Mücadelemiz Anayasanın İçindedir ve Açıktır

MÜCADELEMİZ ANAYASANIN İÇİNDEDİR VE AÇIKTIR

Hiçbir ayrım gözetmeksizin Türkiye halkının insanca yaşama imkanlarına kavuşması için katıldığımız mücadele Anayasa sınırları içinde ve açıktır.

İsteklerimizin haklı ve Anayasaya uygunluğu bizi bu şekilde davranmaya zorlar.

Egemen çevreler ancak insan hakları ilkelerini hiçe sayıp Anayasayı çiğnemekle isteklerimize karşı çıkabilirler.

Bu bakımdan, Anayasa çerçevesinde yapılacak bir mücadelenin galibi muhakkak biziz.

MÜCADELEYİ ANAYASA DIŞINA İTME

İktidarlar bu gerçeği anladıklarından mücadeleyi kendileri için daha elverişli olan Anayasa ve kanunlar dışı bir alana itmek ve gayri meşru şekilde yakalamak isterler.

Çeşitli tertip ve tahriklerle bunu başarırlarsa karşılarındaki kuvvetleri kolayca ezerler.

OYUNA GELMEMELİ

Özellikle, sosyalist hareket, baskı altındaki dini mezhep ve akımlar ile doğu halkı bu oyuna getirilmeye çalışılmaktadır.

İktidarların faşist emellerini gerçekleştirmeye imkan vermemek için yukarıda sayılan halkçı ve demokratik kuvvetler bu oyuna gelmemeye dikkat etmeli ve tertiplere karşı uyanık olmalıdır. Mücadelenin Anayasa dışına itilmesi engellenmeli ve iktidar Anayasa çerçevesi içinde mücadeleye mecbur edilmelidir.

ANAYASA UYGULANMALI

Bütün Türkiye halkının insanca yaşama mücadelesinin başarıya ulaşması için Anayasanın tastamam ve eksiksiz uygulanması şarttır.

İktidarlar Anayasayı uygulamamak için direnmektedirler.

Türkiye’nin tüm ezilenleri egemen çevrelerin direnişini kırmalı, Anayasanın kendilerine tanıdığı hakları muhafaza ve müdafaa etmeli, Anayasayı eksiksiz olarak uygulatmalıdırlar. Bu gücü gösteremedikleri takdirde başarıya ulaşmaları çok zor ve geç olacaktır.

ANAYASA NE DER

Anayasa çerçevesinde mücadele, egemen çevreler için elverişli değildir.

Çünkü insan hakları ilkelerine bağlı ve hukuk devleti anlayışına uygun Anayasamız insanca yaşama imkanlarına kavuşmak için yapılan mücadelede ezilenlerden yanadır.

İktidarlar, Anayasa ilkelerini hiçe sayarak faşist bir rejim kurar, halkçı uyanış ve davranışları baskı ile ezerlerse gayrimeşru duruma düşeceklerdir. Böyle bir halde milletin “meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkı”nı kullanacağını Anayasamız başlangıç kısmında belirtmiştir.

Temel hakların niteliğine, korunmasına, özüne ve eşitlik ilkesine ait Anayasamızın üç önemli maddesi de aynen aşağıya alınmıştır.

Madde 10 – Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.

Devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşamayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırır; insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar.

Madde 11 – Temel hak ve hürriyetler, Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir.

Kanun, kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa, bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.

Madde 12 – Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin, kanun önünde eşittir.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınmaz.

Kürt Mülteciler, Göçmen Türkler

               Yüz binden fazla Iraklı Kürt, 1988 yazında Türkiye sınırına dayandı. Kimyasal bombaların, zehirli gazların bölgeye yaydığı ölümden kaçıyorlardı.

               Saddam rejimi, Kürtler’in bulunduğu sivil yerleşim merkezlerine karşı kimyasal bombalarla saldırıya geçmişti. Çocuk, kadın, genç, yaşlı ayrımı gözetilmeden bütün Kürtler yok edilmek isteniyordu. Bu bir soykırımdı.

                Iraklı Kürtler’in büyük çoğunluğu kadın ve çocuktu. Türkiye’den sığınma hakkı istediler. Birkaç gün sınırda bekletildikten sonra, kamuoyunun baskısı ve Sayın Özal’ın etkisiyle Türkiye’ye kabul edildiler.

                Başbakan Sayın Özal’ın gelenlerin soydaşları olduklarını belirttiği bölge halkı, Iraklı Kürtler’i evlerine aldı. Ekmeklerini onlarla bölüştüler. Acılarını paylaştılar.

Fakat iktidar, halkın bu gönüllü yardımına kuşkuyla baktı. Mültecileri enterne edip tel örgülerle çevrili kamplara yerleştirdi.

Beslenme, barınma ve sağlık ihtiyaçları en alt düzeyde karşılandı. Gezi, yerleşme ve çalışma özgürlüklerinden yoksun bırakıldılar. Çocuklara eğitim ve öğretim imkanları sağlanmadı. Kendi çabalarıyla yapmak istedikleri öğretime ise idare engel oldu. Gelecekleri belirsiz ve psikolojik bunalım içindedirler.

Türkiye’nin de onayladığı uluslararası sözleşmelere göre mülteci oldukları halde hükümet onlara mültecilik sıfatı tanımıyor. Mültecilik sıfatı tanınmayınca da dış yardımlardan yararlanamıyorlar. Çünkü dış yardımlar ancak mültecilik sıfatı tanınanlara verilebiliyor.

2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu, yardım toplanmasını idarenin iznine bağlamış. Hükümet ve emrindeki idare, kurulan yardım komitelerine izin vermediği için yurt içinde yapılmak istenen yardımlar da engellenmiş oldu.

Ψ

                Türkiye 1989 yazında, bu kez Bulgaristan’dan gelen bir göç dalgasıyla hareketlendi.

        Gelenler, kimyasal bombaların, zehirli gazların yarattığı dehşet ortamından kurtulmak için kaçmıyorlardı.

Ellerinde pasaportları, alabildikleri kadar eşyaları ve ceplerinde bir miktar paralarıyla birer turist gibi geldiler. Birçoğunun otomobili de vardı.

Geldikleri ülkede önemli maddi sorunlarının olmaması gerekirdi. Bulgaristan işgücü açığı olan ve yabancı işçi istihdam eden bir ülkedir. Gelenlerin hepsinin çalıştıkları bir işi vardı.

9 milyonluk Bulgaristan’ın kişi başına milli geliri 54 milyonluk Türkiye’nin birkaç katıdır.

1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme’ye göre gelenler mülteci değildir. Pasaportla serbest olarak gelen, dönme olanakları bulunan ve haklarında takibat yapıldığı konusunda bir delil olmayan Bulgaristan Türkleri iltica talebinde de bulunmamışlardır.

Fakat hukuki statüleri ne olursa olsun, Bulgaristanlı Türkler, hükümet ve siyasi partiler tarafından olağanüstü bir ilgiyle karşılandılar.

Cumhurbaşkanından bütün parti liderlerine kadar herkes sınıra koştu. TRT ve basın olayın üzerinde gereğinden de fazla durdu. Bankalar, büyük gazeteler ve birçok kurum yardım kampanyaları açtılar. Kürt mülteciler olayında olduğu gibi Yardım Toplama Kanunu’nun engeliyle karşılaşmadılar. Hükümet ve yardım kurumları gereken her türlü yardımı yapmakta gecikmediler. “Bursa’da binden fazla işçinin son aylarda bu şehre gelen göçmenlere istihdam yaratmak için işten çıkarılması. Bazı KİT’lerde bu yönde bir emekliliğe ayırma harekâtının sessizce yürütülmesi… Kaba bir hesapla, göçmenlere ev ve istihdam sağlamanın faturasının 2 trilyon lirayı aşacağı…” haberleri basında yer aldı.

Yetkililer göç olayının nedeni olarak Bulgaristan’da uygulanan asimilasyon politikasını gösterdiler. Bulgaristan bu suçlamayı reddetti.

Çünkü asimilasyon insan haklarına en büyük, en ağır saldırıdır. İnsanın etnik kimliğini, kültürel varlığını ve sonuçta manevi kişiliğini yok etmeye yönelik bir suçtur. Bir insanlık suçudur. Uluslararası sözleşmelerin yasakladığı, hukuka ve insan haklarına aykırı olan asimilasyon uygulanıyorsa, buna maruz kalanların her türlü tepkiyi göstermeye hakları vardır.

Yalnız düşündürücü olan şu: Asimilasyon politikasının yıllar önce uygulandığı söyleniyor. Ama o dönemlerde fazla bir ses çıkmadı. Sosyalist ülkelerde demokratikleşmenin başladığı bir dönemde olaylar patlak verdi.

Gelenler, demokratikleşme hareketinin başladığı ve geliştiği bu dönemde, sosyalist demokrasiye geçiş için Bulgaristan’daki halklara destek olamazlar mıydı?

Bulgaristan Türkleri sorunlarını, şimdiye kadar beraber yaşadıkları Bulgaristan’daki halklarla işbirliği yaparak çözemezler miydi? Ülkelerinden ayrılmakla hem geride kalanlar için hem de geldikleri ülke için yeni sorunlar yarattıklarının farkında değiller mi?

Halkımız bir olup bittiyle karşı karşıyadır. Beklenmeyen bir misafir de olsa, imkânlar ölçüsünde misafiri ağırlamak kaçınılmaz hale gelmiştir.

Fakat bunu yaparken kamuoyunun duyarlı olduğu iki konuya dikkat edilmelidir.

Kürt mültecilerle göçmen Türkler’e karşı hükümetin, bürokrasinin ve basının farklı tavrı kamuoyunda gittikçe büyük tepkilere yol açıyor.

Kürtler’in Türkiye’de kalmaları bir zorunluluktan doğuyor. Irak’ta demokratik bir iktidarın işbaşına geldiği gün vatanlarına döneceklerdir. Şimdilik sorunun çözümü için vakit geçirilmeden Kürt mültecilere mültecilik sıfatının tanınması gerekir.

Göçmenler ayrıcalıklı bir konuma getirilmemeli ve vatandaşların işi ve geliri için bir tehdit unsuru olmamalıdır.

Ψ

Türkiye’nin dış politikası iki ayrı etnik grubun ipoteği altında görünüyor ve bu iç politikayı da şekillendiriyor. Bunlardan biri dış Türkler, diğeri Kürtler’dir.

Televizyonu açın, basına bakın. Hükümetlerin dış ilişkilerini yönlendiren unsurları araştırın. Bunu açıkça göreceksiniz.

Irak, İran ve Suriye ile ilişkilerin ağırlık noktasını hep Ortadoğu’daki Kürt sorunu teşkil eder. Kürtlere karşı alınacak ortak ön, ortak kurumları bile yaratır. Önceliği Kürt sorurunu alınca, bu devletlerle olan ilişkilerde Türkiye halkının gereğince gözetilemez ve çoğunlukla halkımızın çıkarlarıyla ters düşen politikalar saptanır.

Kıbrıs ve Batı Trakya Türkleriyle ilgili sorunlar, Batı ile olan ilişkilerimizi hep olumsuz yönde etkilemiş, bugünkü ekonomik sıkıntılarımızın temel nedenlerinden biri olmuştur.

Bulgaristan Türkleri ise Bulgaristan ve sosyalist ülkelerle ilişkilerimizin gerginleşmesine yol açmıştır.

Bu yetmiyormuş gibi bazı çevreler İran’daki, Azeriler’i, Sovyetler Birliği’ndeki Türkleri, birlikte yaşadıkları halklara karşı kışkırtmanın ve Türkiye’yi bir maceraya sürüklemenin hesabı içindedirler.

Aynı çevreler, Kerkük Türkleri’ni, zengin petrol kaynaklarının ele geçirilmesinde bir araç olarak görüyorlar.

Topluma şöyle bir anlayış egemen kılınmak isteniyor: “Türkiye Türkleri’dir. O halde Türkiye Türk soylu olan herkesin vatanıdır. Türk soylu olan kişi nerede olursa olsun Türkiye’ye gelip yerleşmek hakkına sahiptir. Türk soylu olmayan kim olursa olsun yabancıdır.”

Bu anlayışın temelinde ırk unsuru vardır. Öngördükleri devlet de ırkçı bir devlettir.

Türkiye Cumhuriyeti ırk esasına dayalı bir devlet olabilir mi? Bugünkü dünyada konjonktüründe buna izin verirler mi?

Türkiye’de en büyük etnik grup Türk olmakla beraber başka etnik gruplar da vardır. Müslüman etnik gruplar bir yana, Müslüman olmayan etnik grupların halkları Lozan Antlaşması’yla güvence altına alınmıştır. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler bu ülkenin vatandaşı ve sahipleridirler. Müslümanlar da, hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler, yine bu ülkenin gerçek sahipleridirler.

Anayasa’nın 66. Maddesi “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” diyor. Bu Türklük kavramında soy, ırk esası değil, sadece vatandaşlık bağı kabul edilmiştir.

Demek ki bu ülkenin sahipleri, bu ülkenin vatandaşlarıdır. Çünkü bunlar bu vatan için savaştılar. Yıllardır aynı acıları birlikte paylaşıyor, aynı güçlüklere göğüs geriyorlar. Ülkede bulunan tüm zenginlikleri, tüm değerleri ortak emekleriyle bunlar yarattılar.

Türkiye’nin dışında yaşayan hiç kimsenin, hangi soydan gelirse gelsin, vatan üzerinde bir hakkı yoktur. Bu benim vatanımdır diyemez. O, bir yabancıdır.

Onların da acı tatlı hatıralarını paylaştıkları birer vatanı var. Beraber yaşadıkları halklar var.

Sorunları varmış… Tabii ki olacak! Hangi toplumun sorunu yok ki! Çözüm, sorunlardan kaçmak değildir. Toplumun diğer kesimleriyle ve beraber yaşadıkları halklarla birlikte el ele verip bu sorunları çözmeleri gerekir. Hem kendileri, hem içinde bulundukları toplumlar ve hem de insanlık için en doğru yol budur.

Türkiye az gelişmiş bir ülke. Kaynakları sınırlı. Nüfus artış hızı fazla. Bugün 4 milyon işsiz var. Her yıl yarım milyona yakın, bu işsizler ordusuna katılıyor. Üç milyon vatandaşımız Avrupa’da, el kapılarında yaşam mücadelesi veriyor.

Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlara yaptığımız yatırım çok yetersiz. Konut açığı her gün biraz daha büyüyor.

Türkiye, Türk soyundan gelen herkese kapılarını açarsa Türkiye’dekiler nereye gidecek? Onlar nerede iş bulacak?

Buna bakı başkaları da, örneğin vatandaşlarımız olan Rum, ermeni, Yahudi, Kürt, Çerkez ve diğerleri de dışarıdaki soydaşlarını Türkiye’ye davet etseler durum ne olur?

Türkiye yolgeçen hanı mıdır ki, her isteyen soydaşını getirip yerleştirsin?

Olmaz böyle şey!  Bu işin kuralı var. Bu kuralları da Lozan Antlaşması ile Anayasa saptamıştır. Bir de örneğin mültecilerin hukuki durumunda olduğu gibi, uluslararası sözleşme hükümleri vardır.

Türkiye ne dış Türkler’in vatanıdır ve ne de dış Kürtler’in. Türkiye sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarınındır. Ve Türkiye’nin sahipleri sadece onlardır. Hiçbir ayrım gözetmeden, ama birbirlerinin kültürlerine, özelliklerine ve kimliklerine saygılı olarak birlikte bu ülkeyi yöneteceklerdir ve herkesin mutlu olduğu ileri, demokratik bir Türkiye yaratacaklardır.

Türkiye’nin dış politikası, dış Türkler’le Kürtler’in etnik sorunlarına bağımlılıktan kurtarılmalı ve dış politika bu sorunlardan bağımsız olarak saptanmalıdır.

Bu nasıl olur? Öncelikle toplum, şoven milliyetçi anlayışların etkisinden kurtarılmalı. Eğitim ve öğretim demokratikleşmeli. Dış Türkler sorununu yaratan güçlerin etkinliklerine son verilmeli. En önemlisi Kürt sorunu serbest ve özgürce her kesimde tartışılmalı ve barışçı, demokratik, çağdaş bir çözüme varılmalıdır. İçte bir Kürt sorunu kalmamalı ki, Türkiye Ortadoğu’daki Kürt sorununa demokratik ve insani bir anlayışla yaklaşsın.

O zaman ülkemizin ve halkımızın yararına olacak bağımsız bir dış politika saptanabilir. Kuşkusuz bu politikalar diğer halkların yararlarıyla ve evrensel yararla uyum içinde olacaktır. Onlara ters düşmeyecektir.

Türkiye, dış Türkler ve dış Kürtler’le ilgilenmeyecek midir? Elbette ki ilgilenecektir. Fakat bu ilgi, başka devletlerin içişlerine karışmadan, insan hakları çerçevesinde olacaktır.

Çağımız insan hakları çağıdır. İnsan hakları devletlerin içişleri değildir. Hangi ülkede olursa olsun, insan hakları ihlal ediliyorsa buna tepki göstermeliyiz.

Örneğin Irak ve İran’da Kürtler’e yapılan baskılara, Bulgaristan’daki asimilasyon politikasına, Yunanistan’ın Batı Trakya Türkleri’ne, Irak Kerkük Türkleri’ne, İran’ın Azerileri’e uyguladıkları baskılara karşı çıkılmalıdır.

Ama bunun ölçüsü bellidir. Sofya’ya, Kerkük’e ordunun yürümesi, İran’a savaş açılması, Sovyetler Birliği’nin içişlerine müdahale ederek, rejime karşı ayaklanma girişimlerinin kışkırtılması ve Kıbrıs için 55 milyonluk Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarının feda edilmesi değildir.

Evet, sınırlar aşılmadan gereken yapılmalıdır. Yoksa hayatından memnun olmadığını söyleyen her topluluğa “Buyur gel” dersek, Türkiye’de kimseye yer kalmaz. Çünkü dünya, hayatından memnun olmayanlarla doludur.

Mehmet Ali Aslan

 

 

Kürt Sorunu

Bu konuyla ilgili konuşmak çok zor. Bir yandan objektif olmaya, dürüst davranmaya çalışmak, diğer taraftan TCK’nın 142. Maddesine göre suç işlememek. Bu, sırat köprüsünü geçmeye benzer.

Basın hep “Güneydoğu olayları” diyor. Güneydoğu coğrafi bir kavram. Bunun başka bir adı olmalı. Kimse söylemiyor veya söyleyemiyor. Oysa sorunun çözümünü araştırmak için öncelikle doğru adlandırmamız gerekir. Bunu 3 Mart 1987 tarihli Milliyet gazetesinde Sayın M.Ali Birand yaptı. Sayın Birand’ın bir ölçüde dokunulmazlığı var. Bizim de dokunulurluğumuz. Bu nedenle kendisinin söylediklerini tekrarlayalım.

Sayın adaşım, “Bugün karşımızda bir ‘Kürt sorunu’ vardır. Biz resmen, ne kadar ‘dağ Türkleri’ dersek de diyelim, sorunumuz açıkça ‘Kürt sorunudur’, diyor.

Ama bu kadarı yetmiyor. Nedir Kürt sorunu? Nasıl bir tarihsel gelişmeden kaynaklanıyor? Sosyal ve etnik özellik nedir? Hangi özlemler dile getiriliyor ve hangi talepler ileri sürülüyor?

Bütün bu ve bunlar gibi daha birçok sorunların yanıtını araştırmak ve bulmak gerekir.

İşte bunu yapamazsınız. Çünkü TCK’nın 142. Maddesinin kapsamına girer ve yaptırımı 5 ile 10 yıl arası ağır hapis cezasıdır. Yayın yoluyla işlenirse ceza yarı nisbetinde artırılır.

Sorunun çözümü öncelikle sorunun tartışılmasını önleyen yasal ve idari engellerin kaldırılmasına bağlıdır.

Basında izlediğimiz kadarıyla, Güneydoğu’daki silahlı hareketin kadrolarını, büyük ölçüde, 12 Eylül 1980 sonrası işkenceye maruz kalan veya işkence tehdidinden kaçan gençler oluşturuyor.

Bunların çoğunluğu, 12 Eylül 1980 öncesi yasal olduklarına inandıkları birtakım dernek ve parti örgütlenmelerinin içinde yer almışlardı. 12 Eylül’den sonra bilinen operasyonlar yapıldı. Gençlerin çoğunluğu ya Avrupa ülkelerine sığındı veya Güneydoğu’daki sınır bölgelerine kaçtı.

Coğrafi yapının, sosyal çevrenin ve dış ilişkilerin elverişli olduğu bu ortamda silahlı hareket başladı.

1960’tan sonra Türkiye’de nisbi bir demokratikleşme olmasaydı ve DP’nin son dönemindeki baskılar sürdürülseydi, Doğu’da 1970’lerden önce silahlı hareket başlayabilirdi.

Fakat 1961 Anayasası’nın çoğulcu demokratik özelliği, silahlı hareketin seçeneği olarak legal ve demokratik seçeneği güçlendirdi. Bu seçenek özellikle TİP’te ifade edildi ve savunuldu. 12 Mart müdahalesine rağmen bunun etkileri 1980’lere kadar sürdü.

Türkiye’de 1961 Anayasası’nın hükümleri uygulansaydı, bugünkü şiddet hareketlerinin ortamı oluşmazdı ve böyle bir hareket mümkün olmazdı.

Irak-İran Savaşı, bu iki ülkenin kendi içinde de birtakım güç dengesi değişikliklerine yol açtı. Bu gelişmeler, insan haklarına dayalı demokratik bir hukuk devletini ne etkiler ve ne de kendi iç bünyesi ve dengeleri açısından ilgilendirir. Ama Türkiye’de baskıcı otoriter bir yönetimden yana olanlar bu gelişmelerde elbette ki rahatsız olurlar.

Bugün demokratik ve çağdaş bir Türkiye’nin çıkarları için Saddam Hüsayın’i Barzani ve Talabani’ye, Humeyni’yi Kassem Lo’ya tercih etmenin hiçbir mantıklı nedeni yoktur. Kaldı ki bu olaylar komşu ülkelerin içişleridir. Türkiye’nin karışması devletler hukuku, bölge ve dünya barışı açısından doğru değildir.

Bütün komşularımız, Türkiye’nin yayılmacı bir dış politika izlediğini ileri sürüyorlar. Irak’a askeri müdahaleler bu iddiaları destekler nitelikte olmayacak mıdır?

Yerleşim birimlerindeki sivil halkı, kadın ve çocukları hava bombardımanlarının dışında tutmak ne ölçüde mümkündür?

Bu hareket Türkiye’yi Ortadoğu’daki savaş cehennemine de sürükleyebilir. Dün, Alman çıkarları için Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sokan Enver Paşa’nın ruhu, bugün de Batılı ülkelerin Ortadoğu’daki petrol çıkarlarını korumak için aramızda dolaşıyor. Etkin olmamasını temenni edelim.

İktidarın soruna bilimsel, hümanist ve çağdaş bir yaklaşımı yok. Bölgeyi güvenlik güçlerine terk etmiş. Bölgede sıkıyönetim var. Yani hukuk düzeni ve insan hakları askıya alınmış. Vatandaşın hiçbir hukuksal güvencesi yok.

Köy koruculuğu aşiret kavgalarını, kan davalarını körükleyen, halkı birbirine düşüren, düşman eden bir uygulama. Bu, eski Hamidiye Alayları uygulamasını hatırlatıyor. Sultan Abdülhamit, Doğu’daki aşiretleri birbirine düşürmek için aşiret beylerine rütbe ve maaş verdi. Aşiretler Hamidiye Alayları olarak silahlandılar ve bu silahları yıllarca birbirlerine karşı kullandılar.

İnsan hakları Evrensel Bildirisi’ni, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’ni ve Helsinki Sonuç Belgesi’ni imzalayan T.C. Devleti’nin Sultan Abdülhamit yöntemlerine başvurması düşünülmemelidir.

Devlet, vatandaşın can ve mal güvenliğini kendi gücüyle sağlamak zorundadır. Bu görev ve yetkisini kimseye devredemez. O zaman varlık nedeniyle çelişir.

Sıkıyönetimin süreklilik kazandığı bölgede halk sadece güvenlik güçlerinin takdir yetkisine terk edilirse, olacakları tahmin için kahin olmaya gerek yoktur.

Dün işkencenin ve işkence tehdidinin genç insanlar üzerindeki psikolojik etkileri nasıl onları şiddet hareketlerine yönelttiyse, bölge halkı üzerindeki baskılar, yarın onları bu hareketin içine itebilir. Avrupa’ya kaçmış on binlerce aydın, yurda dönüş umutlarını yitirirlerse, onlar da bu harekete katılabilirler.

Şiddet hareketleri başlangıçta sınırlı ve lokaldir. Zamanında sosyal ve ekonomik önlemler alınmazsa kendi altyapısını oluşturur.

Nasıl olur bu?

Hareket içinde insanlar eğitilir. Silah ve malzeme sağlamanın yolları bulunur. Birtakım güçlerle ittifaklar kurulur. Dış ilişkiler gelişir. Ve giderek bu hatrekete bağlı şiddet kurumlaşır.

İşte bu noktada dış konjonktür hareketin başarısına engel ise o ülke cehenneme döner. Bunun adı iç savaştır. Bir ülke için bundan daha büyük felaket düşünülemez. Bu, düzenli orduların savaşı değil, hangi ilde, ilçede ve hangi sokakta, evde veya işyerinde patlayacağı bilinmeyen silahların, bombaların yaratacağı bir cehennemdir.

Silahları susturmanın tek ama bir tek yolu vardır.

O da Türkiye’de demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla kurulmasıdır. Avrupa ile bütünleşmek isteyen bir Türkiye, bu bütünleşme için ne yapması gerekiyorsa, silahları susturmak için de aynı şeyi yapacaktır. Yani çağdaş, çoğulcu, demokratik bir toplum. Tekliğe değil, çeşitliliğe ve bu özgür çeşitliliğin yine özgürce oluşmuş sentezlerine dayanan bir toplum. Bunda geç kalınmamalıdır.

İlk yapılması gereken, sorunun tartışılmasına engel olan yasal düzenlemeleri gerçekleştirmektir. TCK’nın 142. Maddesi ile 2932 sayılı kanun hemen kaldırılmalıdır.

Genel af çıkarılmalı. Vatandaşlıktan çıkarılma kararları iptal edilerek yurt dışında bulunanların dönüşü sağlanmalıdır.

Herkesin eşit olarak katılabildiği özgür bir tartışma ortamında anayasa ve hukuk düzeni, Türkiye’nin imzaladığı İnsan hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi ve Helsinki Sonuç Belgesi hükümlerine uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. Ki bu Türkiye için hukuksal bir zorunluluktur da.

Hukuk düzeninin temel niteliklerinden biri de sürekliliktir. Bu sürekliliği yok eden askeri müdahaleleri önleyecek köklü tedbirler alınmalıdır.

İşkenceyi önleyecek kalıcı ve etkin yasal ve yönetsel önlemler alınmalıdır.

Türkiye, başka ülkelerin içişlerine müdahaleden kaçınan, barışçı bir dış politika izlemelidir.

Gelişme farklarını kısa zamanda giderecek, bölgenin özelliklerine uygun sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma planları yapılarak derhal uygulanmalıdır.

Bütün bunlar insancıl, çağdaş ve demokratik bir bakış açısını gerektirir. Çağdışı şartlanmalardan kurtulmayı gerektirir.

Bu, bölge insanlarına yeni bir kimlik ve kişiliği zorla kabul ettirmeye çalışmakla değil, onların sosyal, kültürel kimliklerine ve kişiliklerine saygı göstermek ve onların yurt düzeyinde her birim ve her kademede verilecek kararlara katılımını sağlamak ve bu kararların uygulanmasını önleyecek engelleri kaldırmakla olur.

Kuşkusuz barışçı ve demokratik çözüm, Türkiye’nin parçalanmasını değil, halkın özgür iradesine dayanan bütünlüğü sağlar.

  M.Ali Aslan

Kürt Trajedisi

           “Kadın, çocuk ve bebeler dahil herkesi, bölgedeki bütün köylerin halkını, binlerce insanı, Zilan deresine doldurdular. Etraflarını makinalı tüfeklerle çevirdiler. Makinalı tüfeklerin başında bizler, yani erler vardı. Ellerimiz tetikteydi ve namlular topluluğa dönüktü. Bizim arkamızda erbaşlar sıralanmıştı. Elleri tüfeklerin tetiğinde namluyu bize yöneltmişlerdi. Onların arkasında, üçüncü sırada subaylar tabancaların namlusuna mermiyi sürmüş bekliyorlardı.

            Biz ateş etmesek erbaşlar bizi vuracaklardı. Onlar bizi vurmazsa subaylar onları ve bizi vuracaklardı.

     Tetiğe bastık. Binlerce mermi deredeki insan topluluğunun üzerine ateş kustu. Kadınların,çocukların, yaşlı, genç erkeklerin korkunç çığlıkları dereyi sardı. Bir süre sonra çığlıklar iniltiye dönüştü. Ve sonra iniltiler de kesildi. Yaşlı ve genç erkeklerin yanında, binlerce kadının, çocuğun, kundaktaki bebeklerin cesetleri bir kan gölü içinde bırakıldı. Kurda, kuşa yem edildi. Bir süre sonra cesetler koktu, çürümeye terk edildi.” 

            Bunlar Kürtlerdi. Kürt kadınları, Kürt çocukları, Kürt bebekleri, genç, yaşlı Kürt insanıydılar. 

            Toplu kıyıma sahne olan Zilan Deresi, Van’ın Erciş ilçesinin 20 km. kuzeyindedir. Bunları anlatan, bu toplu kıyıma katılan erlerden biriydi. Cesetler arasında baygın yattıkları için öldürülmekten kurtulan yaralılar da bu trajediyi yıllarca anlatıp durdular. Halk arasında yakılan ağıtlar, halen ilk günkü duygusallığıyla söylenip dinlenir.

            16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesi bu haberi,

            “ZEYLAN  HAREKATINDA  İMHA EDİLENLER  15.000’DEN  FAZLADIR” başlığıyla veriyordu.

            Haber metninde ise “Zilan deresi lebalep (ağzına kadar) ecsat (cesetler) ile dolmuştur” deniliyordu.

            Devletin tedip ve tenkil hareketi sonucunda, 1930 Eylül’ünde,Zilan Deresi bölgesinde hiçbir insan kalmadı.Köyler ve yayladaki yerleşim yerleri yakılıp yıkıldı. Zilan Deresi, askeri yasak bölge  olarak ilan edildi. Bir süre sonra da Devlet Üretme Çiftliği kuruldu.

            Peki, sonra ne oldu? 

            Toplu kıyımla hiçbir canlının bırakılmadığı bu bölgeye, Afganistan’dan soydaşlar, yani Türkler  getirilip yerleştirildi.

            Soydaşlığın vatandaşlıktan daha üstün bir statü olarak kabul edildiği ve bu anlayışın her alandaki resmi uygulamalara yansıdığı ülkemizde, devlet yetkilileri ve kimi aydınlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ırk esasına dayalı bir devlet olmadığını ileri sürüyorlardı. 

            Harp Tarihi Arşivi’nde mevcut belgelerden alınmış olan bazı bilgilerin yer aldığı Türkiye’de Kürt İsyanları (Faik Bulut)  kitabında, Genelkurmay Başkanlığı’nın 1 Temmuz 1930 tarihli emrine de yer verilmiş.  Genelkurmay Başkanlığı, “Ayaklanma sahasındaki köylerden, ayaklananlara katılmış olanların tamamı yakılacaktır.”  emrini veriyor.  

            Genelkurmay Başkanlığı’nın 3 Ağustos 1930’da yayınladığı emirde, “.. halka ayaklananların mutlaka cezalandırılacağı kanısını vermek için Oramar olayına katılan köylerin ve yayladaki aşiretlerin tespiti ile bunların hava kuvvetleri ile bombardıman ettirilmesi gerekir” deniliyor.

            Bu belgelerde,

            “2 Temmuz 1930’da, kolordu bölgesinde şu hareket ve faaliyetler olmakta idi: Kaymaz, Haçan, Kölesor, Çilli ve Osmanlı köyleri havadan bombalanmış; Patnos bölgesinde ayaklananlara katılan köyler bomba ve makineli tüfek ateşi altına alınmış.”  olduğu yazılıdır. 

            Bu köylerde kadın, çocuk, yaşlı, genç ayrımı yapılmadan toplu bir kıyıma girişilmiştir.Köyler ve yaylalardaki yerleşim yerleri yakılmış ve tahrip edilmiştir. 

            Bu, sadece Zilan ve Ağrı bölgelerinde olmadı. Başta Dersim olmak üzere, diğer bölgelerde daha büyük boyutlarda toplu kıyımlar meydana geldi. 

            O dönemin iktidarına göre “isyan mıntıkasında işlenen fiiller suç sayılmaz” dı. 

            Bölge “serbest atış alanı”ydı.  20 Temmuz 1931 tarih ve 1850 Sayılı Kanunla bu teyit edilmişti. 

            Dünyada, insan hakları ve demokrasi alanında büyük gelişmeler yaşanırken, Kürtlerin durumunda önemli değişiklikler olmadı. Yine kimlikleri inkar edildi, yine aynı baskılar sürdürüldü. Kürtler ve Kürtlerle ilgili düşünceler susturuldu.Aydınlar, gençler ve halktan insanlar tutuklandılar, korkunç işkencelere uğradılar. 

            12 Mart askeri darbesinin öncesinde, köylüler çırılçıplak soyulup, köy meydanlarında, kadınların, çocukların gözleri önünde dövülüyorlardı.

            Bu onur kırıcı olaylara tanık olan o günün çocukları, 12 Eylül askeri darbesi döneminde feci işkencelerin kurbanı oldular. Öldürülenlerin, yakılanların ve intihar ettiği ileri sürülenlerin sayısı büyük boyutlara ulaştı. Yeni bir Kürt ayaklanmasının ortamı yaratıldı. Kürt gençleri bu uygun ortama doğru itildiler. 

            Legal politik mücadele alanı tamamen yok edilip, insanlar işkenceyle, zulümle susturulmaya çalışılınca, gençler silahı alıp dağa çıktılar. 1938’de Dersim’de susan silahlar, 1980 sonrası yeniden konuşmaya başladı.

            Hem Kürtler ve hem de Türk Halkı bakımından  savaşın bilançosu çok ağır oldu. 

            Onbinlerce insan öldü, yaralandı, sakat kaldı.

            Binlerce Kürt faili meçhullere kurban gitti.

            Binlerce köy yakıldı, milyonlarca Kürt insanı göçe mecbur edildi; büyük kentlerin varoşlarında yoksulluğa ve sefalete mahkum edildiler. 

            Eğitimde de büyük kayıplar oldu. Bir kuşağın önemli kesimi alfabeyi bile tanımadı. Okuma olanağını bulan kesimin ise üniversite girişinde yolu tıkandı. Yetersiz bir lise eğitimi, bu gençlere, bunalıma düşme tehlikesinden başka bir şey sağlamadı.

            Türkiye’ye egemen olan güç “düşük yoğunluklu bir savaşı” çıkarma başarısını göstermişti.

            İç savaşın yaşandığı, sıkıyönetimin ve olağanüstü halin süreklilik kazandığı bir ülkede, Devlet içe kapanır. Halkın ve meşru denetim kurumlarının denetiminden uzaklaşır. Kendi içinde illegal gruplar, merkezi yapıdan bağımsız güçler oluşur. Zamanla bunlar ya mafya gruplarıyla ortaklık kurarlar ya da mafyalaşırlar.

            Bugün Türkiye IMF tarafından yönetiliyor ve bir Ortadoğu ülkesi olmaya doğru hızla sürükleniyorsa, bunun nedenleri Kürt politikalarında ve iç savaşın her alanda yarattığı tahribatta aranmalıdır. 

            Ama bütün bunlardan sorumlu olanlar, işin kolayını buldular. Bütün suçu bir tek kişiye, Abdullah Öcalan’a yükleyip kendilerini “temize” çıkardılar.  

            Son dönemde, Irak’a silahlı müdahale, dünyanın ve Türkiye’nin gündeminde yer aldı.

            Dünya, bu müdahalenin yol açacağı gelişmeleri tartıştı. Özellikle, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında, anlaşmazlıkların çözümünde ve yeni bir dünya düzenin oluşmasında, güç mantığına ve gücün yasalarına karşı hukukun gücünü, insani ve demokratik değerleri egemen kılmanın yolları arandı.

            Türkiye’de durum farklı oldu. Konuşmaların, tartışmaların ve politikaların merkezine tek bir unsur yerleştirildi. Kürtler. Her şey buna bağlı olarak değerlendirildi.

            Türk medyasının, aydınlarının yönetici kadrolarının önemli kesimi, Kürtlerin gündeme geldiği her dönemde olduğu gibi, bu son dönemde de milliyetçi histeriye kapıldılar. Kürtleri aşağıladılar, hakaret ettiler, tehdit ettiler. 20 milyona yakın Türkiye Kürdünün gözlerinin içine baka baka bu aşağılık ve mide bulandırıcı kampanyayı sürdürdüler ve sürdürmekte devam ediyorlar. 

            Yüzyıllar öncesi akınların özlem ve heyecanıyla Irak Kürdistanı’na doğru bir akına hazırlandılar. Bu akın için gösterilen gerekçeler, dünya kamuoyu tarafından mantıksız, haksız ve hukuka aykırı bulundu. Milliyetçi şartlanmaların ve önyargıların yarattığı zihin körlüğü, bu değerlendirmelerin anlamını kavramalarını engelledi, iddialarında hala israr ediyorlar. 

            Yukarıda Türkiye’deki Kürtlerin durumunu boşuna anlatmadık. Kendi Kürtlerine bunları reva gören bir iktidar gücü, dış Kürtlere kimbilir ne yapar?

            Dışişleri Bakanı bir diplomat zarafetiyle bunu güzel açıkladı. Irak’a girip Kürtlere haddini bildireceklermiş.

            “Zarif bir diplomat” bunu söylerse, Kürtlerin, Türkiye Cumhuriyeti için  çok büyük  bir tehlike olduğuna inandırılan bir özel tim mensubu ne yapar,  varın siz düşünün. 

            Irak Kürdistanı’nın tarihi, diktatörlere ve zalim yönetimlere karşı başkaldırının ve savaşın da tarihidir. Saddam bunların en acımasızı, en gaddarıydı. Saldırgan tutumuyla hem içte hem dışta büyük katliamlara ve yıkımlara imza attı.

            1980’lerde İran’a saldırdı. Sekiz yıllık savaşta bir milyondan fazla insan öldü. Milyonlarca insan yaralandı, sakat kaldı. Savaşın her iki ülkeye verdiği zarar 400 milyar doları aştı.

            İran birliklerine karşı kimyasal silahlar kullandı. Sivil hedeflere ve kentlere hava akınları düzenledi. Bu şekilde savaş suçu da işledi.

            1988’de Kürtlerin yaşadığı Halepçe ve çevresine kimyasal bombalar attı. Sivil halk neye uğradığını şaşırdı. Kaçamadı, korunamadı. Çocuklar oynarken,analar bebelerini emzirirken öldüler. Sokaklar çocukların, kadınların, genç, yaşlı sivil halkın cesetleriyle doldu. Hiçbir canlı kalmadı.

            O bununla yetinmedi. 180 binden fazla Kürdü ve onbinlerce Şii Arap’ı yok etti. 

            Bütün bu cinayetlerin faili Saddam ve yakın çevresiydi. Hitler’in ruhu, Saddamın bedeninde ortaya çıkmıştı. O Ortadoğu’nun Hitler’iydi.

            Dünyanın buna karşı çıkması, onu ve yakın çevresini, işledikleri insanlık suçundan dolayı yargılayıp cezalandırması gerekirdi. 1990 öncesinin hesabı, ancak 2003’te görülebiliyor. 

            Her ülkenin ve halkın bu olaya bakışı, ABD ve Ortadoğu bölgesiyle olan ilişkilerine göre farklı olacaktır. ABD’nin dış politikasını, müdahaledeki gerçek amaçlarını ve niyetlerini herkes farklı açıdan tartışacaktır. 

            Kürtlerin durumu çok özeldir.  Şayet ABD ve İngiltere’nin koruma şemsiyesi olmasaydı, Saddam ve bazı bölge devletlerinin sandviç operasyonuyla,Kürtler toplu olarak imha edilmiş olacaklardı. 

            Can güvenliği olmayan bir toplumun, kendisini tehditlerden koruyan bir güce bakışı, elbetteki diğerlerinden farklı olacaktır.  

            Komşu ülkelerin tanklarının, toplarının ve tüfeklerinin namluları Kürtlere dönüktür. Bu namluların hedefinde Kürt çocukları, Kürt kadınları, Kürt insanı vardır. Güneyde ise Saddam’ın ölüm kusan savaş makinalarına ve kimyevi silahlarına hedef olmuşlardı.Yalnızdılar, kendilerine yardım edebilecek hiçbir etkili güç yoktu. 

            Tarihte ilk kez bir ordu, onları öldürmeye değil, korumaya geliyordu. İlk kez uçaklardan, helikopterlerden ölüm kusan bombalar, zehirli gazlar atılmıyor, onlara dost eli uzatan yabancılar iniyorlardı. 

            Onlar, ABD müdahalesini, eli kanlı diktatörden  ve rejiminden kurtuluş hareketi, komşu ülkelerin kendilerine yönelik namlularına karşı bir güvence olarak kabul ettiler.

            Komşu devletler, Kürtlere seçenek bırakmamışlardı. Kürtler, ABD’nin yanında olmak zorundaydılar.

            

            F i l   o r m a n a   g i r d i  

           Ortadoğu’da hiçbir devlet, bir hukuk devleti olamadı. Bölgede gücün mantığı ve yasaları geçerliliklerini sürdürüyor. Yani Orman Kanunu uygulanıyor.

            İşte ABD, hukukun uygulanmadığı bu bölgeye müdahale etti. Fil ormana girdi, bütün heybeti ve dehşetiyle. Kurtların, çakalların, ayıların… egemen oldukları, bir çok türleri yoketmeye çalıştıkları ve doğal dengeyi bozdukları ormana girdi.

            Irak’taki caniler grubu dağıldı, kaçtı. Diğerleri korkmuş ve sinmiş olarak bekliyorlar. Fil ne yapacak?

            Ormandaki diğer unsurlar da bir beklenti içinde. Fil doğal dengeyi tesis edecek mi? Kendilerini kurtların, çakalların, ayıların… saldırılarından koruyacak mı?  

             

            G i d e r a y a k    S a d d a m’a   s a y g ı l a r ı n ı   s u n d u l a r

            Irak’a müdahale döneminde ve öncesinde yaşanan olaylar, Türkiye’nin entelektüel ve yönetim  kapasitelerini gözler önüne serdi. İktidarın ve iktidar alternatifi ana muhalefetin Türkiye’yi yönetme ehliyetine sahip olmadığı görüldü. Birkaç istisnayla, anlı şanlı emekli generaller, büyükelçiler, aydınlar ekranlarda ve gazete sayfalarında boy gösterdiler. Çağdışı milliyetçi kalıpların dışına çıkamadılar. Kendi alanlarında bile ne kadar yetersiz ve dünyadaki gelişmelerin dışında kaldıklarını kamuoyu izledi ve umutsuzluğa kapıldı. Kürt düşmanlığının nasıl zihinleri kör ettiğini, insanları nasıl kin ve nefretin duygusallığına mahkum ettiğini üzülerek gördük. Çıkarları için Saddam’ı doğrudan savunmayı göze alamayanlar, Saddam karşıtlarına saldırarak insani ve demokratik değerlerin ne kadar uzağında bulunduklarını gösterdiler. 

            İktidar, müdahale öncesi, bir bakanını Saddam’ı desteklediğini göstermek için Bağdat’a gönderdi. Saddam’a saygılarını sunup methiyeler dizdiler. Üç kuruşluk çıkarları için her şeyi fedaya hazır “işadamları”, 300 kişilik bir grupla bu saygı duruşunda yer aldılar. Ama bunlar Saddam’ın son günlerini yaşadığının farkında olamayacak kadar cahil ve dünyadaki gelişmelerden kopuktular.

            Şimdi ne yaptıklarını bilmiyorum. Ama ABD firmalarının taşaronluğunu kapmak için ABD yetkililerinin kapısında süründüklerine eminim. 

             

            İ k t i d a r   ABD’yi   a l d a t t ı

            Evet, iktidar ABD’yi aldattı. Tabiri mazur görün, ABD’ye kazık attı.

            Beyaz Saray’a gidip Bush’un yanında süklüm püklüm oturdular. ABD ile birlikte hareket edeceklerine söz verdiler, onları umutlandırdılar. 1. tezkereyle de limanlar, üsler açıldı. Binlerce asker ve binlerce ton malzeme getirildi. Uzun süre oyaladıktan sonra  “2.tezkere kabul edilmedi” dendi. ABD Türkiye’yi apar topar terk etmek zorunda kaldı.

            Bu bir oyundu. Ama basit bir oyun. Çocukların bile itibar etmeyecekleri basit bir oyun. 

            Devletler Hukukunun genel ilkelerinden biri de “ahde vefa”dır. 1.tezkere, 2.tezkerenin kabulünü zorunlu kılıyordu. Devlet olarak verdiğiniz sözü tutmak zorundasınız. Yoksa kimse size güvenmez. Uluslararası ilişkilerde büyük güçlükler yaşarsınız ve itibarınız kalmaz. 

            İktidarın bu davranışı ABD’ye karşı olduğu için değil, Türkiye’nin dışarıda güvenirliliğini tahrip ettiği için önemlidir. Bu, Moritanya’ya  ya da Paraguay’a karşı da olsa, durum değişmezdi.

            Türkiye’nin yapması gereken, daha başlangıçta tavrını net olarak koymaktı. Halkın arzusunu dikkate alarak savaşın dışında kalmalı, ne yabancı silahlı kuvvetlerin  geçişine izin vermeli ve ne de bağımsız bir devlet olan Irak’a girmeyi düşünmeliydi. 

            Bunu yapmayıp söz verdiyse, bu sözün arkasında durmalıydı. 

            Fakat iktidar en kötüsünü yaptı. “Stratejik müttefik” olarak kabul ettiği ABD’yi aldattı, amiyane tabiriyle kazık attı. 

             

            C H P   s a v a ş   t a h r i k ç i l i ğ i   y a p ı y o r 

            CHP savaş tahrikçiliği yapıyor. Savaşa karşı olduğunu söylüyor, ama Ordu’yu Irak’a girmeye kışkırtıyor. Bunun bir Kürt-Türk savaşına yol açacağını, Türkiye’yi dünyanın gözünde işgalci bir devlet konumuna düşüreceğini bilerek yapıyor. CHP’deki Kürt politikacılarla sosyal demokrat olduklarını ileri süren şovenistler de bu tahrikçi politikayı alkışlıyor, Ordu’nun Irak Kürdistanı’na yürümesini, orada savaşmasını istiyorlar.

            Ordu kiminle savaşacak? Saddam’ın zulmünden yeni kurtulan mazlum bir halk ile, Kürtlerle mi savaşacak? Namluları kime doğrultacak? Kürt çocuklarına, Kürt kadınlarına mı? 

            Peki, niçin?

            Kürtler Kerkük ve Musul’a girmesinler diye. Saddam’ın ellerinden alıp Araplara verdiği yerlerine, yurtlarına yerleşmesinler diye. Doğal kaynaklarına sahip olmasınlar diye. 

            Sanki Musul ve Kerkük babalarının çiftliği, petrol kuyuları da çiftliğin mallarıdır. Bunun, başta Kürtler olmak üzere Irak halklarının olduğunu, buna kendilerinin karar vereceklerini unutuyorlar. 

            CHP’ye  ne oluyor? Bir bağımsız devletin içişlerine karışma hakkını kim onlara verdi. “Petrolü kim ele geçirirse geçirsin, yeter ki Kürtler sahiplenmesin” mantığına teslim olmaları, hangi şartlanmaların, hangi önyargıların ve düşmanca duyguların eseridir?

            Sistemle bütünleşen Kürt politikacıları, Baykal’ın, Erdoğan, Gül, Arınç gibi delikanlı takımının arkasında saf tutup, onların Kürt düşmanlığı kokan konuşmalarını alkışlıyorlar. Bu tutum ve davranışlarıyla nereye varacaklarını sanıyorlar? Bu beyler, ne zaman “lanet gelsin dünyanın üçbeş kuruşuna, malına, mevkiine “ deyip, onurun, şerefin her şeyden daha değerli olduğunu kabul edecekler. 

            Kürtleri aşağılayanların, kendilerini de aşağıladıklarını, onların onuruyla da oynadıklarını bilmiyorlar mı? 

             

            T ü r k m e n l e r   b a h a n e ,  a m a ç   K ü r t l e r i   v u r m a k

            İktidar, Türkmenleri bahane ederek  Irak’a müdahale etmeye kalkışıyor.

            Türkmenler de Kürtler gibi Saddam rejiminin kurbanlarıdır. Fakat Kürtler rejime başkaldırarak ağır bedeller ödediler, yüzbinlerce kurban verdiler. Böylelikle hem varlıklarını korudular, hem de örgütlü bir toplum haline geldiler.

            Türkmenler bunu yapmadı ya da yapamadı. Asimilasyon politikalarına direnemediler ve varlıklarını koruyamadılar. Bugün Irak’ta ne kadar Türkmen bulunduğu bilinmiyor. Tek bilinen, Saddam döneminde, Kürdistan’ın Kürtlerin denetiminde bulunan bölgesinde 150.000 Türkmen’in var olduğu ve onların da Kürtlerin sağladığı güvenceyle yaşadığıdır. 

            Irak Türkmenleriyle bağı olmayan ve bu işin ticaretini yapan bir kısım Türkmenlerle, Türkiye’deki bazı çevreler, orada istikrarsızlık yaratıp bundan çıkar sağlamaya çalışıyorlar.

            Türkiye’deki iktidarlar bugüne kadar Türkmenlere sahip çıkmadı. Saddam öncesi ve Saddam döneminde Türkmenlerin varlığı tanınmadı. Böyle bir etnik grubun olmadığı ileri sürüldü. Türkiye, Bağdat Paktı ve CENTO’ya Irak ile birlikte üye iken Türkmen sorununu gündeme getirmedi.

            Ecevit, Saddam’ı ziyaretinde, Türkmenlerden söz edince, Saddam salonu terk etti. Misafiri olan Ecevit’i yalnız bıraktı. Nasıl milliyetçi Ecevit’e göre Türkiye’de Kürt yok idiyse, Arap milliyetçisi Saddam’a göre de Irak’ta Türkmen yoktu. Milliyetçi Ecevit, Saddam’ın kendisine karşı olan bu bağışlanmaz kaba tavrını hoş karşıladı. Çünkü Saddam’ a olan saygısı, Türkmenlere olan sevgisinden daha büyüktü. 

            Ne zaman ki Kürtler kendilerini yönetme ve demokratik bir düzen oluşturma girişiminde bulundular, Türkiye Türkmenleri hatırladı. Neredeki Türkmenleri?  Tabii Kürdistandakileri. Oysa Türkmenlerin büyük kısmı Güney’e sürülmüşlerdi. İktidar, sahip çıkacaksa, öncelikle bunlara sahip çıkmalı ve Saddam’dan hesap sormalıydı. Kürtlerle birlikte yaşayan Türkmenleri kışkırtarak olay yaratmamalı ve onların huzurunu bozmamalıydı. 

            Dün Kürtler, toplu kıyımlarla, zehirli gazlarla yok edilmeye çalışılırken, bu trajediye ses çıkarmayıp Saddam’ın yanında yer alan bir kısım Türkmenler, bugün Türkiye’yi kışkırtıp Kürtlerin üzerine Orduyu gönderirlerse, yarın, nasıl onlarla birlikte,  barış içinde bir arada yaşayabilirler?

            İktidar, medya ve bir kısım aydınlar bir şeyi unutuyor. 

            Anayasa ve hukuk mevzuatımızda, hak ve özgürlüklerin ve de yükümlülüklerin süjesi vatandaşlardır. Anayasanın 10. maddesine göre, “dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”ler. “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler … ya da hrıstiyanlar ve müslümanlar arasında ayrım yapılamaz. Bunlara karşı eşit davranma zorunluluğu,  hukukun genel kurallarının, uluslararası sözleşmelerin ve T.C. Anayasasının gereğidir.

            Orta Asya’dan da gelse, Musul ve Kerküklü de olsa T.C. vatandaşı olmayan bütün Türkler yabancıdır.Devletin, T.C. vatandaşı olmayan Türklere ve Türkmenlere ilgisi, ancak insan haklarının ağır ihlali durumunda sözkonusu olabilir. Bu da başka devletlerin içişlerine karışmama ve soydaşlık anlayışıyla hareket etmeme koşullarına bağlıdır. Onlara gösterilecek ilgi, durumlarını iyileştirmeye yönelik olmalıdır. Bir başka grubun durumunun kötüleşmesine yol açacak müdahaleler, BM Antlaşmasının hükümlerine göre suç teşkil eder. 

            Saddam’ın zulmüne maruz kalan Irak halklarına, ister Arap, ister Kürt, ister Türkmen olsun, ırk ayrımı gözetmeden yardımcı olunabilirdi. Bu yapılmadı.Şimdi bu baskı ve zulümden kurtulan halklardan sadece birine, soydaşlarımızdır diye sadece Türkmenlere sahip çıkılır ve Kürtlere karşı bir baskı unsuru olarak kullanılırsa, ırkçılık, ayrımcılık yapılmış olmaz mı? 

            20 milyona yakın Kürt, T.C.vatandaşıdır. Bunlar Devlete vergi ödüyorlar, askerlik yapıyorlar. T.C. Türkler gibi onların da devletidir. 

            Şimdi siz kalkıp Kürtlerin de ödediği vergilerle alınmış silahlarla ve önemli bir kısmı Kürt olan silahlı kuvvetlerle, T.C. vatandaşları Kürtlerin soydaşları olan Irak Kürtlerinin üzerine yürüyeceksiniz. Kim için? T.C. anayasası ve yasalarına göre yabancı sayılan Türkmenler için. 

            Peki, gerekçe.

            “Onlar bizim soydaşlarımızdır” deniliyor.

            İyi de. Ya Kürtler, T.C. vatandaşı milyonlarca Kürdün soydaşları olan Irak Kürtleri düşman mıdırlar? Onları düşman kabul ediyorsanız, bundan, Türkiye’deki Kürtler’in de düşman kabul edildiği sonucu çıkmaz mı? 

            Bu, ırkçılık değil midir? Bu, ayrımcılık değil midir? Bu, uluslararası sözleşmeler gibi, T.C. Anayasası ve yasalarının da ihlali değil midir ve sonuç olarak suç değil midir? Bu anlayış, Türkiye’yi büyük bir iç çatışma ve kargaşa ortamına sürükleyip bütünlüğünü tehdit etmeyecek midir?

            Şimdi iktidarın bütün kesimlerine, ana muhalefet partisine, medyanın etkin isimlerine soruyoruz.

            Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlık esasına dayalı bir devlet midir? Yoksa soy esasına dayalı bir devlet midir? 

            Şayet soy esasına dayalı bir devlet değilse, Kürt ve Türkmen politikaları nasıl izah edilecektir? 

            

            F e d e r a l   s i s t e m   b i r   z o r u n l u l u k t u r

            Türkiye, Kürtlerin Irak’ta federe veya bağımsız bir devlet kurmasını savaş nedeni sayıyor. Yani Kürtler böyle bir girişimde bulunurlarsa, Türk Silahlı Kuvvetleri Irak kürdistanı’na girecek, bütün kurumlarını ve yönetim birimlerini tahrip edecek, onları yine Arapların sultasında, baskısında ezilen örgütsüz bir toplum haline getirecek. Düşünülen budur.

            Irak bağımsız bir devlettir. T.C. ile beraber Birleşmiş Milletler Örgütü’nün üyesidir. BM Antlaşmasının 2/4. maddesi “Tüm üyeler, uluslar arası ilişkilerinde herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı ya da Birleşmiş Milletlerin amaçlarıyla bağdaşmaz bir başka biçimde güç tehdidinde bulunmaktan ya da güç kullanmaktan kaçınır.”

            Maddede sözü edilen “BM’nin amaçları” arasında (madde 1/2)  “halkların hak eşitliği ve kendi yazgılarını belirlemeleri ilkesine saygı” da vardır.

            Peki, bunu dikkate almayıp “güç tehdidinde” bulunulursa  ne olur? Fazla söze gerek yok. Kuveyti işgal eden Saddam’ın başına gelenler olur. 

            Kürtler bağımsız bir devlet kurmayı düşünmüyorlar. Bunu bir çok kez açıkladılar. 

            Kuşkusuz her insan, her toplum bağımsız olmayı, bağımsız yaşamayı ister. Ancak uluslararası konjonktürün, güç dengelerinin elverişli olmaması, ya da diğer halklarla birlikte yaşamanın menfaatlerine daha uygun olması durumunda bu arzularından vazgeçebilirler. 

            Kürtler de Irak’ta bu nedenlerle bağımsız bir Kürt Devleti kurmayı istememektedirler. Yoksa komşu devletlere ayıp olur diye değil. 

            Kürtlerin istediği federal sistemdir. Federal sistemi istemelerinin nedeni de, bunun dışında hiçbir sistemin Irak’ta halkların barış içinde birlikte yaşamalarını sağlamaya elverişli olmamasındandır. 

            Irak, Osmanlı döneminin, Kürtlerin yaşadığı Musul, Sünni Arapların bulunduğu Bağdat ve Şii Arapların bulunduğu  Basra vilayetlerinden meydana gelmiştir. Bu bölgeler, önemli ölçüde homojen nüfus yapılarına sahiptir. Üç vilayetin arasında güçlü bir entegrasyon sağlanamamıştır. Bu nedenle de merkeziyetçi üniter sistemin uygulanma imkanı yoktur. Merkeziyetçi üniter sistemi uygulama girişimleri Irak’ı yıllarca süren bir iç savaşa sürüklemiştir. Barışı sağlamak için Kürtlere tanınan özerklik de sorunu çözememiş ve savaş devam etmiştir.

            Irak’ın siyaset pratiğinde tek çözümün, bütün toplumların, yerelde kendilerini yönetme, merkezde, ülkeyi birlikte yönetme olarak özetleyeceğimiz federal sistem olduğu görülmüştür. Federal sistemi Kürtler daha fazla yetkiye sahip olmak için istemiyor. Demokratik olduğu ve bunun dışında başka hiçbir çözüm bulunmadığı için istiyor.Bugün bütün demokratik ülkelerde ya bu sistem uygulanıyor ya da buna doğru bir gidiş var.

            ABD’nin belirleyici rol oynadığı Irak’ta federal sistem, ABD’lilerin yaşam tarzına ve mantığına uygundur. Çünkü dünyanın en sağlam federal sistemi ABD’nin eyalet sistemidir. Diğer ülkelerde merkez, federe birimlere bir kısım yetkilerini devrettiği halde, ABD’de eyaletler bir kısım yetkilerini merkeze bırakmışlardır. Yani merkezin yetkileri tahdididir. Bunun dışındaki bütün yetkiler eyaletlerindir.

            Umarız Irak’ta da , daha demokratik olan, barış ve istikrarın sağlanmasında daha etkili olan ABD sistemi örnek alınır.

            Şimdi gelelim BM Antlaşmasının yasakladığı “güç tehdidinde bulunan” iktidarın tutumuna. 

            Bağımsız bir devlet olan Irak’ta, halklar, BM Antlaşması’nın  “hak eşitliği ve kendi yazgılarını belirleme ilkesi”ne uygun olarak federal bir sistemi oluşturmaya çalışıyorlar. Bu sistemin, demokrasinin kurulup gelişmesine en uygun bir yapı, bir çerçeve olduğu da bilinen bir gerçektir. 

            İktidar ve buna destek veren milliyetçi medya ve aydınlar korosu, “siz federal sistemi kabul edemezsiniz, ederseniz gelip dünyayı başınıza yıkarız.” diyorlar. 

            Bu mantığı anlayan beri gelsin. Dünyada bunun bir örneği yoktur. Demokratik bir yapı oluşturuluyor diye “güç tehdidi”yle karşılaşan bir ülke var mıdır? Bu çağda olabilir mi? Gösterin.

 

            K ü r t l e r   d ı ş l a n a r a k   b a r ı ş  t e s i s   e d i l e m e z,  i s t i k r a r  s a ğ l a n a m az

            1.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan düzende, Kürtler denkleme dahil edilmemişti. Bu, hem Kürt trajedisine yol açtı ve hem de Ortadoğu’yu istikrarsızlaştırdı.

            Bugün Kürtlerin denkleme dahil edilmesi bir zorunluluk haline gelmiştir. Kürt sorunu dünyanın gündemindedir. Kürtler önemli bir güç olarak tarih sahnesine çıkarken, bir çok sorunun çözümü de Kürt sorununun çözümüne bağlı duruma gelmiştir. Kürt nüfusunun yoğun olarak bulunduğu hiçbir ülke, Kürt kimliğini kabul etmeden ve eşit bir partner olarak onlarla işbirliği yapmadan, istikrarı, kalkınmayı, demokratikleşmeyi sağlayamayacak ve bütünlüğünü korumada zorlanacaktır. 

  

            N e   y a p m a l ı ?

            Türkiye’de etkili güçler korku üretiyorlar. Korkuları topluma salıyorlar. Bu, bir paranoyaya dönüşüyor ve halk kolaylıkla yönlendirilebiliyor.

            Bunların en önemlisi “bölünme” korkusudur. Bölünme, bir felaket, bir kaos olarak sunuluyor. İnsanlar, sahip oldukları her şeyi kaybedeceklerini sanıyorlar. 

            Bölücülük , vatana ihanet suçu gibi ağır bir suç olarak kabul ediliyor. 

            Türkiye’yi bölecek olanlar da belli. Kürtler.  Kürtler “bölücü” olunca, her Kürt potansiyel suçlu olarak görülüyor. Kürtlerin demokratik hak talepleri, “bölücülük girişimi” olarak suçlanıyor.  “Bölücüler” potansiyel suçlu ve giderek “düşman” olarak tanımlanıyor. Bu anlayışla uygulanan insanlık dışı, hukuk dışı baskılar ve infazlar , Türk toplumunun önemli bir kesimi tarafından meşru olarak kabul ediliyor, tepki doğmuyor. 

            Kamuoyu Irak’ta veya başka bir ülkede şiddete maruz kalan birkaç kadın, çocuk ve sivile (haklı olarak) gözyaşı dökerken, Ortadoğu’da katledilen kadın, çocuk, yaşlı yüzbinlerce Kürdün trajedisine tepkisiz kalıyor; hatta bir kısmı bunu destekler bir tutum takınıyor. 

            Toplumu bir korku çemberine hapsedip istediği gibi yönlendiren etkili güçler, bu korkuların temelsiz ve kendi üretimleri olduğunu biliyorlar. Ama bunu bilinçli şekilde bir iktidar aracı olarak kullanıyorlar. “Düşman” imal ederek ve çatışma ortamı yaratarak, kendi çıkarlarını tehdit edecek bir iktidar alternatifinin oluşmasını engelliyorlar.

            Kürtleri bölücü olarak kabul eden, bölücü tehdit olarak algılayan ve düşman olarak görenler de, iktidarı ve arkasındaki çıkarları savunmuş oluyorlar. 

            Özellikle son 20 yılda Türkiye’de yaşanan demografik yapı değişiminin, Türklerle Kürtleri birlikte yaşamaya mahkum ettiği bir gerçektir. 

            Kürtlerin % 60’ından fazlası Batı’ya göç etmiştir. Şehirlerde, kasabalarda, köylerde yerleşik duruma gelmişlerdir, ayrılmaları da mümkün değildir.

            Batı’nın gelişmesinde, alt yapısında Kürtlerin de alınteri ve büyük emeği vardır. Bunları terk edip gitmek istemiyorlar.

            Büyük ölçüde yüzleri Batı’ya (Avrupa) dönük olan Kürtler, Doğu’ya hapsolup kendilerine dost olmayan komşu devletlerin kuşatmasında yaşamak istemiyorlar.

            Türkler de Doğu’dan ayrılsalar bile,  kendileriyle beraber yaşayan Batılı Kürtler nedeniyle Kürt Sorunu’ndan kurtulamayacaklardır. 

            O zaman tek bir yol kalıyor. Kürtlerle Türklerin birlikte yaşamaya mahkumiyetini, gönüllü ve mutlu bir birlikteliğe dönüştürmek. Bu da demokratik bir düzen kurmakla mümkün olur.

            İktidara egemen olan güç, Türkiye’nin demokratikleşmesine karşıdır. Milliyetçi şartlanmaları ve önyargıları pekiştirerek çağdışı düzenin ve kurumlarının devamını sağlamaya çalışıyor. Türkiye’nin AB ile bütünleşmesini istemiyor. Bunu açıkça ifade edemediği için de Kıbrıs ve Kürt sorunlarının çözümünü engelleyerek bu amaca ulaşacağını biliyor

            Milliyetçi ideeolojinin egemen olduğu iktidar ve ana muhalefet çevreleri, Türkiye’yi yabancı devletlere müdahale gibi, hukuk dışı tehlikeli maceralara bile sürüklemek istiyorlar.

            Bunlar bir soygun düzeni kurdular, ülkeyi soydular ve insanları kuru ekmeğe muhtaç hale getirdiler. 

            Buna “dur!” denilmeli.Bu ülke bizim. Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Rum’u, Ermeni’si, Müslüman’ı, Hrıstiyan’ı, Yahudi’si, Şii’si, Sünni’si, Alevi’si ile hepimizin.

            Milliyetçi ve dinsel sloganlarla halkı sindirmeye çalışan, bayrağı soygunların, hırsızlıkların örtüsü olarak kullanan, ülkemizin gelişmesini ve uygar dünya ile bütünleşmesini engelleyen bu grubun elinden iktidar gücünü alamayacak mıyız? Devleti ve ülkenin siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik kurumlarını, bunların egemenliğinden kurtarıp, halk olarak sahiplenemeyecek miyiz? Bir küçük azınlığın, bizim gibi 60 milyonluk bir toplumu, totaliter bir anlayışla yönetmesine son vermeyecek miyiz? Kendimizi yönetme ve geleceğimize karar verme hakkımızı kullanmayacak mıyız? Toplumumuz ne zaman, değişimin ve gelişimin önündeki en büyük engel olan  milliyetçi ideolojinin şartlanmalarından ve önyargılarından kurtulup evrensel insani ve demokratik değerleri benimseyecek ve bunlar, yaşamın ve oluşturulacak düzenin temel değerleri olacak? 

            Sorular çoğaltılabilir ve bunların yanıtları da belli.

            Dünya değişiyor. Türkiye de değişecek. Türkiye, değişen bir dünyanın içinde değişmeyen bir ada, bir ortaçağ ucubesi olarak kalamaz. 

            Elbette bu, sadece dış dinamiklerle de gerçekleşebilir. Ama nasıl ve ne zaman? 

            Oysa kendi iç dinamiklerimizle, irademizle değişimi hızlandırmalı ve yönlendirmeliyiz. Demokratik ve adil bir refah düzeni kurmalıyız. Hep birlikte ve kardeşçe.

            Sizlerden beklediğimiz şu sorunun yanıtıdır.

            Ne yapmalı? 

            

           19.04.2003                                                                    Mehmet Ali Aslan

HADEP Genel Kurulu’ndan Beklenenler

            Kasım ayında toplanması kararlaştırılan HADEP Genel Kurulu,Kürtlerin ve aydınların önemli gündem maddesi olarak tartışılıyor.

            HADEP diğer bütün partiler gibi Siyasi Partiler Kanununa göre kurulmuş ve o çerçevede faaliyet gösteren bir siyasi partidir.

            Siyasi Partiler Kanunu,siyasi partileri,mevcut düzenin sadık unsurları haline getirmeyi amaçlayan bir düzenleme getiriyor ve bu çerçevenin dışına çıkan partilerin varlığına son vererek sisteme yönelen tehlikeleri önlemeye çalışıyor.

            Bu,HADEP dışındaki partiler için bir sorun yaratmıyor.Çünkü bu partiler,söylemleri düzene karşı da olsa,düzenin temel unsurlarına ve değerlerine karşı çıkmıyorlar,hatta bu değerleri paylaşıyorlar.

            Politika,iktidar bilimidir.Siyasi partiler,politik araçlardır ve amaçları iktidarı almak ya da iktidara ortak olmaktır.Sadece muhalefet etmek için siyasi partiler kurulmaz.İktidarı amaçlamayan ve bu nedenle asıl işlevinden uzak olan bu gibi örgütler kısa sürede yozlaşır,iktidarın yönlendirdiği menfaat gruplarına dönüşürler.

            Düzenin temel değerlerini benimsedikleri için,mevcut siyasi partilerin,düzeni koruyan iktidar gücüyle ciddi sorunları yoktur.Bugünkü merkeziyetçi bürokratik iktidarın alternatifi olacak sivil ve demokratik bir iktidarı oluşturma amaçları da mevcut değildir.Asıl işlevlerinden uzaklaştıkları için de birer menfaat grubuna dönüşmüşlerdir.Sistemin “demokratik vitrini” olma görevine karşılık rantlardan pay alıyorlar.

            HADEP’in  durumu farklıdır.HADEP, kimlikleri inkar edilen,yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum olan,baskı altındaki bir toplumun oluşturduğu partidir.Bu toplumun taleplerini dile getirmek,özlemlerine cevap vermek,sorunlarına çözüm üretmekle yükümlüdür.Varlık nedeni budur.Bu da sisteme entegre olmakla değil,bugünkü merkeziyetçi bürokratik iktidarın yerine sivil ve demokratik bir iktidarı oluşturmak için mücadele etmekle olur.

            HADEP bu işlevinden ayrıldığı ve sistemle mücadelesinde tereddüde düştüğü an,hem kendisini bitirir ve hem de Türkiye demokratik hareketine büyük zarar verir.Çünkü,HADEP’in sivil ve demokratik bir iktidarı oluşturma mücadelesi,Türkiye demokratik hareketinin ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli temel unsurudur.

            HADEP’in düzen partileriyle olan farkı,Genel Kurul Toplantısı’nı önemli kılıyor.Günümüz dünya,bölge ve Türkiye konjonktüründe bu toplantı daha da büyük önem kazanıyor.

            Kişisel çıkar beklentileri olmayan aydınlar ve halk,”HADEP’in,tabanının özlem ve taleplerine cevap verecek,Türkiye ve bölge sorunlarına gerçekçi ve uygulanabilir çözümler üretecek,demokratik hareketin temel unsurlarından biri haline gelip Türkiye’deki demokratik mücadelenin öncülüğünü yapacak bir güce ve kimliğe kavuşması için neler yapılabilir?” sorusunun yanıtını arıyorlar.

            Doğru bir yanıt bulabilmek için bugünün dünyasında belirleyici olan önemli bir olguya kısaca değinmekte yarar vardır.Çünkü bu bilinmeden ve dikkate alınmadan yapılan değerlendirmeler yanlış olur.

 

            K ü r e s e l l e ş m e 

            Küreselleşme,bilimsel ve teknolojik devrimin yarattığı bir sonuç.Bilgi çağının doğal ve kaçınılmaz sonucu.

            Ulus-devlet döneminin,toplumları birbirinden ayıran sınırları kalkıyor ve Dünya bir köye dönüşüyor.Yeni dönemin,eskisinden farklı kavramları,değerleri oluşuyor.Artık eski dönemin düşünce kalıplarıyla bugünü anlamak mümkün olmuyor.

            Küreselleşme,bir olgu.Önlenmesi mümkün olmayan bir gerçek.Bu gerçekliği kabullenmek gerekiyor.

            Küreselleşme şu veya bu ülke,şu veya bu grup ve sınıf açısından ne iyi,ne de kötüdür.Kim ki,küreselleşmeyi yaratan bilgi çağının gereklerine uygun davranır,bilgiyi bir güç ve bir mücadele silahı olarak kullanabilirse,o,küreselleşmeden yarar sağlar.Kim ki,gelişmelerin dışında kalır ve eski düşünce kalıplarıyla dünyayı ve olayları değerlendirmeye devam ederse,küreselleşmeden büyük zarar görür.

            Küreselleşmeden,başlangıçta,diğer güçlere oranla daha örgütlü olan,bilgi kaynaklarına sahip ve bilgi iletişim teknolojilerini daha iyi kullanan uluslar arası sermaye yararlandı.Ülkeler ve sınıflar arası gelir dağılımındaki farklar daha çok arttı.Zenginler daha zenginleşti.Yoksullar daha çok yoksullaştı.Dünya finans piyasalarına egemen birkaç uluslar arası şirket,Uzakdoğu’dan Rusya’ya ve Türkiye’ye kadar,bir çok ülkede,büyük ekonomik krizleri yaratabilecek ölçüde etkinlik kazandılar.

            Unutmamak gerekir ki,küreselleşmeden önce de,uluslar arası ekonomik düzen,gelişmemiş ülkelerden gelişmiş ülkelere kaynak transferine imkan sağlıyordu.Bugün biraz daha hızlandı.Ama bu,geçici bir durumdur.Biz,henüz küreselleşmenin başlangıcındayız.

            Küreselleşmeden zarar gören ülke,sınıf ve gruplar,bilgi çağının araçlarını iyi kullanır, enternasyonalist dayanışmayı ve birlikte mücadeleyi sağlayacak yeni örgütlenme modelleri yaratırlarsa,dünya ekonomisinin,zenginlerin ve gelişmiş ülkelerin yararına olan bugünkü gelişmesini,farklı bir alana yönlendirebilir,kalkınmayı ve adil bir gelir dağılımını sağlayacak uluslar arası bir ekonomik sistemi oluşturabilirler.

            Bilgi iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle,insanlar bilgiye daha çabuk ulaşır oldu.Bilgi kaynaklarına sahip olma ve bundan yararlanma tekeli yıkılmaya başladı.İnternet ile Dünyalılar arasında sınırsız bir iletişim ağı kuruldu.Birçok alanda devletlerin denetimi etkisiz hale geldi.Farklı mücadele ve örgütlenme yöntemleri ortaya çıktı.

            Örneğin,Seattle’den Prag’a,Dünya Bankası ve IMF gibi uluslar arası ekonomik kuruluşların toplantılarını engellemeye çalışan küreselleşme karşıtı gruplar, İnternet aracılığıyla,dünyanın dört bir yanından gelip eylem alanında toplanmayı ve birlikte hareket etmeyi başardılar.

            Geçenlerde,bazı ABD şirketlerinin sitelerine giren bir bilgisayar korsanının verdiği ekonomik zarar,Türkiye’nin bir yıllık turizm gelirinden fazlaydı.

            Dünyadaki bütün gerilla örgütleri bir araya gelse,Pentagon’a sızıp bir belgeyi ele geçiremezler.Ama çok iyi bir bilgisayar korsanı,Pentagon’un bilgisayar ağlarına sızıp en önemli gizli bilgileri alabilir.

            Bu örnekleri,bilgi çağı araçlarının önemini belirtmek için veriyorum.Kuşkusuz,bu araçlar yıkıcı değil,yapıcı ve yaratıcı amaçlar için kullanılmalıdır.

            Artık insanların e-mail adresleri,ev ve iş adreslerinden daha gerçek ve daha önemli hale geliyor.Sanal Dünya’nın önemi ve boyutları her geçen gün daha da artıyor.

            İktidarlar,hoşlarına gitmeyen gazete,dergi ve kitapları toplatma ya da dağıtımını engelleme imkanlarına sahiptirler.Ama bilgisayardaki sitelerden ve web sayfalarından yayımlanan haberlere ve fikirlere müdahale imkanından yoksundurlar.

            Küreselleşme iki önemli gelişmeye yol açıyor.Bir yanda uluslar üstü birliklerin oluşmasına,diğer yanda ulus-devlet kalıbının cenderesinde ezilen etnik,dinsel vd.. kimliklerin kendilerini serbestçe ifade etmelerine ve gelişme imkanlarına kavuşmalarına imkan sağlıyor.Bütünleşme ve özgülleşme diyalektik bir bütünlük içinde ulus-devlet kalıplarını parçalıyor.Doğal olarak buna bağlı kavramlar,düşünce kalıpları ve değerler önemlerini yitiriyor.

            Sömürülen sınıflar,baskı altıdaki halklar,her zamankinden daha fazla enternasyonalist dayanışma ve işbirliği imkanlarına ve araçlarına sahip oluyorlar.

            İnsan hakları,devletlerin içişleri olmaktan çıkmış ve ihlal eden ülkelere uluslar arası güçlerin müdahalesi meşruluk kazanmıştır.

            En önemlisi,bir evrensel hukuk sisteminin oluşması ve bunu uygulayacak uluslar arası mahkemelerin kurulmasıdır.

            Bizler 1920’lerin,50’lerin,80’lerin dünyasında yaşamıyoruz.Bilimsel ve teknolojik gelişmeler başdöndürücü bir hızla ilerliyor ve bu ekonomik,politik,sosyal,eğitim ve kültür gibi bütün alanlarda,olumlu ya da olumsuz,önemli yapısal değişimlere yol açıyor.Eski dünyanın düşünce kalıplarından ve alışkanlıklarından kurtulup,içinde yaşadığımız yeni dünyayı şekillendiren gelişmeleri anladığımız ölçüde başarılı olabiliriz.

            ‘Bu,HADEP Genel Kurul Toplantısına nasıl yansımalı?’ sorusuna yanıt vermeden önce,Türkiye’nin durumunu tespit etmekte yarar vardır.

 

            T ü r k i y e’ n i n   D u r u m u

            Türkiye,dünya ortalamasının altında üretiyor.Milli geliri düşük.Bu düşük milli gelirin dağılımı ise “adaletsiz” sözcüğü ile ifade edilemeyecek kadar korkunç.Bir tarafta,çirkin ve mide bulandırıcı bir tüketim azgınlığı,diğer tarafta çöplüklerden  ekmek kırıntıları toplayan aç insanlar.

            Milli gelirden,nüfusun en fakir % 20’lik grubu % 4,9 pay alırken,% 20’lik zengin grubu % 57 pay alıyor.DPT,ülkede yaklaşık 17 milyon insanın açlık ve yoksulluk sınırında olduğunu açıklıyor.1,5 milyon kişinin günlük geliri 1 doların (665.000 TL) altında ve bunlar açlık sınırında yaşıyor.

            Bölgesel farklılıklar da aynı ölçüde büyük.Kişi başına düşen milli gelir Kocaeli’de 7.501 dolar iken,Ağrı’da 827 dolardır.Bir doların altındaki gelirle açlık sınırında yaşayan nüfusun Doğu ve Güneydoğu’daki oranı % 14’tür.

            Gelir farklılıkları gittikçe de artıyor.Bir yıl öncesine göre çiftçiler % 13,3,memurlar % 10,8,işçiler % 12 yoksullaştı.

            İşsizlik % 12 boyutlarında.Türkiye’de yatırımlar durmuş.Bu nedenle istihdam artmıyor.1999 yılında 35.609 kişi işini kaybetmiş.Gizli işsizliği de dikkate alırsanız korkunç bir tablo ortaya çıkar.

            Büyük sanayi kuruluşlarının kârları,üretimden değil,faizlerdendir.500 büyük sanayi kuruluşunun 1998 yılı kârlarının % 87,7’si faizlerden,yani bizlerin ödediği vergilerle karşılanan faizlerden sağlanmış.Sadece % 4,6’sı üretimden oluşmuş.

            Türkiye’nin altyapı tesisleri çökmeye başladı.Enerji açığı hem üretimi olumsuz etkiliyor,hem de ülke karanlığa gömülüyor.Enerji açığını kapatmak için 6 milyar dolar yatırıma ihtiyaç var.Bu para bulunamadı.Ama batık bankaların devlete maliyeti 8 milyar dolardır.Bu para siyaset,mafya,işadamı üçlüsünün,hepimizin gözü önünde açıkça oluşturdukları bir düzenle iç edildi.Bunların bir kısmının Sayın Sezer’den önce Çankaya’da oturan zatın yakın akrabaları olmaları ve “aile fotoğrafı”nda yer almaları,daha fazla açıklamayı gereksiz kılıyor.

            Susurluk olayını örtbas eden sistem,Susurluk kahramanlarına parlamentoda yer veriyor.

            Siyasi tutuklu ve hükümlülerin can güvenliği bulunmazken,mafya babaları,her türlü konforun bulunduğu cezaevlerinde ya da siyasetçi ve işadamı takımının arasında en itibarlı kişiler olarak yer alıyorlar.

            Bu mafya düzenin sürdürülmesi için 22.000 tetikçi,yani kiralık katil ve kiralık katil adayı,aramızda dolaşıyor.

            Düzen kendi kültürünü,kendi değerlerini yaratıyor.Ülkemizdeki medyanın düzeysizliğine,TV programlarının bayağılığına hangi ülkede rastlayabilirsiniz.Türkiye’nin 20 ilinde sinema,40 ilinde tiyatro yok.

            Türkiye’de nüfusun % 17’si okuma yazma bilmiyor.Güneydoğu’da ise bu oran % 34. Okuma yazma bilmeyen kadınların oranı Diyarbakır’da % 53,Şırnak’da % 73’dür.2000-2001 eğitim ve öğretim yılında Güneydoğu’da 3.500 köy okulu kapalıdır.Bölge çocukları alfabeyi bile öğrenemeyecekler.

            Genel olarak eğitim düzeyi düşük ve her geçen gün daha da düşüyor.Her yıl yüzbinlerce genç Üniversite kapısından dönüp işsiz ve umutsuz kitlelerin arasına katılıyor.Eğitim düzeyi düşük üniversiteleri bitirenler de aynı kaderi paylaşıyor.Bunların çoğunluğu,Doğu ve Güneydoğu’dan.

            Yarattığı büyük rantlar uğruna ülkemizin doğası yağmalanıyor ve çevre tahrip ediliyor.Çarpık kentleşmelerin yarattığı sorunlar nedeniyle yaşam kalitesi her gün biraz daha düşüyor.

            Çocuk ve kadın istismarı yüz kızartıcı boyutlara ulaşmış,acil çözüm bekliyor.

            Türkiye bir hukuk devleti olmaktan uzak,çoğu zaman ve çoğu alanda yasalar bile uygulanmıyor.İcranın ve İdarenin eylem ve işlemlerine keyfilik hakim.Parlamento ise kendi işlevine uygun faaliyet gösteremiyor.

            Cumhurbaşkanı Sayın Sezer’i istifaya zorlamak isteyenler ve ayıplayanlar,buna neden olarak Sayın Sezer’in hukuka ve anayasaya bağlılığını ileri sürüyor ve bir hukuk adamı gibi hareket etmesini gösteriyorlar.Hukuka bağlılık ve bir hukuk adamı gibi davranmak suçlama nedeni oluyor.İktidar bloğunun ve iktidar vitrininde yer alanların durumunu bundan daha veciz olarak açıklayabilecek başka bir örnek gösterilebilir mi?

            Ceza muhakemesi alanında ikili bir yapı sürdürülüyor.Ceza Muhakemeleri Kanununun çağdışı sayılan hükümleri değiştirildi.Çağa uygun değişiklik hükümleri hırsızlık,cinayet,rüşvet,irtikap gibi adi suçlara uygulanıyor.Çağdışı olduğu kabul edilen,evrensel hukuk normlarına ve Türkiye’nin imzaladığı uluslar arası sözleşmelere aykırı olduğu için değiştirilen eski hükümler,Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görev alanındaki siyasi suçlara uygulanıyor.Adi suçlular,siyasilere göre daha imtiyazlı bir konumdadırlar.

            Bir dağ başında,silahlı bir militana ekmek veren bir köylü,işkenceyle adam öldürmeye sebebiyet veren bir güvenlik görevlisinden daha fazla cezaevinde kalıyor.

            İnfaz sistemi ise  siyasi tutuklu ve hükümlüler bakımından,cezadan beklenen amacın dışında farklı bir amaçla uygulanmak isteniyor. Tutuklu ve hükümlüyü “kişiliksizleştirmek”,  kişiliğini yok etmek için çalışılıyor.

Siyasi tutuklu ve hükümlüler,dünya ve ülke hakkında fikirleri olan insanlardır.Mevcut

düzene,toplumun genel menfaatlerine aykırı olduğu iddiasıyla başkaldırmışlardır.Bu fikirleri doğru ya da yanlış olabilir.Ama şunu kabul etmek gerekir ki,bunlar düşünen ve toplumsal yarar için özveride bulunan ve bulunmaya hazır olan insanlardır.Cezaevlerinde bunlara,kendilerini geliştirecek,geçmiş deneyimlerini ve fikirlerini soğukkanlı bir şekilde gözden geçirebilecek imkanlar verilmelidir.Bu,sadece onlar bakımından değil,Türkiye’nin menfaatleri bakımından da gereklidir.Onlar,ülkemizin fikir hayatına katkı sağlayabilir ve sorunların çözümüne yardımcı olabilirler.

            İnfazın amacı kişiliksizleştirmek değil,kişiliğin daha da geliştirilmesini sağlamak olmalıdır.Ama ne yazık ki iktidar bu anlayıştan uzak görünüyor.Genel bir afla hepsini salıverme yerine,F tipi cezaevleriyle bu politikayı daha etkin olarak uygulamaya çalışıyor.

            Türkiye,üyeliğe aday ülke olarak AB’nin bekleme odasındadır.AB’ye giriş için zorunlu olan Kopenhag siyasi kriterlerine uygun düzenlemeleri yapma ve AB’ye taahhütlerini yerine getirme kararlılığında görünmüyor.Yasalarında idam cezası bulunan bir ülkenin AB’de yer alamayacağı bilindiği halde,bu çağdışı cezanın kaldırılması için adım atılmıyor. Halkın % 80’i AB’ye girmek istediği için açıkça buna karşı çıkılmıyor.Fakat çeşitli yöntemlerle Türkiye’nin AB’ye girişi engellenmeye çalışılıyor. 

            Türkiye, BM,Avrupa Konseyi,AGİT gibi uluslar arası örgütlerin üyesi olarak imzaladığı sözleşmelerin çoğu hükümlerine uymuyor. 

            Bu tabloyu yaratan,iktidarların,bugüne dek değişmeden sürdürdükleri politikalardır.Katı merkeziyetçi bürokratik sistem,Sünni Müslüman ve Türk kimliği dışında,hiçbir kimliğin ifade edilmesine izin vermemiş ve farklı kimlikleri yok etmeye çalışmıştır.

            Bunun yarattığı sonuç ise onbinlerce ölü,yüzbinlerce yaralı,binlerce faili meçhul cinayet,binlerce tahrip edilen ve boşaltılan köy,göçe,yoksulluğa,sefalete mahkum edilen milyonlarca insan.Ve de yukarıda resmedilen tablo.

            Bütün bunların nedeni olarak PKK’nin son yıllardaki silahlı hareketi gösteriliyor.Fakat PKK’nin ortaya çıkışından önce de aynı sorunların yaşandığı unutuluyor.Bu tablonun oluşmasında iktidarların sorumluluğu ise tartışılmıyor.

            Şimdi iç barışın ve demokratikleşmenin önünde engel olarak gösterilen şiddet hareketlerine son verildi.PKK,demokratik düzenin bir unsuru olma iradesini açıkladı.

            Bu,Türkiye için,iç barışın,demokratikleşmenin ve kalkınmanın sağlanması için muhakkak kullanılması gereken önemli bir fırsat ve şans.Şimdiye kadar hiçbir ülkede,bu kadar etkili bir silahlı hareket,barış ve demokrasinin tesisi için,tek taraflı olarak savaş alanından çekilmemiştir.Bunun önemini ve değerini iyi takdir etmek gerekir.

            Oysa iktidar,buna,silahlı hareketin çıkışına neden olan politikaları aynen sürdürerek cevap veriyor.PKK’lileri ya yok etmek,ya da teslim alıp kişilikleri yok edilmiş birer itirafçı olarak aramıza salmak istiyor.Toplumsal ve hukuki güvenceler sağlayarak,kapsamlı bir genel afla onların aramıza katılmasını,toplumsal barışın sağlanmasını ve her alandan şiddetin dışlanmasını,ister görünmüyor.

            Toplumda çeşitli etnik,dinsel vd.. gruplar vardır.Bu farklı gruplardan birine olan aidiyet kimliği oluşturur.Türk,Kürt,Sünni,Alevi.. gibi. Bu nedenle de kimliklerimizi belirleyen aidiyetlerimizdir.Ait olduğumuz grubun kimliği tanınmadan,ferdi kimliğimizin tanındığını söylemenin hiçbir anlamı yoktur.Çünkü kimliği oluşturan,o grubun varlığı ve bizim o gruba olan aidiyetimizdir.

            Son zamanlarda,Batı’nın baskısıyla,kimlik sorununu çözme zorunluluğunu duyan iktidar,”ferdi kimlik” gibi garip,”anayasal vatandaşlık” gibi sınırları belirsiz kavramlar ortaya atarak durumu kurtarmaya çalışıyor.Oysa kimliği,grup kimliğini tanımadan ve grup aidiyetinden soyutlayarak kabul etmenin hiçbir anlamı yoktur ve bu çare değildir.

            Türkiye’de iç barışı sağlamanın ve demokratikleşmenin önündeki engelleri kaldırmanın ilk şartı farklı kimliklerin kabulüdür.Ancak,şoven milliyetçi tavırlarıyla tanınan hükümet ortağı iki parti ve kararlarda belirleyici olan asker-sivil bürokrasi,farklı kimlikleri tanıma niyetinde görünmüyorlar.MHP daha da ileri giderek toplumu kendi milliyetçi ideolojisine uygun olarak şekillendirmek için,devlette kadrolaşmayı sürdürüyor ve devlet mekanizmasını ele geçirmeye çalışıyor.

           

            T ü r k i y e  b u  d u r u m a   n a s ı l    g e l d i ?

            Türkiye Cumhuriyeti asker-sivil bürokrasi tarafından ulus-devlet olarak kuruldu.Tek dile,tek kültüre.. dayalı bu modeli oluşturmak için asimilasyon politikaları uygulandı. Anayurtları Türkiye dışında olan Arnavut,Boşnak,Çerkez … gibi etnik unsurlar asimile olmayı kabul ettiler.Hatta Türk’ten fazla Türk olarak devlet yönetiminde de etkili oldular.

            Binlerce yıldır aynı topraklarda yaşayan ve büyük bir nüfus sayısına,oranına ve yoğunluğuna sahip Kürtler ise asimilasyon politikasına direndiler.Onlar,etnik kimliklerini korumak ve geliştirmek istiyorlardı.Devlete egemen güç ise bu kimliği yok etmeye çalışıyordu.

            Devlete egemen güç,asimilasyon politikasını uygulamakta,Kürtler ise buna direnmekte ısrar edince,bölge kanlı çatışmalara sahne oldu.Yüzbinlerce insan öldü ve yaralandı.Bölge ve buna bağlı olarak Türkiye,sahip olduğu ekonomik,sosyal ve kültürel potansiyelini kullanamadı,geri kaldı.

            1960 sonrası gelişen demokratikleşme hareketi,devlete egemen gücü endişelendirdi. Bunu önlemek için provokasyonlara girişildi.1980’lere doğru ise bu provokasyonlar Güneydoğu’da yoğunlaştı.İnsanlar  çırılçıplak,köy meydanlarında,çoluk çocuklarının gözleri önünde dövüldü.İşkenceler,baskılar,tutuklamalar yoğunlaştı.Askeri darbeler birbirini izledi. Bölge,hiçbir insan hak ve hürriyetinin olmadığı keyfi bir baskı rejimiyle yönetildi.

            Bu,yeni bir isyana,bir Kürt isyanına ortam hazırlama girişimiydi.Nitekim çok geçmeden de gençler silah alıp dağa çıktılar.

            “Namlunun ucuyla konuşmaktan başka çareniz ve seçeneğiniz yoktur” der gibi,Kürt sorununun çözümü için legal alanda mücadele etmek isteyen,barıştan ve demokrasiden yana olanlar da susturuldu ve legal faaliyet alanı kapatıldı.

            15 yıllık savaşın Türkiye’ye maliyeti,30 bini aşkın ölüyle,100-150 milyar dolarla ifade ediliyor.Oysa bütün bunları aşan bir başka yönü üzerinde,toplumun bugün geldiği noktadaki çürümüşlüğü üzerinde fazla durulmuyor.

            Bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felaket iç savaştır.Farklı etnik gruplardan komşuyu komşuya,eşleri birbirine düşman eden böyle bir olgu,bütün insani değerleri yok eder,kişileri ve toplumu insani özünden koparır.

            Savaş,devleti ve kurumları içine kapanmaya iter.İçine kapanan kurumlar denetlenemez olurlar.Denetimden uzak kurum,kendi içinde yolsuzluklar üretir.Dışarıdan kurduğu ilişkilerle mafyalaşma süreci başlar.Mafya grupları oluşur.Bunlar devlet mekanizmasını da etkilerler.Devlet mekanizmasının içindeki işbirlikçileriyle birlikte bir soygun ve talan düzeni oluştururlar.

            Böyle bir düzende,her türlü yaratıcılık ve üretim durur.Ekonomi geriler,eğitim düzeyi düşer ve kültür yozlaşır.Hem toplum ve hem de o topluma mensup insanlar,dünyanın gözünde saygınlıklarını ve itibarlarını yitirirler.Dışarıda,pasaportlarının ağırlığı altında ezilirler.

            Ne yazık ki Türkiye’nin geldiği nokta budur.Sorunlar belli,bunları çözmek gerekiyor.

            Ama nasıl? Hangi güçle,hangi yöntemlerle ve hangi araçlarla?

 

            İ k t i d a r   o l g u s u

            Sorunların temelinde iktidar olgusu var.Küreselleşme çağında,halen ulus-devlet kalıplarına ve kavramlarına sıkı sıkıya bağlı katı merkeziyetçi bürokratik bir iktidar Türkiye’yi yönetiyor.Dünyanın bir köye dönüşmeye başladığı çağımızda, dışa açılmayı engelliyor.Kimliklerin kendilerini serbestçe ifade edip gelişme imkanlarını bulduğu bu dönemde, farklı kimlikleri yok etmeye çalışıyor. “İç düşman” yaratmadaki yetenek ve deneyimiyle,ülkemizi bir savaş alanına çeviriyor.Üretmeyen,ama müsrif bir devlet mekanizması,adaletsiz bir gelir dağılımı ve büyümeyen bir ekonomi bu iktidarın eseridir.Bilgi çağında,1930’ların,40’ların insanını yaratmaya çalışan bir eğitim sistemini uygulayan,çok kültürlülüğe karşı çıkıp,egemen kültürün de yozlaşmasına sebebiyet veren,hukuku sindiremeyen bu iktidardır.

            Özetle bu iktidar,yapısıyla,ülkeyi yönetme anlayışıyla ve benimsediği değerlerle çağın gerisinde kalmıştır.Ülkeyi çağın gereklerine uygun olarak yönetememektedir.Türkiye böyle bir iktidara layık değildir.Bu,değişmelidir.

            Ama nasıl?

            Toplumların,ihtiyaçlarını karşılayacak bir düzenin sürdürülebilmesi için iktidar gücüne ihtiyaçları vardır.Bu,totaliter,teokratik veya demokratik olabilir.Ama hangi nitelikte olursa olsun,iktidarlar bir ihtiyacı karşılıyor.

            Bir iktidarı yıkarsanız,onun yerine bir başka iktidarı yerleştirmeniz gerekir.Yoksa toplumda kaos doğar.Bu,en kötüsüdür.Zaten iktidar boşluğu uzun süreli de olmaz.Bu boşluk bir başka güç tarafından doldurulur.Ama bu, eski iktidar dönemini de aratan,yeni bir düzen anlayışını getirebilir.

            Bu nedenle,bir iktidar alternatifinin oluşmasını amaçlamayan,sadece iktidarı yıkmaya yönelik çabalardan olumlu sonuçlara varmak mümkün değildir.O zaman,bir iktidar alternatifinin nasıl oluşturulabileceğini iyi tespit etmemiz gerekir.

            İktidarlara yönelik eleştiriler,genellikle tepkiseldir.Tepki hareketleri,ancak siyasal bir hareketin programı çerçevesinde değerlendirilirse yararlı olabilir.Yalnız başına tepkisel hareketler,iktidar veya başka bir güç tarafından,kendi amaçları doğrultusunda kullanılabilir.Kişi ve örgütler,farkında olmadan,amaçlarına ve anlayışlarına aykırı güçler tarafından kullanılma durumuna düşebilirler.

            İktidar alternatifini oluşturmak,yukarıda sözü edilen tepkisel muhalefet hareketlerinden farklıdır.Bu,olumluluğu ifade eder.Ülke yönetimine talip olmayı,yönetme yeteneğine ve araçlarına sahip olmayı gerektirir.

            “Bu iktidar ülkeyi yönetemiyor.Ancak,biz bu ülkeyi yönetiriz.Bunun için gerçekçi ve uygulanabilir çözümler içeren programımız,projelerimiz vardır.Bunları uygulayabilecek bilgiye,deneyime ve yeteneğe sahip inançlı kadrolarımız ve de büyük bir halk desteğimiz mevcuttur” diyebilen,her alanda yan kuruluşlara ve örgütlü halk desteğine sahip olan kararlı bir siyasi partiyle bu sağlanabilir.

            Bunu söylemek gerekiyor.Ama bu yetmiyor.Programın,projelerin,sorunlara çözüm önerilerinin,üretilen politikaların açıklanması,geniş platformlarda tartışılması ve büyük halk kitlelerince de kabul edilip benimsenmesi gerekir.Bu da ciddi ve bilimsel bir çalışma,araştırma ve inceleme sonucunda ortaya çıkar.

            Ayrıca,bunları uygulama yeteneğine sahip kadroların olması ve bu kadroların da başarılı yönetim örnekleriyle birlikte anılır olması gerekir.Özellikle,yerel yönetimlerde.

            Bütün bu açıklamalardan sonra,”HADEP Genel Kurulu ne yapmalıdır?” sorusuna,daha kolay yanıt verilebilir.

 

            HADEP  G e n e l  K u r u l u   n e   y a p m a l ı d ı r ?

            HADEP Siyasi Partiler Kanununa göre kurulduğu için,Genel Kurul,yasaların koyduğu sınırlar içinde kararlar almak durumundadır.Örneğin,”Kürt Halkı” kavramını kullanmak partilerin kapatılma nedenidir.Yasak kavramları kullanamazsınız.Ama iyi formüle edildiği takdirde,yasak kavramlar kullanılmadan da her fikri ifade etmek mümkündür.

            HADEP,yasalar yasakladığı için değil,tabanının özlem ve taleplerine uygun hareket ettiği ve de gerçekçi olduğu için Türkiye’nin bütünlüğünü savunmakta ve sorunlara Türkiye’nin bütünlüğü içinde çözüm aramaktadır.

            Yani yasallık ve Türkiye’nin bütünlüğünü savunmak konusunda kimsenin tereddüdü olmamalıdır.Kuşkusuz,Genel Kurul Kararları bu çerçevede oluşturulacaktır.

            HADEP Genel Kurulu,bütün bu sorunların çözümünün,mevcut merkeziyetçi bürokratik iktidarla mümkün olamayacağını,kendisinin oluşturduğu veya kendisinin de katıldığı sivil ve demokratik bir iktidarla mümkün olacağını açıklamalı ve bunu vurgulamalıdır.

            Genel Kurul,açıkça,tereddütsüz ve kesin bir kararlılıkla iktidara talip olmalıdır.

            “Bu ülke bizim.Edirne’den Van’a,Sinop’tan Mersin’e,bu ülkenin her karış toprağında bizim emeğimiz,bizim alın terimiz var.Bu ülkenin sahibi bizleriz.Üretmeden sadece çalan,kişisel çıkarları için ülkenin doğasını ve bütün maddi değerlerini yağmalayan,insani değerlerden ve çağın güzelliklerinden yoksun olan bir küçük azınlığın etkinliğine son vereceğiz.Birbirimizin kimliğine saygılı olarak,eşitliğe,sevgiye dayalı,insanların çağdışı kurumların etkisinden ve şartlanmalardan kurtulduğu,paylaşmanın hakça olduğu,bilimin rehberliğinde ve bilgi çağının gereklerine uygun,üretken,adil bir düzen kuracağız.Bunda kararlıyız ve muhakkak başaracağız.” demelidir.Hem de yüksek sesle ve vurgulayarak.

            Bu,bir seferberliği gerektirir.Bütün kadroların,araçların ve kaynakların bu hedef için seferber edilmesini, Parti’nin bu amaca kilitlenmesini gerektirir.Ancak bundan sonradır ki, alınacak kararlar,sorunlara getirilecek çözümler bir anlam kazanır.

            Genel Kurul kararlarında, Parti’nin dünyaya açılma iradesinin açıklanması ve bunun gerçekleşmesini sağlayacak yöntem ve araçların belirlenmesi gerekir.

            Yukarıda açıklanan Türkiye tablosu iç karartıcıdır.Bu,kötümser oluşumuzdan değil, gerçeği olduğu gibi ifade edişimizden kaynaklanıyor.

            Bu tablonun değişmesi lazım.

            Büyüyen bir ekonomi,sınıflar ve bölgeler arası adil bir gelir dağılımı,sosyal adaletin ve sosyal güvenliğin olduğu bir refah toplumu,devletin ve toplumun şiddetten arındırılması,hukuk devletinin oluşturulması,çalışanların çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi,kadınların ve çocukların sömürülmesine son verilmesi,İnsan hakları, azınlık hakları,ekonomik ve sosyal haklarla ilgili olarak devletin imzaladığı uluslar arası sözleşme hükümlerinin uygulanması AB.ye giriş ve Kopenhag siyasi kriterlerine uygun düzenlemelerin yapılması,sağlık,eğitim,kültür,çevre ve diğer konularda,HADEP Genel Kurulu doğru tespitler yapıp çözüm önerileri sunmalıdır.

            Ancak bunu,önümüzdeki kısa dönemde ayrıntılı olarak hazırlamak mümkün değildir.Genel Kurul,bütün bu konularda genel ilkeleri ortaya koyup,oluşturacağı çalışma gruplarını,gerçekçi ve uygulanabilir çözümler üretmek,politikalar tespit etmekle görevlendirebilir.

            Ancak,en önemli sorun olan Kürt sorunu hakkında Genel Kurul görüşünü ve tavrını açıkça ortaya koymalıdır.

            Kürt sorununun bütün sorunlara bir önceliği vardır.Çünkü bu sorunların hepsi,şu veya bu şekilde,iktidarların bu soruna yaklaşımından kaynaklanmış,uyguladıkları politikaların sonuçları olarak ortaya çıkmıştır.Soruna,çağdaş gelişmelere uygun,barışçı ve demokratik bir çözüm bulunmadıkça,diğer sorunların çözümü de mümkün olmayacaktır.

            Sorunun çözümü için “demokrasi” reçetesi verenlerin sayısı çok fazla.Fakat ya ayrıntıya girilmiyor,ya da ayrıntı belirsiz kavramlarla ifade edilip “demokrasi” kavramı anlaşılmaz hale geliyor ve asıl anlamından saptırılıyor.Oysa bunun netleşmesi,demokrasi kavramını teşkil eden unsurların farklı yorumlara imkan vermeyecek kesinlikte tanımlanması gerekir.

            Demokrasinin iki temel unsuru vardır.Çoğulculuk ve katılımcılık.

            Kısaca tanımlamak gerekirse,

            Çoğulculuk,toplumdaki etnik,dinsel,kültürel… bütün grupların kimliklerinin tanınması ve kimliklerini geliştirme imkanlarının sağlanmasıdır.

            Katılımcılık ise,bütün vatandaşların,fert olarak,ya da grup aidiyetleriyle,kendileriyle ilgili kararlarda söz sahibi olmaları ve yönetime katılabilmeleridir.

            Türkiye pratiğinde,demokrasinin bu iki temel unsurunun anlamı,Kürt kimliğinin kabulü ve ademi merkeziyetçi sistemin uygulanmasıdır.

            Şu gerçek net olarak bilinmelidir.Bu iki unsurun olduğu yerde demokrasi vardır.Olmadığı yerde demokrasi yoktur.

            Kimlik,grup kimliğidir.Çünkü gruplara aidiyetler,kimlikleri meydana getirirler.Grup aidiyetlerinden soyutlanmış kimlik olmaz.

            Ademi merkeziyetçilik ise,Edirnelilerin,Diyarbakırlıların,Adana ya da Trabzonluların yerelde kendilerini yönettiği ve merkezi iktidara da ortak olduğu bir yönetim sistemidir.

            Bu da net olarak bilinmelidir.Bürokratik merkeziyetçi bir sistemin demokrasi ile ilgisi yoktur.Demokrasi, ancak ademi merkeziyetçi bir sistemle oluşturulabilir.

            Kürtçe TV yayınına,özel eğitime izin vermek,kimlik sorununu çözmez.Pratikte de fazla önemli değildir.Çünkü bunlar,devletlerin yasaklamasına rağmen,bugünkü teknolojiyle, sınır ötesinden de yapılabiliyor. 

            Kimliğin tanınması,bütün kimlik özelliklerinin yaşam alanı bulmasıdır.Ve bu çok kültürlü bir yapının oluşması,ülke bütünlüğünün daha sağlam temellere oturması sonucunu yaratır.

            Ademi merkeziyetçiliğin de yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması projesiyle karıştırılmaması gerekir.Ademi merkeziyetçilik,merkezi iktidarın denetiminde olmakla beraber “yerel iktidar” olgusunun yaratılmasıdır.

            HADEP Genel Kurulu net bir tavır almalı.Sistem partilerinden farklı olan görüşlerini, ve çözüm önerilerini kamuoyuna açıklamalıdır.

 

            “K ü r t”   i m a j ı

            Siyasi partilerin imajı önemlidir.İmaj,programların,tanıtım faaliyetlerinin kamuoyunca değerlendirilmelerini ve halk desteğinin sağlanmasını,olumlu ya da olumsuz olarak etkiler.

            Bir partinin imajını,kendisi mi,yoksa dışındakiler mi oluşturur?

            Kuşkusuz,parti programının,açıklamalarının,faaliyetlerinin ve tabanının bunda payı vardır.Ama baskın olan,belirleyici olan kendi dışındaki unsurlardır.FP.nin islamcı,CHP.nin Atatürkçü,MHP.nin milliyetçi imajı gibi HADEP.in de Kürt imajı adeta toplumsal kabul görmüştür.Kamuoyu onları böyle değerlendirdiği için,kendi iradeleri dışında,bu imaj oluşmaktadır.

            HADEP ile ilgili “Kürt” imajının oluşmasında,tabanında Kürtlerin yoğun oluşu,Kürt sorununa öncelik vermesi önemli etkenlerdir.Kadro sorunundan kaynaklanan nedenlerle,Türkiye’nin bütün sorunlarına sahip çıkmada yetersiz kalması  bu imajı güçlendirmiştir.

            Tek tipliliği dayatan düzenin ideolojisine karşıt olarak,çok kültürlü bir toplum gerçeğini hatırlatan bu imaj,düzenin egemenlerini rahatsız edebilir.Ama HADEP’i rahatsız etmemeli ve HADEP bundan çekinmemelidir.

            Sorumluluğunun bilincinde olarak,ırk,dil,din,mezhep ve kültür farkı gözetmeksizin, Türkiye’nin ve bütün Türkiyelilerin sorunlarına sahip çıkarak,insani bir anlayışla,gerçekçi ve uygulanabilir çözümler üreterek bu imaja olumlu anlamlar kazandırabilir ve her yerde,her alanda kendisinden saygıyla söz ettirebilir.HADEP’in başarıları,düzenin tek tipliliğe dayalı totaliter ideolojisinin de iflasına yol açar.

            Öyle görülüyor ki,önümüzdeki dönemde,HADEP’in “Kürt” imajı daha çok kuvvetlenecektir.Bu,Parti’nin bu imajı daha çok güçlendirme isteğinden değil,medyanın,düzen partilerinin,şoven milliyetçi çevrelerin, kamuoyunu,Öcalan,PKK ve Kürtler konusunda şartlandırmasından,bunlarla ilgili sorunları duygusal alana taşıyıp bezirganlığını yapmalarından kaynaklanıyor.Böyle bir ortamda,bilimsel ve mantıklı her açıklama ve her çözüm önerisi büyük bir tepkiyle karşılanıyor,”Kürtçülük”,”bölücülük”,hatta “vatana ihanet” ile suçlanıyor.Bu toz duman içinde,gerçekleri anlatmak,Türk Halkına ulaşmak güçleşiyor.

            HADEP,demagogların,şoven milliyetçilerin ve siyaset bezirganlarının şamatasına kulak asmamalı.Türkiye’nin,Türk Halkının ve bütün Türkiyelilerin yararına olacak siyaset gerçeklerini ifade etmekten ve çözümler önermekten geri kalmamalıdır.

            Bu sorunlardan biri,Öcalan hakkında verilen idam kararının infazıyla ilgilidir.

            Öcalan’ın ABD tarafından yakalanıp Türkiye’ye tesliminden sonra,Öcalan ve PKK’nin açıklamaları ve kararları,ülkede iç barışa ve demokratikleşmeye kapıları açan yeni bir dönem başlattı.

            Bu olay,toplumun kendisini sorgulamasına vesile teşkil etmeliydi.Büyük bir yarar sağlayacaktı.Ama olmadı.

            Verilen idam cezasının infazı için,bazı şoven milliyetçi gruplarla,bundan siyasi rant elde etmek isteyen politik çevreler,halkın duygularını istismar ederek,kin,nefret ve intikam duygularını topluma egemen kılmak istiyorlar.

            Oysa ülkemizin her zamankinden fazla iç barışa,istikrara ve huzura,halkımızın her zamankinden fazla karşılıklı sevgiye,saygıya ve dayanışmaya ihtiyacı vardır.Toplumumuz, kin,nefret ve intikam duygularından arındırılmalıdır.Bu,hepimiz için yaşamsal bir sorundur.

            İdamın,hukuki ve ahlaki bakımdan çağdışı bir ceza olduğu ve artık uygar ülkelerin yasalarında bulunmadığını herkes bildiği için bu yönü üzerinde durmuyoruz.

            Öcalan’ın kişiliğinden kaynaklanan toplumsal barış ile ilgili yönü,Türkiye için yaşamsal önemdedir.

            Öcalan’ı herkes farklı değerlendirip,hakkında farklı sıfatlar kullanabilir.Bu,ayrı bir konudur.

            Ama ortada,iyi ya da kötü değerlendirmelerin dışında,herkesin kabul ettiği bir gerçek vardır.

            Bugün,dünyada hiçbir hareketin lideri için insanlar kendilerini yakmazlar.Oysa Öcalan için birçok kişi kendini yaktı.Bu dile kolay.İnsanların,kendi kişiliklerine karşı uyguladıkları uç noktada bir şiddet.Böyle bir inanç ve bağlılık her türlü şiddetin davetçisidir.

            Bunu,aklı başında hiç kimse onaylayamaz.Ama insanı dehşete düşüren,ürperten ve toplumun geleceği bakımından endişeye sevk eden bu olaylar birer gerçek.

            Yarın Öcalan’ın cezasının infaz edildiğini farz edelim.Bu hem,bugün savaş alanından çekilen PKK’nin tutumunu etkileyebilir,hem de kendisini yakmaya hazır fanatik insanlar ve gruplar,PKK’nin de denetiminin dışına çıkarak,büyük bir şiddet dalgasını yaratarak toplumsal yıkıma yol açabilirler.

            İdam cezasının infazı konusu ,Öcalan’ın kişiliğini aşarak ülkemizin iç barışı ve huzuruyla ilgili önemli bir sorun haline gelmiştir.

            Türkiye’nin eskisinden de kötü bir şiddet dalgasının içine düşmemesi,önceki dönemden geriye kalan maddi ve manevi varlığını da yitirmemesi,kardeş kanının akmaması, çocuklarımızın geleceklerinin kararmaması ve Türkiye’nin gelişmiş ülkeler arasında yer alabilmesi için idam cezasının kaldırılması gerekir.

            Diğer önemli sorun ise cezaevlerindeki siyasi tutuklu ve hükümlülerle,dağlardaki ve yurt dışındaki PKK militanlarının durumudur.

            Bunlarla ilgili iki özellik göz ardı edilmemelidir.

            Öncelikle,bu gençler ülkemizin çocukları,bizim çocuklarımızdır.Bunlar düşman değil,toplumumuzun en dinamik,en aktif unsurları,kopması mümkün olmayan bir parçası ve de geleceğidir.Bunları,kurda kuşa yem ettirmememiz,topluma kazandırmamız gerekir.

            Onlar,haksız ve adaletsiz olduğunu ileri sürdükleri bu düzene,onun bütün kurumlarına,hatta abileri ve babaları olan bizlere de isyan ettiler.

            Bu,doğru ya da yanlış olabilir.Ama biz de kendi sorumluluk payımızı hiç tartışmadık. Sadece onlar itham edildi,yargılandı ve suçlu bulundu.

            Bu suçluluk değerlendirmesi de ceza kanunlarının sınırları içine hapsedildi.

            5-10,hatta yüzlerce kişi birlikte suç işleyebilirler.Suçun tanımı ve verilecek ceza bellidir.Mahkemeler sanıkları yargılayıp karar verirler.

            Ama bir olaya binlerce,onbinlerce kişi katılmış ve hareketleri milyonlarca insanın desteğini sağlamışsa,ortada ceza kanunlarına göre değil,siyaset biliminin kurallarına göre değerlendirilecek ve siyaset araçlarıyla çözülebilecek bir olay vardır.Olay siyasidir.Sorunu da siyaset çözecektir.

            İç barışı ve demokratikleşmeyi sağlayacak siyaset araçları kullanılmaz,olay ceza kanunu çerçevesinde bir suç ve ceza olayı gibi görülürse,Türkiye bugün düştüğü çıkmazdan kurtulamaz.Bu,Türkiye’yi soyan bir avuç mafya babası,işadamı ve siyaset bezirganının dışında,herkese büyük zarar verir ve topluma felaket getirir.

            HADEP Genel Kurulu,Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve kalkınmasının önünde büyük engel teşkil eden bu sorunlar hakkındaki görüşlerini ve çözüm önerilerini kamuoyuna açıklamalıdır.

            Bu,bütün siyasi partilerin ve siyasi kurumların görevidir.Görünen o ki,bunların hiçbiri bu dikenli sorunların üzerine gitmeyecektir.Görev “Kürt Memet”e düşecektir.HADEP Genel Kurulu bu görevi yerine getirmelidir.

            Ancak,medya ve bazı çevrelerin olumsuz tavrı yanında,alınacak kararların,yapılacak açıklamaların formülasyonu,siyasi partiler kanunu bakımından sorun yaratabilir.

            Siyasi Partiler Kanununun yorumu iki türlü olabilir.Kanunu lafzıyla dar anlamda yorumlamak.Ya da hukukun genel kurallarına,uluslar arası sözleşme hükümlerine ve demokratik hayatın icaplarına göre yapılan geniş yorum.Bunu,yasal yorum,hukuki yorum olarak da tanımlamak mümkündür.

            HADEP yasal bir parti olarak,elbette ki yasalara aykırı hareket etmeyecektir.Ama yasaların,hukuka uygun olmayan sübjektif yorumlarına kendini bağlı sayarak hareket alanını da daraltmamalıdır.HADEP,kararlarında,açıklamalarında ve faaliyetlerinde,yasaların hukuka uygun objektif yorumunu dikkate almalı ve bu çerçeve içinde hareket etmelidir.

            Bu,yasaların dar yorumuna göre değerlendirme yapan bazı yasa uygulayıcılarının görüşleriyle çelişebilir.Bu,bir risk yaratabilir.HADEP bunu göze almalıdır.

            Aslolan hukuktur ve yasaların hukuka uygun yorumudur.Bunda tereddüt edilmemelidir.

            Bütün bunlar HADEP’in iradesi dışında,medya ve bazı çevrelerin toplumda yarattığı şoven milliyetçi ortamda “Kürt” imajını daha da güçlendirecektir.Ama HADEP Genel Kurulu bundan çekinmemeli,Türkiye’nin yararına olan kararları almalıdır.

            Mevcut düzeni değiştirmek için iktidara talip olan bir siyasi partinin yönetici kadroları,moral değerlere,siyasi etike bağlılık,yeterli bilgi ve deneyim birikimine sahip olmanın yanında,gerektiğinde olayların üzerine cesaretle gidebilmelidirler.

 

            K a d r o    s o r u n u

            Kararlar,soyut kurallardır.Onları uygulayanların anlayışlarına ve yeteneklerine göre bir anlam kazanırlar.Bu nedenle seçilecek yönetici kadroların büyük önemi vardır.HADEP, olumlu ya da olumsuz,alınacak kararlara ve seçilecek yönetici kadrolara göre şekillenecektir.

            Partiyi yöneteceklerin,çağın gelişmelerini kavrayan,ülke sorunlarını bilen ve bunlara çözüm üretebilecek bilgiye,deneyime ve düşünme yeteneğine sahip kişiler olması gerekir.

            Yalnız başına bu özellikler yetmiyor.Bu kişiler,moral değerlere bağlı,insani değerlere bağlı ve sistemin ayartıcı ahlaksız tekliflerine karşı direnecek güçte olmalıdırlar.

            HADEP,bilgili ve deneyimli yeterli kadrolara sahip olamamaktan yakınıyor.Bazı aydınlar,teselli olarak,düzen partilerinin de aynı durumda olduğunu ve bunun önemli bir sorun olmadığını ileri sürüyorlar.

            Düzen partilerinin benzer durumda oldukları bir gerçek.Ama bunun HADEP bakımından önemli bir sorun olmadığı iddiası yanlıştır.

            Düzen partilerinin,demokrasi vitrininde yer almak ve rantları paylaşmak dışında önemli bir amaçları yoktur.Devlet mekanizmalarının her kesiminde,üniversitelerde,ekonomik, sosyal ve kültürel kurumlarda yer alan kurulu düzenin kadroları,aynı ideolojiyi ve yönetim anlayışını paylaştıkları siyasi partilerin kadro ihtiyacını karşılıyorlar.Düzen partilerinin,fikir ve politika üretmek ve kendi kadrolarını yetiştirmek gibi bir kaygıları ve zorunlulukları yoktur.Zaten kendi kadrolarıyla devleti yönetme girişimleri,gerçek iktidar tarafından tepkiyle karşılanıyor.

            HADEP’in durumu ise farklıdır.O,bu düzeni değiştirmek için iktidara taliptir.Hukuka ve demokratik kurallara uygun olarak iktidara geldiği ya da iktidara ortak olduğu zaman,mevcut düzenin değişmesini ,yeni düzenin kurulmasını ve sürdürülmesini sağlayacak kadrolara ihtiyacı olacaktır.Bu kadroları hazır bulamaz.Kendisi bulmak ve yetiştirmek zorundadır.Bu hazırlığın önceden yapılmış olması gerekir.Parti’nin başarılı olup olmaması buna bağlıdır.

            Kaldı ki,bu sadece iktidarda değil,HADEP’in iktidar alternatifi olabilmesi için,muhalefette de gereklidir.

            Kadrolarda iki önemli özellik aranacaktır.

            Bunlardan biri,moral değerlere bağlılıktır.Hayatı yanlışlarla dolu ve halen o yanlışları sürdüren veya maddi değerlere öncelik veren insanları,belli bir yaştan sonra değiştirmek güçtür.Kuşkusuz bunları tamamen dışlayamazsınız.Ama bunlara yatırım yapmak,zaman ve kaynak israfı olur.

            İkinci özellik,yeterli bilgi ve deneyime sahip olmaktır.HADEP kadroları bu eksikliği duyuyorlar.Bunu gidermek güç değildir.Parti içi eğitimle bu eksiklik giderilebilir ve Parti, ihtiyacı olan yetişmiş ehliyetli kadrolara sahip olabilir.

            Genel eğitim ve kültür alt yapısına sahip,fakat siyaset bilgisi ve kültürüne yabancı,deneyimsiz,HADEP üyesi ve sempatizanı olan büyük bir genç kitle vardır.Bütün partililere verilecek genel eğitim yanında,bu kitle için özel bir eğitim programı uygulanmalıdır.Bunlara,genel siyaset bilgisi ve kültürünü kazandırmak,çalışma yöntemlerini öğretmek,parti faaliyetlerinde görevlendirerek deneyimlerini artırmak ve ayrıca özel dallarda ve alanlarda uzmanlaşmalarını sağlamak gerekir.

            Eğitim programının başarı şansı,öncelikle,öğretim kadrosunun düzeyine ve niteliğine bağlıdır.Parti,kendi içindeki kadrolarla böyle bir eğitim programını uygulamaya kalkarsa, kesinlikle başarısız olur.Eğitim faaliyeti marjinal unsurların denetimine girerse,hareket bundan büyük zarar görür.

            Hiçbir örgüt,kendi düzeyini aşan bir öğretim kadrosuna sahip değildir.Eğitim de örgütün ve örgüt üyelerinin düzeylerini yükseltmek,kendilerini aşmalarını sağlamak için yapılır.Bu nedenle,öğretim kadrosunun,dışarıdan ve özellikle kendi uzmanlık dallarında yeterlilikleri olan üniversite öğretim üyelerinden temin edilmesine çalışılır.

            Üniversitelerdeki birçok demokrat öğretim üyesinin,bu konuda HADEP’e yardımcı olmak istediği bilinmektedir.Ancak bunun sağlanması HADEP’in yaklaşımına ve kuracağı ilişkilere bağlıdır.

            Eğitim programının, çağdaş anlayışa uygun ve her alandaki ihtiyaçları karşılayacak nitelikte olması gerekir.Dar ideolojik kalıplardan ve birtakım hazır bilgileri aktarmaktan uzak, slogancı olmayan,bilgi iletişim teknolojilerini iyi kullanmayı,bilgiye ulaşma yöntemlerini ve düşünmeyi öğreten bir eğitim sistemi olmalıdır.

            Halk desteğine sahip siyasi partilerin resmi kuruluş tarihleri yeni de olsa,bunların çoğunluğu,Cumhuriyet döneminden önceye dayanan siyasi mücadele ve geleneklerin devamıdır.CHP ve FP gibi.

            Bu devamlılığı sağlayan,tarihi bilincin,geleneğin ve toplumsal hafızanın taşıyıcısı olan

kadrolardır.

            Büyümek ve gelişmek isteyen her siyasi hareket dışa açılmak ve bünyesine yeni unsurları almak zorundadır.Ancak hareket,bilincin,geleneğin taşıyıcısı ve tarihsel planda toplumsal hafızaya sahip kadroları dışlar,bu özelliklerden yoksun yeni unsurlara teslim olursa,o hareket devamlılığını,kişiliğini ve gücünü kaybeder.Gelecek,geçmişin üzerine kurulur.Geçmişini inkar eden veya ondan kopan bir hareketin geleceği olmaz.

            HADEP Genel Kurulu kadroların seçiminde,yüzyılı aşan bir tarihsel bilincin,oluşan geleneğin ve toplumsal hafızanın Parti’de temsiline önem vermek durumundadır.

            Barışı,demokrasiyi,sosyal adaletin ve sosyal güvenliğin olduğu bir refah toplumunu isteyen herkes,HADEP’in bu kongreden,kendisinden beklenen işlevi yerine getirebilecek güçlü bir yapılanmayla çıkmasını istiyor ve başarılı olmasını temenni ediyor.

         10.2000                                           Mehmet Ali ASLAN

PKK Realitesi ve Demokratik Sivil Çözüm

           Sayın Demirel, hükümeti kurduktan sonra çıktığı ilk Güneydoğu gezisinde “Kürt Realitesi”ni kabul ettiklerini söyledi. Bu açıklama ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılandı.
            Fakat geçen sürede “Kürt Realitesi”nin yaşama geçirilmesiyle ilgili olarak devlet ve toplum yapısında hiçbir değişiklik yapılmadı. Asimilasyon ve baskı politikaları aynen uygulandı. Bu politikaların uygulama aracı olan şiddet giderek kurumlaştı.

            Kısa sürede gerçek anlaşıldı. a) Milliyetçi ve muhafazakar Demirel değişmemiştir. Çağdaş kavramları ve söylemleri toplumu yanıltmak için kullanmıştır. Bunda başarılı da olmuştur. b) Hükümet iktidar olamamıştır. Atanmışların egemenliğindeki devleti denetlemek gücünden yoksundur.

            Devlete egemen olan asker ve sivil bürokrasinin Kürt Stratejisi, “Kürt Realitesi”ni tanımaya değil, bu realiteyi yok saymaya, başarıyla uygulanacak asimilasyon politikası ile bu sorundan tamamen kurtulmaya dayanıyordu.

            Bazı dönemlerdeki jenosit ve kitlesel katliamlara rağmen Kürtler kimliklerini ve kültürlerini korudular. Devlete egemen olan güçlerin Kürt Stratejisi başarılı olamadı.

            Demokrasi, barış ve insan haklarının dünya kamuoyuna mal olduğu ve bir ölçüde uluslararası kurumsal güvencelere kavuştuğu çağımızda, insanlık suçu olarak kabul edilen asimilasyon politikalarının başarı şansı yoktur ve jenosit ise mümkün değildir.

            Strateji, bugünün koşullarına uyarlanarak farklı bir biçimde uygulanıyor. Doğu ve Güneydoğu’yu Kürtsüzleştirmek. “Kürtsüz bir Kürdistan” yaratmak. Balkanlardan ve Türki Cumhuriyetlerden getirilecek soydaşlarla bölgedeki etnik yapıyı değiştirmek. İran ve Irak Kürdistan’larındaki Kürt halklarıyla Türkiye’deki Kürtler arasında bir tampon bölge oluşturarak aralarındaki doğal ilişkiyi koparmak

            Bunun için Bölgedeki devlet güçlerinin bir bölümü bir tarihsel misyon yüklendikleri inancındadırlar. Bu nedenle hiçbir hukuksal ve yasal kural tanımadan bölgede tam bir terör uyguluyorlar. Halk kitlelerine yönelik silahlı saldırıların, işkencelerin, faili meçhul cinayetlerin boyutları gittikçe büyüyor. Kürtler ve Kürt aydınları yerlerinden, yurtlarından koparılarak göçe zorlanıyor. Batı’ya göç eden Kürtlerin zaman içinde Türk toplumuyla bütünleşerek asimile olacağına inanılıyor.

            Sayın Demirel ve Sayın İnönü “Kürt Realitesi”ni samimi olarak kabul etseler bile, bu realiteyi yaşama geçirecek güce sahip değillerdir. Çünkü devleti denetleme ve bu anlamda iktidar olma gücüden yoksundurlar. Fakat görünen o ki hükümet de bu stratejinin uygulanmasına tam destek veriyor.

            Uygulamaya konulan stratejinin açıklanması beklenemez.Bunu kamufle etmek gerekiyor.

            Uydurulan gerekçe de “Güneydoğu’da terör var. Terörü yaratan PKK’dır. PKK ortadan kaldırılmadıkça bu olağanüstü durum sürdürülecek ve Kürt hakları (konuşma, yazma ve yayın haklarıyla sınırlı olarak) ancak PKK yok edildikten sonra verilecektir.

            Olağanüstü halin kaldırılması ve Kürtlerin bazı hakları kullanmalarına olanak sağlanması PKK’nın yok edilmesi şartına bağlanmıştır.

           

 

            PKK, 12 Eylül askeri darbesinden sonra ortaya çıkan bir olgudur. Ama iktidarların asimilasyon, baskı ve şiddet politikaları 70 yıldır uygulanıyor. Gerçek şu ki, tüm ülkedeki ve özellikle Güneydoğu’daki şiddet ve terör uygulamaları PKK’nın varlığından kaynaklanmıyor. Tam tersine PKK bu uygulamaların sonucu olarak ortaya çıkmış ve zaman içinde güçlenerek büyük bir halk desteğine sahip olmuştur.

            Öyle görülüyor ki şiddet, devlete egemen olan güçler ile hükümetin varlık nedeni. Denetimi aşmayacak ölçüde şiddetin sürdürülmesinden yarar umuluyor. Avanta ve sömürü ekonomisinin sürdürülmesi için gerekli olan çağdışı baskı rejimi bu gerekçeye dayandırılıyor. Şiddet aynı zamanda yukarıda anılan stratejiyi uygulamanın, halkı göçe zorlamanın da bir aracıdır.

            Bugün PKK silahları bıraksa, devlet güçleri gerçekten şiddet politikasından vazgeçecekler mi? Yoksa şiddetin ve terörün boyutları daha da mı büyüyecek?

 

 

            12 Mart öncesi, güvenlik güçleri Güneydoğu’daki köylüleri çırılçıplak soyup köy meydanında ve herkesin gözü önünde onlara dayak atıyorlardı. Bugünün silahlı gençleri o günün çocuklarıydı. Baba, amca ve dayılarını aşağılayan bu işkenceler onların çocuk zihinlerinde yer etti.

            12 Eylül’de ise bunlar cezaevlerine dolduruldular. İnsanlık tarihinin en korkunç işkencelerine maruz kaldılar. Kimi öldü, kimi sakatlandı. Bir kısmı ise çareyi ya yurtdışına ya da dağa kaçmakta buldu.

            Dünya konjonktürünün elverişli olduğu bir dönemde silahlı mücadele yöntemini seçen bu gençlerin hareketi gelişerek bugünkü duruma geldi.

 

 

            PKK siyasi bir partidir. Nasıl SHP, DYP, ANAP, HEP, İP birer siyasi parti iseler PKK da siyasi bir partidir.

            Onlardan ayrılan yanları ise a) Yasadışıdır. Çünkü yasalar “Kürt Halkı” kavramını suç sayarken ve sırf bu nedenle TİP, TEP, BKP ve SP Anayasa Mahkemesince kapatılırken herhalde “Kürdistan İşçi Partisi” yasal olarak kurulamazdı. b) Demokratik, barışçı yöntemi değil, silahlı mücadele yöntemini seçmiştir. Bunun nedeni ise kendisini yaratan yukarıda açıkladığımız nedenlerdir. 12 Eylül sonrası, demokratik barışçı seçeneklerin yok edilmiş olmasıdır.

            Kısacası yasadışılık ve silahlı mücadele, PKK’nın yapısındaki değişmez unsurlar değil, ortamın ve koşulların dayattığı değişebilir özelliklerdir. Koşulların değişmesine bağlı olarak bu özellikler de değişebilir.

            Bu açıklamayı yapmaktaki amacımız şiddet ve PKK kavramlarının eşanlamlı olarak kullanılması ve şiddetin yok edilmesi için PKK’nın yok edilmesi gerektiği iddiasının ileri sürülmesi ve kamuoyuna da bunun benimsetilmiş olmasıdır.

            Bu mümkün mü? Resmi açıklamalara ve basında yer alan haberlere göre PKK’nın on bini aşan silahlı gücü, lojistik destek sağlayan on binlerce üyesi ve taraftarı ve milyonlarca sempatizanı var. Çok az istisnayla buların hepsi Kürt’tür. Bu durumda PKK’yı Kürt Halkından ayırmak nasıl mümkün olacaktır? PKK nasıl yok edilecektir? Bu on bilerce insanın öldürülmesi demektir. Kitlesel katliam demektir. Ve bu çağda, dünyanın bugünkü konjonktüründe mümkün müdür? Bu insanların ana ve babaları, amca, dayı, teyze ve halaları olaya seyirci mi kalacaklardır?

            Belki şu da düşünülebilir. PKK’nın merkezi yönetimi yok edilir veya etkisiz hale getirilirse, parti dağılır ve etkinliğini kaybeder.

            Oysa düşünülebilecek en tehlikeli gelişim bu olur. Savaş için eğitilmiş silahlı on binlerce insan, merkezi yönetimden koparlarsa birçok küçük grup oluşur. Bunlardan bir kısmı serseri mayınlar gibi ortaya düşer ve asıl terör o zaman patlar.

            Bu nedenle bu silahlı insanların merkezi bir komutanlığa bağlı olması, gelecekte çözümleri de kolaylaştırır.

            Sorun, PKK’nın yok edilmesi değil, onun yasadışılıktan kurtulması ve silahlı mücadele yöntemini bırakıp demokratik ve barışçı yöntemi benimsemesi, kurulacak demokratik sivil toplumun bir unsuru olmayı kabul etmesidir.

            Bu nasıl olacaktır?

            1- Öncelikle Devletin şiddetten arındırılması ve demokratikleşmesi gerekir.

            2- Türkiye’nin her yerinde aynı şekilde uygulanacak idari taksimata dayalı ademi merkeziyetçi bir sistem kabul edilmelidir. Bu şekilde halk kendini yönetme, güvenliğini sağlama, sorunlarını yerinde çözme imkânına kavuşacaktır.

            3- “Kürt Realitesi”ni sözde kabul etmek yetmiyor. Bütün yasal mevzuat, devlet yapısı, eğitim ve öğretim vb… bu realitenin kabulüne ve demokratik esaslara uygun olarak yeniden düzenlenmelidir.

            4- Kürt partilerin kurulmasını engelleyen bütün yasal, yönetsel, toplumsal engeller kaldırılmalı. Ayrılmayı savunan Kürt partileri de yasal çalışma imkânı bulabilmelidirler.

            5- Bir Genel Af  Kanunu çıkarılmalı. Silahı bırakıp dönenler için sivil toplum kuruluşlarının güçlü desteğine dayalı hukuksal güvence kurumları oluşturulmalı ve isterlerse kendi fikir ve anlayışlarına uygun legal siyasi faaliyetlere katılabilmelidirler.

            6- Doğu ve Güneydoğu için özel kalkınma planları yapılarak ekonomik kalkınma sağlanmalı. Bölge ekonomisinin Türkiye ve Dünya ekonomisiyle bütünleşmesi için gerekli koşullar yaratılmalı.

            Biz, demokratik sivil toplumun altyapısını oluşturacak bu koşullar gerçekleşirse, PKK’nın legal, demokratik ve barışçı yöntemleri benimseyeceğini ve demokratik sivil toplumun bir unsuru olacağını umuyoruz. Bu umudumuzun dayanağı Kürt Halkının bu yöndeki arzu ve beklentisidir.

            Buna rağmen PKK silahlı mücadeleyi sürdürmekte ısrar ederse halk desteğinden yoksun kalacak ve kısa zamanda gücünü kaybedecektir.

 

 

            Silahlı mücadele yönteminin sürdürülmesi bir zorunluluk da olsa, bu yöntemin örgüt yapısında ve anlayışında yarattığı katı merkeziyetçi ve totaliter özellik, halkın toplumsal yaşamına da yansır. Demokrasinin temel iki özelliği olan çoğulculuk ve katılımcılığa yer vermeyen bu anlayış, toplumda totaliter bir rejimin kurulması sonucunu yaratır. Toplum bundan kurtulmak için daha çetin bir mücadele vermek zorunda kalır.

            Bugün PKK’nın veya PKK adına hareket ettiklerini iddia edenlerin, Kürt partilerinin kurulmasını ihanet olarak değerlendirmeleri, kendi dışındaki tüm siyasal, sosyal ve kültürel faaliyetlere karşı çıkmaları ve bütün faaliyetleri ve faaliyet alanlarını denetimlerine almak istemeleri bu totaliter mantığın sonucudur.

            Silahlı mücadele, örgütleri, güvenlik ve taktik başarı zorunluluğu nedeniyle, ister istemez savaş kurallarına uygun harekete ve asker mantığıyla düşünmeye zorlar. Ama bunun toplumsal etkileri her zaman olumlu olmaz. Çoğunlukla gelişmeyi ve demokratikleşmeyi engeller.

            Kürt toplumunun sivil demokratik bir yönetime kavuşması için de PKK’nın silahlı mücadele yöntemini yaratan koşullar ortadan kaldırılmalıdır.

            Yasadışı siyasi partiler ve hareketlerin amacı legalleşmek ve siyasi çözümleri gerçekleştirmektir. Bir siyasal hareketin amacı sadece savaşmak olamaz ve varlığını bu şekilde sürdüremez. Sanırım PKK da bir an önce legalleşmek ve siyasal çözümlere varmak amacındadır.

            Bu amacın gerçekleşmesi Türkiye’deki demokratikleşmeye ve sivilleşmeye bağlıdır.

            Demokratikleşme ve sivilleşme, halkın demokratik ve sivil toplum kuruluşlarını oluşturmalarıyla, en geniş biçimde toplumsal ve siyasal çalışmalara ve örgütlenmelere katılmalarıyla sağlanır. Bu, okul aile birliklerinden, tüketici derneklerinden, sendikalardan, siyasi partilere kadar çeşitli biçimlerde ve alanlarda olur. Hem Kürt ve hem de Türk toplumlarında bu sürecin hızlandırılması desteklenmeli, toplumda katılımcılık ve çoğulculuk teşvik edilip geliştirilmelidir.

            Devlete egemen olan atanmışların gücü ve etkinliği bu şekilde sınırlanır. Türk ve Kürt toplumlarındaki demokrasi düşmanı kurum ve gruplar tasfiye edilerek demokratikleşmenin önündeki engeller kaldırılmış olur.

            Demokratik bir halk iktidarının oluşumu kolaylaşır ve PKK için de legalleşme imkanı yaratılmış olur. Legalleşen, barışçı ve demokratik yöntemleri seçen PKK, halkın desteğini sağlıyorsa, bu demokratik iktidar oluşumunun içinde de yer alabilir.

            Kürt sorununa, Türk ve Kürt halklarının yararına bir çözüm bulunabilmesi ancak demokratik bir süreçte ve demokrat bir iktidar döneminde mümkündür.

            Şiddetin kurumlaştığı, devlet ve toplum yaşamına egemen olduğu bir ortamda dış güçlerin zorlamasıyla bir çözüm bulunsa bile bu, gelecek kuşakların bile yaşamını, özgürlüğünü ve refahını ipotek altına alan ve her iki halkın da zararına olan bir çözüm olur ve bunun için her iki halk da çok ağır bedeller öder.

            Demokratikleşme programını ancak demokrasiye içtenlikle inananlar ve bunu özümseyenler uygulayabilirler. DYP, SHP, ANAP, RP, HEP gibi merkeziyetçi partilerin, demokratik sivil bir toplumsal yapıyı oluşturmaları beklenemez. Bu, ancak “temel yapısal değişim” ile mümkündür. Temel yapısal değişimin kimler tarafından ve nasıl gerçekleştirileceğini ayrı bir yazıda ele alacağız.

            Kardeş Türk ve Kürt halklarının bütün sorunların üstesinden geleceğine, sivil demokratik bir refah toplumunu birlikte oluşturacaklarına inanıyoruz.

 

            Mehmet Ali Aslan

            2000’e Doğru, 26 Temmuz 1992.

Kürt Sorununun Çözümünde Ademi Merkeziyetçilik

           SSCB’nin dağılmasına yol açan çeşitli nedenler ileri sürülebilir. Ancak bütün bu nedenler, katı merkeziyetçi sistemden kaynaklanıyor.

            Merkeziyetçi sistem, işçileri, emekçi halkı yönetimden dışladı. Çeşitli ulusların ve etnik grupların kendilerini yönetmelerine imkan vermedi. Parti yönetimi bürokratlaştı. Partiye ve devlete egemen olan bürokratlar, her türlü muhalefeti acımasızca susturdular. Bilimsel çalışma ve tartışmalar bile resmi görüşün çerçevesine hapsedildi.

            Merkeziyetçi totaliter rejim, bilimsel çalışmalar için gerekli olan özgür ortamı yok edince, bilimsel çalışmalar ve ona bağlı olarak teknoloji gelişemedi. Geri teknoloji nedeniyle üretimde kalite ve verimlilik düştü. Yüksek askeri harcamaların olumsuz etkisi de buna eklenince SSCB vatandaşlarının hayat standardı Batı standardının çok gerisinde kaldı. İletişim araçları, özellikle TV, bu farkı çarpıcı biçimde SSCB halklarına iletip sergileyince çözülme başladı.

            Sistem kendini yeniden üretemedi. Sorunlara çözüm bulunamadı. Çünkü merkeziyetçi sistem katılımcı değildi, katılımı önlüyordu. Halk hep yönetilen konumunda bırakıldığı ve kendi sorunlarıyla ilgili karar süreçlerinin dışında kaldığı için, ülke yönetimine yabancılaşmıştı. Çözümler ve politik seçenekler üretecek bilgi ve deneyimden yoksundu. Özgür tartışma ve örgütlenme imkanı doğduğunda, muhalefet grupları, Puşkin Meydanı’nda dedikodu üretmekten öteye gidemediler.

            Merkeziyetçi sistem, insanlığın büyük umudu olan sosyalizmin uygulamadaki başarısızlığına yol açıp, dünyayı kapitalist sistemin ve yeni sağ ideolojinin egemenliğine terk ederken, geride bir insanlık trajedisini; korkunç katliamlara, yıkımlara ve halklar arasında düşmanlıklara yol açan etnik çatışmalara bıraktı.

            Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda da benzer bir gelişme süreci yaşandı.

            Ankara’da üslenen Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları ve ulusun kurtarıcıları sivil ve asker bürokrasiyi oluşturdular. Kurtarıcılar, kurtardıkları halkın kişisel ve toplumsal yaşamının her alanını, hatta düşünce ve inanç dünyasını bile en ince ayrıntısına kadar düzenlemeye kalktılar. Halkın kendilerine minnet borcu vardı ve bu onların hakkıydı.

            Kısa zamanda katı merkeziyetçi bir sistem kuruldu ve uygulandı. Milletvekilleri bile Ankara’dan tayin edildi.

            Merkeziyetçi baskı sistemine başkaldırılar çok sert ve kanlı biçimde bastırıldı. Türkiye 1950’lere totaliter bir rejimle geldi.

            1950 sonrası, devlet ve toplum yönetimine toprak ağalarının, ticaret ve sanayi burjuvazisinin, kısacası egemen sınıfların katılımı sağlandı. Fakat merkeziyetçi sistem sürdürüldü. Halkın katılımı çeşitli yasal ve yönetsel engellerle önlendi.

            Merkeziyetçi sistemin Türkiye’yi getirdiği yer, iç savaşları yaşayan, baskıcı rejimlerin egemen olduğu geri kalmış ülkeler grubudur.

            Merkeziyetçi iki örnek verdik. Ayrı siyasal ve sosyal sistemleri benimsemelerine rağmen vardıkları sonuç aynı oldu. Başarısızlık. Kuşaklar harcandı. Emekçi halk kitleleri ağır bedeller ödedi. Neden oldukları dev ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlarla bugün hâlâ boğuşup duruyoruz.

            Bu iki örneğin bir ortak özelliği de, Kürt veya Türk olsun, bu sistemlerin ister yanında ister karşısında bulunsun, aydınlarımızın büyük çoğunluğunun düşünce yapısını biçimlendirmiş olmasıdır.

            Bu aydınlarımız kahramanlık ve kurtarıcılık misyonunu çok seviyorlar. Merkeziyetçidirler. Merkezi iktidar gücüne kimsenin ortak olmasını istemiyorlar. Muhalefette iken bile merkezi iktidar gücünü sınırlamayı değil, bu gücü elde edip kullanmayı istiyorlar. Gerekiyorsa, demokrasiyi de kendileri kurup sevgili halklarına armağan etmeyi düşünüyorlar.

            Oysa demokrasilerde kahramanlara ve kurtarıcılara yer yoktur. Kahramanlar ve kurtarıcılar geri toplumların ürünleridir. Genellikle kurdukları toplumsal düzenler ise totaliter rejimlerdir.

            Çünkü demokrasi yukardan aşağıya kurulamaz. Onu sıradan insanlar, sade yurttaşlar kurarlar. Herkes sahip olduğu maddi ve manevi değerlerin makul ölçüdeki bir bölümünü toplumsal hareketin hizmetine sunar. Milyonların katkısı büyük ve hem de çok büyük bir güç oluşturur. Bir grubun bütün varlığını, mal ve canını ortaya koymasından daha büyük ve daha etkili bir güç oluşur. Ne toplumun kimseye minnet borcu olur, ne de nesiller harcanır.

            Merkeziyetçilik ile demokrasi karşıt kavramlardır. Çünkü merkeziyetçilikte katılım yoktur. Oysa demokrasinin en önemli temel unsuru katılımcılıktır. Halkın yönetime katılımı ise ancak ademi merkeziyetçi bir sistemde mümkündür.

            Demokratik ülkelerin hepsinde uygulanan ademi merkeziyetçilik, o ülkelerin koşullarına göre değişiyor. Bu bizde nasıl olmalı?

            Kürt sorununun çözümünü sağlayacak ademi merkeziyetçi sistem olarak genellikle federatif sistem düşünülür. Federatif sistem, İran ve Irak için en uygun çözümdür. Fakat Türkiye için etnik temele dayalı bir ademi merkeziyetçi sistem; ister muhtariyet, ister federasyon olsun, yeni sorunlara yol açar.

            Çünkü bugün Kürtlerin yarısından fazlası batıdadır. Bu sayı gittikçe artıyor. Doğu ve güneydoğuda yerleşik Türklerin sayısı da önemli ölçüdedir.

            Muhtariyet veya federatif sistemde, doğuda da batıda da milliyetçi muhafazakâr unsurların etkinliği artacaktır. Batıda İstanbul, İzmir gibi yerlerde yerleşik Kürtler göçe zorlanacak, bunun yarattığı tepkiyle doğu ve güneydoğudaki Türkler aynı baskılarla karşılaşacaklardır. Doğu’dan batıya, batıdan doğuya büyük bir göç dalgası, bütün ülkede bir toplumsal depreme yol açacaktır.

            Bu durum kuşkusuz en fazla Kürtlerin zararına olur. Kürt halkı Batı (Avrupa) ile olan ilişkilerini kaybeder. Çağdaş değerlerden uzaklaşır. Bölgedeki geri sosyal ve ekonomik yapının cenderesinde hapsolur. Saddam’ların, Hafız Esad’ların ve Rafsancani’lerin politik oyunlarının etki alanına girer ve Ortadoğu batağına daha çok gömülür.

            Kürtler doğuya değil, mümkün olduğunca batıya, daha çok batıya yönelmelidirler.

            Bu nedenle biz, etnik temele dayalı bir sistemin değil, idari taksimata dayalı bir ademi merkeziyetçi sistemin Kürt sorununa etkili bir çözüm getireceğini düşünüyoruz.

            Bu sistem hem İstanbul ve İzmir Kürtlerinin, hem de Ağrı ve Iğdır Azeri ve Türklerinin var olan sorunlarını çözer, onlar için yeni sorunlar yaratmaz.

            Bu nasıl olacaktır? Tartışmayı başlatmak için ana hatlarıyla açıklayalım.

            “Köy, ilçe ve il, tüzük kişiliği olan özerk yönetim birimleri olmalıdır.

            İllerde vali, ilçelerde kaymakam doğrudan doğruya halk tarafından seçilmelidir.

            İllerde il genel meclisi, ilçelerde ilçe genel meclisi, o il ve ilçelerin halkı tarafından nispi temsil esasına göre seçilmeli. Bu kurullar o il ve ilçelerin karar organları olmalıdırlar.

            İl ve ilçelerin güvenlik, kültür, eğitim, sağlık, bayındırlık, ulaşım gibi işlerinde, il ve ilçe meclisleriyle vali ve kaymakamlar görevli ve yetkili olmalıdırlar.

            Bir kısım harç ve vergilerin gelirleri bu yönetimlere ait olmalı. İhtiyaçlarını karşılamakta güçlük çeken illere genel bütçeden yardım edilmelidir.

            Merkezi yönetimin il yönetimini, il yönetiminin ilçe yönetimini denetleme yetkisi, özelliklerini zedeleyecek nitelikte olmamalı.

            Türkiye’nin her yerinde aynı yönetim biçimi uygulanmalı ve herhangi bir il ve ilçede özel bir yönetim biçimine izin verilmemeli.

Özerk il ve ilçe yönetimleri, karar ve uygulamalarında insan haklarına ve hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı olmalı. Hiçbir işlem ve eylemleri yargı denetiminin dışında tutulmamalıdır.

Asayiş ve güvenliği sağlamakla görevli kolluk kuvvetleri, illerin ve ilçelerin seçimle iş başına gelen vali ve kaymakamları ile il ve ilçe genel meclislerinin emrinde ve denetiminde olmalı. İl ve ilçe emniyet müdürleri, il ve ilçe genel meclislerinin onayıyla vali ve kaymakamlar tarafından tayin edilmeli ve belirli koşullarda aynı merci tarafından görevlerine son verilmelidir.

Devletin ve toplumun şiddetten arındırılması ancak halkın, ademi merkeziyetçi bir sistemde, yerel ve sınırlanmış merkezi iktidarı almasıyla mümkündür.

Ordunun görevi, sınırları dış düşmanlara karşı korumaktır. Demokrasilerde iç düşman yoktur ve olamaz da. Ülkede yaşayan vatandaşlardır, bu ülkenin insanlarıdır ; bu ülkenin sahipleridir. Ordu iç politika hesapları için kullanılmamalı, asıl görevi olan ülke savunmasına dönmelidir.

Merkezden gönderilen güvenlik güçleri ise yerini yerel güvenlik güçlerine bırakmalıdır. İç güvenlik, güvenliğe ihtiyacı olan insanlar tarafından, onların karalarıyla ve onların denetiminde sağlanmalıdır.

Diyarbakır halkı kendi yerel meclislerini, vali ve kaymakamlarını seçer, emniyet müdürlerini de bu vali ve kaymakamlar ile yerel meclisler tayin edip denetlerse, ortada bir güvenlik sorunu kalmaz. Çünkü bu emniyet müdürleri kimseye kötü davranamaz ve işkence yapamaz. Yerel güvenlik güçleri, büyük halk desteğine sahip olacakları için güvenliği sağlamada güçlü ve etkili olurlar.

Demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla uygulandığı bir toplumda hiçbir silahlı güç taban ve destek bulamaz. Bugün sorunların ancak silahla çözüleceğini savunan genç insanların gerekçeleri ortadan kalkar. Buna rağmen bu görüşlerinde ve eylemlerinde ısrar edenler olursa, toplumsal tepkiyle karşılaşırlar ve toplumda hiçbir destekleri kalmadığı için etkisiz hale gelirler.

O zaman çatışmalar sona erer, şiddet sona erer. Çünkü çatışmaların tarafları kalmaz. Merkezi yönetimin baskıcı gücüyle, ona karşı çıkan silahlı tepki gücü sahneden çekilir. Halk yönetime el koyar.

Çatışmayı ve savaşı yaratan ve sürdüren, tekelci sermaye ile Ankara bürokrasisinin merkeziyetçi iktidarıdır. Her iki tarafta da savaşanlar halk çocuklarıdır ve genellikle yoksul halk çocuklarıdır.

Bu genç insanların savaşması değil; birleşmesi, kendilerini ölüme sürükleyen, ana babalarını da bir baskı rejiminde yoksulluğa mahkûm eden merkezi iktidar gücüne karşı birlikte mücadele etmeleri gerekir. Ana, baba, amca, dayı, hala ve teyzeleriyle beraber çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi kurmaları gerekir. Toplumun şiddetten, baskıdan, işkenceden, sömürüden, yoksulluktan, adaletsizlikten kurtulması için katkıda bulunmaları gerekir. Birer kurtarıcı ve kahraman olarak değil, bizler gibi sade yurttaşlar olarak bilgi ve yeteneklerini toplumun hizmetine sunmaları gerekir.

Bırakalım Diyarbakır halkı Diyarbakır’ı, Edirne halkı Edirne’yi, Trabzonlular Trabzon’u, Vanlılar Van’ı yönetsin. Onlar kendi illerinin ve yörelerinin sorunlarını ve çözümlerini herkesten iyi bilirler. Kendilerini herkesten daha iyi yönetirler.

Gelin, tekelci sermaye ile Ankara bürokrasisinin merkeziyetçi iktidarına son verelim ve ortak yararlar etrafında birleşerek Türkiye’yi de hep birlikte yönetelim.

 

 

 

 

 

 

HEP ile ilgili bir açıklama

 

Geçen sayıdaki yazıda HEP’i merkeziyetçi partiler grubunda göstermem, HEP çevrelerinde tartışmalara yol açtı. Birçok HEP’li de, HEP programının yazarı olarak bir çelişkiye düşüp düşmediğimi sordu. Bu nedenle konuyu aydınlatacak bazı açıklamalarda bulunmak gerekiyor.

HEP’in programını, Program Komisyonu Başkanı olarak hazırladım. Programın sağlık, beslenme ve konut bölümlerini Sayın T. Ziya Ekinci, çalışma yaşamı bölümünü Sayın İ. Hakkı Önal yazdı. Eğitim bölümünün giriş kısmını ise Sayın Murat Belge hazırladı. Bu kısım tarafımdan program diline uyarlandı. Bunun dışında kalan programın bütün bölümlerini ben yazdım.

Program, demokratik sivil bir toplum düzeninin kurulmasını amaçlıyordu.Çoğulculuk ve katılımcılık, demokrasinin iki temel unsuru olarak kabul edilmişti. Katılımcılığı sağlayacak sistem ise ademi merkeziyetçi sistemdi. Ademi merkeziyetçilik ile Kürt sorunu ayrı birer bölüm olarak programda yer aldı. Ademi merkeziyetçilik yukarıda açıkladığım şekilde, biraz daha ayrıntılı olarak düzenlenmişti.

Yazdığımız program aynen kabul edildi. Fakat içinde yer almadığımız kuruluş aşamasında, programın iki önemli bölümü, Kürt sorunu ve ademi merkeziyetçilik ile ilgili bölümleri çıkarıldı.

Kürt sorunu, insan hakları bölümünde bir iki cümleyle ifade edildi. Ademi merkeziyetçiliğin yerine ise merkeziyetçi sistem kabul edildi.

HEP kurucuları programdan özellikle ademi merkeziyetçiliği çıkartıp merkeziyetçi sistemi kabul etmişlerse, doğaldır ki, HEP merkeziyetçi partiler grubunda yer alacaktır.

Demokrasinin kurulmasında ve toplumsal sorunların çözümünde, en büyük ve en etkili güçlerden biri olarak kendisine büyük umutlar bağladığımız HEP tabanı, umarım bunun hesabını HEP’in kurucularından ve merkez yöneticilerinden sorar.

 

 

Mehmet Ali Aslan

2000’e Doğru, 2 Ağustos 1992.

Kürt ve Türk Aydınları ve Sömürge Teorisi

Çağımız bir bakıma bilgi çağı olarak tanımlanır. Bilgi, büyük bir güç ve toplumu değiştirmekte önemli ve etkili bir araçtır. Bu nedenle de bilgiyi üreten ve toplumun hizmetine sunan aydınların işlevi önem kazanmıştır.

Bu, kuşkusuz tek bir aydının çabasına ve gücüne bağlı değildir. Sözü edilen, kolektif çalışmaların ürünü olan ve her alanı kapsayan, her gün yenilenen ve gelişen bilgi birikimidir.

Bilgi kaynaklarına sahip toplumlar, kurumlar, dayandıkları bu güç ile diğerleri üzerinde egemen olmak ve onları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek imkânına sahiptirler.

Bu açıdan Kürt sorununu, Türk ve Kürt aydınlarının durumunu ele almakta yarar vardır.

Görünen o ki, Kürt sorununda inisiyatif ne Kürt aydınları ve Kürt halkındandır, ne de Türk aydınları ve Türk halkındadır. Bugün inisiyatif içte asker-sivil bürokrasi ile tekelci sermayede, dışta ise ABD ve Batı Avrupa devletlerinde ve kurumlarındadır.

Bilgi kaynaklarına sahip bu güçler, Kürt sorununu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebiliyorlar. Bunların hizmetinde olmayan Kürt ve Türk aydınları ise toplumun arzu ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek politikalar ve çözümler üretecek yeterli bilgi ve deney birikiminden yoksundurlar.

Etkin güç odakları karşısındaki çaresizliklerini, birbirlerini suçlayarak gizlemeye çalışıyorlar. Bu suçlamalar, bölünmelere, düşmanlıklara yol açıyor ve halka yansıyan durumlarda tehlikeli gelişmelere de neden oluyor.

Bütün bu yetersizliklerin ve bundan kaynaklanan temelsiz suçlamaların ve çatışmaların kökeninde ırk esasına dayalı milliyetçi eğitim sisteminin 70 yıllık uygulaması vardır. Türk aydınlarının da, Kürt aydınlarının da düşünce yapısını biçimlendiren bu eğitim sistemi olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran asker ve sivil bürokratlar, milliyetçilik ideolojisini temel bir değer olarak kabul ettiler. Batı’daki milli devlet modelini örnek alarak, özünü kavramadan şeklen benzetmeye çalıştılar.

Türkiye Cumhuriyeti, çokuluslu bir imparatorluğun mirasçısıydı. Ülkede değişik diller, etnik gruplar, kültürler vardı. Batı Avrupa’daki süreci yaşamamıştı. Batı Avrupa’da ortak dilin ve ortak değerlerin oluşumu, birkaç yüzyılı aşkın uzun bir zaman sürecinde gerçekleşmişti. O günün koşulları ise farklıydı ve bu farklı koşullar ortak dili ve ortak değerleri yaratmıştı.

Bürokratlar ise milli devleti yaratan iç ve dış dinamikleri iyice kavramadan, kısa sürede ve zorla böyle bir birliği gerçekleştirmeye çalıştılar.

Bu ancak asimilasyon ile mümkündü. Gönüllü bir asimilasyon düşünülemezdi. Bunun için zor kullanıldı. Zora ve baskıya karşı tepkiler ve direnişler oldu. Devlet bu direnişleri çok kanlı bir şekilde bastırdı.

Asimilasyon politikasının başarılı uygulanabilmesi için aydınların ve halkın desteğine ihtiyacı vardı. Bu politikanın topluma benimsetilmesi gerekiyordu. Bunun için en elverişli araç eğitimdi.

Eğitim, resmi görüşün benimsetilmesine yönelik tam bir “beyin yıkama” aracına dönüştü. Aydın kuşaklar, ırk esasına dayalı milliyetçi anlayışa, bir inanç gibi sarıldılar. Aslında bir insanlık suçu olan asimilasyonu, kutsal bir milli görev olarak kabul ettiler. Çok az istisnayla, sosyalist aydınlarda bile bunun etkisi görüldü. TKP’nin Kürt sorununa yaklaşımı ve Kürt başkaldırı hareketlerine karşı tavrı, sosyalist teori ve pratikle çelişiyordu.

Irkçı millet anlayışına dayalı ve asimilasyonu amaçlayan eğitim sisteminin Kürt aydınları üzerindeki etkisi farklı oldu.

Kendi kimliklerini yok etmeye ve kişiliklerini ezmeye yönelik devlet baskısına karşı direnmeleri çok güçtü. Büyük bir çoğunluğu direnemedi. Asimile olmayı kabul etti. Asimilasyon, bunların kişiliğinde parçalanmaya ve bozulmaya neden oldu. Devlete egemen olan bürokratların gözünde güvenilirlik sağlamak için kraldan fazla kralcı oldular. Çoğunluğu, Türk milliyetçi hareketinin şoven kanadı içinde yer aldı.

Kürt aydınları içinde aydın namusunu temsil eden bir avuç insan kendi kimliğine sahip çıktı. Devletin ceberut gücüne karşı kimliklerini korumaya çalıştılar. Kürt aydınlarından Sayın Musa Anter, bu bir avuç yiğit ve namuslu aydının yaşayan simgesidir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada gelişen insan hakları, demokrasi ve barış hareketleri Türkiye’yi de etkiledi. Türkiye ve Türk aydınları dışa açılmaya, hem sosyalizm ve hem burjuva demokrasi hareketlerini ve onların kurumlarını tartışmaya başladılar.

Fakat milliyetçi ideolojinin etkisinden kurtulamadıkları ve olaylara da bu açıdan baktıkları için değerlendirmeleri yanlış oldu ve yanlış sonuçlara vardılar. Halkın ihtiyaçlarına cevap verecek doğru ve etkili politikalar ve çözümler üretemediler. Halk ile ilişki kuramadılar. Büyük bir çoğunluğu silahlı güçler ile birlikte totaliter ve merkeziyetçi çözümleri destekledi.

Kürt aydınlarında gelişim farklı oldu. Kürtler’in Ortadoğu’daki jeopolitik konumu milliyetçi hareketin başarısını önlüyordu. Kürt toplumlarının baskı ve sömürüden kurtulmasını sağlayacak ve asimilasyonu önleyecek bir fikri açılıma ve yeni bir stratejiye ihtiyaç vardı. Buna ancak, Kürt toplumunun ve geçmişteki Kürt hareketlerinin birikimini; insan hakları, barış, demokrasi, sosyalizm hareketlerinin ve düşüncelerinin evrensel ilişkileri çerçevesinde değerlendirerek varılabilirdi.

Yeni Akış dergisi, bu ihtiyacın bir sonucu olarak 1966 yılında yayınlandı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez sorun, “Halklar Sorunu” olarak ele alındı. İlk kez “Kürt halkı”ndan, “Türkiye halkları”ndan söz edildi. Yine ilk kez “eşitlik “ temelinde “Kürt halkı”nın ve “Türk halkı”nın kardeşliği ve beraberliği savunuldu. Sorunun temelinde, uygulanan asimilasyon politikasının olduğu özellikle vurgulandı.

Sorunun çözümü ayrılmakta değil, Kürt ve Türk halklarının çatışmasında değil, bu halkların eşitlik temelinde birleşmesinde ve çağdışı baskıcı kurumlara karşı birlikte mücadele edilmesinde ve iktidarı almasında görüldü. Halkın iktidarında, nihai sonucu halk belirleyecekti. Toplumlar kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olarak bu hakkı kullanacaklardı.

Bu görüş, kısa zamanda, Türkiye sosyalistlerinin ortak görüşü olarak kabul edildi. Kürt sorunuyla ilgili olarak geliştirilen fikirlerin ve saptanan politikaların hepsinin temelinde Yeni Akış’ta ilk kez ortaya atılan düşünce ve kavramlar yer aldı.

Milliyetçi Kürt aydınları temel görüşlerini korumakla beraber, bu düşünceye ve harekete olumlu yaklaştılar ve işbirliği yaptılar. Bu şekilde Kürt ve Türk sosyalistleri ile Kürt demokrat ve milliyetçi unsurları, Kürt ve Türk halklarının eşitlik temelinde kardeşliğini ve birlikte mücadele etme gereğini savunur oldular.

1970’lere doğru, Kürt gençlik gruplarının bağımsız örgütlenme çabaları arttı. Bu grupların Kürt medrese geleneğinden gelen milliyetçi hareketle ilgileri yoktu. Tarihsel Kürt siyaset ve kültür birikimine yabancıydılar. Sosyalist hareketin Kürt kanadıyla da ilişkilerini kestiler. İçeriği milliyetçi, söylemi sol ve sosyalist olan görüşler ortaya atıldı. Özellikle Türkiye sosyalist hareketine düşman bir tavır gelişti. Yeni Akış’ın görüşlerine karşıt bir anlayışı sistemleştirmek çabasına girişildi. Nitekim zaman içinde başarıldı da.

Ortaya atılan görüşü “Sömürge Teorisi” olarak adlandırmak mümkün. Bu teori, çok az bir istisnayla, bütün Kürt örgütlerinin fikri temelini oluşturdu.

Sömürge Teorisi, herkesin bildiği doğru bir tespitten, Kürdistan’ın parçalandığı ve paylaşıldığı gerçeğinden hareket ediyor. Fakat “Kürdistan sömürgedir” değerlendirmesini yapıyor.

Değerlendirme, yaratacağı sonuçlar bakımından çok önemlidir. Çünkü Kürdistan’ın sömürge olarak kabul edilmesi veya edilmemesi; mücadele yöntemini, ittifakları, karşıtlıkları belirleyecektir.

Sömürge Teorisi, ister istemez mücadeleyi Kürt ve Türk karşıtlığına dayandırır. Sınıf farkı gözetmeden bir tarafta bütün Kürtler, diğer tarafta bütün Türkler olacaktır. Karşı taraftaki halkla ilişki kuran herkes işbirlikçi ve hain olarak suçlanacaktır.

Bu, Kürt ve Türk halkları arasında topyekün bir savaşa yol açacak, aynı bölgede birlikte yaşamanın imkânı kalmayacaktır. Doğudaki Türkler batıya, batıdaki Kürtler doğuya göç etmek zorunda kalacaklardır.

Tekelci sermaye ile merkezi bürokrasinin, Türk ve asimile olan Kürt işadamlarının milli gelirden aldıkları pay daha çok artacak. Avanta, yağma ve sömürü düzeni bir baskı rejimiyle daha kolay sürdürülecektir.

Dünyadaki güç dengeleri ayrılmaya imkan vermiyorsa, uzun yıllar sürecek sonu belirsiz bir savaş, her iki halka da yıkım, acı ve gözyaşından başka bir şey getirmeyecek, genç kuşaklar harcanacaktır. Savaşın ağır faturasını başta doğu ve güneydoğunun yoksul köylüleri olmak üzere her iki halkın emekçileri ödeyecektir.

Dünyadaki değişime paralel olarak kavramlar da değişiyor. Sömürge ve sömürgecilik kavramlarına, farklı tarihsel kesitlerde farklı anlamlar yüklenmiştir. Millet ve milliyetçilik kavramları da, değişik tarihlerde ve değişik toplumlarda farklı anlamlar taşımıştır.

Türkiye’deki Kürtlerin durumunu, Türk ve Kürt ilişkilerini, anlamları sınırlanmış bazı kavramlar, kalıplar ve örneklerle açıklamak ve tanımlamak mümkün değildir. Türkiye’deki ekonomik ve sosyal gelişim süreçleri içinde Kürt halkı kendine özgü farklı bir konuma gelmiştir.

1-a) Bugün Kürtlerin yarısından fazlası batıda yaşıyor. Batıya yerleşen Kürtler geriye dönmeyi de düşünmüyorlar.

b) Batıdaki Kürtler, eskiden hızla asimile olurken, bugün tersine bir gelişme var. Kendi kimliklerini koruma ve ifade etme akımı güçleniyor.

c) Kürtlerin yerleşik olduğu bölgelerle Türklerin yerleşik olduğu bölgeler birbirinden ayrılmamış. Sınır yok, herkesin istediği yere yerleşme serbestîsi var. Bu nedenle her iki bölgede de demografik yapının değişimi engellenmemiş. Bu yüzden, özellikle batıdaki demografik yapı sürekli değişiyor.

Sömürge ilişkilerinde buna izin verilmez. Sömürge halkı dışlanır ve bu halkın sömürgeci ülkeye demografik yapıyı değiştirecek toplu yerleşimi engellenir.

2- Türkiye’nin kendisi yarı sömürgedir. Bir başka ülkeyi veya bölgeyi sömürecek sermaye, teknoloji ve organizasyon gücüne sahip değildir. Kürt halkı yıllardır sömürülmeyi bekliyor. Birileri gelip sanayi tesislerini kursun, doğal kaynaklarını işletsin, iş alanları açsın da, kendisine çalışma imkânları sağlansın. Çünkü işsizler değil, işçiler sömürülür.

3- Kürt burjuvazisini oluşturduğu ileri sürülen Kürt işadamları ise Batı ile bütünleşen ve bugünkü devlet ve toplum yapılarını korumaya çalışan kişilerdir. Çoğunlukla yatırımları batıdadır ve hepsinin ticari ve ekonomik ilişkileri batı pazarı iledir. Bunların çıkarları Türk burjuvazisi ile beraber olmaktadır.

4- Sömürgeci uluslar, kendi dil ve kültürel egemenliklerini kurmaya çalışırlar. Ama sömürge halkını asimile etmeyi, dil ve kültürlerine baskı yapmayı düşünmezler. O halkın etnik kimliğini tanırlar. Hatta dolaylı da olsa bu kimliği geliştirirler. İngilizlerin Irak’ta, Fransızların Suriye’de egemen oldukları dönemlerde, bu ülkelerdeki Kürtler, dillerini ve kültürlerini geliştirme imkânı buldular. Sömürgeci İngiliz ve Fransızlar, Kürt halkının dili ve kültürüyle değil, ekonomik kaynaklarıyla ilgileniyorlardı.

Türkiye’de Kürt sorunu, sömürgeleştirmeden değil, asimilasyondan kaynaklanıyor. Kürt halkı, dili ve kültürü yok edilmek suretiyle tarih sahnesinden silinmek isteniyor.

Bunu önlemenin yolu ise, bu politikaları uygulayan asker-sivil bürokratlar ile tekelci sermayenin merkeziyetçi iktidarına son vermek, Türk ve Kürt halklarının birlikte oluşturacakları ademi merkeziyetçi demokratik bir iktidarı gerçekleştirmektir.

Kürt halkı, demokratik ve laik değerlere en yakın ve diğer halklar ile birlikte yaşama deneyimi bulunan bir halktır. Fakat varlığı, çevresindeki güçlü milletlerin milliyetçi hareketlerinin tehdidi altındadır.

Kürtler, milliyetçi baskı ve saldırılara milliyetçilik silahı ile karşı koyamazlar. Çünkü karşısındakiler daha güçlüdür.

Kürtler mücadeleyi bir başka alana, haklı oldukları ve haklı oldukları için de güçlü oldukları bir alana; barış, demokrasi ve insan hakları alanına taşımak zorundadırlar.

Mücadele bu alana taşındığı zaman, Kürtler dünya kamuoyunu yanlarında bulacaklardır. Emekçi Türk halkını, demokrat ve sosyalist Türk aydınlarını yanlarında bulacaklardır.

Mücadelenin barış, demokrasi ve insan hakları alanına taşınmasında Kürt ve Türk aydınlarına büyük görev düşüyor. Milliyetçi akımların duygusal heyecanından sıyrılıp, olaylara halkın eşitliği, özgürlüğü, refahı ve mutluluğu açısından, bilimsel olarak yaklaşmalıdırlar.

Türk halkıyla Kürt halkı arasında çatışmaya ve düşmanlığa yol açacak ve işbirliğini güçleştirecek her türlü söz ve eylemden kaçınmak; tersine, kardeşliğin, dostluğun, birlikte mücadelenin şartlarını ve ortamını yaratmak zorundadırlar.

Bilimsel ve teknolojik devrimin yol açtığı hızlı değişim, eski kalıpları geçersiz kıldı. Kavramlara yüklenen anlamlar büyük ölçüde değişti. Bugünün olaylarını, dünün kalıplarıyla ve ölçüleriyle açıklamak mümkün değildir.

Artık aydının sadece sistemli bilgi sahibi olması yetmiyor, yaratıcı olması da gerekiyor.

Yaratıcı olabilmenin temel koşulu da çağdaş aydın standartlarına uygunluk ve yeterli bilgi birikimine sahip olmaktır.

Özellikle Kürt aydınları, kendilerini Kürt kavramının sınırları içine hapsetmemeli. Kürt sorununun diğer sorunlardan soyutlanarak ele alınamayacağını, dünya sorunlarıyla, bölge sorunlarıyla, Türkiye sorunlarıyla ve bu sorunların ekonomik, sosyal, kültürel vb. yönleriyle ilişkilerini iyi bilmeden, kavramadan çözüm üretmenin , doğru politikalar saptamanın mümkün olamayacağını bilmelidirler.

Türk aydınlarının da bilmesi gerekir ki, Kürt sorunu aynı zamanda Türk halkının sorunudur. Konuyla ilgili bilimsel araştırma ve incelemeler yapmak, politik seçenekler ve çözümler üretmek, Kürt aydınları gibi onların da görevidir.

Kürt ve Türk aydınları bilgi kaymaklarına sahip güçler tarafından, başkalarının çıkarına yönlendirilmelerini istemiyorlarsa, öncelikle bilgi sorununu çözmek zorundadırlar.

Bu, bugün yapılmazsa yarın çok geç olacaktır.

  

Mehmet Ali Aslan

2000’e Doğru, 9 Ağustos 1992.

 

Temel Yapısal Değişim

Türkiye; sınıflar ve bölgeler arası gelir farklarının uçuruma dönüştüğü, uygulanan asimilasyon politikaları nedeniyle ilan edilmemiş bir iç savaşın yaşandığı, işkencenin, faili meçhul cinayetlerin yaygınlaştığı ve can güvenliğinin bulunmadığı, demokrasiye karşı olan baskıcı ve merkeziyetçi yönetimlerin işbaşında olduğu, ileri sanayileşmiş ülkelere sürekli kaynak aktaran, milli geliri düşük, geri kalmış bir Üçüncü Dünya ülkesidir.

Türkiye, bu çağdışı geri düzenden nasıl kurtulabilir? Barışa, demokrasiye, insan haklarına, halkların eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği ve mutluluğu ilkelerine dayalı, adil, demokratik bir refah toplumu nasıl kurulabilir?

Mevcut düzenin kuralları ve kurumları, toplumun çağdaşlaşmasının önündeki en büyük engeldir. Bir sistem oluşturan bu kurallar ve kurumlar bütününün, kendi içinde kendini yenilemesi, kendini aşması ve çağdaşlaşması mümkün değildir.

Bu nedenle değişimi, düzen ile bütünleşen sosyal güçlerin, düzenin biçimlendirdiği kurumların, düzeni ifade eden düşünce sisteminin dışında aramak gerekir.

Emekçi halk kitlelerine ve düzenin değerler sistemini kabul etmeyen, ona karşı çıkan etnik gruplara ve aydınlara, baskıdan, yoksulluktan, acı ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen bu düzenden kurtulmak, ancak “temel yapısal değişim” ile, çağdaş değerlere dayalı bir düzen oluşturmakla mümkündür.

“Temel yapısal değişim” programları önerildiğinde, insanlar genellikle bu program ve önerileri, mevcut düzenin kuralları içinde ve onun kurumlarına göre değerlendiriyorlar. Çözümü yine mevcut kurumlardan bekliyorlar. Bu, toplumun ve eğitim sisteminin yarattığı şartlanmalardan kaynaklanıyor.

Toplumun, egemen sınıf ve katmanların değerler sistemini ve ideolojisini benimsemiş olması, kendi değerlerine yabancılaşması, düzene muhalefet eden güçlerin ve örgütlerin ise eski düşünce kalıplarına bağlılıkları ve dünyadaki hızlı değişime uyum sağlayamamaları, değişimi güçleştiriyor.

Bu nedenle, temel yapısal değişimin gerçekleşmesi için öncelikle insan düşüncesinin, mevcut düzenin kalıplarından, alışkanlıklarından, şartlanmalarından kurtulması ve bağımsızlaşması gerekir.

Düzene muhalefet eden güçler ve örgütler, öncelikle, dünyayı egemenliği altına alan ve düzenin de temellerini oluşturan yeni sağ ideolojiye ve düzenin yerleşik değer yargılarına karşı, düşünce alanında yaygın ve etkili bir mücadele vermelidirler.

Egemen güçlerin değerler sisteminde ve bugünkü baskıcı, sömürücü kurumların yapılanmalarının temelinde, şoven milliyetçi ideolojinin önemli yeri vardır. Bu ideolojinin etkileri önemli ölçüde yok edilmedikçe, toplumsal ve kişisel yaşamın her alanından önemli ölçüde silinmedikçe, mevcut düzeni halk yararına değiştirmek mümkün değildir.

Bu mücadele verilirken, bugün başarısızlığı kanıtlanmış dogmalardan ve düşünce kalıplarından uzak durmak; demokrasi, barış, insan hakları, halkların eşitliği ve kardeşliği gibi çağdaş değerlere, evrensel değerlere dayanmak gerekir.

Temel yapısal değişimi sağlayacak olan halklardır. Onların, emeği ile geçinen sınıf ve tabakalarıdır. Bilgi ve becerilerini mevcut düzenin hizmetine sunmayan ve onun değerlerini benimsemeyen çağdaş aydınlardır.

Örgütsüz halk, başkalarının çıkarları için rahatça yönlendirilebilen bir yığındır. Halkın örgütlenmesi gerekir. Fakat halkın örgütlenmesi kolay olmuyor. İki yönden gelen engel ve baskılarla karşılaşıyor.

1- Düzen, iktidar ve muhalefetiyle bir bütündür. Bir düzenin sürekliliğini sağlamak sadece iktidar gücüyle mümkün değildir. Faşizm dışında bütün düzenlerin, kendi sınırları içinde faaliyet gösteren muhalefete ihtiyaçları vardır.

Düzenin çerçevesini aşan, onun değerler sistemine ve temel dayanakları olan kurumlara yönelik muhalefet hareketleri ise düzeni tehdit ettikleri için, bunlara karşı “etkisizleştirme” önlemleri alınır.

Etkisizleştirmenin bilinen klasik yöntemi ise; düzenin temel değerlerine ve temel dayanaklarına yönelen muhalefet hareketlerinin yerini, sert ve çarpıcı sözlerin, sol ve sosyalist terminolojilerin ardına gizlenmiş biçimsel muhalefet hareketlerinin almasına yardımcı olmaktır.

Bu şekilde, halkın düzene karşı gelişen tepkilerinin hedefi saptırılmış ve düzenin temel değerleriyle, temel dayanakları olan kurumlar korunmuş olur.

Bu, “muhalefet alanlarını kapatma” ve “hedefleri saptırma” hareketleri, sadece legal alanlar ve örgütler için uygulanmaz, illegal alanlar da aynı müdahaleye hedef olurlar.

Düzen ne kadar baskıcı ve sömürücü ise illegaliteye ve şiddete dayalı muhalefet alanları ve örgütlenme ihtiyaçları da o oranda artar. Düzen için bu alanları kapatmak ve hedef saptırmak da o ölçüde yaşamsal önem kazanır.

İllegal veya silahlı örgütler denetlenebildiği ölçüde, düzen için önemli sorun yaratmazlar, hatta bir bakıma düzeni sürdürmenin gerekçesi olurlar. Bugün iktidarın PKK karşısındaki telaşı; bu örgütün silahlı olmasından, silahlı eylemlerde bulunmasından değil, devletin denetleme gücünü aşmış olmasından ileri geliyor.

Egemen güçlerin bu muhalefet alanlarını kapatma ve hedef saptırma istekleri her zaman başarılı olmaz. Karşısındaki gerçek muhalefet güçleri, yeterli bilgi ve deney birikimlerine sahiplerse, onlara bu fırsatı vermezler. İnisiyatif kendilerinde olur. Düzeni temelden sarsacak ve halk yararına değişimi sağlayacak emin adımları atarlar.

2- Düzenin genel olarak muhalefet hareketlerini etkisizleştirme çabaları yanında bir de illegal örgütlerin, halk muhalefetinin legal alanda örgütlenmesini güçleştiren müdahaleleri var.

Devletin resmi görüşü dışında kalan bütün düşüncelerin ve inançların yasaklandığı veya baskı altına alındığı bir ülkede, bu düşünce ve inançların yeraltına kayması, illegal olarak örgütlenmesi doğaldır. Bu nedenle, düzenin temel yapısal değişimini isteyen örgütler genellikle illegal konumdadırlar.

İllegalitenin halk kitleleriyle bağlantı kurması çok güçtür. Ayrıca bu tür örgütlenmelerin parlamento, yerel yönetimler gibi kurumlardan doğrudan doğruya yaralanma ve seçim gibi mekanizmalarla halkoyunu etkileme imkânları yoktur.

Türkiye gibi demokratikleşme sürecinin sık sık kesintiye uğradığı ve demokratikleşmenin hukuksal ve toplumsal güvencelerinin oluşmadığı ülkelerde, legal ve illegal yöntemler ve örgütler birlikte bulunurlar.

Demokratikleşmenin gelişme dönemlerinde legal örgütler, demokratikleşmenin kesintiye uğradığı dönemlerde illegal yöntemler ve örgütler ön plana geçer ve etkili olurlar.

Kuşkusuz amaç, demokrasinin bütün kural ve kurumlarıyla kurulması, demokratik güvencelerin oluşması ve tam özgür bir ortamda illegal çalışmaya ve örgütlenmeye ihtiyaç kalmamasıdır.

Fakat bu oluşuncaya kadar, her iki yöntem ve örgüt tipi bir gerçeklik olarak birlikte bulunacaklardır. Esasen bu ikili yapıyı yaratan, düzenin getirdiği yasak ve kısıtlamalardır. Bu nedenle bunlar birbirlerinin rakibi, karşıtı veya alternatifi değildirler.

Düzene karşı muhalefet eden güçlerin yönetim kadroları yeterli bilgi ve politik beceriye sahiplerse, legal ve illegal örgütlerin karşıtlığına izin vermezler, aynı amaca yönelmelerine yardımcı olurlar.

Her iki tip örgütün de amacı gerçek bir demokrasiyi yerleştirmek ve geliştirmek olursa, bu ikili yapı kısa zamanda yerini tamamen legaliteye bırakır.

Bugün düzene karşı olan güçler, illegal muhalefet alanlarını tamamen doldurmuşlardır. Legal sosyalist alanda da İşçi Partisi ile SBP var. Fakat sosyalistlerin büyük kesimi partilerin dışında bulunuyor.

Bütün sosyalistlerin bir örgütte birleşmeleri her zamankinden daha büyük bir ihtiyaçtır. Emekçi halk kitleleri, yeni sağ ideolojinin ve mevcut düzenin değerler sisteminin egemenliğinden kurtulmadıkça, evrensel ve sınıfsal değerlerine sahip çıkmadıkça düzeni değiştirmek mümkün değildir. Bu konuda en fazla katkıda bulunabilecek olanlar ise sosyalistler ve sosyalist partilerdir.

Sosyalizm işçi sınıfı ideolojisidir. Ama dar anlamda işçi sınıfının sınıfsal çıkarlarını değil, bütün insanlığın yaralarını savunan, insanlığın kurtuluşunu amaçlayan bir sistem, bir dünya görüşüdür.

Sosyalizm, teknolojinin ve verimliliğin çok ileri boyutlarda geliştiği ve insanlığın moral değerler bakımından çok ileri düzeyde bulunduğu bir tarih döneminde gerçekleşecektir. Bu tarih dönemi, insanlığın bugünkü düzeyine bakılırsa, yakın değildir. Bugün sosyalistlerin yakın hedefi sosyalist düzen değil, demokratik düzendir.

Bu nedenle, demokratlarla sosyalistler, ister ayrı örgütlerde ister aynı örgütte bulunsunlar, yakın bir dönem için aynı ortak hedefe sahiptirler.

Fakat çok büyük bir potansiyeli olmasına rağmen legal demokratik muhalefet alanında ciddi ve etkili bir demokratik parti yoktur. Oysa bugün en önemli ihtiyaç, legal alanda demokratik halk muhalefetinin örgütlenmesidir.

Bu alan, düzen partileri tarafından kapatılmış görünüyor. Çok sert suçlamalarına ve kullandıkları demokratik ve sol terminolojiye rağmen, düzenin değerler sistemine, temel yapı ve kurumlarına ciddi bir eleştiri getirmiyorlar. Değişimi sağlayacak elverişli yöntemleri ve araçları kullanmıyorlar.

İllegal örgütlerin hepsi, toplumun bütün kesimlerini, bütün faaliyet alanlarını tekellerine almak ve denetlemek istiyorlar. Çoğulcu bir toplumda bu mümkün değildir. Ama bu istek ve çaba hem örgütler arası çatışmalara neden oluyor, hem de legal alanda demokratik örgütlenmeyi engelliyor.

Legal bir örgüt, illegal bir örgütle ilişki kurdu mu, artık legaliteden ve legalitenin sağlayacağı etkinlikten ve yararlardan söz etmek güçleşiyor. Örgüt etkili ve elverişli demokratik muhalefet alanı olmaktan çıkıyor.

Legal potansiyelin bu şekilde harcanmasının sonucunda, legal demokratik muhalefet alanı, mevcut düzenin kurumlarına kalıyor.

İllegal örgütlerin, legal alan için yarattıkları sorunların yanında, bir de kendi yapılarından kaynaklanan sorunları vardır.

Bazı istisnalar dışında, illegal örgütlerin merkez karar ve icra organları, güvenlik gerekçeleriyle yurtdışındadır. Bu durum önemli sorunlara yol açıyor.

1- Doğru karar, ancak yeterli ve doğru bilgiye dayanılarak verilebilir.

Merkez karar ve icra organlarının üyeleri, bilgiyi ikinci elden alıyorlar. Bilgiyi ve haberi getirenler kendi yorumlarını da katıyorlar. Çoğu kez bilgi ve haber değişime uğrayarak aktarılıyor.

            İnsanlar uzun süre kendi toplumunun dışında kalınca meydana gelen değişiklikleri kavramakta güçlük çekerler. Giderek topluma ve gelişen özelliklerine yabancılaşırlar.

            Bu nedenle, yurtdışında bulunan merkez yöneticilerinin, ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar, doğru ve sağlıklı karar vermeleri güçtür.

            2- Yurtdışındaki merkez yöneticileri, Türkiye’deki örgüt üyelerinin karşılaştıkları riskleri onlarla paylaşmıyorlar.

Türkiye’deki mücadele bir savaşa benzetilirse, yurtdışındaki manevradır. Manevrada önemli risk yoktur, ama katılanlar için savaşın riski büyüktür.

Risk paylaşılmadığı ve örgütlerin yapısı gereği demokratik mekanizmalar işlemediği için merkez organlarının karar ve talimatlarında titiz ve dikkatli olmaları, insan muhasebesini iyi yapmaları ihtimali azalır. Bu durum Türkiye’deki örgüt ve üyeleri için olduğu kadar halk muhalefeti için de tehlikeli sonuçlar yaratır.

3- Sağlıklı ve doğru karar vermelerini güçleştiren bir unsur da, bulundukları ülkelerin devlet politikalarıdır. Hiçbir ülke, kendi egemenlik alanındaki bir örgütün, kendi çıkarlarıyla bağdaşmayacak faaliyetlerine izin vermez. O ülkeyle ülkemizdeki halk muhalefetinin çıkarlarının çeliştiği noktada, örgüt ya o ülkede varlığını sürdürmek, ya da ilkelerinden sapmak seçenekleriyle karşılaşır.

4- Bir diğer sorun da, merkez yönetim kadrolarının ve liderliğin sürekliliğinden kaynaklanıyor.

Örgütün merkez kadrolarındaki kişiler, bulundukları görev ve makam ile özdeşleşiyorlar. Gelişime uydukları ve kendilerini yeniledikleri sürece önemli bir sorun doğmuyor. Fakat değişime uyum sağlayamadıkları ve olaylar kendilerini aştığı zaman büyük sorunlar çıkıyor.

Kişilerin yeteneğinden, ahlaki anlayışlarından bağımsız olarak ortaya çıkan bu sorunları, ancak illegal örgütlerin kendileri çözebilir. Dışarıdan müdahale olanağı yoktur.

Bunun için örgütlerin faaliyet alanlarını sınırlamaları ve işlevlerini yeniden belirlemeleri gerekir.

1- Öncelikle bu örgütler, toplumun her alanını ve her kesimini denetleme girişiminden sakınmalı ve çoğulcu toplum yapısına, çoğulcu düşünce ve örgütlenmeye saygılı olmalıdırlar.

2- Legal sosyalist ve demokratik muhalefet alanlarına ve bu alanlardaki örgütlenme girişimlerine müdahaleden kesinlikle kaçınmalı ve bunlara karşı mesafeli davranmalıdırlar.

3- Avrupa’daki örgütlerin, uzaktan kumandayla Türkiye’deki hareketleri yönetemeyeceklerini bilmeleri gerekir. Gerçekten yararlı olmak istiyorlarsa ya merkez karar ve icra organlarına Türkiye’ye taşırlar, ya da Türkiye’de gelişen hareketlerden kendilerine yakın bulduklarının yandaş kuruluşu olarak faaliyetlerini sürdürürler.

 

 

Temel yapısal değişimi amaçlayan bir muhalefet hareketi, hiçbir kişi ve örgütü dışlamak lüksüne sahip değildir. Fakat bütün bu kişi ve örgütlerin bazı “asgari müşterekler”de birleşmeleri gerekir. Bu asgari müşterekler yöntem veya politik çözüm önerileri değil, dayandıkları değerler sistemi olmalıdır.

Bugün barış, demokrasi ve insan haklarını, halkların eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliğini, çağdaş evrensel değerleri savunmayan halktan yana bir hareketi düşünmek mümkün değildir.

Yine halktan yana çağdaş bir hareketin amacı insandır. İnsanın maddi ve manevi baskı ve sömürüden kurtulup kişiliğini geliştirebilme imkânına kavuşmasıdır. İnsanı araç olarak gören bir anlayışı, gerçek bir muhalefet hareketi olarak kabul etme imkânı yoktur.

Örgütler değişik yöntem ve araçlar kullansalar da, aynı değer sistemini kabul edip savunurlarsa, kendi istek ve kararlarıyla politikalarını uyumlaştırabilirler. Bu bir cephe teşkili veya bir üst kuruluş oluşturmakla değil, her örgütün tamamen bağımsız olarak uygun politikalar saptamasıyla olur.

Amaç, bugünkü asker-sivil bürokrasi ile tekelci sermayenin merkeziyetçi iktidarına ve oluşturdukları çağdışı düzene son vermek; halk iktidarını gerçekleştirerek, çağdaş evrensel değerlere dayalı demokratik bir refah toplumu kurmak olmalıdır.

  

Mehmet Ali Aslan

2000’e Doğru, 9 Ağustos 1992

İstifa Mektubu

HADEP GENEL BAŞKANLIĞINA

             Parti Meclisi üyelerinin önemli bir bölümü samimi arkadaşlarımdır. Bunlarla ortak anılarımız ve paylaştığımız değerler var. Diğerlerine de büyük önem veriyorum.

        Bugüne kadar, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı arkadaşlık ilişkilerimize gölge düşürecek hiçbir olay yaşanmadı ve olumsuz bir tavır görülmedi.

     Fakat politik ilişkilerde, özellikle aynı örgüt içindeki politik faaliyetlerde, aklın, bilimin, demokratik kuralların ve anlayışın gereklerine uygun bir birlikteliği yakalamamız mümkün olmadı. Bu, benim çok değer verdiğim arkadaşlık ilişkilerimizi de olumsuz etkiledi.

        Kanımca bunun nedeni, 1970’lerden bu yana, Türk Solunda ve Kürt Siyasal Hareketlerinde, demokratik anlayıştan uzak muhafazakar yapıların oluşması, yaratıcı ve bağımsız düşünen sosyalistlerin ve aydın Kürtlerin  “yabancı unsur”  olarak görülmeye başlanmasıdır.

         Şimdiye kadar, değişim umuduyla katıldığım örgütler ve politik yapılanmalar, farklı seslere ve davranışlara, kendi içlerinde oluşturdukları uyumu bozan bir hareket olarak baktılar ve buna karşı, psikolojik temelde toplu bir direnişe geçtiler.

       HADEP’in son Genel Kurul Toplantısından önce, arkadaşların Parti’de değişimi vurgulayan sözleri,  “HADEP Genel Kurulundan Beklenenler”  başlıklı yazıda açıkladığım fikirlerimle tam bir mutabakat halinde olduklarını açıklamaları, daha önceki deneylerin olumsuzluğuna rağmen, beni yeniden umutlandırdı. Bu nedenle Parti Meclisinde yeralmamı isteyen arkadaşların tekliflerini kabul ettim.

     Fakat Genel Kurul Toplantısından sonra, Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurulunun eski kadrolardan oluştuğunu ve eski anlayışın aynen devam ettiğini gördüm.

     Parti Meclisine sunduğum öneriler tartışılmadı bile. 60 kişilik Parti Meclisinin 59 üyesinden hiçbiri benim savunduğum fikirleri desteklemediği gibi, kendileri de Merkez Yürütme Kurulunun görüşünden bağımsız bir öneri sunmadı. Ama büyük çoğunluğu, kulislerde, haklı olduğumu söyledi.

    Parti Meclisi, fikirlerin tartışıldığı ve kararların alındığı bir parti organı olamadı. Toplantılarda,  bazen dozu sertleşen konuşmalarımın, arkadaşlıklarına değer verdiğim bir kısım Parti Meclisi üyelerinin gücenmesine ve darılmasına yol açması, beni de üzdü.

     Parti’nin gelişmesiyle ilgili çok önemli 3 konuda anlaşmamız mümkün olmadı.

    1- Tüzüğe göre karar organı olması gereken Parti Meclisi, bu işlevine sahip çıkmıyor. 59 Parti Meclisi üyesi,Parti Tüzüğü’nün kendilerine verdiği yetkiyi kullanmaktan çekiniyor ve görevlerini yapmıyorlar.

    Parti, Parti Meclisinin yetkilerini de kullanan ve hiçbir denetime tabi olmayan Merkez Yürütme Kurulunun keyfi yönetimine bırakılmıştır.

      2- Gerek parti içinde ve gerekse parti dışında olup partiye sempati duyanlar arasında, yeterli bilgi ve deneyime sahip değerli aydınlar vardır.

         Parti Merkez Yönetimi, bunları karar mekanizmalarının dışında tutup birer teknisyen olarak kendi emirlerinde çalıştırmak istiyor.

         Kişilik sahibi aydınlardan hiç birinin bu rolü kabul etmesi düşünülemez.

         Bu anlayışın sonucu olarak Parti, kendisini geliştirecek kadrolardan yoksun kalıyor. 

       3- Merkez Yürütme Kurulu, parti içindeki kadroların eğitilmesi ve gençlerin yönetimde yer alacak yetkinliğe kavuşması için gerekli olan bilimsel eğitim programlarını, parti dışındaki uzmanlara hazırlatıp uygulamaktan çekinmekte, mevcut kadroların muhafazasına çalışmaktadır.

     Eğitim çalışmalarının, eğitim formasyonu olmayan MYK üyelerine bırakılması, ciddi ve bilimsel bir eğitim programının uygulanmak istenmediğini göstermektedir.

       Diğer konularda da, yeterli bilgi ve deney birikimine sahip olmayan MYK üyeleri yetkili kılınmıştır.

      Partinin dışa açılması için, değişen ve gelişen dünyayla entegrasyonu sağlayacak politikalar ve projeler üretilmesi için, MYK dışında, komisyonlar oluşturulmasına ve bu komisyonlara uzman kişilerin davet edilmesine ait önerilerimiz de reddedildi.

         Bütün çalışma alanları MYK üyelerinin tekeline alınarak Parti dışa kapatılmıştır. Fakat MYK üyelerinin entelektüel düzeyi, bu çalışmaları çağdaş ve bilimsel bir anlayışla yürütmeye yetmediği için, Parti’de hiçbir gelişme olmuyor ve Parti atalete mahkum ediliyor.

         Parti’nin yerel teşkilatlarında ve yerel yönetimlerde yaşanan bütün sorunlar, Parti Genel Merkezinin politika anlayışından kaynaklanıyor. Bu anlayış değişmediği sürece, sorunların çözümünü bir yana bırakın, HADEP tabanı daha büyük yeni sorunları yaşayacaktır.

       Parti anlayışımızda, politik beklentilerimizde, halkın sefaletine ve Ortadoğu’daki Kürt trajedisine yol açan politikaları değerlendirmemizde önemli farklılıklar var.Bu önemli ve temel  farklılıklar, aynı örgüt çatısı altında birlikte çalışmamızı güçleştiriyor.

            Fikirlerimi ve bağlı olduğum değerleri yakından bilen sizlerin beni Parti Meclisinde yer almaya davet etmesi, benim de yaratılan değişim umudunu önemsemem bir hataydı.

            Parti Meclisinde, Meclisin uyumunu bozan  “yabancı unsur”  olarak görülüyorum.Nitekim Parti Meclisinin son toplantısının tarihi bana bildirilmedi. Bu nedenle katılmam mümkün olmadı. Parti Meclisi üyeleri de, benim yokluğumda, gerilimsiz ve uyum içinde bir toplantı yapma imkanına kavuştular.

       Hem benim ve hem de Parti Meclisinin sayın üyeleri bakımından, istifa etmem bir zorunluluk haline gelmiştir. İstifam, arkadaşlık ilişkilerimizi de, politik ilişkilerin ağır ve olumsuz baskısından kurtaracaktır.

            Bu nedenlerle HADEP’ten istifa ediyorum.

            Saygılarımla.

 10.05.2001                                                                                                  

 Mehmet Ali Aslan