Mülteciler

“Mültecilere Yardım İnsani Bir Sorundur”

 “Mültecilik sıfatı tanınsa, sınırdışı edilemeyecekler. Gezi ve yerleşme özgürlükleri olacak. Çalışma hakkına kavuşacaklar. Çocukların eğitim ve öğretimi zorunlu olacak. Hem de anadilleriyle. Yani Kürtçe. Herhalde hükümeti endişelendiren de bu durum.”

 Arkadaşımız Mevlüt İlgin, Saddam rejiminin barbarca saldırılarını geçen çoğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan Iraklı Kürtlerin on bir aya yakın bir süredir nasıl yaşadıklarını, neden bu insanlara hala “mülteci statüsü” tanınmadığını, Fransa Cumhurbaşkanı’nın eşi Daniela Miterand’ın bölgeye yaptığı gezi sonrasındaki gelişmeleri Mehmet Ali Aslan’a sordu.

–        Irak’tan Türkiye’ye sığınan Kürt mültecilerin sorunlarıyla başından beri ilgilendiniz. Bununla ilgili bir de kitap yazdınız. Kürt mültecilerin bugünkü durumu nedir?

 

Aslan: Irak-İran savaşı 20 Ağustos 1988 tarihinde uygulanan ateşkes kararıyla sona erince, Irak, İran cephesinden çektiği askeri birliklerle Kürtlere karşı büyük bir saldırıya geçti.

1925 tarihli Cenevre protokolüyle yasaklanan kimyasal silahları kullanarak Kürt halkına karşı bir soykırıma girişti. Kimyasal silahların ve napalm bombalarının kullanıldığı saldırıda sivil yerleşim merkezleri hedef alındı. Daha Halepçe katliamının dehşetinden kurtulamayan halk, yerini yurdunu terk ederek sınıra doğru kaçmaya başladı. Çoğunluğunu kadın, çocuk ve yaşlıların teşkil ettiği yüz bine yakın insan Türkiye sınırında birikti.

Türkiye, sınırlarını açarak bunları kabul etti. Hükümetin, mutlak bir soykırımla karşı karşıya bulunan Kürtleri Türkiye’ye kabul etmesi olumlu ve övülecek bir davranıştı. Fakat kabulden sonra takınılan tavır ve izlenen politika hiç de bununla uyumlu olmadı. Gelenler enterne edildi. Tel örgülerle çevrili çadır kamplara yerleştirildiler. Beslenme, barınma ve sağlık ihtiyaçları en alt düzeyde karşılandı. Yerleşme ve gezi hakları tanınmadı.

Bunların önemli bir bölümü İran’a gitti veya gitmek zorunda kaldı. Bugün Diyarbakır, Muş ve Mardin kamplarıyla toplam 36 bin mülteci var.

Mülteciler işsizdirler. Yerlerinden, yurtlarından koparılan ve tel örgüler arasına kapatılan  bu insanlar zaten psikolojik bir bunalımın eşiğindedirler. İşsizlik ise, bu bunalımı çabuklaştıran ve derinleştiren bir etken. Buna bir de geleceklerinin belirsizliğini eklerseniz, hangi durumda oldukları anlaşılır.

Çocukların durumu ise daha da kötü. Tel örgüler arasında yaşıyorlar. Psikolojik bir bunalımın eşiğinde olan anne ve babaları onlara gereken ilgiyi, sevgiyi ve şevkati gösterecek durumda değiller.Bu çocuklar yeterince beslenemiyor ve eğitim de görmüyorlar.

Bu dram, bir insanlık dramı. Ve biz bir şey yapmıyor veya yapamıyoruz. Çoğu kişi farkında değil ama, bizim yaşadığımız daha büyük bir dram.

 

–        Türk Hükümeti bunlara ısrarla “Iraklı Vatandaşlar” diyor. Kürtlere “mülteci” sıfatını tanımak istemiyor. Sizce bunun nedeni nedir?

 

Aslan: Bunlar Kürt ve Kürtçe konuşuyorlar. Bunlar mülteci. Uluslararası hukukun tanımına göre mülteci. Kısacası bunlar “Kürt mülteci”. Bütün dünya böyle tanıyor, böyle biliyor.

Hükümet bu tanımlamayı ister kullansın, ister kullanmasın, bunlar “Kürt mülteci”.

Hükümet, “konuklarımız” olduğunu söylüyor. Bu da gerçek amacını ortaya koyuyor. Amaç ilk fırsatta bunları sınırdışı etmek.

Oysa mültecilik sıfatı tanınsa, sınırdışı edilemeyecekler. Gezi ve yerleşme özgürlükleri olacak. Çalışma hakkına kavuşacaklar. Çocukların eğitim ve öğretimi zorunlu olacak. Hem de anadilleriyle. Yani Kürtçe. Herhalde hükümeti endişelendiren de bu durum. Kürtçe eğitim yapma zorunluluğundan kurtulmak için mültecileri sınırdışı etmenin yollarını arıyor ve uluslararası sözleşme hükümlerine aykırı hareket ediyor.

Mültecilik sıfatı tanınırsa, hem Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği fonlarından ve hem de Komiserlik kanalıyla diğer ülkelerin yapacakları yardımlardan yararlanacaklar. Mültecilik hakkı tanınmamakla bütün bu haklardan yararlanmaları engellenmiş oluyor.

 

–        Daniel Miterand’ın gezisiyle ilgili izlenim ve görüşleriniz nedir?

 

Aslan: Sayın bayan Miterand, üç mülteci kampının durumunu gördü. Mültecilerle ve yetkililerle konuştu. Basın, tercüme hataları yapıldığını, yanlış bilgiler verildiğini iddia etti.

Aslında durumu anlamak için konuşmaya, herhangi bir bilgi almaya gerek yok. Demokrat bir insan gözüyle kamplara bakmak yeterli.

Batılı bir demokrat, tel örgüleri ve kapıdaki polis karakolunu görünce dehşete kapılır. Çünkü tel örgüler ve karakol, onun gözünde bu insanların özgürlüklerinden yoksun bırakıldıklarının çarpıcı kanıtıdır. Başka bir şey sormasına ve araştırmasına gerek yoktur.

İçeri girince de çocukları görmek yeter. O hepsi birbirinden güzel ama, boynu bükük, mahzun ve çaresiz çocuklar. Yeterince beslenemeyen ve hiç eğitim göremeyen çocuklar. Bu çocukları gören Avrupalı aydın dehşete kapılır. Onların tel örgüler arasında eğitimsiz bırakılmalarına insan olarak akıl erdiremez. Bunu haklı gösterecek hiçbir gerekçe bulamazsınız.

Avrupalı için bir barınma, beslenme ve sağlık ihtiyaçlarının karşılanması zaten gerekli ve zorunlu. Onların cezaevlerinde mahkumlar çok daha iyi besleniyorlar. Cezaevleri, bizdeki çoğu evden daha konforlu. İyi beslenme, barınma ve giyinme mahkumların bile hakkı. Çünkü onlar da insan.

Fakat buraya ancak suç işleyenleri ve de mahkeme kararıyla gönderiyorlar. Bunun dışında bir insanı, en lüks otelin bir odasına bile ikamete mecbur etseler, o insan, kanunsuz olarak özgürlüğünden yoksun bırakıldı diye yer yerinden oynar. Bunu yapanlar da cezaevini boylarlar.

Bu nedenle de, yetkililerin ve basının “Biz onları barındırıyoruz, doyuruyoruz. Daha ne isterler?” sözlerindeki  mantığı Avrupalı aydınların anlaması mümkün değildir.

Sayın bakan Miterand bir aydın Avrupalı olarak, tel örgülerle çevrili kampları ve çocukların durumunu gördü. Gözleri yaşardı. Hangimizin yaşarmadı ki?

Sayın Daniela Miterand zeki, anlayışlı ve zarif bir insan. Fransa’nın Türkiye ile ilişkilerinde, ekonomik çıkarlara öncelik veren resmi politikasıyla çelişkiye düşmekten çekinmedi. Fransız direniş hareketinden gelen Sayın Daniela Miterand, Fransız devrim geleneğinin bir temsilcisi olarak davrandı. Olaylara insan hakları açısından yaklaştı.

Türkiye’den ayrıldıktan sonra, Sovyetler Birliği’ne, ABD’ye yaptığı gezilerde Kürt mültecilerin durumunu en üst düzeydeki yetkililere anlattı. Cumhurbaşkanı sayın Miterand’ın sayın Turgut Özel ile ikili görüşmesinde Kürt mülteciler konusunun da ele alınmasında etkili oldu.

Bugün başta Sayın Daniela Miterand’ın yoğun ve etkili çabaları olmak üzere, birçok önemli kişi ve kurumun yakın ilgisi nedeniyle çok sayıda ülke, Kürt mültecilere yardım etmek istiyor. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği de bu ülkelerin yardımlarını doğrudan doğruya mültecilere ulaştırmak istiyor.

Fakat bunun için bir engel var. Türkiye bu insanlara mültecilik sıfatı tanımıyor. Mültecilik sıfatı tanınmayınca da, mültecilik statüsü uygulanamıyor ve yardımlar yapılamıyor.

Hükümet bu tutumuyla yardımları engelliyor..

Sayın bakan Miterand, eğer yardımları doğrudan doğruya mültecilere ulaştıracak güvenilir özel bir yardım komitesi veya kurumu olursa, yine de önemli miktarda yardım yapabileceklerini söyledi.

Yardım Toplama Kanunu’nun getirdiği engel nedeniyle böyle bir yardım komitesi oluşturulamadı. Durumu ANAP ve SHP’den bazı Doğulu milletvekillerine ilettim. Milletvekili olarak böyle bir girişime öncülük yaparlarsa izin sorununun çözümlenebileceğini anlattım. Ne yazık ki bugüne kadar herhangi bir girişim olmadı.

Afganistan’dan ve Bulgaristan’dan gelen Türk soylu mültecilerle, Irak’tan gelen Kürt soylu mültecilere karşı hükümetin, siyasal partilerin ve basının farklı tutumu herkesin dikkatini çekiyor ve büyük tepkilere yol açıyor. Bu tepkilerin şimdi sessiz kalması ilerisi için hiç de hayra alamet değil.

Mültecilere yardım insani bir sorundur. Din, dil, ırk, soy, renk ayrıma yapmak, hem uluslararası sözleşmelere, hem hukukun genel ilkelerine hem de insani değerlere aykırıdır. İster Kürt olsun, ister Türk, ister Fars olsun, ister Arap, sadece insan olduğu için ve ancak bu niteliği ile kendisine yardım yapılması gerekiyor. Kuşkusuz eşit olarak.

Siyasi Haber ve Yorum Gazetesi Adımlar, 1989

Bayrak Davası

ANKARA 1. DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ SAYIN BAŞKANLIĞINA

                                                                                                     Dosya No: 1996/80

Talepte bulunanlar         : MURAT BOZLAK. HADEP Genel Başkanı ve arkadaşları

Vekili                               : Mehmet Ali Aslan. Avukat. Konur Sokak No: 8/9 Kızılay/Ankara

Konu                                : İddianameye cevaplarımız ve tahliye talebi.

Cevaplar : 1) İddianameyi, hukuki anlamda, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun tanımladığı anlamda bir İddianame olarak kabul etmek güçtür. Daha çok, bir siyasal görüşü, bir ideolojik anlayışı savunan ve karşısında olduğu siyasal hareketi tasfiye amacına yönelen bir belge olarak tanımlamak mümkündür.

Müvekkillerimiz politikacıdırlar. Onların da belli bir siyasi görüşü ve ideolojik anlayışları vardır. Bunu da program ve tüzüklerinde açıkça formüle etmiş, kamuoyuna açıklamışlardır.

Ortada, hukuk normlarının, yasa kurallarının ihlali değil, iki siyasi görüşün çatışması vardır. 

Doğal olan, bu iki siyaset anlayışının, siyasi platformlarda karşılaşıp tartışmalarıydı. Yoksa, bir yargı Kurulunun karşısında adeta hesaplaşmaları değildi.

Doğal olmayan bir diğer yanı da, bu siyasi görüşlerden birinin Savcılık makamından kendisini ifade etmeye çalışmasıdır. Oysa, Savcılık Makamı, kamu yararını koruyan ve savunan bir makam olmak zorundadır. Bir siyaset anlayışının, bir ideolojik görüşün aracı olarak kullanılmaz.

Siyaset kendi alanında, siyasi platformlarda ve siyasi kurumlarda tartışılırsa, bu tartışmalar, ülkenin gelişmesi, kalkınması ve daha iyi yönetilmesi için gerekli politikaların oluşturulmasına hizmet eder. Demokratik zeminde kaldığı ve şiddete başvurmadığı sürece de Yargı müdahale etmez.

Çünkü Yargı Kurumu, fikirlerin, siyasi görüşlerin, ideolojik anlayışların, özgürce örgütlenmelerinin ve ifade edilmelerinin teminatı olmak zorundadır. Onları sınırlamak değil, hukuk dışı müdahalelere karşı korumakla yükümlüdür. Hukuk Devletinin temel özelliklerinden birisi de budur. Bugün, ülkemizin içine düştüğü krizler ve karşılaştığımız ağır sorunlar, Türkiye’nin bir Hukuk Devleti olmamasından kaynaklanıyor.

Büyük hukuk adamı, değerli insan Prof. Dr. Muammer Aksoy, H.V.Velidedeoğlu’na verilen bir ödül töreninde şunları söylüyordu:

“Çağdaş uygarlığın özü ve canı, insan onuruna yaraşan tek yönetim biçimi olan Hukuk Devleti idealini ve Çoğulcu Demokrasiyi gerçekleştirmektir. Hukuk Devleti ilkelerinin egemen olmadığı, Çoğulcu Demokrasinin gerçekleşmediği bir toplumda, “çağdaşlığın” ve “uygarlığın”, sadece “sözü” ya da “kabuğu” var olabilir. “Yumurtasız omlet” ne kadar omlet ise, “Hukuk Devleti ilkelerinden yoksun bir Devlet” de, ancak o kadar “Çağdaş” ve o kadar “uygar” sayılabilir.”

Türkiye, hiçbir zaman bir Hukuk Devleti olmadı. Hep bir Yasa Devleti olarak kaldı, yakın zamana kadar.

Yakın zamana kadar diyorum. Çünkü, Türkiye gittikçe yasa devleti olmaktan da uzaklaşıyor.

Ne kadar geri olursa olsun, yasaların, genel olma ve sınırlama özellikleri vardır. Bu özelliklerin yitirildiği noktada keyfilik başlar. Artık devlet yönetiminde kurallar ve kurumlar işlevlerini yitirirler. İktidarın ve güçlü grupların keyfi yönetim dönemine girilir. Devlet içine kapanır. Denetim mekanizmaları işlevsiz kalır. Bu işlevleri mafya grupları yüklenir.

Bunlar, toplumu bir arada tutan moral bağların çözülmesinin, ortak değerlerin etkinliklerini yitirmesinin işaretleridir. Toplumsal parçalanmanın ve çöküşün habercileridir.

Prof. Dr. Aksoy’un dediği gibi “Hukuk ve adalet temeline dayanmayan bir toplum, teknik (maddi) alanda, ne kadar ileri giderse gitsin, çökmeye mahkumdur.”

Çöküşü önlemek, hukukun üstünlüğünü sağlamakla, hukuk devleti ilkelerini yaşama geçirmekle olur.

Burada, hukuk adamlarına ve özellikle hakimlere büyük görev düşüyor. Onlar bu sorumluluktan kaçamazlar.

Prof. Dr. Hicri Fişek bu konuya açıklık getiriyor.

“Yargının kendisinden bekleneni verebilmesi, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlerin güvence altında bulunmasını yanı sıra, büyük ölçüde, hakimlerin bilgilerine ve dış güçlerin çeşitli etkilerine boyun eğmeyecek karakter yapılarına bağlıdır.”

Yargı bağımsızlığından söz etmenin mümkün olmadığı ülkemizde, hakim ve savcıların kişilikleri büyük önem kazanıyor. Herşeye rağmen, hukukun üstünlüğünü savunan, hukuk devleti ilkelerine bağlı kalan, yasaları, hukukun genel ilkelerine uygun olarak yorumlayan, davalarda kendi kişisel görüş ve anlayışlarından sıyrılarak, gerçek bir hukuk adamı ve bir hakim gibi tarafsız ve objektif davranan hukukçular, hukuk devletinin kurulmasına öncülük etmiş ve büyük katkı sağlamış olurlar.

Sizden beklediğimiz budur. Sadece bizim değil, Türkiye’nin beklediği budur. Çünkü Türkiye’nin barış ve huzura kavuşmasının, bütünlüğünün korunmasının, demokratikleşmesinin ve kalkınmasının ilk ve temel şartı, hukuk devletinin oluşmasıdır. Bu da biz hukukçuların ve özellikle de siz hakimlerin, bir hukuk adamına yakışır kişilikli çabalarına bağlıdır.

Elbette ki sizlerin de bizlerin de belirli siyasi görüşleri, ideolojik anlayışları var. Bu doğaldır. Görevimizi yaparken ve yetkilerimizi kullanırken, bu görüş ve anlayışların etkisinden sıyrılır, tarafsız davranırsak, bu fikirlerimiz saygıyla karşılanır.

Müvekkillerimizin durumu farklıdır. Onlar politikacıdırlar. Ülkenin siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel vd. düzenini, yasalar çerçevesinde ve olanaklar ölçüsünde Türkiye’nin ve halkın yararına olduklarına inandıkları doğrultuda değiştirmek istiyorlar. Bu, onların yasal hakkıdır.

Kimimiz bu fikirlere hayranlık duyabilir, kimimiz bu fikirlerin ülke için zararlı olduğunu düşünebiliriz. Ama bir Yargı mensubu olarak olaylara, bu politik fikir ve eylemlere, sadece, hukuka aykırılık açısından yaklaşabiliriz.

Fikir ve eylem, kendi düşüncemize ve ideolojik anlayışımıza aykırı olabilir. Onu ülke yararları açısından çok zararlı da bulabiliriz. Ama bu fiil, hukuka aykırı değilse, ona müdahale hakkımız yoktur. Hatta müdahale girişimlerine engel olmak zorundayız. Kuşkusuz, bu olaylarla ilgili yasa­ları yorumlarken de, hukukun genel ilkelerine, uluslararası sözleşmelere ve demokratik siyasi hayatın icaplarına uygunluk koşullarını da unutmamamız gerekir.

Bizlerin, müdafi olarak davaya yaklaşımı bu çerçevede olacaktır. Sizin de, önünüze getirilen bu davayı, tarafsız hakim kimliğinizle, sadece hukuka aykırılık yönünden ele alacağınızı umuyoruz.

2) Anayasanın 68. maddesinin 2. fıkrası “siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.” Anayasa, siyasi partilerin bu önemini gözönüne alarak, 69. maddeye göre, hem mali denetim ve hem de yargılama görevini Anayasa Mahkemesi’ne vermiştir. Siyasi partilerin faaliyetlerini takip ve Anayasa Mahkemesi’ne dava açma görevi ise Yargıtay C. Başsavcılığına aittir.

Siyasi partiler sıradan tüzel kişiler değildir. Bunlar, ister iktidarda, ister iktidar seçeneği olarak muhalefette bulunsunlar, ülkenin kaderinde etkili ve belirleyici rol oynarlar.

Bu önemdeki siyasi örgütleri, genel yargı kurumlarında ve genel muhakeme usulleriyle yargılamak düşünülemez. İktidarların baskı ve müdahalelerine karşı güvence sağlanması gerekir. Bu da ancak Anayasal Yargı güvencesiyle olur. Bu, hem Anayasanın 69. maddesi ve hem de 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile sağlanmış ve düzenlenmiştir.

İddianamede suç faili olarak HADEP gösterilmiştir. Müvekkillerim kendi fiillerinden değil, HADEP’e mensup olmaktan dolayı suçlanıyorlar.

Oysa HADEP, tüzelkişiliği olan bir siyasi partidir. Tüzelkişiliklerin cezai sorumlulukları yoktur. Siyasi partiler hakkında da ancak kapatma davası açılabilir.

Kapatma davasını açmak yetkisi, 2820 sayılı Kanunun 98. maddesine göre Yargıtay C. Başsavcısına aittir. C. Savcılarının kapatma davası açma yetkileri yoktur. Kapatma davasına bakma görevi de Anayasa Mahkemesinindir. Siyasi Partilerle ilgili davalara bakmak Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevi dışındadır.

Belki şu ileri sürülebilir. Cezalandırılmaları istenen Parti değil, parti yöneticileri ve mensuplarıdır. Fakat bu davada, parti yöneticisi ve mensupları kendi fiillerinden değil, partiye mensup olmalarından dolayı yargılanıyorlar. Davanın asıl süjesi, asıl suçlanan ve yargılanan HADEP’tir.

İddianamenin mantığına uygun düşünülürse, müvekkillerimin suçlu bulunabilmeleri için, HADEP’in suçluluğunun sübuta ermesi gerekir. Ama suçlu bulunacak, üstelik silahlı örgütün uzantısı olduğu mahkeme kararıyla tescil edilecek bir siyasi parti, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce kapatılamayacağına göre, uzun bir süre faaliyetine serbestçe devam edecektir.

Olaya hangi açıdan bakılırsa bakılsın, HADEP’in Sayın Mahkemenizde yargılanması mümkün değildir. Ancak şu yapılabilir. Yargıtay C. Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulabilir. Suç işlediklerine dair haklarında yeterli delil olduğu iddia edilen müvekkillerim hakkında, yetkili C. Savcılıklarına suç duyurusunda bulunulup, soruşturma açılması sağlanabilir. Haklarında hiçbir delil bulunmayan müvekkillerim için de herhangi bir işlem yapılamaz.

Sayın Mahkemenizin bu konuyu öncelikle inceleyip bir karar vermesini talep ediyoruz.

3) Elimizde bir kitap var. Üstünde iddianame yazıyor. Son yıllarda, yazarları C. Savcısı olan bu kitapları saatlerce dinlemek ve tekrar, tekrar okumak zorunda kalıyoruz.

Umarım Türkiye’ye barış ve huzur gelir, demokrasi yerleşir. Bizler de bu iddianamelerin yerine Kemal Tahir, Melih Cevdet Anday, Orhan Pamuk gibi değerli yazarlarımızın kitaplarını okuma fırsatı buluruz.

İddianamenin kapağında, içeriğinin bir özeti var.

“PKK’nin legal alandaki uzantısı HADEP”

ve

“23.06.1996 tarihli Kurultayda Türk Bayrağının İndirilmesi Olayı”

İddianamede HADEP’in yeri belirlenmiş. Bu, legal alandır. Yani yasal, yasaya uygun alandır. (İddianamede öyle yazıyor) Bu alanda faaliyet gösteren bir partinin illegal örgütlerle ilişkisi olmaz. Olduğu takdirde illegal duruma düşer, yani yasadışı duruma düşer. Yasal alanda kaldığı sürece de kimsenin kendisini suçlamaya hakkı yoktur. Hatta anayasal ve yasal güvencelerden yararlanma hakkı vardır.

Bu mantık, iddianamenin diğer bölümlerinde de egemendir. 91. sayfada, HADEP’in “PKK’nin illegal alanda sürdüremediği cephe faaliyetlerini legal zeminde gerçekleştirmeyi üstlendiği” yazılıdır. Evet, legal zeminde. Gerçi bu, tamamen soyut bir iddia. Bu iddiayı kanıtlayacak hiçbir delil yoktur. Ama bu iddia bazı soruların sorulmasına yol açıyor.

İddianamenin yazarı Sayın Savcı, hukuk terminolojisine ve hukuki kavramlara yabancı olduğu için mi “legal”i ve “legal zemini”bir suçlama aracı olarak kullanıyor? Yoksa kavram karışıklığı yaratarak Sayın Mahkemeyi ve kamuoyunu yanıltmaya mı çalışıyor?

Hangi sözlüğü açarsanız açın, (Legal: Yasal, yasaya uygun) olarak tanımlanır. “Legal zemin” ise yasal alandır. Yani meşru alandır. Sayın Savcı’nın iddia ettiği gibi “suç alanı”“yasadışı alan” değildir.

İddianamedeki suçlamanın esasını, HADEP’in, İddianamenin deyimiyle, legal zemindeki faaliyetleri teşkil ediyor. HADEP’in yasal alandaki, yasaya uygun faaliyetleri suç olarak kabul ediliyor.

İddianamenin bir yerinde, HADEP’in PKK’nın uzantısı olduğu iddia ediliyor. Ama iki örgüt arasında örgütsel bir ilişkinin, bir bağın bulunduğuna dair tek bir somut delil gösterilmiyor. İddianamenin diğer bir yerinde ise HADEP’in, PKK’nin paralelinde hareket ettiği iddiası ileri sürülüyor. Paralellikte örgütsel bağ olmaz. Hareketlerde benzerlik olur. Birbirinden bağımsız iki örgütün, aynı doğrultuda, aynı şekilde hareketi söz konusu olur. Bir örgütün, yasadışı silahlı bir örgüte paralel hareketi, aynı şekilde yasadışı silahlı olması ve aynı amaca yönelmesi demektir. Bu da paralellikten dolayı değil, bizatihi kendi programının, amaçlarının ve hareketlerinin yasadışı olmasından dolayı suçlanmasına yol açar.

Tüzük ve programı, faaliyetleri, mali durumu, Yargıtay C. Başsavcısı ile Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenen, diğer siyasi partilerle birlikte seçime giren, şayet %10 barajı olmasaydı, bugün TBMM’de temsil edilmiş olacak olan bir siyasi parti, nasıl PKK paralelinde faaliyet gösteren bir örgüt olarak suçlanabilir?

PKK’nın bazı söylemleriyle HADEP’in bazı söylemlerinin benzerliğinden yola çıkarak bir paralellik kuruluyorsa, o zaman ANAP’ın, RP’nin, DYP’nin, CHP’nin, çoğu iktidar ve muhalefet sözcülerinin de PKK’nın paralelinde olduklarını kabul etmek gerekir. Ne ölçüde samimi olduklarının bilemeyiz, ama, bunlar da barıştan, kardeşlikten Kürt kimliğinden, Kürtlerden söz ediyorlar. Bunlar da Türkiye’deki uygulamalardan şikayetçidirler.

PKK barıştan söz etti diye HADEP savaşı mı savunacak? Kürt gençlerinin ve yoksul Anadolu çocuklarının ölümüne sessiz mi kalacak? Savaştan büyük vurgunlar vuran savaş lobisinin değirmenine su mu taşıyacak? PKK köy yakmalarını, köy boşaltmalarını dünya kamuoyunun gündemine getirdi diye, HADEP, milyonlarca insanı yerinden yurdundan koparan, sefalete mahkum eden bu hukuk dışı uygulamalara tepkisiz mi kalacak? PKK, binlerce faili meçhul cinayetten Devleti sorumlu tutup suçlarken, HADEP, kendi üyelerinden de kurban verdiği bu insanlık dışı cinayet olayları karşısında suskun mu kalacak? PKK Kürt kimliğinden söz etti diye, HADEP kimlik inkarına mı gidecek? Ve bu mantıktan hareketle, barışı savunanlar, hukuka aykırı uygulamalara karşı çıkanlar, hukuk devletini savunanlar “PKK ile aynı paralelde düşünüyorlar, o halde bunlar da PKK’lıdır”iddiasıyla suçlanacaklarsa, o zaman sadece müvekkillerimi değil, barıştan, demokrasiden ve hukuk devletinden yana milyonlarca insanı da sanık sandalyesine oturtmak gerekmez mi?

4) Bu davada doğrudan doğruya suçlanan HADEP’tir. Partinin tüzel kişiliğidir. Müvekkillerimiz, iddianamenin deyimiyle, “Bu oluşum içindeki durumları nazara alınarak” suçlanıyorlar.

Neymiş bu oluşum içindeki durumları? “Parti Meclisi üyesi sıfatını taşımak” ve “Parti içinde üst görevlerde bulunmak.” Yine iddianamenin deyimiyle, bu nedenle sanıkların PKK örgütünden hususi bir görev aldıkları, sonucuna varılmıştır.

Bu sonuca nasıl varılıyor? Hiçbir delile dayanmadan, bir önyargıyla HADEP, PKK’nin “legal zemindeki uzantısı “ olarak kabul edilince, HADEP yöneticileri de otomatikman PKK yöneticisi sıfatını almış oluyorlar. Yani müvekkillerimin suçlanması bir“mensubiyet” bağından kaynaklanıyor. Yoksa kendi eylemlerinden, hukuka aykırı eylemlerinden sorumlu tutulup suçlanmıyorlar.

Dosyada bazı müvekkiller için delil olarak sunulan konuşma metinleri, basın açıklamaları gibi belgeler var. Ama bunlar, örgütsel bağı ispat eden ve Savcılıkça da o maksatla ibraz edilmiş deliller değildir. Olsa olsa, şahsi sorumluluk ilkesi uyarınca bu fiilerinden dolayı yetkili ve görevli mahkemelerde yargılanabilirler. Ama bunlar, bu davada örgütsel bağın ispatına yönelik delil olarak ileri sürülemezler.

Bu “mensubiyet” iddiası, iddianamenin 96. sayfasında daha net bir şekilde belirtilmiştir. Suç tanımı aynen şudur.

“Suç: PKK paralelinde faaliyet gösteren HADEP’e mensup olmak.”

Görülüyor ki müvekkillerim açıkça, HADEP’e mensubiyetten suçlanıyorlar. Buradan da anlaşılacağı üzere, doğrudan doğruya suçlanan müvekkillerim değil, HADEP’tir. HADEP’in tüzel kişiliğidir.

Peki, tüzel kişilerin cezai sorumluluğu var mıdır?

       Anayasanın 38. maddesi çok açıktır. “Ceza sorumluluğu şahsidir.” der Anayasa.

Ne tüzel kişiler ve ne de topluluklar suç faili olamazlar. Bir belde halkının veya bir tüzel kişinin organlarının, örneğin Parti Meclisi’nin veya İl Yönetimi’nin ceza sorumluluğu yoktur. Ancak kişilerin, hayatta olan kişilerin ceza sorumluluğu olur. Herkes kendi fiilinden sorumlu tutulur. Hiç kimse bir başkasının fiilinden sorumlu tutulamaz.

İddianame, Anayasının 38. maddesinin “ceza sorumluluğu şahsidir” kuralını hiçe sayarak, tüzel kişiliği ve toplulukları cezalandırmak istiyor.

Kimdir bunlar? HADEP ve HADEP’in organları.

a) HADEP Parti Meclisi.

b) HADEP Ankara İl Yönetimi

c) Kongre Divanı

Bu organlara mensup olanların kişisel durumlarına, isnad edilen suçla olan ilgilerine ve haklarındaki delillere bakılmadan, sadece, bu organlara mensup oldukları için cezalandırılmaları isteniyor. Çok iyi bildiğiniz gibi, bu anlayış, hiçbir çağdaş ceza sisteminde yeri olmayan, ilk ve orta çağların geri anlayışıdır.

İddianame, toplulukları cezalandırmayı istemek gibi çok geri bir anlayışı yansıtırken, yasaların genel olma özelliğini de dikkate almıyor.

Ceza hukukunun en önemli özelliklerinden birisi de, ceza kurallarının herkese aynı şekilde uygulanmasıdır. Hak ve adalete uygunluk ölçüsü ancak dar anlamda ve eşitlik kuralını zedelemeden uygulanabilir. Ama hiç bir zaman durumları aynı olan kişiler arasından bazılarını seçerek cezalandırmak düşünülemez.

       İddianamenin, sanık seçiminde uyduğu belirli bir kural yoktur.

Müvekkillerimin bir kısmı Parti Meclisi Üyeleridir. İyi ama, Parti Meclisi Üyelerinin tamamı sanık olarak gösterilmemiştir. Bir kısmı hakkında dava açılmış, tutuklanmışlar, diğerlerine dokunulmamıştır.

Ankara İl Yönetimi suçlanmış ve sırf bu yönetimde görevli oldukları için bir kısım yönetici hakkında dava açılmış, yine diğer bölümü hakkında hiçbir işlem yapılmamıştır.

HADEP’in Türkiye’nin tamamına yakın il ve ilçelerinde teşkilatları var. Hiçbir il ve ilçe yönetimi hakkında dava açılmamış. Sadece Ankara İl Yönetimi hakkında dava açılmıştır.

İddianamede HADEP, PKK’nın legal alandaki uzantısı olarak kabul ediliyor. “Netice ve Talep” bölümünde, 92. sayfada,“HADEP’in… parti genel merkezi ile il ve ilçe teşkilatlarını PKK’nın legal faaliyet alanı haline getirdiği,” yazılıdır. Sayın Savcı’ya göre suçun failleri parti genel merkezi ile bütün il ve ilçe teşkilatlarıdır.

O zaman şu soruyu sormak gerekir. PKK’nin legal faaliyet alanı haline gelen bütün bu il ve ilçe teşkilatları hakkında neden soruşturma yapılmamıştır, neden dava açılmamıştır? Neden kendilerine “sizin legal alanda faaliyet göstermeniz suçtur”denilmemiştir? Aynen müvekkillerime denildiği gibi.

Şu anda bu teşkilatlar faaliyet halindedirler. HADEP, diğer siyasi partiler gibi varlığını devam ettiriyor ve ülke politikasında söz sahibidir.

Sayın Savcı nerededir? Bu görevi en azından ihmal suçunu teşkil etmez mi? Ya da, ceza kurallarının genel olma ve eşit uygulama özelliğini gözardı ederek, sadece müvekkillerim hakkında dava açtığı, keyfi davrandığı için suç işlememiş midir? Elbette ki bütün bu soruların cevabı verilmelidir.

Bu iddianameyle açılan dava ve verilecek karar, başka soruları da gündeme getirecektir.

Eğer HADEP, PKK’nın uzantısı veya paraleli olarak suçlu kabul edilecekse, HADEP’in bütün il ve ilçe teşkilatlarıyla yüzbine yakın üyesinin, PKK’nın yöneticisi ve üyesi olması mahkeme kararıyla tescil edilmiş olmayacak mıdır? HADEP’e oy veren yaklaşık 1.200.000 seçmen, herşeye rağmen PKK’yi destekleyen kimseler olmayacaklar mıdır? Bizler bu davada müdafi olarak bulunan avukatlar, PKK’nin müdafileri olarak mı kabul edileceğiz?

Bir silahlı örgütün, uluslararası alanda meşruiyet kazanmasının ve muhatap alınmasının en önemli şartlarından birisi de, sahip olduğu halk desteğidir. Bu nedenle Devlet yöneticileri, PKK’nın halk desteğine sahip olmadığını iddia ediyorlar. Fakat Sayın Savcı, Devlet politikasına ters düşecek, koca bir HADEP’in, Kürt Enstitüsü, Kürt Kültür Vakfı, Yurtsever Kadınlar Birliği, Yukarı Mezopotamya Kültür Derneği, AMED Kültür Merkezi, Hevkari Kültür ve Sanat Merkezi gibi yasal örgütlerin PKK’nin uzantıları olduğunu ileri sürerek, dolayısıyla PKK’nin büyük bir halk desteğine sahip olduğunu kabul ettirmeye çalışıyor.

Bunun, hem iç siyasette, hem uluslararası ilişkilerde ve de devletler hukuku alanında ilginç gelişmelere yol açacağını söylemeye gerek yoktur. İddianame yazarı Sayın Savcı, hangi tehlikeli alanlarda dolaştığının bilmem farkında mıdır?

5) İddianamede, HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyduğu iddia edilen “deliler”e ayrı bir bölüm ayrılmıştır. 38. sayfadan 68. sayfaya kadar devam eden bu bölümde suçlamanın “deliller”i yer almıştır.

Her ne kadar 13 ila 31. sayfalarda bazı olaylardan ve dokümanlardan söz ediliyorsa da, Sayın Savcı, bunları HADEP-PKK ilişkisinin delileri olarak kabul etmiyor ve bu nedenle de bunlara HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyan bölümde yer vermiyor. Yine de kısaca değinelim.

HADEP Genel Merkezi ile Ankara İl Teşkilatında yapılan aramalarda ele geçen –iddianamenin deyimiyle- dokümanlar var. Bunlar, ajans bültenlerinin faksları, yasaklanmış dergi ve kitaplarla bazı parti üyelerinin çalışmaları ve partiye gelen yazı ve mektuplardır.

Bütün siyasi partilerin, Cumhurbaşkanlığı, TBMM gibi devlet organlarının ve kurumlarının faksları otomatiğe bağlıdır. İsteyen faks çeker. Zaten siyasi partilerin medyanın veya devlet organlarının isteği de budur. Kendilerine ulaşmak isteyen herkese bu imkanı vermek.

Siyasi partiler için bu büyük bir ihtiyaçtır da. Çünkü siyasi partiler, sorunlara çözüm arayan, projeler üreten ve politika oluşturan örgütlerdir. Bu nedenle de bilgiye, habere, farklı kişilerin ve kurumların görüşlerini yansıtan dokümanlara büyük ihtiyaçları vardır. Gerçeğe ulaşmak için karşıt fikirleri, çeşitli kanaatleri farklı grupların anlayışlarını bilmeleri gerekir. Örneğin, savaşa katılan tüm örgütleri, güçleri tanımadan, onların fikirlerini, amaçlarını bilmeden, savaşın sürdürülmesine neden olan tüm unsurları incelemeden, uygulanabilir, gerçekçi bir barış projesi nasıl hazırlanabilir?

HADEP, elbette ki tüm enformasyona açık olacaktır. Partide sadece KURD-A ajansının bültenleri değil, bu bültenlere karşı yayın yapan gazete ve dergi koleksiyonları da vardır. Bunları bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. Çeşitli anlayışlardaki yayınların bulunduğu bir siyasi partide, bunların sadece enformasyon amacına yönelik olarak bulundurulduğu kabul edilmelidir.

Kaldı ki, bir siyasi partide, dergi, kitap, bülten gibi yayınların giriş ve çıkışını denetlemek mümkün değildir. Hiçbir partide, üst düze yöneticileri, partiye gelen yayınlarla, bültenlerle, arşivle meşgul olamazlar. Bu, onların işi değildir. Bu gibi ayrıntılarla uğraşan bir yöneticinin, asıl görevi ve işlevi olan politika üretmesi imkanı da olmaz. Bu gibi işlerle partilerdeki profesyonel veya amatör personel uğraşır. Onlar da kendi anlayışlarına göre bir arşiv, bir kitaplık oluşturabilirler. Bu, suç teşkil etmez. Etse de bu personelin şahsi sorumluluğu söz konusu olur.

Partiye her yerden başvurular, şikayetler gelir. Bundan daha doğal ne olabilir. Bu mektup veya başvurularda suç unsuru varsa, bu, o kişileri sorumlu kılar.

Parti komisyonlarının ve şahısların çalışmaları, ancak alenileşirse, yayınlanırsa suç olup olmadıkları tartışılabilir. Arşivlerde kalan, raflardaki dosyalarda bekleyen belgeler nasıl suç oluşturabilir?

Bu açıklamayı, olayın hiçbir yanı müphem kalmasın diye yaptık. Yoksa Sayın Savcı da bunları, örgütsel ilişkinin delili olarak kabul etmediği için ‘HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyan deliller ve belgeler’ bölümüne almamış.

6) HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyan deliller ve belgeler nelerdir?

Bazı sanıkların ve itirafçıların emniyet ve jandarmada alınan ifadelerine, en önemli delil olarak, birinci sırada yer verilmiştir. Biz bunlar daha sonra ele almak üzere, diğerlerine değinelim.

a) “30.05.1996 tarihli Demokrasi gazetesinde çıkan ” Halklarımıza” başlıklı Abdullah Öcalan’a karşı yapıldığı iddia olunan suikasti kınayan ilan”

Bu ilanda HADEP üyesi üç kişinin imzası vardır. Bunlar da HADEP üyesi veya yöneticisi sıfatıyla değil, kişisel olarak imzalamışlardır.

İlanı çok sayıda tanınmış isim de imzalamış. Bunlar arasında üç HADEP üyesi var diye, koca bir siyasi partiyi PKK’nın uzantısı olarak suçlamak, hangi anlayışının ürünüdür?

Burada ancak kişisel sorumluluk söz konusu olabilir. İlan İstanbul’da yayınlanmıştır. İlanın suç içerdiği iddiasını da ancak İstanbul DGM C. Başsavcılığı soruşturabilir. İlan ile ilgili soruşturma yapmak ve dava açmak Ankara DGM C. Başsavcılığının görevi değildir.

b) “Terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın örgütün yayın organı olan MED-TV’de yaptığı konuşmalar”

Abdullah Öcalan’ın konuşmasına, Türkiye Cumhuriyeti ve çoğu Batılı Devletler engel olamıyorlar. HADEP veya müvekkillerim mi engel olacak.

Kendi TV istasyonu var. Uydudan yayın yapıyor. İstediğini söylüyor. Ne denetim var, ne de sansür.

Bir gün kalkıp, Sayın Erbakan ve Sayın Çiller ile gizli görüşmeler yaptığını ve büyük tavizler aldığını veya Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nin kendilerine lojistik destek sağladığını söylerse ne yaparız? Sayın Erbakan, Çiller ve Valiyi tutuklayıp içeri mi atarız?

Abdullah Öcalan’ın kendine göre değerlendirmeleri var. Doğru veya yanlış. Kaldı ki bu değerlendirmeleri sadece HADEP için değil, bütün siyasi partiler, kişi ve kurumlar için yapıyor.

İddianameye alınan HADEP ile ilgili değerlendirmelerde de örgütsel bağın varlığına delalet edecek bir tek sözcük yoktur. Ama Abdullah Öcalan, “HADEP’i ben yönetiyorum” deseydi, müvekkillerim ne yapabilirlerdi? Bu beyan bir delil olarak alınabilir miydi? Elbette ki, Hayır.

Abdullah Öcalan, Galatasaray takımının taraftarı. Hem de koyu bir taraftarı. Ne yapalım, yani, Galatasaray Kulübünü kapatıp, yöneticileri ve futbolcuları içeri mi atalım?

c) “HADEP yetkilileri tarafından çeşitli tarihlerde yapılan basın açıklamaları, konuşmalar, bildiriler.”

Bu bölümde toplam 18 konuşma, basın açıklaması ve bildiriden alıntılar yapılmış. Bir de İstanbul Zeytinburnu’nda yapılan bir toplantıdaki sloganlar delil olarak gösterilmiş.

Herkesin katılımına açık bir toplantıda değişik sloganlar atılabilir. Bu, DSP, CHP ve diğer bir çok siyasi partinin mitinglerinde de meydana geliyor. Şayet partiyle ilgisi olmayan kişilerin attığı sloganlardan o parti ve toplantılara bile katılmamış parti üst düzey yöneticileri suçlanırsa, bu suçlamadan nasibini almayacak tek parti ve tek yönetici kalmaz.

18 konuşma ve basın açıklaması yapanların, bildiri yayınlayanların 8’i bu davada sanık değildir. Bazılarının HADEP ile hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin, İHD İstanbul Şube Başkanı Ercan Kanar’ın yaptığı konuşma, HADEP’in PKK ile örgütsel bağının delili olarak sunuluyor. Yine “Emek, Barış, Özgürlük Bloku “nun bildirisi, bu amaçla delil olarak gösteriliyor.

Bütün bu basın açıklamaları, bildiri ve konuşmalar, demokratik platformlarda yapılıyor ve basında yer alıyor.

Konuşma yapanlar, bildiri yayınlayanlar, ne yaptıklarının bilincinde olan aydın insanlardır. Şayet suç işleme kasıtları varsa, fiilleri suç oluşturuyorsa, haklarında soruşturma açılır. Kendi fiillerinden sorumlu tutulurlar.

Bu konuşmaların ve basın açıklamalarının yapıldığı, bildirilerin yayınlandığı yerlerin çoğunluğu Ankara dışındadır. Ankara DGM C. Başsavcılığının yetki alanı içinde değildir.

Ankara DGM C. Başsavcılığı, yetki alanının içinde olanlar hakkında soruşturma açar. Diğerleri için yetkili C. Savcılıklarına ihbarda bulunabilir. Ki bu, genellikle yapılmıştır da.

Ama hiçbir zaman ve hiçbir suretle bu konuşmalar, bu bildiriler ve basın açıklamaları, HADEP-PKK ilişkisini ispatlayan deliller olarak kabul edilemezler.

d) “HADEP Genel Merkezi tarafından dağıtılan bildiriler.”

İki bildiri delil olarak sunulmuştur. 1) “Kamuoyuna”, 2) “8 Mart’ta Barış Haykıralım” başlıklı bildiriler.

Birinde, Irkçılıkla Mücadele Günü dolayısıyla, asimilasyona karşı çıkılıyor. Diğerinde, savaşta ölen Kürt ve Türk gençlerinden birey olarak, toplum olarak sorumlu oldukları vurgulanıyor.

Asimilasyon, bir insanlık suçu iken, iddianamede, asimilasyona karşı çıkmak suç kabul ediliyor. Savaş kışkırtıcılığı suç iken, iddianamede, savaşa karşı çıkanlar, barışı savunanlar suçlanıyor.

Ama varsayalım ki bu bildirilerde suç var. O zaman bu bildirileri partinin hangi organı veya mensubu yayınlamışsa o tespit edilir. Partiyle ilgili olarak Yargıtay C. Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulur. Alınan sonuca göre de kişiler hakkında cezai soruşturma yapılacaksa, bu, ancak bu bildirinin yayınlanmasına karar veren ve bu kararı imzalayanlar hakkında olur. Örneğin, İstanbul İl Yönetimi, suç içeren bildirinin yayınlanmasına karar vermişse, bu kararı imzalayan il yöneticileri hakkında dava açılabilir. İmzalamayanlar, toplantıya katılmayanlar sorumlu olamazlar. Yoksa kişileri, başkalarının fiillerinden dolayı cezalandırmak sonucu doğar.

e) “PKK operasyonlarında yakalanan ve HADEP-PKK irtibatını dile getiren sanıkların ifadeleri”

Savcılık, makam itibariyle muhakeme hukuku süjesidir. Savcı, şahıs itibariyle süje değildir, şahıs itibariyle taraf değildir.

Savcılık kamu menfaatini korur. Kamunun menfaati, gerçeğin, sadece gerçeğin ortaya çıkarılmasındadır. Adli hataların işlenmesine engel olunmasındadır.

Savcı, makamın kendisine sağladığı yetkileri, kişisel düşünceleri, ideolojik görüşleri doğrultusunda kullanırsa, yasaları ihlal eder ve kamu menfaatini korumamış olur.

CMUK’nin 153. maddesine göre, “C. Savcısı, ihbar veya herhangi bir suretle bir suçun işlendiği zehabını verecek bir hale muttali olur olmaz kamu davasını açmağa mahal olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin hakikatini araştırmağa mecburdur.” C. Savcısının görevi, “hakikati araştırmak”tır. Bunu ne zaman yapacaktır? Suçun işlendiği zehabını verecek bir hale muttali olur olmaz. Yani hemen.

Sayın Savcı ne yapıyor? İddianamenin 12. sayfasında “Suç tarihi 1994 Haziran ayından itibaren” diye belirtildiği halde, 23.6.1996 tarihine kadar, yani iki yıl bekliyor. Suçlu olduğuna inandığı, üstelik PKK’nin uzantısı olduğuna dair elinde kanıtlar bulunduğunu ileri sürdüğü HADEP’in faaliyetlerine tam iki yıl seyirci kalıyor. HADEP, toplantılar yapıyor, mitingler tertipliyor. Seçimlere giriyor. Basın açıklamaları ve diğer araçlarla kamuoyunu etkilemeye çalışıyor. TV kanallarından halka, seçmene hitap ediyor. Cumhurbaşkanı HADEP yetkililerini davet ediyor. Başbakan HADEP Genel Merkezini ziyaret ediyor.

Sayın Savcı’da çıt yok. Sipere yatmış bekliyor. Ülke kan revan içinde. Sayın Savcı’nın iddiasına göre bunun sorumlusu HADEP. Vatan bölünüyor, millet elden gidiyor. Sayın Savcı çok rahat. Sakin ve soğukkanlı bekliyor. Evet, tam 2 yıl bekliyor.

Sonra bir gün, HADEP’in kongresinde, bir provokatör tarafından Türk Bayrağı indiriliyor. Bayrağı indiren kişi, emniyet güçlerinin gözü önünde çekip gidiyor. Sorumlu olan, sanık olmaları lazım gelen, Hükümet Komiseri ile kolluk güçleri. Ama onlar suçlanmıyor. Hiçbir sorumlulukları bulunmayan parti yöneticileri suçlanıyor. Medya, müvekkillerim aleyhinde büyük bir kampanya açıyor ve yargılanmadan mahkum etmeye çalışıyor.

İşte bu ortamda, Sayın Savcı, siperden çıkıyor ve hücuma geçiyor. Karşısındakilerin T.C. vatandaşları olduklarını, anayasal ve yasal güvencelerden yararlanma haklarının bulunduğunu, kendisinin de yasaları uygulamakla ve yasalar çerçevesinde hakikati araştırmakla görevli olduğunu unutuyor. Müvekkillerimi ve temsil ettikleri siyasi hareketi adeta bir düşman olarak görüp, her ne pahasına olursa olsun mahkum ettirme gayreti içine giriyor.

Oysa CMUK’nin 153. maddesi “Cumhuriyet Savcısı yalnız sanığın aleyhine olan hususları değil lehine olan cihetleri de arar”diyor.

Ama Sayın Savcı ne yapıyor? İtirafçıların peşine düşüyor. Diğer DGM Savcılarından bu itirafçıların Emniyet ve Jandarmada alınan ifadelerinin suretlerini istiyor. Hakim huzurunda alınan ifadelere itibar etmiyor. Onları dosyaya koymuyor. Çünkü Hakim huzurunda alınan ifadelerde müvekkillerimi suçlayacak fazla bir unsur olmadığını biliyor. Emniyet ve jandarmada alınan ifadelere dayanılarak açılan çoğu davaların beraatle, bir kısım soruşturmaların da takipsizlik kararıyla sonuçlandığından da haberdar olamaması mümkün değildir. Ama bütün bunları Sayın Mahkemeye ibraz etmiyor.

Örneğin, İddianamenin 45. ve 46. sayfalarında yer alan Vural Kara’nın ifadesi, “HADEP-PKK ilişkisinin delili” olarak sunuluyor. Bu ifadede, yakalanan silahların HADEP İlçe Başkanı Selahattin Sarıkamış’a verileceği iddiası var.

Bu iddia üzerine açılan davada İstanbul 3. No’lu DGM. 9.2.1996 tarih E. 1995/13, K. 1996/16 sayılı kararıyla HADEP İlçe Başkanı Selahattin Sarıkamış hakkında beraat kararı veriyor.

Sayın Savcı, bu beraat kararını ya araştırmıyor, ya da araştırıp buluyor, ama Sayın Mahkemeye sunmuyor. Atfi cürüm mahiyetindeki bir emniyet ifadesini, Türkiye siyasetini etkileyecek bu denli önemli bir davada delil olarak sunuyor.

Sayın Savcı, Sayın hakimlere değil, emniyet görevlilerine itimat ediyor ve onların aldığı ifa­delere itibar ediyor.

Bir ilginç delil de, Yüksekova, Şahince köyünden 1973 doğumlu, itirafçı Ümit Yağan’ın “bilirkişi mütalaası”dır.

İddianamenin 51. sayfasında “Bu konuda en net açıklamaları 1991 yılı içinde PKK örgütüne katılan 1994 yılında örgütten firar eden ÜMİT YAĞAN yapmıştır.” deniliyor ve ifadesi delil olarak gösteriliyor.

1973 doğumlu Ümit Yağan, ifadesinde de belirttiği gibi, bir itirafçıdır. İtirafçıların, emniyette kendilerine dikte edilen ifadeleri imza ettikleri, bilinen bir gerçektir.

Bu şahıs, HADEP’in kuruluşuna rastlayan dönemde, PKK’dan firar edip emniyet güçlerine teslim olmuştur. Yani HADEP’in kuruluşundan bu yana, PKK’dan kaçıp saklanan bir itirafçı olduğu için, HADEP’in, bir başka demokratik örgütün içine girmesi ve onların faaliyetlerini ve ilişkilerini bilmesi mümkün değildir.

İlginç olan, bu şahsın, 15 Temmuz 1996 tarihinde, yani kongredeki “Bayrak Olayı”ndan sonra, müvekkillerimin tutuklu bulundukları sırada ifadesi alınıyor. Bu itirafçı da HEP, DEP ve HADEP ile PKK’nin ilişkilerini yorumluyor. Çünkü gözlemi yoktur. Yorum da tam Sayın Savcı’nın istediği doğrultuda oluyor.

Sayın Savcı, delil bulamadığı için, itirafçıların “bilirkişiliğine” başvuruyor. Herhalde bu itirafçılar, birer “siyaset bilimcisi” olacaklar ki, yorumlarına özel bir önem veriliyor.

Bu da gösteriyor ki, Sayın Savcı, önce müvekkillerimin tutuklanmalarını sağlamış, sonra da delil toplamaya başlamış. Bunlar arasında, HEP’in bile kurulmadığı döneme, 1989 yılına ait ifadeler var. Bu anlayışla, bir gün müvekkillerim, Şeyh Sait ve Dersim Hareketlerinden sorumlu tutulurlarsa, hiç şaşmam.

İddianamedeki delillerden birisi de Abdulcebbar Gezici’nin ifadesidir.

Abdulcebbar Gezici, konuyla ilgili herkesin duyduğu bir isim. İlginç bir hayat hikayesi var. Türkiye’nin Siyasal sisteminin, Yargı Sisteminin tanımlanmasına da yardımcı olacak bir hikaye.

Gezici, çobanlık ve çiftçilikle uğraşan bir köylü genç. 1963 doğumlu. Eşkali, DRANZERO kod adlı bir PKK militanına benzediği için 1982 yılında güvenlik güçleri tarafından yakalanıyor. Müvekkillerimin sevk maddesinden yargılanarak 24 yıl ağır hapis cezasıyla cezalandırılıyor.

Ve bir gün, 1986 yılında DRANZERO, PKK’dan kaçıp teslim oluyor. Yanlışlık anlaşılıyor, ama Gezici’nin tahliyesi ancak 1990 yılında mümkün olabiliyor. Bir adli hata sonucu 8 yıl Diyarbakır Cezaevi’nin kötü koşullarında, ömrünün gençlik dönemini tüketiyor.

Diyarbakır cezaevinden tahliye olan Gezici, artık 18 yaşlarında cezaevine giren eski genç çoban değil. Cezaevinde okumuş, düşünmüş, arkadaşlarıyla tartışmış. Farklı bir kişilik edinmiş. O kendisini siyaset bilimcisi olarak kabul eden, ağzı laf yapan, eli kalem tutan bir politikacı. Siyasi partilere giriyor, çalışıyor. Etkili görevler ve roller yükleniyor.

Günün birinde, emniyet güçleri yakalayıp götürüyorlar. Çobanlıktan, etkin politikacılığa geçen Gezici, bu kez itirafçı oluyor. Tanıdığı bütün insanları, içinde bulunduğu bütün örgütleri suçluyor.

Bu ifadelere dayanılarak bir çok kişi hakkında davalar açılıyor. Fakat bu beyanlar, atfi cürümden ibaret olduğu ve başka delillerle desteklenmediği için de, bu davalardan sona erenler beraatle sonuçlanıyor.

Pişirilip pişirilip her davaya delil olarak sunulan Gezici’nin ifadesi, bu kez HADEP davasında delil olarak ibraz ediliyor.

Oysa Abdulcebbar Gezici, itirafçı beyanlarından sonra bir dilekçe vermiş. Bu ifadeleri serbest iradesiyle vermediğini ve kabul etmediğini söylemiş.

Abdulcebbar Gezici’nin hikayesi, üzerinde düşünmemizi, ders almamızı gerektiren, siyasi sistemin, yargı sisteminin zaaflarını teşhis etmemize yardımcı olacak olan bir olaydır.

 

a) Hiçbir suçu yok iken, sadece aranan bir kişiye benzerliğinden dolayı, 18 yaşlarındaki bir çoban, yurdundan, sevdiklerinden, alıştığı hayat tarzından koparılıp Diyarbakır Cezaevine atılıyor. Umutları, beklentileri yok ediliyor.

 

b) Bu adli hata 8 yıl devam ediyor. Asıl önemlisi, Yargı Kurumunun yaptığı soruşturmayla değil, asıl aranan kişi gelip teslim olunca hata anlaşılıyor. Ama hatanın tamiri 4 yıl alıyor. Bu gencin yattığı süre, CİK’nin hükümleri de göz önüne alınırsa, kasten adam öldüren bir suçludan fazla oluyor.

 

c) Sonra ikinci kez yakalanıyor. Dün umutları yok edilen bu insanın, bu kez kişiliği yok ediliyor. İtirafçılığa zorlanıyor.

 

Bir insan parça parça ediliyor ve her parçasıyla, seçilen yeni kurbanların hayatı karartılıyor. Peki, Sayın Savcı ne yapıyor? Bu adli hatanın, bu hataya imkan veren yargı sisteminin sorunlar üzerinde düşünmüyor. Tersine, bunu kullanıyor.

Asıl önemlisi, Abdulcebbar Gezici’nin ifadesine yer veren Sayın Savcı, Gezici’nin, ifadelerinin doğruyu yansıtmadığını belirten dilekçesini dosyaya koymuyor.

Abdulcebbar Gezici’nin hikayesi bir örnektir. Dosyada ifadeleri bulunan diğer sanık veya itirafçıların çoğunluğunun hayat hikayeleri de bundan farklı değildir. Umutları ve kişilikleri yok edilen binlerce Abdulcebbar Geziciler, ya cezaevlerindedirler ya da aramızda dolaşıyorlar. Çoğu C. Savcıları ise, lime lime doğranan bu insanları, yeni kurbanlar için, malzeme olarak kullanıyor­lar.

 

7) İddianamedeki yanıltıcı beyanlar, yukarıda örneklerini sunduklarımızla sınırlı değildir. Resmi Gazete’de yayınlanan, değiştirilmesi, farklı yorumlanması, gizlenmesi mümkün olmayan Anayasa Mahkemesi Kararları hakkında bile yanlış beyanlarda bulunulabiliyor.

 

İddianamenin 69. sayfasında “PKK örgütüyle ilişkisinin tespit edilmesi nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan DEP” iddiasına yer veriliyor.

Yine iddianamenin 76. sayfasında “PKK ile ilgisi nedeniyle Anayasa Mahkemesince kapatılan HEP, DEP ve ÖZDEP”ten söz ediliyor.

Sayın Savcı ya Anayasa Mahkemesinin kararlarını okumamış. Kendi temennilerine uygun muhayyel bir karardan söz ediyor. Ya da okumuş. Sırf kafaları karıştırmak ve Sayın Mahkemeyi yanıltmak için yanlış beyanda bulunuyor.

Bu kararları Sayın Mahkemeye sunuyoruz.

HEP için Yargıtay C. Başsavcısı, iki nedenden dolayı kapatma davası açmış.

 

a) HEP’in Siyasi Partiler Kanununun 78 ila 88 ve 97. maddeleri hükümlerine aykırı fiillerin işlendiği bir mihrak haline gelmesi.

 

b) Parti Genel Başkanı, Genel Başkan Yardımcıları ve Genel Sekreterinin SPK’nin 4. kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunmaları.

 

Anayasa Mahkemesi 14.7.1993 tarih ve E. 1992/I, K. 1993/I sayılı kararıyla, “suç sayılan fiillerin işlendiği bir mihrak haline gelme” iddiasını red etmiş. Fakat parti yetkililerinin beyanlarını (Kürt Halkı deyimini kullandıkları için) SPK’ye aykırı bularak HEP’in kapatılmasına karar vermiştir.

ÖZDEP ve DEP için Yargıtay C. Başsavcısı, “suç sayılan fiillerin işlendiği bir mihrak haline gelmek” iddiasını ileri sürmemiş. ÖZDEP’in programının, DEP’in Genel Başkanının yaptığı konuşmanın SPK hükümlerine aykırılığı nedeniyle kapatma davası açılmış ve Anayasa Mahkemesi, her iki partinin bu nedenlerle kapatılmalarına karar vermiştir.

Anayasa Mahkemesinin, bu üç partiyi, PKK ile ilişkisinden dolayı kapatmış olduğu iddiası nereden çıkarılıyor. Anayasa Mahkemesi kararları açık ve net olarak ortada dururken, bu kararlarda olmayan suçlamaları varmışçasına iddianameye almak ve bunun üzerine hüküm kurmak ne ölçüde hukuka uygundur.

 

8) Provokatif “Bayrak Olayı” bahane edilerek, medya vasıtasıyla, müvekkillerim ve onların temsil ettiği siyasi hareket aleyhine kamuoyu oluşturuldu. Kamuoyu, müvekkillerimin “Bayrak Olayı” nedeniyle yargılanacaklarını beklerken, 1989’lara uzanan itirafçı beyanları kullanılarak, TCK’nin 168. maddesinden tutuklandılar ve bu günde huzurunuza çıkarıldılar.

 

İddianamede de yer alan “Bayrak Olayı “nın hukuki yönüne değinmekte yarar görüyoruz.

Bayraklar, devletlerin bağımsızlıklarının simgeleridir. Devletler, bu bayraklar altında, vatandaşlarına koruma sağlamakla yükümlüdürler. Korkudan, haksız müdahalelerden uzak, özgürce yaşamalarını, aş, iş, konut ve her türlü olanaklara sahip olmalarını, maddi ve manevi yönden, kültürel bakımdan kendilerini geliştirme imkanlarına kavuşmalarını sağlamakla görevlidirler.

Vatandaş, nerede bu bayrak dalgalanıyorsa, orada güven içinde olacağını bilirse, ona koşar. Onun altında bulunmaktan mutluluk duyar. Bayrakların itibarı da böyle artar. Bayraklar böyle yücelir.

Bir ABD vatandaşı, bir Fransa veya Almanya vatandaşı, bayrağının dalgalandığı her yerde büyük bir güven içinde olacağını bildiği için, ona saygı duyuyor. Bu güven bütün vatandaşlara sağlandığı için de bayrakların itibarları yasalarla veya devlet zoruyla korunmaya çalışılmıyor. Az gelişmiş ülkelerde bayrağa hakaret olarak kabul edilen çoğu fiillere gülüp geçiyorlar. Bu konuda kompleksleri yok.

Çünkü bayrağın simgelediği bağımsızlık, sözde bir bağımsızlık değil. Arkasında bütün vatan­daşlarının haklarını, özgürlüklerini güvence altına alan adil ve bağımsız bir yargı sistemi, insanca yaşama olanaklarına imkan veren güçlü bir ekonomi, hastalığa, işsizliğe, yoksulluğa ve her türlü riske karşı koruma sağlayan sosyal güvence kurumları, en önemlisi, devletin kendisini bağlı saydığı hukuk devleti ilkeleri ve demokratik değerler vardır.

Ama devletin bağımsızlığının simgesi olan bayrak, vatandaşların tümüne koruma sağlamaz, sadece bir grubun ideolojik anlayışının simgesine dönüşür ve diğer vatandaşlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılırsa ve hele büyük yolsuzluk iddialarını ve olaylarını kamuoyundan saklamak için bir örtü olarak kullanılırsa, vatandaşların büyük kesimi bayrağa yabancılaşır. Hatta kimi zaman tepkiler de doğar.

Bunu önlemenin, bayrağa itibar ve saygınlık kazandırmanın tek yolu, ona gerçek işlevini kazandırmaktır. Herkesin, bütün vatandaşların, hiçbir ayrım gözetilmeden, onun altında koruma göreceğine inanmasıdır. Buna güven duymasıdır.

Herkesin, altında güvenle yaşayacağı, mutlu olacağı bir sistem oluşturmakla, yabancılaşmaya son verilir ve Bayrak, sadece yasayla değil, gerçek anlamıyla, gerçek işleviyle herkesin olur.

Kongre günü, hepimizi üzen bir olay oldu. Kongre salonunda asılı bulunan Türk Bayrağı indirildi.

İddianamenin 13. sayfasında yazılı olduğu üzere “Salonda HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak’ın posteri ile Türk Bayrağı ve HADEP Parti Bayrağı yan yana asılmış”tı.

HADEP yöneticileri, bayrağa saygı duydukları için onu asmışlardı. Yasal olarak böyle bir mecburiyetleri yoktu.

Fakat maskeli bir kişi tarafından, bayrak, ipleri çözülerek yere düşürüldü. Divan Başkanının ihtarları ve çabaları, bayrağı tekrar yerine asmaya yetmedi.

Kongrede güvenliği sağlamakla görevli polis sayısını, Hükümet Sözcüleri 700 olarak bildirmişlerdi. Ama Kongrede bu sayının üstünde emniyet görevlisi vardı.

Divan Başkanı ve Parti Yönetimi, kendi pankartları dışında, pankart taşınmamasını ve partinin tespit ettiği sloganlar dışında slogan atılmamasını ihtar ediyor ve buna çaba gösteriyordu.

Fakat salonda ve salonun dışında bulunan HADEP ile ilgisi olmayan binlerce kişiyi denetlemek, sükuneti sağlamak mümkün olmuyordu.

Bu, ancak, iddianamenin 15. sayfasında da belirtildiği gibi, “Saat 14:30 ile 15:30 arasında Kurultaya ara verişte” Divan ve parti yöneticilerinin gayret ve çabalarıyla mümkün olabildi. Parti ile ilgisi olmayan poster ve bayraklar indirilerek sükunet sağlandı.

Peki, Hükümet Komiseri ile güvenlik güçleri ne yaptılar?

2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 29. maddesi, “Dernekler Kanununun bu kanuna aykırı olmayan hükümleri, siyasi partilerin her kademedeki kongreleri için de uygulanır.” der.

2908 sayılı Dernekler Kanununun 24. maddesi, “Toplantının yönetimi genel kurul başkanına aittir. Katipler toplantı tutanağını düzenler ve başkanla birlikte imzalarlar.”

68. maddenin 3. fıkrasında, “Hükümet Komiserinin görev ve yetkileri” sayılmıştır.

 

Madde 68 – Hükümet Komiserinin görev ve yetkileri şunlardır:

 

3-Toplantının mevzuat, dernek tüzüğü ve gündem esaslarına uygun cereyan edip etmediğini tespit etmek ve göreceği aykırı haller için kongre başkanlık divanını uyarmak.

 

4- Toplantı güvenliğinin sağlanması ve toplantının sükunet içinde geçmesini temin için gerektiğinde kolluk kuvvetlerinden her türlü yardımı istemek.

 

Yasaya göre, divan başkanı, güvenlikten değil, kongrenin mevzuat, tüzük ve gündem esaslarına uygun idaresinden sorumludur. Katiplerin ise tutanak düzenlemek ve imzalamaktan öte bir görevleri ve sorumlulukları yoktur. Yasa, divan başkanına, “kolluk kuvvetlerinden yardım istemek” görev ve yetkisini vermemiştir.

Toplantı güvenliğinin sağlanması ve toplantının sükunet içinde geçmesini temin etmek için “kolluk kuvvetlerinden her türlü yardımı istemek” hükümet komiserinin görev ve yetkisidir.

Hükümet Komiseri, cereyan ettiği ileri sürülen yasadışı olaylar ve fiiller karşısında seyirci kalmış, kolluk kuvvetlerinden yardım istememiş. Görevini en azından ihmal etmiştir. Kendisi suçlu olduğu halde, düzenlediği tutanakta divan başkanını ve parti yöneticilerini suçlamıştır.

Bayrak indirilmesi olayında, Hükümet Komiseri ve kolluk kuvvetleri görevlerini yapmamış, yetkilerini kullanmamışlardır.

Bayrağı indiren kişi, salon tavanından aşağıya inerken, çok rahat yakalanıp gözaltına alınabilecekken, güvenlik güçleri seyirci kalmışlardır. Bu şahsın elini kolunu sallayıp çıkıp gitmesine müsaade etmişlerdir.

2893 sayılı Türk Bayrağı Kanununun 7. maddesinin son fıkrası aynen şöyledir:

 

“Bu kanuna ve tüzüğe aykırı filler yetkililerce derhal önlenir ve gerekli soruşturma yapılır.”

 

Yetkililer kimdir? 2908 sayılı kanunun 68. maddesine göre, Hükümet Komiseri ile kolluk kuvvetleridir. Bunlar derhal bayrağın indirilmesini önleyecekler. İndirilmişse yerine asacaklar. Suç failini de yakalayıp soruşturma açacaklar.

Bunu da “derhal “ yapacaklar. Hiç beklemeden ve hemen yapacaklar.

Yasanın görevli ve yetkili kıldığı kişiler ve güçler olaya seyirci kalıyorlar. En azından görevlerini ihmal ediyorlar. Bu kez dönüp yetkisi olmayan Divan Başkanı’nı suçluyorlar.

Anayasanın 6. maddesi, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” diyor. Yasayla Hükümet Komiseri’ne verilmiş olan yetkiyi, Divan Başkanı’nın kullanamayacağı unutuluyor.

 

9) Bizler bugün Anadolu’nun merkezinde, Ankara’da bir araya geldik. Kimimiz Sanık, kimimiz Müdafi, kimimiz Savcı ve Hakim olarak.

 

Anadolu topraklarının toplumsal ilişkiler tarihini, bu tarih içindeki insani yüzünü unutmuşa benziyoruz.

Bu topraklarda 72 millet, 72 dil, 72 din ve inanç birlikte var oldular. Karşılıklı saygı ve hoşgörüyle, kardeşçe birlikte yaşadılar. Siyasal iktidarların kışkırtmaları ve tahrikleri olmadığı sürece de, kimse dininden, dilinden, soyundan dolayı bir ayrıma tabi tutulmadı.

Bu topraklar Mevlana’yı, Yunus’u, Hacı Bektaş Veli’yi ve daha nice bilgeleri yetiştirdi.

Anadolu bilgeliği, olaylara hoşgörüyle, geniş bir perspektiften bakan, insanı kainatın merkezine yerleştiren, hiçbir ayrım gözetmeden, diline dinine, etnik kökenine bakmadan, insana, sadece insana saygı duyan, hatta onu kutsallaştıran bir düşünce, bir anlayış, bir inançtı.

Bu bilgeliğin temelinde, çeşitli halkların oluşturduğu, binlerce yılın kültür birikimi vardı. Ve sonra bu kültür tasavvufla yoğruldu. Canlandı, renklendi, büyüdü ve bir ulu insan sevgisine dönüştü. Tanrıyı insanda bulan bir büyük sevgiye dönüştü.

Biz, eski Anadolu bilgeliğini, insan sevgisini ve hoşgörüsünü yeniden bulmalı ve zamanımıza taşımalıyız.

Biz bir toplumuz. Bir geminin içindeyiz. Bu gemiyi bölemeyiz, batarız. Bu gemiyi ateşe veremeyiz, birlikte yanarız. Bizler, bu gemideki insanlar, birlikte yaşamanın, birlikte gelişmenin, birlikte mutlu olmanın yollarını bulmak zorundayız. İçine hapsolduğumuz kalıpları kırmak ve bir hoşgörü iklimi yaratmak zorundayız. Doğu’nun ve Anadolu’nun eski bilge günlerine dönerek düşünce derinliğini, duygu yoğunluğunu yakalamak zorundayız. Ve her şeyden önce, düşman olmadığımızı, aynı kaderi paylaştığımızı, kardeş, dost, komşu ve arkadaş olduğumuzu hatırlamak zorundayız.

Sayın Savcı, davaya hukuk açısından değil, ideolojik açıdan yaklaşıyor. Suç delili olarak gösterilen bütün belgelerin ortak noktası, hepsinde Kürtlerden ve barıştan söz edilmiş olmasıdır.

O, bütün Kürtleri PKK’lı olarak görüyor. Kürtlerden söz eden Türkleri de PKK yandaşı olarak kabul ediyor. Kürtlerle ilgili yasal bütün siyasi parti ve dernekleri de PKK’nın uzantısı, -iddianamedeki deyimle- “legal kuruluşları “ olarak tanımlıyor.

Sayın Savcı “Kürt” kelimesine de, “barış”a da müthiş tepki duyuyor. Demokratlara, aydınlara ve hele de sola düşmanca bir tavır sergiliyor. Barış ve kardeşliği savunmak, legal alanda faaliyet göstermek, “Türkiye Partisi” imajı oluşturmak, Sayın Savcı’nın nazarında suç teşkil ediyor. İddianamede, “Kürt kültürel kimliğinin tanınmasını talep etmek” ihanetle suçlanıyor. İhanetin cezası da, herhalde ölüm olarak düşünülüyor. Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, Sayın Erdal İnönü’nün ve daha nice Türk devlet adamı, politikacı ve iş adamının bu suçu işledikleri unutuluyor.

Oysa, Kürt kimliğini tanımak veya tanınmasını istemek Türkiye’yi bölmez. Tersine, bu kimliğin baskı altına alınması, yok edilmeye çalışılması, bölünme eğilimlerini artırır.

Kürtler ayrı bir devlet kurmak istemiyorlar. Onlar, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, demokratik bir düzende, Türk Halkıyla birlikte yaşamak istiyorlar. Gerçekten kardeş olmayı, birbirlerinin kimliklerine ve kültürlerine saygılı olmayı istiyorlar. Savaşa son verilmesini ve iç barışın sağlanmasını arzu ediyorlar.

Umarız, bu başarılır. Savaş kışkırtıcıları, totaliter düzen taraftarları, Türk Halkını, Kürtlere karşı tahrik eden ırkçı gruplar emellerine ulaşamazlar. Türkiye’yi bir Kafkasya’ya veya BosnaHersek’e çevirme girişimleri hüsrana uğrar. Umarız, sonuçta sağduyu galip gelir. Yakın bir zamanda, Türkiye’de barış ve huzur tesis edilir, demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla yerleşir. Evet, umarız, bütün bunlar gerçekleşir.

10- Türkiye’de illegali sınırlamanın, etkisiz hale getirmenin tek bir yolu vardır. O da legal alanı genişletmek, düşünceye ve legal faaliyete getirilen sınırlamaları kaldırmaktır.

Legal alanın sınırlanması, giderek yok edilmesi, illegal faaliyetleri, örgütlenmeleri, silahlı hareketleri teşvik eder. Ona uygun ortam ve malzeme hazırlar. Bu anlayışı savunanlara, toplumu ikna edecek gerekçeler verir.

Türkiye’de barışı, huzuru sağlamak, demokrasiyi yerleştirmek, az gelişmişlikten kurtulmak istiyorsak, düşünceye ve legal faaliyete yönelen tehditleri bertaraf etmek, müdahalelere engel ol­mak, her türlü düşüncenin örgütlenmesine ve ifade edilmesine, imkan tanımak ve bu alanda Yargı teminatını sağlamak zorundayız.

Bu dava bu yönüyle çok önemlidir ve kuşkusuz sonucu belirleyecek sizin kararınız olacaktır.

Talep         : Yukarıda açıklanan nedenlerle müvekkillerimin tahliyelerine karar verilmesini saygı ile talep ederim.

Avukat  

 Mehmet Ali Aslan                 

Türkiye İçin Nasıl Bir Anayasa ?

B A Ş K A N L I K   S İ S T E M İ

             Başbakan Tayyip Erdoğan’ın  “Başkanlık sisteminin Türkiye’ye sıçrama yaptıracağını”  söylemesi, tartışma yarattı. DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar gibi bir kısım politikacılar, Erdoğan’ı destekler iken, medyada buna karşı çıkanlar da oldu.

            9-13 Ocak 2001 tarihinde Ankara’da düzenlenen “Uluslararası  Anayasa Hukuku Kurultayı”na HADEP de davetliydi. Genel Merkez Yönetimi benden “Türkiye İçin Nasıl Bir Anayasa” konulu yazı istedi. 03.01.2001 tarihinde HADEP Genel Başkanlığına verdiğim yazı, Kurultay’a sunuldu ve yayımlanan kitapta yer aldı. 

            Sunuşu yapan HADEP temsilcisi, yazıdan Başkanlık sistemiyle ilgili bölümü çıkarmış ve bazı eklemeler yapmıştı. Oysa Başkanlık Sistemiyle ilgili görüşler önemliydi.

            Başkanlık sistemi, Türkiye’de bir “Başkan Baba”, bir diktatör yaratır. Bu özlem içinde olanlara fırsat vermemek gerekiyor. 

            Başkanlık sisteminin tartışmaya açıldığı bu dönemde, bu yazıyı yayımlamanın yararlı olacağına inanıyorum.

29.04.2003

Mehmet Ali Aslan

 

 TÜRKİYE  İÇİN  NASIL  BİR  ANAYASA

Türkiye,80 yıllık dönemin ilk 40 yılında TBMM’nin yaptığı anayasalarla,son 40 yılında ise askeri darbe anayasaları ile yönetildi ve yönetiliyor.

Bunların belirli özelliklerine kısaca değinelim.

1921 A n a y a s a s ı

Türkiye’nin ilk anayasası olan 1921 Anayasası,hak ve özgürlüklerin yer almadığı, sadece devletin temel yapısının belirlendiği bir anayasadır.

a)    Anayasanın 2. maddesinde “Yürütme erki ve yasama yetkisi milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde bulunur ve toplanır ” der.

1921 Anayasasında, yasamanın üstünlüğü ilkesi ve meclis hükümeti (kuvvetlerbirliği) sistemi kabul edilmiştir.

b) Vilayet ve nahiyeleri, “tüzel kişiliği” olan “özerk” birimler olarak kabul eden 1921 Anayasası, iç ve dış siyaset, şer’i, adli, askeri işler ve uluslar arası iktisadi ilişkiler dışında kalan,vakıf,medrese,eğitim, sağlık,iktisat,tarım,bayındırlık ve sosyal yardım işlerine Vilayet Şuraları’nı yetkili kılmıştır.

Bu anayasada ademi merkeziyetçi sisteme yaklaşım vardır.

c) “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.Yönetim biçimi halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayalıdır ” diyen 1. maddesiyle zımnen kabul edilen “cumhuriyet”, 29 Ekim 1923 tarihli değişiklikle resmen kabul edilmiştir.

d) 1923 tarihli değişikliklerde 1) Türkiye Devleti’nin resmi dili Türkçe  2) Devlet dini de İslam olarak belirtilmiştir.

e) Devlet, “Türkiye Devleti”dir. “Türkiye” bir üst kimlik olarak kabul ediliyor.Büyük Millet Meclisi’ne, “Kürdistan” ve “Lazistan” mebusları,etnik kimlikleriyle katılmışlardır.

1924 A n a y a s a s ı

Devlet sınırlarını güvenceye alan iktidar,1924’lere gelindiğinde,ulus-devlet olma yolundaki engelleri ortadan kaldırmaya ve ulus-devlet ideolojisi olan milliyetçilik anlayışı doğrultusunda bir anayasa düzenlemeye girişmiştir.

a)    TBMM’nde muhalefet tasfiye edilmiş ve 1927 Meclisinde hiç muhalefet

kalmamıştır. Meclis, CHP’nin tekeline bırakılmıştır. Tek partinin ve “Şef” sisteminin totaliter yönetimine uygun bir anayasa  düzenlenmiştir.

İdeolojisi, Avrupa’daki totaliter rejimlerin etkisinde oluşan CHP’nin tüzük ve programı Anayasayı şekillendirmiştir. “Parti” ve “devlet” özdeşleşmiştir. CHP’nin 6 oku (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık,devletçilik, laiklik ve inkılapçılık) anayasaya alınmıştır.

b) Türk kimliği dışında,hiçbir etnik kimlik tanınmamıştır.Anayasa “Türklerin Kamu Hakları”ndan söz etmektedir.

            c) Ademi merkeziyetçi yaklaşımdan uzaklaşılmış,katı merkeziyetçi bürokratik sistem kabul edilmiştir.

d) 1928 değişikliği ile devlet dininin İslam olduğu kuralı ve “şer’i hükümlerin uygulanması” ibaresi anayasadan çıkarılmış, 1937 değişikliği ile “laiklik” ilkesine yer verilmiştir.

e) Türkiye’de çok partili sisteme geçiş,ancak 2.Dünya Savaşı’ndan sonra,savaştan galip çıkan müttefiklerin zorlamasıyla mümkün olabilmiştir.

f) 1946’lara kadar olan tek parti döneminde,asker-sivil bürokrasinin mutlak hakimiyeti vardır. Parlamento,tek parti ve iki dereceli seçim vasıtasıyla,bu egemen gücün belirlediği “milletvekilleri”nden oluşuyordu.

1961 A n a y a s a s ı

Çok partili sisteme geçiş ve tek dereceli seçimle,parlamentonun kompozisyonunda değişiklikler oldu.1950’lerde, burjuvazi de iktidarda söz sahibi haline  geldi.Genel oy ,siyasi alanda, halk kitlelerinin önemli bir unsur olmasına yol açtı.

Bütün bunlar,eskiye oranla daha özgürlükçü bir ortam yarattı. Fakat bu, toplum yapısındaki etnik,kültürel ve dinsel çoğulculuğun siyasi alana yansımasına imkan vermedi. Bürokratik merkeziyetçi sistem sürdürüldü.

Asker-sivil bürokrasinin iktidardaki belirleyiciliğini zayıflatan bu gelişmenin önü, 1960 askeri darbesiyle kesildi.

1961 Anayasası,darbeyi yapan askeri cuntanın dikte ettiği bir anayasadır.

a) Bu anayasada askeri darbeleri meşrulaştıran bir anlayış yer almıştır.

b) Yasama organını, Millet Meclisi ve Senato teşkil ediyor. Senato’nun ¼’ü darbeci subaylarla Cumhurbaşkanınca tayin edilen kişilerden oluşuyor.  Seçimle gelmeyen önemli bir grup, seçimle oluşması gereken Parlamento’da yer alıyor.

c) Anayasada Milli Güvenlik Kurulu yer almış. 1971 değişikliği ile de, askeri bürokrasi,kararlarda belirleyici rol oynamaya başlamış, yasamanın üstünlüğü zayıflatılmıştır.

d) Yargı bağımsızlığı önemli ölçüde  sağlanmıştır.

e) 1961 Anayasası, “kamu yararı, genel ahlak,kamu düzeni,sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa,hak ve hürriyetlerin özüne dokunamayacağı” kuralını kabul etmiştir.

Bu ilerici özelliği ve yargı bağımsızlığını sağlamaya yönelik kuralları nedeniyle,sol ve demokrat kesimler anayasaya sahip çıkmışlardır.

1982 A n a y a s a s ı

Toplumsal bilinçlenmeyi ve hareketliliği 1961 Anayasasıyla önleyemeyeceklerini gören asker-sivil bürokrasi ve onları destekleyen tekelci sermaye, 1971 yarı askeri darbeyle kısmen, 1982 darbesiyle de tamamen 1961 Anayasasından kurtuldular.

Bugün,Türkiye 5 kişilik askeri cuntanın düzenlediği bir anayasayla yönetilmenin sıkıntılarını yaşıyor.

a) 1982 Anayasasına göre, Türk milli menfaatleri, Türk varlığı, Türklüğün tarihi ve manevi değerleri, Atatürk milliyetçiliği temel değerlerdir. Bunların karşısında olan hiçbir düşünce ve mülahaza korunma görmez.

Atatürk milliyetçiliği olarak adlandırılan milliyetçilik, devletin resmi ve tekçi ideolojisi olarak kabul ediliyor. Bu totaliter anlayış, çoğulculuğu ve kendisiyle çelişkiye düşen bütün evrensel değerleri reddediyor.

b) Anayasa “yasak dil” kavramını getirmiştir. 26. maddede “düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış herhangi bir dil kullanılamaz”, 28. maddede “kanunla yasaklanmış olan bir dilde yayım yapılamaz” denilmektedir.

c) Temel hak ve hürriyetlerle ilgili maddelerin ilk fıkralarında,belli bir hak ve özgürlük sayıldıktan  sonra, onu izleyen fıkralarda o hak ve özgürlük , bir takım sınırlamalarla, ya yok edilmiş, ya da içi boşaltılmıştır.

d) Yasamanın üstünlüğü ortadan kaldırılmış, askeri bürokrasinin belirleyici olduğu Yürütme, üstün konuma getirilmiştir.

Cumhurbaşkanına, hiçbir parlamenter sistemde olmayan geniş yetkiler tanınmıştır. Sorumsuz, fakat geniş yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanı yanında, Milli Güvenlik Kurulu kanalıyla, askeri bürokrasi kararlarda belirleyici konuma getirilmiştir.

e) Yargı bağımsızlığı ve Tabii Hakim ilkesi yok edilmiştir.

1961 Anayasasında yer alan “Tabii Yargı Yolu”, 1982 Anayasasında “Kanuni Yargı Yolu”na dönüştürülerek Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kuruluşuna imkan sağlanmıştır.

1982 Anayasası, sıkıyönetimin bütün yurtta uygulandığı, onbinlerce insanın gözaltında ve cezaevlerinde bulunduğu, bütün parti, sendika ve derneklerin kapatıldığı, düşünce açıklamanın ve özellikle siyasal durumu ve koşulları eleştirmenin olanaksız olduğu bir dönemde halk oyuna sunuldu. Halka iki seçenek verildi. Ya anayasa tasarısının kabulü veya askeri yönetimin devamı. Halk, sivil yönetime geçiş umudunu seçti. Tasarının içerdiği kuralları bilmeden veya bilse bile aldırmadan.

Askeri cunta ve onunla işbirliği yapan bürokratlar, kendi anlayışlarına uygun bir devlet modeli kurmak ve bu modeli de her türlü tartışmanın ve değişimin dışında tutmak, vatandaşlara ve kurumlara karşı korumak istediler. Bunun için de bütün toplumsal ilişkiler ve kurumlar bu amaçla ayrıntılı şekilde düzenlendi. Yasa, tüzük, hatta yönetmelik konuları bile anayasa kapsamına alındı.

Toplum sürekli değişiyor. Toplumun bütün kesimleri, değişimi önleyen ve çoğulculuğa karşı olan bu anayasayla çatışma halindedir. Askeri Cunta mensupları ile getirilen sistemden yararlanan bir azınlığın dışında hiç kimse bu anayasadan memnun değildir. Örneğin, 1980’lerde, sendikal hareketleri önlemek , işçi ücretlerini düşürmek ve kamuoyunun denetiminden kurtulmak için totaliter bir yönetimi özleyen büyük sermaye, askeri cuntayı ve onun eseri olan 1982 Anayasasını destekliyordu. Bugün, aynı kesimler, ekonomik çıkarları için AB’ye girmeyi tercih etmekte, AB’nin koşul olarak ileri sürdüğü, demokrasi ve insan hakları değerlerine dayalı bir anayasanın kabulünden yana ağırlıklarını koymaktadırlar.

1982 Anayasasının, hukuksal bir belge olmaktan uzak ve demokratikleşmenin önündeki en büyük engel olduğunu herkes ifade ediyor. Aydınlar, demokratik kurumlar sürekli tartışıyorlar. Fakat bunlar anayasayı değiştirme gücüne sahip değillerdir. Bu yetkiye ve güce sahip olanlar ise bu alandaki varlıklarını, yetkilerini ve güçlerini, bu anayasanın getirdiği sisteme borçlu oldukları için  değişiklik girişimlerini önlemeye çalışıyorlar.

Bugün, anayasayı değiştirmek veya yeni bir anayasayı kabul etmek TBMM’nin yetkisi dahilindedir. Bugünkü meclis ise bu anayasaya ve bu anayasaya uygun olarak yapılmış siyasi partiler ve seçim kanunlarına göre oluşmuştur.

Askeri bürokrasinin belirleyici olduğu yürütme gücü, yasama gücüne egemendir.Toplumun çoğulcu yapısının yansıtılmadığı ve önemli toplum kesimlerinin temsil edilmediği TBMM, yürütme gücüne rağmen, radikal bir değişikliği kabul edecek siyasi iradeye sahip görünmüyor.

Oysa iç ve dış koşullar, sivil ve demokratik bir anayasanın kabulünü Türkiye’ye dayatıyor. Bu geri yapıdan kurtulmak için başka seçeneğin bulunmadığını herkes kabul ediyor.Bu nedenle, hem siyasal ve ekonomik zorunluluklar,  hem de iç ve dış gelişmeler ve etkiler, kişisel ve grupsal çıkarlarına ters düşse bile, yasama ve yürütmeye egemen olan iktidar gücünü, anayasal değişimi kabule mecbur edeceğine inanıyoruz.

T ü r k i y e   i ç i n    n a s ı l    b i r    a n a y a s a  ?

Geri kalmışlıktan kurtulmak isteyen bir Türkiye’nin önünde, Avrupa’yla bütünleşmenin dışında başka bir seçenek görünmüyor.

AB, birliğe katılmak isteyen Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri için “Kopenhag Kriterleri” olarak adlandırılan bazı koşulların yerine getirilmesini kararlaştırmıştır.

Kopenhag ekonomik kriterleri, Gümrük Birliği’ne girmiş olan Türkiye için önemli sorunlar yaratmayacak. Türkiye ekonomisinin AB ekonomisiyle entegrasyonunda çok önemli sorunlar çıkmayacaktır.

Önemli olan Kopenhag siyasi kriterleridir. Bunlar da (demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlıklara saygı ile azınlıkların korunmasını güvenceye alan kurumlarda istikrarın sağlanması)dır.

Yeni bir anayasa, Kopenhag siyasi kriterlerine uygun olarak düzenlenmek durumundadır.Fakat bu kriterlere uyma zorunluluğu bulunmasa bile, yine de, toplumun çoğulcu yapısına, demokrasi ve insan hakları değerlerine uygun bir anayasayı kabul zarureti vardır.

“Türkiye için nasıl bir anayasa” sorusunun yanıtını vermeden önce, yeni bir anayasanın hazırlanma ve kabul yöntemine açıklık getirmek gerekiyor.Çünkü yöntemdeki hata, demokratik,çağdaş bir anayasanın kabulüne engel teşkil eder.

Devletin kuruluşunu ve yapısını düzenleyen kısa ömürlü 1921 Anayasası istisna edilirse, her üç anayasa da, toplumun sosyolojik çoğulcu yapısıyla ve çağdaş demokratik değerlerle uyum içinde değildir. Bu, önemli ölçüde, anayasaların hazırlanma ve kabul yöntemlerindeki özelliklerden kaynaklanmaktadır.

1924 Anayasasını ve sonraki değişiklikleri düzenleyen ve kabul eden organ, Atatürkçülüğü devletin ideolojisi olarak kabul eden ve devletle özdeşleşen CHP’nin, iki dereceli seçimle,daha doğrusu merkezden tayinle oluşturduğu TBMM’dir.Bu meclisin, nitelik olarak, Batı’daki parlamentolarla bir benzerliği yoktur.Toplumun çoğulcu yapısı bu meclise yansımamış ve gerçek halk iradesi orada temsil imkanı bulamamıştır.

Son iki anayasa ise askeri cuntaların hazırlayıp kabul ettirdiği anayasalardır.

Anayasalar, toplumdaki güç dengelerine bağlıdırlar. Bir sınıfın, katmanın veya grubun egemen olduğu bir dönemde yapılan anayasalar, egemen gücün ideolojisini ve o ideolojinin ardında saklanan çıkarlarını yansıtırlar. Demokratik bir anayasa için toplumun bütün kesimlerinin tartışmalara katılmaları ve kararlarda söz sahibi olmaları gerekir.

Bu nasıl olacaktır ?

Öncelikle, toplumun çoğulcu yapısını yansıtmayan ve halkı temsil etmeyen bu parlamento yerine, toplumdaki bütün sınıf, tabaka ve grupların temsil edildiği bir parlamentonun oluşması için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Bu bakımdan Siyasi Partiler Kanunu ile Seçim Kanunu en az Anayasa kadar önemlidir. Çünkü parlamentonun niteliğini belirleyecek olan bu kanunlardır.

Lider sultasına imkan veren ve % 10’luk barajla toplumun önemli bir kesiminin parlamentoda temsilini engelleyen bu kanunlar yürürlükte kaldıkça, demokratik bir anayasanın kabulü mümkün değildir.

Bütün toplum kesimlerinin temsiline imkan veren barajsız bir Seçim Kanunu ve siyasi partileri lider sultasından kurtarıp, yönetim değişikliğine imkan veren ve adayların seçimini Yargı denetimindeki parti üyelerine bırakan bir Siyasi Partiler Kanunu öncelikle kabul edilmelidir.

Bu ilk adımdır.Bundan sonraki adım,özgür bir tartışma ortamının yaratılması için gerekli düzenlemeleri yapmaktır. Bunun için de düşünce ve örgütlenme özgürlüklerinin tam olarak kabul edilmesi gerekir. Düşünce ve örgütlenme özgürlüklerinin önünde duran bugünkü engeller kaldırılmadıkça, özgür bir tartışma ortamı sağlanamaz. Oysa demokratik bir anayasanın hazırlanması için herkesin ve her örgütün kendi düşünce ve kanaatlerini açıklayabilmesi ve hiçbir kişi ve kesimin bu tartışma alanının dışında bırakılmaması gerekir.

Özgür bir tartışma ortamı sağlanıp, yeni bir Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu ile bütün toplum kesimlerinin,güçleri oranında temsil edildiği bir parlamento oluşturulursa, ancak o zaman demokratik bir anayasanın hazırlanması için gerekli olan koşullar yaratılmış olur. Kurucu Meclis görevini de görecek bu parlamento, sivil ve demokratik bir anayasa hazırlayabilir. Bu anayasa halk oyuna sunulur ve halkın çoğunluğu onaylarsa Türkiye ilk kez sivil ve demokratik bir anayasaya sahip olur.

Nasıl bir anayasa ?

Demokratik anayasaların iki temel özelliği, s ı n ı r l a m a  ve  u z l a ş m a dır.

Devleti ve iktidar gücünü sınırlamak suretiyle kişilerin hak ve özgürlüklerinin güvencelerini sağlarlar. Bütün toplum kesimlerinin katıldığı genel bir uzlaşma ve kabule dayanırlar.

Demokratik anayasaların üstünlüğü, salt hukuk kurallarını içermelerinden değil, toplumsal güç dengelerine dayanan genel uzlaşmanın toplumda yarattığı saygınlıktan ileri gelir.

Türkiye, bugüne kadar, bu iki özellikten yoksun anayasalarla yönetildi.Toplumun sınıfsal, etnik ve kültürel yapısına ters düşen bu anayasalar, bugünkü siyasal,ekonomik ve ahlaki krizlerin doğmasına yol açtı. Sürekli hale gelen bu krizlere son vermek ve yapısal değişimi sağlamak ancak sivil ve demokratik bir iktidarla ve bir hukuk devletini oluşturmakla mümkündür. Bunun için de değişimi engellemeyen ve aşağıda açıklanan niteliklere sahip bir anayasaya ihtiyaç vardır.

a) Devlet, sivil ve demokratik toplumun ihtiyaçlarına cevap veren işlevleriyle bir teknik aygıt olarak anayasada yer almalıdır.

Devletin ideolojisi olmamalıdır.Devlete kutsallık izafe eden metafizik anlayışlardan uzak kalınmalıdır.Toplumun hizmetinde olan, kişi hak ve özgürlüklerinin güvencelerini sağlayan bir devlet yapısının düzenlenmesine yer verilmelidir.

b)    Anayasa, gelişim ve değişimi engelleyen katı kuralların bulunmadığı kısa bir

metin olmalıdır.

c)     Kuvvetler ayrılığına yer verilmelidir. Yasamanın üstünlüğüne dayanan ve

parlamentonun Yürütmeyi denetlemesine imkan sağlayan bir düzenleme esas alınmalıdır.

Devlet kurumlarının şeffaflaşmasını sağlayacak etkin düzenlemeler  yer almalı ve bütün eylem ve işlemler Yargı denetimine tabi olmalıdır.

d)  Hukuk Devletinin oluşması için temel şart olan Yargı Bağımsızlığı, yoruma ihtiyaç göstermeyecek ölçüde sağlam kurallara bağlanmalıdır.

Hakim ve savcıların özlük işlerine,kendi aralarından seçtikleri kurullar bakmalıdır. Yürütme ve Yasama’nın Yargı üzerinde herhangi bir etkinliği olmamalıdır.

e)     Milli Güvenlik Kurulu kaldırılmalı.Askeri bürokrasi sivil iktidarın emrinde

olmalıdır. NATO üyesi olan Türkiye’de de, diğer NATO ülkelerinde olduğu gibi Genel Kurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmalıdır.

İktidarın demokratik ve sivil niteliğini gölgeleyecek, atanmışların seçilmişlere üstünlüğüne yol açacak gelişmeleri önleyici mekanizmalar oluşturulmalıdır.

f)  Yürürlükteki 1982 Anayasasının 90. maddesinin son fıkrası “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz” der. Fakat Yargı organları, bu andlaşma hükümlerinin kanun kurallarıyla çelişmesi durumunda kanunlara öncelik vermektedirler.

Oysa,hukukun “ahde vefa” ilkesine göre, milletlerarası andlaşmaların öncelikli olarak uygulanması zorunludur.Parlamento tarafından onaylanan andlaşmaların bir devlet taahhüdü olarak da bağlayıcılığı vardır.

Türkiye, BM,  Avrupa Konseyi, AGİT gibi bir çok uluslar arası kuruma ait sözleşmeleri imzalamış ve bunların çoğunluğu TBMM tarafından onaylanmıştır.Bunların önemli bölümü, evrensel hukuk kurallarının uygulanması ve insan haklarıyla ilgili sözleşmelerdir. Bir “ Hukuk Devleti”nin oluşmasında  vazgeçilmesi mümkün olmayan temel kuralları içermektedirler.

Bu nedenle, Anayasada, TBMM tarafından onaylanan uluslar arası sözleşmelerin, yasa kurallarıyla çatışması durumunda, öncelikli olarak uygulanacağı kuralı yer almalıdır. Bu, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatının hukukileşmesini ve hukuk devletinin oluşmasını sağlar.

g)  Devlet gelir ve giderlerinin, Sayıştay ve dolayısıyla parlamentonun denetiminde olması gerekir. İktidarlar, genel bütçenin dışında fonlar tesis ederek bu denetimden kaçma yolunu bulmuşlardır. Bu durum hem ekonomik sorunlara ve hem de büyük yolsuzluklar nedeniyle siyasi sorunlara yol açıyor.

Bu nedenle, bütün devlet gelir ve giderlerinin Sayıştayın denetiminde olacağı kuralı anayasada yer almalıdır.

h)    Türkiye,parlamenter sistemi ve Yasamanın üstünlüğü kuralını kabul etmelidir

Cumhurbaşkanı sorumsuz ve yetkisiz olmalıdır.

Başkanlık sistemi, Türkiye’de çok kısa bir zamanda bir “Başkan Baba”, bir diktatör

yaratır.

Dünyadaki uygulamalara bakınca, başkanlık sisteminin sadece ABD’de başarılı

olduğu görülür. Bunun nedenini, ABD’nin tarihsel gelişiminden kaynaklanan federal sisteminin özelliğinde aramak gerekir. Federal devletin kuruluşunda, eyaletler bir kısım yetkilerini federal iktidara bırakmışlardır. Asıl olan eyaletlerin yetkileridir. Federal devletin yetkileri tahdididir.

Merkeziyetçi geleneğin bulunduğu ülkelerde, merkez bir kısım yetkilerini yerel birimlere devredebilir. Asıl olan merkezin yetkileridir. Denge her zaman merkezi iktidar lehine değişebilir.

Geniş yetkilere sahip olan Başkan, böyle bir sistemde, yerele bırakılan yetkileri geri alıp merkezileşmeye gidebilir ve totaliter bir yönetimin başında diktatör olur.

70 yılı aşkın bir süredir katı merkeziyetçi ve bürokratik bir sistemle yönetilen Türkiye’de, ademi merkeziyetçiliğe gidilmesi durumunda bile, başkanlık sistemi totaliter bir iktidar yaratır.

Bu nedenle, parlamenter sistemden vazgeçmemek ve başkanlık sistemini kabul etmemek gerekir.

ı)  1921 Anayasasındaki “tüzel kişiliği” olan “özerk” il ve nahiyeler anlayışından hareketle, yerel meclislerin, vali ve kaymakamların seçimle işbaşına geldiği bir ademi merkeziyetçi sistem kabul edilmelidir. Merkezi iktidarı dengeleyecek bir “yerel iktidar” olgusu yaratılmalıdır.

j)  “Türk” kimliği bir alt kimlik olarak kabul edilmeli, bütün etnik ve kültürel farklılıklar birer alt kimlik olarak  “T ü r k i y e”  üst kimliğinde birleştirilmelidir.

“T ü r k i y e” bütün etnik ve kültürel alt kimlikleri içinde barındıran bir üst kimlik olarak anayasada yer almalıdır.

Yeni  anayasada milliyetçi ideoloji değil,demokrasi ve insan hakları değerleri belirleyici olmalı  ve bir hukuk devletinin oluşması sağlanmalıdır. Türkiye’nin girdiği çıkmazdan kurtulmasının tek yolu budur.

Mehmet Ali Aslan