “Kürt Halkı” ve  “Türkiye Halkları”  terimleri basında yer almıştı.

                        Türk Sosyalistlerinin tavrı

            Dergi, yeni bir dil kullanıyordu. Bu  dil, Kürt milliyetçilerinin ve Türk sosyalistlerinin  diline ve düşünce kalıplarına uymuyordu.

Babıali basını, birinci sayfalarından, dergiyi Komünist ve Kürtçü bir tehdit olarak kamuoyuna duyurup savcıları göreve çağırdılar. Bazı yazarlar köşelerinde bana küfrettiler.

            Türk sosyalistleri ise yazıların içeriğine itiraz etmiyorlar, fakat sorunu gündeme getirmenin zamanı olmadığını ileri sürüyorlardı.  Sosyalistler iktidar olunca, nasıl olsa sorunu çözeceklerdi. Buna karşı biz,  “sosyalistlerin iktidar olabilmesi için Kürt Halkı’nın desteğine ihtiyacı vardır. Bu desteği sağlamak için şimdiden onların sorunlarıyla ilgilenmek, çözüm önerilerini tartışmak ve  bu şekilde onların güvenini kazanmak gerekiyor. Ayrıca, Türk toplumunun, Kürtler hakkındaki önyargılarından kurtulabilmesi için de sorunun şimdiden tartışılması zorunluluğu var.”  diyorduk.

            1966 yılında TİP Genel Kurulu  Malatya’da toplandı. TİP’in bir çok örgütünü kurmuş ve ve kurulmalarına yardımcı olmuş  faal ve etkili bir partiliydim. 1965 seçimlerinde, AP’nin liste başı teklifini ret etmiş, örgütün muhalefetine rağmen, bir arkadaşımı liste başında aday göstermiştim. Genel Yönetim Kurulu’na seçilmemi gerektirecek bir çok neden vardı.

            Genel Yönetim Kurulu aday listesini Aybar, Aren, Boran hazırlıyordu. Listede ben de yer almak istedim. Ret ettiler ve ret sebebi olarak da Yeni Akış yayınını gösterdiler. Bu yayınların Parti’ye zarar vereceği  görüşündeydiler. Oysa, Dergi’deki görüşler, Kürtlerin TİP’e güvenini daha çok artırmıştı.

            Bağımsız aday oldum. TİP Genel Kurulu liderlerin görüşüne katılmadı. Türk ve Kürt sosyalistleri büyük bir oy çoğunluğuyla beni seçtiler.  Sonraları lider kadronun da görüşü değişti. TİP’in kapanmasına neden olan “Kürt Halkı” terimi, Genel Kurul Kararı olarak kabul edildi.

                        “Millet” mi , “Halk” mı ?

            Dergi 4 sayı yayımlandı. 5. sayı basıma verilirken tutuklandım. Kişisel bir girişim olduğu için de devam etmedi.

            İktidarlar Kürt Sorunu’nu, asimilasyon politikalarıyla, Kürtler, ulus-devletlerini kurma mücadeleleriyle çözmeğe çalışıyorlardı. Taraflar “Türk Milleti” ve “KürtMilleti”ydi. Bu, iki “Millet” arasında  -şartlar elverişli olduğunda- kaçınılmaz bir savaş demekti.

            Oysa, asimilasyon mümkün olmadığı gibi, bölgede sınırların değişmezliği konusunda anlaşmış olan Ortadoğu’ya müdahil büyük güçler, böylesi radikal değişikliklere izin vermiyorlardı.

            Sonuç alınamayan bir savaşın her iki kesimde yaratacağı tahribat büyük olacaktı. Bundan da  zarar görecek olan, egemen güçler değil, her iki tarafın yoksul halk kesimleriydi.

            Bunu önlemek, barışçı ve insani bir çözüm bulmak gerekiyordu. Bu da “millet” yerine “halk” dinamiğini harekete geçirmekle olurdu.

            Her iki halkın emekçileri, ezilen sınıf ve tabakaları örgütlenip, egemen sınıf ve tabakalardan iktidarı alacak, eşitliğe, adalete dayalı bir düzen kuracaklardı. Bunu da şiddeti dışlayan, demokratik ve barışçı yöntemlerle gerçekleştireceklerdi. Öncü Parti anlayışı ve Sovyet Modeli dışında, demokrasiye dayalı sosyalist bir düzen amaçlanıyordu.

            Dergi’nin 3. sayısında, Sosyalizm ve Kürtler başlıklı yazıda , “Türkiye’nin doğusunda yaşayan, kendine has dili, kültürü, örfü adeti olan bir Kürt Halkı vardır. Bu halk, cehaletin ve sefaletin kucağına terk edilmiştir. Baskı ve ayrı muamele, sosyal kanunların  gereği olarak ayrımcı akımları geliştirecektir.”

             “Türkiye’deki işçi, köylü, esnaf, dar gelirli memur gibi emeği ile geçinenlerin ırk farkı gözetilmeksizin menfaatleri ortaktır. Kendilerini sömüren emperyalist güçlere ve yerli ortaklarına karşı aynı safta mücadele etmeleri gerekir. Birbirlerinin etnik özelliklerine, diline, kültür değerlerine gösterecekleri saygı, dayanışmayı sağlayacaktır… Türk ve Kürt Halklarının işbirliği ve dayanışması kendi sınıf çıkarlarını koruyan ve savunan politik organizasyonlar içinde bir anlam kazanır. Nasıl Türk egemen sınıfları ile Kürt ağa ve şeyhleri her şeye rağmen aynı kurum ve partilerde birleşiyorlarsa, Kürt ve Türk Halkları da bunlara karşı kendi kurum ve partilerinde birleşmek zorundadırlar.” deniliyordu.

            Dergi’nin  4. sayısında yayımlanan “Kürt Halkının Yeri”  başlıklı yazıda da şu görüşler yer alıyordu.  “Çağımızda teşkilatlanmayan bir grubun veya bir teşkilat aracılığı ile savunulmayan bir fikrin başarı şansı zayıftır, hatta yoktur. Bu teşkilatlanmanın en etkililerinden biri de siyasi partilerdir. Meselenin demokratik yoldan çözümünü arzu eden Türk ve Kürt Halkları sosyalist partilerde birleşmekle en etkili ve doğru mücadele yolunu seçmiş olacaklardır. Faşist tehlikeyi önleme bakımından da bu zorunludur.” 

 

                        Legal, demokratik ve barışçı mücadele yöntemi 

            Yeni Akış’ın bu görüşünün temel unsuru, legal, demokratik ve barışçı mücadeleydi. Bu metot göz ardı edildiğinde, hem başarı şansı azalıyor ve hem de halklar arası yabancılaşmayı ve çatışmayı önlemek mümkün olmuyordu.

            Yeni Akış’ın 2. sayısının arka kapağında şu satırlar vardı. “İktidarlar… mücadeleyi kendileri için  daha elverişli olan Anayasa ve kanunlar dışı bir alana itmek ve gayrimeşru şekilde yakalamak isterler.  Çeşitli tertip ve tahriklerle bunu başarırlarsa karşılarındaki kuvvetleri kolayca ezerler. Özellikle sosyalist hareket, baskı altındaki dini mezhep ve akımlar ile doğu halkı bu oyuna getirilmeğe çalışılmaktadır. İktidarların faşist emellerini gerçekleştirmeye imkan vermemek için yukarıda sayılan halkçı ve demokratik kuvvetler bu oyuna gelmemeğe dikkat etmeli ve tertiplere karşı uyanık olmalıdır. Mücadelenin Anayasa dışına itilmesi engellenmeli ve iktidar Anayasa çerçevesi içinde mücadeleye mecbur edilmelidir.”                      ( O dönemde, 11. maddesinde, “Temel hak ve hürriyetler, Anayasa’nın özüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir” diyen özgürlükçü 1961 Anayasası yürürlükteydi.)

            Legal demokratik mücadele yöntemi, ilk döneminde, TİP’in, özenle uyguladığı temel politikasıydı.  Yandaşları kanalıyla TKP’nin TİP’e müdahalesi, illegal yöntemi benimseyen 68’lilerin ve  Kürt Örgütlerinin hareketleri, legal demokratik yöntemin uygulanmasını engelledi.

            Bu hareketler, egemen güçler tarafından, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin ortamını hazırlamak için araç olarak kullanıldı. Darbeler döneminde uygulanan korkunç işkence ve baskılar da PKK’yi yarattı. Bu gün, temel felsefesi aynı kalmak şartıyla,  dünyadaki ve bölgedeki değişimle beraber bu realiteyi de dikkate alarak, durumu yeniden değerlendirmek gerekiyor.

                                   DEVRİMCİ  DOĞU  KÜLTÜR  OCAKLARI

            Daha önce TİP’in yandaş örgütleri sayılan gençlik örgütleri, 1968 yılında TİP’e karşı     bir tutum  içine girdiler. Bu örgütlerin ulusalcı söylemleri Kürtleri rahatsız ediyordu. Kürt gençleri arasında ayrı bir örgütlenme isteği yaygındı.  Ben ve Tarık Ziya Ekinci kendilerine yardım ettik. Hatta programını ben yazdım.

            Derneğin, TİP’in ya da gelişmelere göre TİP’teki Kürt Grubu’nun yandaş kuruluşu olmasını amaçlamıştık. Fakat Derneğin kurucularının niyeti farklı olacak ki, kısa bir süre sonra dernek bağımsız bir parti gibi hareket etmeye başladı. Arkadaşlardan bir kısmı onlarla birlikte hareket etti. Bir kısmı ise ilişkiyi kesti.

                                   İ K İ     S A İ T   O L A Y I

            İki Sait de arkadaşlarımdı. Her ikisi de 49’lar davasının sanıklarıydılar. Dr. Sait Kırmızıtoprak zeki, yetenekli fakat son derece hırslıydı. Sait Elçi ise dürüst,fedakar. Cesur        bir insandı. Dr. Sait, Türk Solu geleneğinde yer almışken, Sait Elçi, Kürt Milliyetçi grubunun içindeydi. Bu nedenle birbirlerine sempatileri yoktu.

            Dr. Sait 1968’lere doğru bir arayış içine girdi. Okuduğu kitaplar arasında (bir kısmı Fransızcaydı) ağırlıklı olarak Küba Devrimi ve Fidel Castro ile ilgili olanlar ağırlıktaydı.          Dr. Sait  bir Castro hayranı kesilmişti.

            1968’de, aralarında Sait Elçi’nin de bulunduğu, Türkiye’deki KDP mensubu bir grup Kürt milliyetçisi Antalya’da tutuklandı. Isparta’da askerlik görevini yapan Dr.Sait onları ziyaret için bir çok kez Antalya’ya gidip onları ziyaret etti. Bu grupla aralarında bir dostluk ilişkisi gelişti.  Bu, her iki Sait’in trajik sonunu hazırlayan olayların başlangıcı oldu.

            Olayı anlamak için, Türkiye’deki Kürt Demokrat Partisi (KDP) yi iyi bilmek gerekiyor. T-KDP 1966 yılında Avukat Faik Bucak’ın girişimiyle kuruldu.

            1965 seçimlerinden önce,  Kürt din hocalarını ve aydınlarını ziyaret ediyor, TİP’e katılmalarını ve TİP’in Doğu’daki örgütlenmesine yardımcı olmalarını sağlamaya çalışıyordum.

            Bu arada Urfa’da Avukat Faik Bucak’ı da ziyaret ettim ve TİP’ten aday olması için iknaa çalıştım. TİP’e sempatisi vardı. Fakat TİP’in kazanabileceğine inanmıyordu. Bağımsız aday olacak ve kazanırsa TİP’e katılacaktı.

            Bunun imkansızlığını belirttim. Milli Bakiye’ye göre TİP’ten seçilmesi ihtimali çok güçlüydü. İkna olmadı. 1965 seçimlerinde Faik Bucak bağımsız  adayolarak TİP’ten fazla oy almasına rağmen seçilemedi. Daha az oy alan TİP adayı Behice Boran Meclise girdi.

                        Kürt Demokratik Partisi’nin Kuruluşu

            Faik Bucak, sevdiğim ve saygı duyduğum değerli bir aydındı. Seçimden sonra benimle görüşmek istedi. Urfa’ya gittim.  Birlikte illegal bir Kürt Partisi kurmak istiyordu.

            Ben,  “illegal hareketlerin halk kitleleriyle ilişki kurmakta zorlandığını ve bu nedenle etkili olamadıklarını, şimdiye kadar kurulan bütün legal ve illegal örgütlerin hepsinin içinde istihbarat elemanlarının bulunduğunu, Ahmet Muşlu olayında olduğu gibi, legal örgütlerde bunun büyük bir sorun yaratmadığını, fakat illegal örgütlerin yönlendirmeye ve provokasyona açık olduğunu” anlattım. Ayrıca “Sadece Kürtlerden oluşan örgütlerde, insanlar, Kürt kavramının içine hapsoluyor, bütün çalışmalar ve söylemler etnik sorunların dışına taşmıyor.  Ekonomi, eğitim, sosyal haklar, dünyadaki gelişmeler gibi konularla kimse ilgilenmiyor ve bu da Kürt toplumunun izolasyonuna yol açıyor, toplumun gelişmesini engelliyor. Kürtlerin bulunmadığı Türk örgütlerinde de milliyetçi anlayışların etkinliği artıyor ve bu, iki halk arasında çatışma zeminini yaratıyor. Kürt ve Türk aydınlarının aynı örgütlerde bulunması, milliyetçi eğilimleri törpülüyor, ön yargıları yok ediyor. Bunların birbirlerinden öğrenecekleri çok şey var.”

            Bu nedenle TİP’te yer almasını ve birlikte çalışmamızı önerdim.  Hatta bir defasında, yine kendisinin arzusu üzerine Mehmet Emin Bozaslan ile birlikte Urfa’ya gittik. Fakat anlaşamadık.

            Bir süre sonra KDP kuruldu. 1966 yılında Faik Bucak’ın öldürülmesinden sonra Genel Sekreterliğe Sait Elçi getirildi. (Genel Başkanlık yoktu)

            Sait Elçi dürüst, fedakar ve cesur bir insandı. Ama arkadaşları Parti’nin gelişememesini onun entelektüel yetersizliğine bağlıyorlardı. Bu nedenle de Parti’ye katılacak Kürt aydını arayışına girdiler. Feqi Hüseyin Sağnıç Erzurum’da bana geldi. “Halk kitlelerine ulaşmak ve onların örgütlenmesini sağlamak bakımından legal demokratik hareketin en etkili yöntem olduğunu” kendisine anlattım ve yukarıda yazılı sakıncaları da ekledim. Kendilerine katılamayacağımı söyledim. Sonuç olarak birbirimizi ikna edemeden ayrıldık.

Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın  Kürdistan’a gidişi

            KDP, bundan sonra Dr. Sait’e öneriyi götürdü. Sait hemen kabul etti.

Aralarındaki anlaşmaya göre, Sait Elçi Genel Sekreter olarak kalacak. Dr. Sait Politbüro  üyesi olacak. Irak Kürdistanı’na gidip orada bir üs kuracaktı. Bu, Fidel Castro hayranı Dr. Sait’in aradığı bir fırsattı

            Dr. Sait bu anlaşmaya uygun olarak Kürdistan’a gitti.Gidişinden önce de eşi ve iki çocuğuyla birlikte Erzurum’da bana geldi. Durumu anlattı. Gittikten sonra benimle temas kurabilir miydi.

            O dönemde bazı istihbarat elemanlarının , özellikle Kürt gençlerini silahlı bir isyana teşvik için  yoğun bir çaba içinde olduklarını, bunların arasında genç subayların da bulunduğunu duyuyorduk.

            Yirminci yüzyıl boyunca denenmiş ve her defasında Kürtlerin toplu kıyımına yol açmış provokatif bir yöntemin uygulanmaya konulmak istendiği görülüyordu.

            Kendisine bunları anlattım. Bu politikalara araç olmamasını söyledim. İkimizin bir gazete çıkaracak maddi imkanları ve deneyimi vardı. Birlikte  böyle bir girişimde bulunmayı önerdim.  Fakat o kararlıydı. Ona, benimle temas kurmamasını kesin bir dille söyledim. Bir daha da  görüşemedik.

            Dr.Sait Kürdistan’a gitti. Kendisine ve arkadaşlarına Metina dağlarının arkasında bir köyde yer verildi. Mustafa Barzani’nin ve bölge komutanlarının Dr. Sait’in amaçlarından haberleri yoktu.  Güç durumda kalmış bir grup Kürt gencine yardım etmek istemişlerdi.

            Dr. Sait’in gidişinden sonra 12 Mart askeri darbesi oldu. Benim hakkımda da tutuklama kararı çıktı. Yurt dışına gitmek istiyordum. Acaba güneyden Kürdistan’a geçip, oradan da Avrupa’ya gidebilir miydim ?

            Bu arada dikkatimi bir şey çekti. Dr. Sait ve arkadaşları gayet rahat Türkiye’ye geliyorlar  ve burada toplantılar yapıyorlardı.  Bundan MİT’in haberdar olmaması mümkün değildi. Geliş gidişlere sınırdaki köylerin muhtarları yardım ediyorlardı. Bunlar da genellikle MİT’e yakınlardı.

            Dr. Sait’in MİT ile ilişkisinin olması imkansızdı. Sait, en azından bu konuda dürüsttü.

Anlaşılan istihbarat, hareketin olgunlaşıp eyleme dönüşmesini istiyor ve bunun için kolaylaştırıcı bir rol oynuyordu.

            Bunun üzerine başka bir yoldan Fransa’ya gittim. Birkaç ay sonra arkadaşlarımızdan Ahmet Aras’ın, Almanya’da Konstanz’a geldiğini bildirdiler. Ahmet’in de hakkında tutuklama kararı vardı. Güney’e  kaçmış ve Dr. Sait’in yanına gitmiş, olaylara şahit olmuştu.

            Konstanz’a gittim. Ahmet günlerce konuştu ve olayı ayrıntılarıyla anlattı.

            Kısa bir süre sonra , KDP çevresinden  Muhterem Biçimli ve Mele Mahmut, o dönemde Paris’te öğrenci olan, şimdiki Paris Kürt Enstitüsü BaşkanıKendal Nezan’a Beyrut’tan haber gönderdiler ve yardım istediler.

            Kendal, biri de bende bulunan 2 pasaportu  alarak Beyrut’a gitti ve fotoğrafları değiştirilen bu pasaportlarla onları Paris’e getirdi. Bir haftadan fazla benim evimde kaldılar. Günlerce konuştuk. Olayı bir de onlar anlattılar.

            Yine Sait’le Kürdistan’a giden Dr. Faik Savaş’ı  Batı Berlin’deki evinde ziyaret ettim. Türkiye’ye dönüşümde de olayı yakından bilen kişilerle konuştum.

            Hepsinin ortak anlatımıyla, olay şu şekilde cereyan etmişti.

                        Sait Elçi’nin öldürülmesi

            Dr. Sait, Kürdistan’a  KDP’nin politbüro üyesi olarak gitmişti. Örgütün Türkiye’deki   merkez yönetiminin emrinde olacak, onların talimatına göre hareket edecekti.Fakat Kürdistan’a gidince, orada, kendisinin genel sekreteri olduğu yeni bir örgüt kuruyor. Sait Elçi’nin genel   sekreteri olduğu KDP’lilerinin de kendilerine katılmalarını ve talimatlarına göre hareket etmelerini istiyor.

            Buna Sait Elçi’nin tepkisi çok sert oluyor. Aldatılmışlık duygusuna kapılıyor ve bunu ihanet olarak kabul ediyor. Kürdistan’a geçip bu durumu Mustafa Barzani’ye şikayet etmek istiyor. Elçi’nin arkadaşları arasında Dr. Sait’in adamı veya adamları vardı. Elçi’nin niyetini ve Kürdistan’a geçişini Dr. Sait’e bildiriyorlar. Elçi’nin Barzani’ye ulaşması, Dr. Sait için çok kötü sonuçlar yaratabilirdi. Barzani’nin yönetim kadrosu Sait Elçi’yi tanıyor ve sanırım kendisine güveniyorlardı.  Bu çevrede Dr. Sait’i kimse tanımazdı. Elçi’nin söylediklerine inanacaklardı.

            Sait Elçi’yi bir şekilde bulundukları yere getiriyor. Kulplu Hikmet Buluttekin’e emrederek Sait Elçi’yi öldürtüyor.  Dr. Faik Savaş’ın amcasının oğlu, Faik’i görmek için  Elçi’yle beraber gelmiş ve Elçi’nin öldürülmesine tanık olmuştu. Delilleri yok etmek için onu da  Ömer Çetin’e emrederek öldürttürüyor.

                        Dr. Sait Kırmızıtoprak ve Hikmet Buluttekin’in idamı

            Sait Elçi’den haber alınamayınca, arkadaşları Kürdistan’a gidip araştırıyorlar. Sait Elçi’nin Dr. Sait tarafından öldürüldüğünü öğreniyorlar ve durumu Mustafa Barzani’ye bildiriyorlar. Barzani’nin Bahtinan Bölgesi’nden sorumlu komutanlarından Esat Hoşevi,          Dr. Sait  ve arkadaşlarını, Ahmet Aras gibi orada misafir bulunanları gözaltına alıyor.  Cinayet sorumluları Dr. Sait Kırmızıtoprak, Hikmet Buluttekin ve Ömer Çetin tutuklanıyorlar. Diğerleri sınırdışı ediliyor. Dr. Sait ile Hikmet Buluttekin idam ediliyor. Nüfuzlu Kürt aşiret reislerinin, Barzani nezdindeki girişimiyle Ömer Çetin serbest bırakılıyor.

            Olaydan sonra, Mustafa Barzani’nin sağ kolu olarak bilinen, onun dış ilişkilerini yürüten Xebat gazetesinin başyazarı Dara Tevfik ile Paris’te görüştüm.Saitler  olayını da sordum.

            Dara’nın bana anlattıkları şuydu. “Mustafa Barzani, Türkiye’yi rahatsız edecek hareketlerden kaçınıyor ve bu gibi hareketlere müsamaha göstermiyor. Bu, onun temel politikasıdır. Bunu oğullarına ve çevresine de hep söyler.”

            “Dr. Sait ve arkadaşlarının Türkiye’de karışıklık yaratacak, Türkiye’yi rahatsız edecek bir hazırlıkları vardı. Bunu gizlediler ve Barzani’yi aldattılar.”

            Dara, sırf bu nedenle Dr. Sait ve arkadaşının idam edildiğini söylemedi. Ama konuşmasından esas nedenin bu olduğu anlaşılıyordu. Ayrıca, ortada bir cinayet olayı da vardı. İki kişi öldürülmüştü.  Bütün bunlar, Dr. Sait ve arkadaşının idamını kaçınılmaz kılmıştı.

            Irak’tan Kürt mültecilerin Türkiye’ye geliş yıllarıydı. Mültecilerin hukuki sorunlarıyla ilgilendim.  Madame Mitterande’ın  mültecileri ziyaretindeberaberdim.Organizasyona yardım ettim.  “Kürt Mülteciler” diye bir kitap yayınladım.

            O dönemlerde Mesut Barzani Paris’e gelmişti. Kürt mültecilere gösterdiğim ilgiden dolayı benimle görüşmek istediğini söylediler. Gittim, birkaç gün beraber kaldım. Ona da bu olayı sordum.

            “Biz” dedi. “kararı Türkiye Kürtlerine bıraktık.  Onlar idam edilmesini istediler. Biz de onların kararını uyguladık.”   “Türkiye Kürtleri”  dediği, Türkiye KDP’si idi. Onlar da Sait Elçi’nin arkadaşlarıydı.

                        Komplo teorileri

            Saitler konusundaki gerçek dışı yorumlar, hem Saitleri ve hem de Mustafa Barzani’yi tanımamaktan kaynaklanıyor.

            Mustafa Barzani, Kürtler arasında efsane bir liderdi. Bu efsane, halk arasında, bugün de yaşıyor. Saitler ise Iraktaki Kürt Halkı arasında bilinmeyen isimlerdi.

            Dr. Sait’i halkın sevdiği iddiasının da gerçekle bir ilgisi yoktur.

            Barzaniler de, avlanmak ve ağaç kesmek büyük günah kabul edilir ve yasaktır. Dr. Sait ve arkadaşları, yerleştirildikleri köyde, kaldıkları binaların çevresindeki ağaçları kesiyorlar. Köylüler, Mustafa Barzani’nin izniyle buraya yerleştikleri için karşı çıkmıyorlar. Fakat bu nedenle kendilerinden nefret ediyorlar. Zaten Dr. Sait’in mizacı da halkla iyi ilişkiler kurmaya müsait değildi.  Yakalanıp götürüldükleri zaman köylüler bayram etmişti.

            Saitleri, efsane lider Mustafa Barzani’yle mukayese edip ciddiyetten çok uzak bir takım komplo teorileri üretilmektedir. Saitlerin gücünü abartmamak lazım.  O dönemdeki Türkiye ve Ortadoğu güçler dengesinde onların esamisi okunmazdı.

            İki Sait’in öldürülmesi olayı, tamamen KDP içindeki kişisel iktidar kavgasının sonucudur. İkisine de yazık oldu.

                                                                                                       Mehmet Ali Aslan

DTP ve Kürtler

Bağımsız adaylarla girilen 2007 milletvekili seçimlerinde barajın önleyici gücünün olmadığı görüldü. DTP Meclis’e girdi. İyi de oldu. Bu arada kafalara bazı sorular takıldı.

1995, 1999, 2002 seçimlerinde seçim sistemi aynıydı, baraj aynı barajdı. Kamuoyu yoklamalarında HADEP’in, DEHAP’ın oy oranı yüzde 5-6 arası tahmin ediliyordu. Parti olarak barajı aşmaları mümkün değildi. O dönemlerde, HADEP’in, DEHAP’ın bağımsız adaylarla seçime girmelerini ısrarla söyledik. Dinlemediler, baraja takıldılar. Hatta 2002 seçimlerinde kendilerini suçladık. “Devlete egemen güç, Kürtlerin, kimlikleriyle Meclis’e girmesine karşıdır. Siz bu politikalara uygun hareket ediyor ve Kürtlerin, kimlikleriyle Meclis’e girmesini önlüyorsunuz” dedik. Onların bu ağır suçlamamıza verdikleri cevap, bağımsız Kürt adayları ihanetle suçlamak oldu. Kendilerini destekleyen Kürt medyası da bu kampanyaya destek verdi ve Kürtler Meclis dışında kaldı.

Herkes şunu merak ediyor. Nasıl oldu da DTP’li profesyonel Kürt politikacılar, dün ihanetle suçladıkları bağımsız adaylığın, bugün uygun bir yöntem olduğunu keşfettiler?

AKP’nin halk desteği tahminlerin ötesinde artıyordu. Kamuoyu yoklamalarıyla bu artış trendi doğru olarak izleniyordu. AKP’nin Meclis’te Anayasa’yı değiştirecek ve cumhurbaşkanını yalnız başına seçtirecek bir çoğunluğu sağlaması mümkündü. Devlete egemen güç, bu ihtimali Cumhuriyet’in kurumlarına ve değerlerine yönelik büyük bir tehdit olarak görüyordu. Bunu önlemek lazımdı. Kürtler CHP’ye ve MHP’ye oy vermeyeceklerine göre, DTP’nin barajı aşmaması durumunda, bu oylara tekabül eden milletvekillikleri AKP’nin olacaktı. Oysa bağımsız adaylar için baraj sorunu olmadığından, seçimi kazanabilir ve AKP’nin 367 sayısına ulaşması engellenebilirdi. Devlete egemen güç açısından Kürt milletvekillerinin Meclis’e girmeleri “ehven-i şer”di. İstenen oldu.

Madem ki bağımsız adaylarla Meclis’e girmek mümkündü, neden bugüne kadar bu yol denenmedi? 1995 seçimlerinden bu yana geçen 12 yıl kaybedildi. Bu bir hatanın mı, yoksa bilinçli bir politikanın sonucu mudur? Bunun, devlete egemen gücün politikaları ve istemleriyle bir ilgisi var mıdır?

2007 seçimlerinin en önemli olaylarından birisi, Baskın Oran’ın, Türkiye’deki sosyalist, demokrat aydınların mutabakatıyla bağımsız aday olarak seçime girmesiydi. Baskın Oran bağımsız olan tek bağımsız adaydı. Ezber bozacak cesarete, donanıma ve güçlü bir kişiliğe sahipti. Meclis’te olması, baskı altındaki yoksul Kürt halkına da büyük yarar sağlayacaktı.

Ama bu, mevcut düzen için büyük bir tehlikeydi. Önlenmesi gerekirdi. Devlete egemen güç, ne yapıp edip Baskın Oran’ın seçilmesini engelleyecekti. Bunu DTP kanalıyla yaptı. DTP’liler Diyarbakır’da, İstanbul 1. Bölgede Türk solundan aydınları seçtirdiler. Ama Baskın Oran’ın karşısına kendilerinden bir aday gösterip Baskın Oran’ın seçilmesini engellediler. Oylar belliydi. Kendi adaylarının kesin olarak seçilemeyeceğini de biliyorlardı. Ama oyun, Baskın Oran’ı seçtirmemek üzerine kuruldu ve sistemin korkulu rüyası, ezber bozan Baskın Oran, DTP’nin yardımıyla seçtirilmedi. Bu, DTP ve selefleri partilere egemen olan profesyonel politikacılar hakkındaki kuşkuları daha da artırdı. Özellikle son 30 yıl içinde, çeşitli yönlerden gelen baskı ve saldırılarla, Kürtlerin legal alanda etkili olan politik ve aydın kadroları etkisizleştirildi. Dünyadaki ve bölgemizdeki gelişmeleri iyi kavrayan, doğru değerlendiren ve bunları dikkate alarak, halkın ihtiyaçlarına, özlem ve taleplerine cevap veren, sorunlarına çözüm getiren, gerçekçi, uygulanabilir politikalar ve projeler üreten legal demokratik bir Kürt muhalefet hareketinin örgütlenmesi, DTP’li kadrolar ve bu konuda onları destekleyen güçler tarafından önlendi. Kürt muhalefet hareketlerinin tarihsel birikimi yok sayıldı ve Kürtlerin entelektüel kapasitesi dumura uğratıldı. Legal politik alan, hiçbir gerçekçi ve uygulanabilir politikası ve projesi olmayan profesyonel bir kadronun tekeline bırakıldı.

Kürtler Genellemesi

Çaresiz ve gelecekten umutsuz Kürt halkı, bugüne kadar ya hepsi milliyetçi/ulusalcı partilerden ehven-i şer olanına ya da sisteme duydukları tepkiden dolayı, sırf etnik kimlikleri nedeniyle, Kürt olan takıma oy vermek durumunda kaldı. Ciddi kuruluşların örnekleme yöntemiyle yaptıkları araştırmalarda, Türkiye’de en az 15 milyon Kürt’ün bulunduğu tespit edilmiş. Bu Türkiye nüfusunun yüzde 20’sinden fazladır. Kürt seçmen sayısının aynı oranda olması gerekir. DTP’nin desteklediği bağımsız adaylara verilen oyların toplam geçerli oy sayısına oranı yüzde 4’ün, Kürt seçmen sayısına oranı ise yüzde 20’nin altındadır. Kürt seçmenlerin yüzde 80’inden fazlası DTP’nin desteklediği bağımsız adaylara oy vermedi. Bu durumda, DTP’nin Kürtlerin temsilcisi olduğu iddiasını ciddiye almak mümkün müdür? Bu oy oranı da düşüş eğilimine girdi. Kaldı ki “Kürtler” diye bir genelleme yapmak doğru değildir. Kürt toplumu çeşitli sınıf ve tabakalardan oluşur. Etnik kimlikleri üzerindeki baskılar, bazı konularda ortak tepkilere yol açsa da, kendi aralarında büyük çıkar çatışmaları vardır. Kürtlerden söz ederken “hangi Kürtler” sorusunu sormamız gerekir.

AKP, CHP ve MHP’nin Meclis gruplarında, Türkiye’nin en yetenekli ve donanımlı aydınları ve uzmanları arasından seçilenler var. DTP grubunu Kürtlerin temsilcisi sayıp onların karşısında düşecekleri acz durumunu Kürtlere mal etmek büyük haksızlık olacaktır. Bugüne kadarki açıklamaları ve davranışları da pek iç açıcı olmadı. Böyle yanlış bir değerlendirme, Türkiye’nin demokratikleşme projesinin başarısını da zora sokacaktır.

Ortadoğu’da yeni dengelerin oluştuğu bir dönemdeyiz. Bölgenin en çok ezilen mazlum halkı olan Kürtler, bulundukları ülkelerin istikrarına ve demokratikleşmesine ne kadar katkı sağlarlarsa, o ölçüde sorunlarının çözümünü de kolaylaştırırlar.

Kürt toplumları, ancak, barışın egemen olduğu, istikrarlı ve demokratik bir Ortadoğu’da, diğer halklarla birlikte ve onlarla eşit bir statüde özgürlüğe ve refaha kavuşabilirler. Bunun için öncelikle, Kürt toplumlarının demokrasiyi içselleştirmeleri, izolasyondan kurtulup demokratik kurumların ve hareketlerin içinde yer almaları, kendi kurumlarında ve iç ilişkilerinde demokratik kurallara ve anlayışa uygun davranmaları gerekir. Ortadoğu’nun istikrarı ve demokratikleşmesinde en önemli unsur Türkiye’dir. AB’ye üye demokratik, istikrarlı ve kalkınmış bir Türkiye modeli, komşu ülkeler için de teşvik edici, bu yöndeki gelişmeleri destekleyici bir rol oynayacaktır. Bundan da en fazla yarar sağlayan Kürtler olacaktır.

Türkiye’deki Kürt toplumuna bakıldığında, umutsuz olmamakla beraber, fazla iyimser de olamıyoruz. Kürt toplumunun önemli bir kesimi ve diyaspora, dünyadan ve Türkiye’den izole yaşıyor. Önemli bir gettolaşma var. Politik alana, lider kültüne bağlı kadrolar egemen. Özgür düşünen ve hareket eden Kürt aydınları ve politik önderler, bu alandan tamamen tasfiye edildi ve etkisizleştirildi. Türkiye toplumunun yüzde 20’sinden fazlasını teşkil eden Kürtlerin iç ilişkilerinde, demokratik kurallar işlemez, özgür düşünme ve tartışmaya yer verilmezse, Türkiye’de demokrasiyi kurmak ve AB ile bütünleşmek de mümkün olmaz.

Ülkenin bir kesiminde lider kültüne bağlı totaliter anlayışa uygun bir yönetim, diğerinde demokrasi olabilir mi? Kürt kimliği üzerindeki baskılar kalkar, bölgesel kalkınma planıyla Doğu ve Güneydoğu her alandaki geri kalmışlıktan kurtulursa, tepki oylarıyla varlığını sürdüren DTP gibi partiler marjinalleşir. İnsanlar etnik, dinsel kimliklerine göre değil, ekonomik, sosyal menfaatlerine göre hareket eder ve buna uygun örgütlerde yer alırlar. Bu şekilde siyaset normalleşir. Demokratikleşmenin önündeki engeller de düşüncelerini ve davranışlarını milliyetçilikten arındırmış, politikanın odağına insanı yerleştiren Kürtlerin ve Türklerin işbirliği ve dayanışması ile aşılır.

Ağustos 2007                                                    

MEHMET ALİ ASLAN

Not: Bu yazı Radikal Gazetesi eki Radikal2’de 19/08/2007 tarihinde yayınlanmıştır, http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7362  bağlantısından ulaşabilirsiniz.

Terörist

T   E   R   Ö   R   İ   S   T 

( 1 )

             Genelkurmay Başkanı’nın tanımıyla “düşük yoğunluklu savaş”ın devam ettiği yıllardı.

            Fatê teyzenin, biri kız üç çocuğu PKK’ye katılmıştı.  Eşi, çocuklarını bulma umuduyla Örgüt ile temas ararken, kolluk kuvvetlerince yakalanıp gözaltına alınmış; günlerce süren sorgudan sonra imzaladığı  “itirafname”nin, işkence sonucu zorla kendisine imzalattırıldığına mahkemeyi ikna edemediği için  “örgüt üyeliği”nden sanık olarak cezaevinde tutukluydu.

            Fatê teyze yalnız kalmıştı. Bulunduğu köy, boşaltılan ve yıkılan binlerce köyden biri değildi. Ne var ki, geçimleri hayvancılığa bağlı olan bu yörede, yaylalara çıkışın devletçe yasaklanması, köylülerin ellerindeki hayvan varlığını da kaybetmelerine neden olmuş ve ekonomik yaşam kaynakları kurumuştu. 

            Bu durum, bir kısım devlet görevlilerinin uyguladığı baskılarla birleşince, köy halkının önemli bir bölümü büyük kentlerin varoşlarına sığınmışlardı.

            Her geçen gün canlılığını kaybeden bu dağ köyünde Fatê teyzenin yalnızlığı daha da artıyor, çekilmez hale geliyordu.

            Yoksul bir aileydi, televizyonları yoktu. Çocuklarıyla ilgili bir haber alır umuduyla, komşularından birinin televizyonunu izlemeye çalışıyordu.

            Türkçe kanallar söz birliği etmişçesine, çocuklarından ve onların arkadaşlarından  “terörist”  diye söz ediyorlardı.

            “Terörist”in gerçek anlamını bilmiyordu. İlk kez duymuştu. O’na sıcak gelmişti.  “Terörist” sözcüğünü her duydukça vücudunu ılık bir özlem ve sevgi duygusu sarıyor, çocuklarına kavuşmanın umudu yeşeriyordu.

            “Terörist”, çocuklarıyla özdeşleşmiş bir sözcüktü. Bir ana yüreğinin çocuklarına duyduğu, o karşılıksız, içten ve değişmez güçlü sevgiyi ifade ediyordu.

 

 

            Soğuk ve zifirikaranlık  bir sonbahar gecesiydi. Bütün ışıklar sönmüş, köy bir ölüm sessizliğine gömülmüştü. 

            Geceyarısına doğru köpek havlamaları bu sessizliği bozdu. Birkaç silahlı kişi, köyün girişinde bulunan evin kapısını çaldılar.

            Fatê teyze, Kürtçe “kimsiniz” diye sordu.

            Dışardakiler de, Kürtçe “biz tanrı misafiriyiz, ne olur aç, biraz ısınmak ve sonra gitmek istiyoruz” dediler.

            Fatê teyze “olmaz” dedi. “Yalnızım, kimseyi eve alamam. Başka yere gidin.”

            Dışardakiler, “Yapma teyze, bu gece yarısı, bu soğukta nereye gidebiliriz. Bizler de senin evlatlarınız. Çok fazla da kalmayacağız.”

            Fatê teyze “olmaz” dedi. “Bu geceyarısı kimseyi eve alamam.” 

            Bu yörede ailelerin büyük çoğunluğunun çocukları PKK’ye katılmıştı. Onların etkisiyle PKK’ye sempatileri vardı. Bundan yararlanmayı düşündüler. Bu teyze de PKK sempatizanlarından biri olabilirdi.

            “Biz PKK’liyiz. Biz gerillayız.Ne olur kapıyı aç, teyze.”

            Bir an çocukları gözlerinin önüne geldi. Belki onlar da bu gençler gibi, kimbilir hangi dağ köyünde, kimbilir hangi kapıyı çalıyorlardı. Ya da bir kaya oyuğunda aç ve soğuktan titriyor olabilirlerdi.

            Kapıyı açmak isterken, civar köylerden çoğu ailelerin başına gelen olayları hatırladı. 

            Özel timlerin içinde çok iyi Kürtçe bilenler vardı.  PKK’li giysileriyle ve o kimlikle evlere gidiyor, kendilerine yardım eden kimseleri saptayıp gözaltına alıyorlardı.

            “PKK’liyiz” diyen bu insanlar, özel tim mensupları olamazlar mıydı? Eşi aklına geldi. Kendisini cezaevinde ziyaret ederken, O, günlerce süren gözaltı döneminde uğradığı işkenceleri anlatmıştı.

            Korktu, irkildi. Kendi başına da aynı şey gelebilirdi. Kapının sürgüsüne uzanan elini çekti. Kolları çaresizlikle yana düştü. Titrek bir sesle “Olmaz, boşuna uğraşmayın, açmam” dedi. 

            Fatê teyzeyi ikna etmek mümkün değildi.  Bütün israrlara rağmen kapıyı açmamakta direniyordu.

            Dışardakilerden biri son bir umutla bağırdı.

            “Teyze, biz teröristiz, terörist.”

            Romatizmaları yüzünden gece uyumamış, yorgun Fatê teyze birden canlandı. Hemen kapıyı açtı. Işık saçan gözleriyle karanlıktakileri seçmeye çalıştı. İlk gördüğü silahlı gencin boynuna sarıldı. 

            “Teyzeniz size kurban. Niye daha önce terörist olduğunuzu söylemediniz.”

            İkisi kız, beş silahlı gençti gelenler. Her birini ayrı ayrı kucaklayıp öptü, kokladı, bağrına bastı. Kuşkusu kalmamıştı. Evet, bunlar da çocukları gibi teröristti. 

            Sevgisi bunlarda yoğunlaşmıştı. Eşinden ve çocuklarından ayrı kalmanın, dayanılmaz yoksulluğunun sorumluları olarak da  “ötekiler”i görüyordu.  Güçsüz ve çaresizdi. Tek yapabildiği beddua etmekti. Gençleri içeri alırken, bedduaları da gecenin sessizliğinde yankılanıyordu.

  

 ( 2 )

 

            Bayram arifesiydi. Ankara Esenboğa havaalanı, bayramı aileleriyle birlikte geçirmek isteyenlerin akınına uğramıştı.  THY uçakları ihtiyaca cevap veremiyordu. Bu nedenle de seferlerde meydana gelen gecikmeler ve iptaller yolcuları çileden çıkarıyordu. 

            Uçaklar başka hatlara tahsis edildiğinden, Kars ve Erzincan seferleri de iptal edilmişti. Bu uygulamaya yolcular isyan ediyordu.

O da bir Kars yolcusuydu. Diğer yolcularla birlikte Müdürün odasını işgal ettiler.  Müdürün yanında oturan iki milletvekili, sorunu çözeceklerini söylüyor, gergin havayı yumuşatmaya çalışıyorlardı. 

Müdür de  “sayın parlamenterler ile bir çözüm bulacaklarını”  söyledi ve yolcuların derhal odayı terketmelerini istedi. Bu bir oyalama taktiği idi.

Yolcular çıkmak üzereyken, O birden  “parlamenterler de kim oluyor” diye bağırıp üzerlerine yürüdü. Parlamenterler odayı terk etmiş, Müdür bu fırtınanın hiç de iyi sonuç vermeyeceğini anlamış, Erzincan ve Kars yolcuları için Erzurum’a bir uçak tahsis etmişti. 

Üniversite öğrencisi olan kızı, havaalanı lokantasında kendisini bekliyordu. Bir kısım yolcular da  rahat bir nefes almak için lokantaya gelmişlerdi.

O, yolcuların gözünde bir kahramandı. Öfkeli ve sert tavrı ile uçak tahsisinde önemli rol oynamıştı. 

Yandaki masalarda oturanlar  “Babanla gurur duymalısın”,  “Ne mutlu sana, böyle bir baban var” diye kızına iltifat ediyorlardı. 

50-60 yaşlarında bir bayan yolcu,  “Erzurum’dan Erzincan’a gideceğim. Vakit geç oldu. Acaba gece gidebilir miyim ?” diye sordu.

“Çok rahat gidebilirsiniz, herhangi bir sorun olmaz. Vasıta bulmakta da güçlük çekmezsiniz.” dedi.

Bayan yolcunun endişesi vasıta bulmak değildi.  Açıkladı.

“O bölgede teröristler var. Geceleri yol kesiyorlar. Ben bundan endişe ediyorum.”

Uçak bulmanın keyfiyle herkes neşeliydi. Bu ortamın etkisiyle,

“Endişe etmenize gerek yok.”  dedi. “Ben, o terörist dediklerinizin avukatıyım.  Bölgeyi iyi biliyorum. Bu sıralarda hiçbir olay olmuyor.  Güven içinde gidebilirsiniz.” 

“Terörist dediklerinizin avukatı”.  Bu cümle soğuk bir duş etkisi yaptı. Bir anda havayı dondurdu. Yüzler çevrildi. Herkes ona arkasını döndü. Göz göze gelmemeye dikkat ettiler. “Terörist”e duyulan nefret, biraz önce “kahraman” olarak gördükleri “terörist denilenlerin avukatı”na yönelmişti.

Kimbilir belki de bunların asker olan çocukları vardı. Onları bir çatışmada kaybetmiş, ya da kaybetmekten korkuyorlardı. Bunun sorumlusu olarak da “terörist” dedikleri kişileri ve onlarla ilgili olanları görüyorlardı. Ya da medyanın yarattığı şartlanmaların etkisiyle bu düşmanca tavrı takınıyorlardı. 

Kızı “baba” dedi, “bunlara ne oldu, bizden yüz çevirdiler.”

Bu gibi olaylarla çok karşılaştığı için onların bu tavrını umursamadı.

“Evet” dedi. “Onların gözünde biraz önce kahramandım, şimdi de bir hain.”

 

( 3 )

 

            Yaşanan iki olay. Aynı yaşlarda iki kadın. Biri kürt, diğeri Türk. Aynı TV kanallarından  “terörist”i duydular. Algılamaları ise farklı oldu.

            Birisi için  “terörist”, oğlunu, kızını ve onlara duyduğu  sevgiyi, özlemi ifade ediyor. 

            Diğeri için “terörist”, yol kesen, adam öldüren, ülkeyi bölen korkunç ve tehlikeli biri, “düşman” ve “hain”. O, nefretin, yöneldiği bir odak. Bu nefret sadece O’na değil, O’nunla ilgili ne varsa, mensup olduğu etnik gruptan avukatına kadar her şeye yönelik. 

            Bunlar tekil olaylar değil. Her iki olay da, iki taraf çoğunluğunca paylaşılan bir anlayışı, kültürel temellere oturmuş bir tavrı simgeliyor.  Kavramlara farklı anlamlar yükleniyor, olaylar farklı algılanıyor.  

            Bu, Türkiye’nin zihinlerdeki bölünmüşlüğünü gösteriyor. Kurulu düzeni korumak için çekilen “birlik” ve  “beraberlik”  nutukları ise bölünmüşlüğü her gün biraz daha artırıyor ve fiziki bölünmeye giden kapıların aralanmasına yol açıyor.

            Oysa, egemenlerin dışında,  bu ülkede yaşayan insanların menfaatleri birdir ve aynı kaderi paylaşıyorlar. 

            Egemen güçler, Fatê teyze, eşi ve çocuklarının trajedisine, Türk halkının yoksulluğuna ve geriliğine yol açan bu baskı rejimini , soygun ve talan ekonomisini, halkı düşman kamplara ayırıp biribirlerine kırdırarak, rantlardan pay alan her iki tarafın profesyonel politikacılarının ve bir kısım  “aydınlarının”, doğrudan veya dolaylı desteğini de  sağlayarak sürdürüyorlar.

            Her iki halk, bu gerçeği görmedikçe, insan odaklı demokratik bir düzenin kurulması için bilinçli ve örgütlü güçlerini birleştirmedikçe, sorunlara çözüm bulunamayacağını bilmemiz gerekir.

           

Aralık 2000

Mehmet Ali Aslan