Irkçılık – Turancılık

          Yeni Akış’ın 1. sayısında yayımlanan ve Doğu’daki Kürtleri, silahlı Kazak-Kırgız aşiretlerini oraya yerleştirmek suretiyle yok etmek fikrini savunan İsmet Tümtürk ve Nihal Atsız’ın yazıları bütün Türkiye kamuoyunda geniş tepki yarattı.
         Yazarları bu şekilde düşünmeye ve yazmaya zorlayan nedenlerin anlaşılması için  Irkçı-Turancı  fikir akımının mahiyetinin açıkça belirtilmesi gerekir. 

 

I r k ç ı l ı k : 

          Aynı fizik özellikleri taşıyan topluluklara  “ırk”  denir. Kan, kafatası ölçüleri, cilt rengi, boy , yüz biçimi gibi değişik fizik özellikler, insanları çeşitli ırklara ayırmak için kullanılmıştır. 

         Zamanla ırklar arasında zeka ve ruhi kabiliyetler bakımından da fark olduğunu savunan ırkçı nazariyeler doğmuştur.

            İstilacı kavimler, istila ettikleri ülkelerin insanlarını köleleştirmişler. Bu durumu haklı göstermek için de kendilerinin üstün, onların aşağı ırklara mensup olduklarını iddia etmişler. Bu fikirle istismar düzeninin haksızlığını örtmüş ve saklamışlar.

            Batı emperyalizmi de sürdürdüğü istismar düzenini meşru göstermek ve bu haksız durumun tabii olduğu inancını yerleştirmek için üstün ırk nazariyesini yarattı ve ilmi bir gerçek gibi kabul ettirmeye çalıştı.

            Irkçılara göre ırklar,üstün ırk ve aşağı ırklar diye ayrılır. Renkli ırklar aşağı ırklardır. En yüksek ırk Avrupalıların mensup olduğu, uygarlığı yaratan Aryen dedikleri (böyle bir ırk yoktur, bir dil zümresidir) beyaz ırktır. Cermen ırkı da beyaz ırkın en az karışmış, en saf, en yüce mümesilidir. 

            Almanların milli gururunu okşayan bu nazariye kısa zamanda yayıldı. Cermen ırkının istisnai yüksek niteliklere sahip bir ırk olduğu ve diğer milletleri idare etmesi gerektiği fikri yerleşti. Bu, Almanya’nın dünya egemenliği iddiasına bir destek oldu.

        Üstün ırk nazariyesi hiçbir ilmi esasa dayanmaz. İnsan grupları zeka ve ruhi kabiliyetler bakımından eşittirler. Uygarlık, ırki özelliklerin değil, tabii çevrenin, tarihi şartların eseridir; belirli kıta ve milletlerin tekelinde değildir. Tarihi oluş içinde yüksek uygarlık yaratmış toplumlar gerilediği gibi barbar toplumlar da yüksek uygarlık düzeyine erişmişlerdir.  

        Örneğin, Çin, Mısır, Anadolu ve Mezopotamya’da yüksek uygarlıkların yaratıldığı çağlarda Cermenler ilkel kabileler halinde yaşayan barbar topluluklardı. 

              Aynı ırktan bir topluluğun geri, birinin uygar olduğu da görülüyor. 

              Nazariyenin doğruluğu kabul edilse, tarih boyunca uygarlığı aynı ırkın yaratması gerekmez mi ? Oysa hiç de böyle olmamıştır.

            Çeşitli milletleri karakterize ettiği söylenen cimrilik, nüktedanlık, savaşçılık gibi bazı vasıflar, ekonomik, sosyal şartların etkisiyle meydana gelmişlerdir. Bu şartlar değişince aynı vasıfların da değiştiği görülür. 

            Irka esas alınan bedeni vasıflar, tabii çevrenin ve üretim biçiminin etkisiyle sürekli bir değişime uğrarlar. Özellikle, ırkların birbirleriyle temas etmesi  (göç, istila, evlenme gibi)  değişimi hızlandırmış, ayrıca karmaşık vasıflı fertler meydana gelmiştir.  Böylelikle dünyada  -Eskimolar, Hottantolar gibi ilkel kavimler dışında-  saf bir ırk kalmamıştır. Ailenin fertleri arasında bile çoğunlukla aynı ırki özellikler görülmez. 

            Irki özelliklerin kanla nesilden nesile geçtiği ve asaleti kanın belirlediği iddia edilmiştir. Oysa kan grubu bakımından şempanzelere en yakın ırk, üstün ırk sayılan Avrupalılardır. Kan grupları ırk karakterlerinden, ırk kavram ve sınıflamasından tamamen bağımsızdır. 

            18. ve 19. yüzyılların millet anlayışında ve geri ülke halklarının milli uyanışlarında ırk önemli bir unsurdur. O çağın milliyetçilik hareketlerinde az çok bir ırkçılık kokusu vardır. Fakat bunun dozu değişiktir. Bazılarında, özellikle egemen ırklarda bu tamamen şoven, başka ırkları aşağı gören, onlara hayat hakkı tanımayan bir şekle girer. Artık milletten değil, ırktan söz edilir. Saf kan at yetiştirir gibi saf kan millet yaratmak istenilir ve bütün yabancı unsurlar yok edilmeye çalışılır. 

            Irkçı millet anlayışında ne dil, ne din birliği, ne de tarihi bağlılık gibi şartlar aranmaz. Ekonomik birlik, birlikte yaşama zarureti söz konusu edilmez.  Önemli olan aynı soydan gelmek, aynı kanı taşımaktır. 

 

T u r a n c ı l ı k :  

          “Bütün dünya Türklerinin birleşmesi, bir siyasi birlik meydana getirmesi”  diye tanımlanabilir. 

       Türkiye’de, Turan adlı bir ülkeden, büyük bir Türk yurdundan ilk defa söz eden Ziya Gökalp olmuştur.Macaristan veya Kafkasya’dan gelen bu Turan ülküsünü Gökalp şöyle anlatır. 

            “Turan hayali bir vatan değildir. Asya’da biribirine bitişik olarak yayılmış olan Türk illeri Osmanlı Türk’ünün sancağı altında toplanarak büyük bir hakanlık teşkil edecekler. İşte Turan bu büyük Türklüğün vatanıdır.”

            Turancılığı doğuran 2 kaynak vardır. Bunlardan biri Macaristan, diğeri Kafkasya’dır. 

            19. yüzyılda Macaristan’da Panislavizm’in emperyalist emellerine karşı koymak için Turancılık bir fikir akımı olarak doğdu.  Amacı, İslamiyetten önce Turan diye adlandırılan  Orta ve Güney Asya’da yaşayan, gerek dil, gerekse ırki özellikler bakımından birbirine yakın Türk, Fin, Macar, Moğol milletlerinin siyasi birliğini sağlamaktı. 

            Çarlık Rusyası devrinde, Rusların egemenliğindeki Türkler arasında milliyetçi bir hareket vardı. Fakat başarıya ulaşacak bir gelişme gücünden yoksundu. Kafkasyalı milliyetçiler, Türk Devleti’nden yararlanarak, fakat onun dışında , milli kurtuluş hareketini yürütmek istiyorlardı.  Bu amaçla 2. Meşrutiyet’ten sonra Yusuf Akçora, İyaz İshaki, Sadri Maksudi gibi Kafkasyalı Türkler Türkiye’ye geldiler. Davalarını, Turancılık, Büyük Türk Birliği olarak ortaya attılar. Türkçülük akımını, Türk Yurdu Dergisi ve Türk Ocakları kanalıyla,  amaçları yönünde kanalize ettiler.  

     Bu, Almanya’nın da işine yaradı. Almanya, Rusya’yı parçalamak istiyordu. Bunun için Turancılık’tan daha iyi bir araç bulunamazdı. Her bakımdan destekledi ve geliştirdi. 

           Almanya’nın Turancılığı desteklemesi, Rus egemenliğindeki Türki halkların milli kurtuluşları için değil, kendisine sömürge olacak Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bir Turan Ülkesi yaratmak, Büyük Almanya hayalini gerçekleştirmek içindi. Bu akım bundan sonra tamamiyle Alman emperyalizminin hizmetinde, onun tarafından idare edildi. 

 

M i l l i y e t ç i l i k   G ö r ü ş l e r i : 

            Irkçı-Turancılara göre millet, aynı soydan gelen kimselerin teşkil ettiği siyasi birliktir. Bu amacı gerçekleştirmek için, bir yandan siyasi birliklerde bulunan kandaşlarını kurtarmaya, diğer yandan kendi içinde bulunan etnik grupları yok etmeye, eritmeye çalışırlar. 

           Bu fikir akımının emperyalist dış yönü olan Turancılık, uygulanacak gücü olmadığından, sadece basında sözü edilen bir ucuz edebiyat konusu olmaktan öteye geçemez. Bu yüzden bütün çalışmaları içte yoğunlaşır ve egemen ırktan olmayanlar için ezici olur. 

          Onlara göre Türkiye’de saf kan bir Türk Milleti yetiştirmek, bunun için de çeşitli etnik grupların yok etmek gerekir. Aşağı ırktan olan diğer etnik grupların varlığı, yüksek ırka mensup Türk ırkının bu niteliğini bozma tehlikesini yaratır. 

            Türkiye’de sayı ve yerleştikleri bölgenin önemi bakımından üzerinde en çok durulan Kürtler’dir. Peşin bir yargıyla Kürtler en büyük düşman kabul edilmiştir. AP’nin eski Sağlık Bakanı Suat Seren, Kürtler’in Ruslar’dan büyük düşman olduklarını, -doğum kontrolu ile ilgili konuşmasında-  TBMM kürsüsünden söylemek suretiyle onların fikrine tercüman olmuştur. Amaçlarının gerçekleşmesi için Kürtler’in muhakkak yok edilmesi gerekir.

           

S o n u ç :   

      Türkiye çeşitli etnik grupların bir haritasıdır. Irkçı görüşler tepkiyle karşılanır, Türk ırkçılığı karşısında azınlık ırkçılığı gelişir. Bunun, Türkiye’nin parçalanması ile sonuçlanabileceğini söylemeye lüzum yoktur. Böyle bir sonuç, her şeyden evvel Türk Halkı için zararlı olacaktır.

            Demek ki Irkçı-Turancı fikir akımının en çok zarar vereceği toplum, Türk Halkı’dır.  

       Türk Halkı, emperyalist kuvvetlerin egemenliklerini sağlama aracı olan ve onlar tarafından desteklenip geliştirilen bu sapık ideolojiye kendi mutluluğu ve güvenliği için karşı çıkmak zorundadır. Türkiye’deki diğer etnik gruplar da hem kendi varlıklarını koruma, Nazilerin 6 milyon Yahudi’yi gaz fırınlarında yakması gibi korkunç felaketlere hedef olmama, hem de Türkiye’deki bütün kardeş halkların mutluluğu ve Türkiye’nin güvenliği için Irkçı-Turancı fikirlere ve davranışlara savaş açmalıdırlar. 

         Türk Halkı’nın ve Doğu’da yaşayan Kürtler’in en büyük düşmanı Irkçı-Turancı fikir akımını yürüten faşist sağ kanattır. Temel felsefesi bakımından kendisiyle uzlaşma, hatta kendisine karşı pasif kalma imkanı yoktur. Halkın mutluluğu ve Türkiye’nin güvenliği için açılan savaşın ilk hedefi bu olmalıdır.  

Baran (Mehmet Ali Aslan)

( YENİ  AKIŞ  Eylül 1966  Sayı 2 )

 

Radyolarımızda Kürtçe Yayın

 (Bu yazının yayımlandığı 1966 yılında, televizyon yayını yoktu. Özel radyo istasyonlarının kurulmasına izin verilmiyordu. Radyo yayınları devletin tekelindeydi.)          

            Radyo-Televizyon  istasyonları genel olarak eğitim, öğretim, eğlendirme ve propaganda amaçlarıyla kullanılır. Günümüzde,teknik gelişme sonucu küçük köylerde bile radyonun bulunuşu,  özellikle okur yazar oranı düşük azgelişmiş ülkelerde, radyoyu bu amaçları gerçekleştiren en etkili araç haline getirmiştir. 

            Devletler, yurttaşlarına milli politikalarını benimsetmek, gerekli kültürü vermek, iç ve dış haberleri ulaştırmak, moral eğitimi sağlamak vb…  için bu araçtan yararlanırlar. Devletler arası soğuk savaşta da en etkili silah olarak kullanılır. 

            Bizde, Ankara ve İstanbul radyo istasyonları yanında birçok illerimizde de il radyo istasyonları kurulmuştur. Bunların büyük kısmı Doğu’dadır. 

            Doğu’da halkın çoğunluğu Türkçe bilmemektedir. Türkçeyi konuşamayanların sayısı Mardin’de % 91, Siirt’te de % 87’dir. Oysa kurulan radyo istasyonları Türkçe yayın yapmaktadır.  

            Özerk bir kuruluş olduğu Anayasaca belirtilen ve tarafsızlığı teminat altına alınan Türkiye Radyo-Televizyon Kurumu (TRT) nin görevleri 359 Sayılı Kanunun 2. maddesinde açıklanmıştır. 

            Kurum, özellikle  “Radyo ve televizyonla haber hizmetlerini görmek; eğitici, öğretici, kültür ve eğitime yardımcı, eğlendirici, yurdu içerde ve dışarda tanıtıcı, yeterli, doğru ve tarafsız yayın yapmak… “  göreviyle yükümlüdür. 

            Yayınla, vatandaşı eğitmek ve eğlendirmek amacı başta gelir. Amacın gerçekleşmesi için herşeyden önce dinleyicilerin yayın dilini anlaması gerekir. Vatandaş, spikerin ne söylediğini anlamıyorsa o radyo istasyonunu dinlemez; zorla dinletme imkanı da yoktur. 

            Doğu’da kurulan çok sayıdaki il radyo istasyonları, o yüzden o bölge halkı tarafından dinlenmiyor. TRT, halkı eğitme, haber hizmeti görme, eğlendirme görevlerini yerine getirmemiş oluyor. Okur-yazar oranı düşük, eğitim ve öğretim kurumları eksik ve köylerinin çoğunda okul bulunmayan bir bölgede, radyo istasyonlarının eğitim ve öğretimi sağlayacak biçimde ve nitelikte yayın yapması, dinleyicilerin diliyle onlara seslenmesi zorunludur. Devlet, eğitim, öğretim ve diğer konularda en etkili araç olan radyo istasyonlarını amaca uygun şekilde kullanmaktan kaçınamaz. Ödediği vergilerle bu istasyonların kuruluşuna katılan ve vatandaşlık hakları bakımından diğerlerine eşit olan bir grup vatandaş, radyo yayınları ile ilgili kamu hizmetinden yoksun bırakılamaz. Kendi diliyle yayınları dinlemesi tabii hakkıdır. 

            Anayasa sadece resmi dilin Türkçe olduğunu belirttiği ve radyo yayınları resmi nitelik taşımadığı için hukuki yönden de bir sakınca yoktur. 

            SSCB, İran, Irak vb… devletlerin bir çok radyo istasyonu Kürtçe yayın yapmaktadır. Yukarıda sözü edilen Doğu’daki il radyo istasyonları bu yayınların etkisine engel olmak için kurulmuştur. Vatandaşın Kürtçe yayınları değil, o ilde kurulan radyo istasyonunun Türkçe yayınını dinleyeceği sanılmıştır. Fakat Türkçe yayınların pek az dinleyicisinin bulunduğu kısa zamanda anlaşılmıştır.  Halk, yine Kürtçe yayın yapan yabancı radyo istasyonlarını dinlemeye devam etmiştir. 

            Bazı emniyet mensuplarının kanuna aykırı işgüzarlığı dışında, yasaklayıcı bir hüküm bulunmadığı için Kürtçe yayınların dinlenmesini engellemek mümkün değildir. Bunun bir tek yolu vardır. O da radyolarımızın Kürtçe yayın yapmasıdır.  Radyolarımızda Kürtçe yayın yapılması, hem yabancı radyo istasyonlarının etkilerini önleyecek, hem halkın eğitimini ve kültürel gelişmesini sağlayacak, hem de TRT, kanunla kendisine verilen görevi tam anlamıyla yerine getirmiş olacaktır. Kürtçe yayın, Türkiye’deki Kürt Halkı’nda kökleşmeye başlayan yabancılık duygusunu silip, onun yerine, devletin gerçek vatandaşları oldukları inancını da  yerleştirecektir. 

                                                                             Serdar (Mehmet Ali Aslan)

                                                                                                ( YENİ  AKIŞ  Kasım 1966  Sayı 4 ) 

 

Kürtçe Yayın

            Yazar arkadaşlarımız, faşistlerin ve sosyalistlerin millet konusundaki anlayışlarını, Kürt meselesine karşı takındıkları tavrı açıklamaya devam ediyorlar. Henüz ayrıntılarına girilmemiş olmakla beraber, ilk anda ortaya çıkan gerçek şudur. 

            Faşist sağ kanat, Türkiye’de sadece Türk ırkından olanlara hayat hakkı tanınmasını, diğer etnik grupların, kültür değerleriyle beraber bütün varlıklarının eritilmesini ister. Aynı ırk, aynı dil esası üzerine bir Türk Milleti yaratmaya çalışır.  Gerçek sosyalistler, Türkiye’nin asli unsuru olan Türk ve Kürt Halklarının birbirlerinin diline, etnik özelliklerine ve bütün kültür değerlerine  saygı göstermek suretiyle yan yana, kardeşçe yaşamaları gerektiği inancındadırlar. 

            Gerçekten sosyalist olmayan, fakat sosyalist olduklarını iddia eden  “ortanın solu”ndakiler ise milliyetçi eğitim sisteminin etkisinden kurtulamadıkları için, biçim değişikliğine rağmen esasta Türk faşistleri ile birleşiyorlar.  

            Bir devlet, yapısında bulunan halkların ve etnik grupların diline saygı göstermek ve kültür değerlerinin gelişmesi için imkan hazırlamak zorundadır. Bu, devletin bütünlüğü ve güvenliği için şarttır. 

            İnsanlar gibi toplumlar da, bir nevi maddi ve manevi varlıklarını koruma içgüdüsüne sahiptirler. Dilini ve kültür değerlerini ortadan kaldırmak, baskı yapmak, hatta gelişmesi için imkan hazırlamamak, fırsat vermemek devletin otoritesine, sosyal ve ekonomik faaliyet ve tedbirlerine karşı o toplumu aktif veya pasif direnişe götürür. Devletin yapısındaki halkları yabancılaştırır. Bu durum, devletin bütünlüğünü ve güvenliğini tehlikeye sokar.

            Devletin sağlam bir yapıya sahip olmasının ilk şartı, yapısındaki halkların birbirlerine ve devlete yabancılaşmaması, bunların sevgiyle kucaklaşması ve devleti kendi devleti olarak benimsemeleridir. 

            Vatandaş çalışma imkanları bulduğu, geleceği güven altında olduğu, maddi ve manevi varlığını geliştirebildiği bir ortamı hazırlayan devlete bağlanır. Dilini konuşup yazarken bile baskı ile karşılaşan vatandaşın, bu baskıyı doğuran devlet mekanizmasına karşı nasıl bir duygu besleyeceğini söylemeye lüzum var mı ?      

            Devletin, bünyesindeki etnik grup ve halkların dil ve kültür değerlerine saygı göstermesi, gelişmesi için fırsat ve imkan hazırlaması,  bütünlüğü ve güvenliği bakımından, aktif ve pasif direnişleri kırmak için de gereklidir. 

            Bu aynı zamanda  -insani yönünü bir yana bırakalım-  o halk ve etnik grupların milletin kalkınma hamlesine katılmasını sağlamak içindir.  Milli kalkınma, bütün vatandaşlar kendi arzuları ile bu kalkınma hamlesine katılmadıkça ve benimsemedikçe başarıya ulaşamaz. Bu da ancak bütün vatandaşlara maddi ve manevi varlıklarını geliştirecek eşit imkan ve fırsat vermek, dil ve kültür değerlerine saygılı olmakla mümkündür. Yabancılık duygusuna kapılan bir kitlenin, imkanı yok, kalkınma hamlesine arzusuyla katılmasını sağlayamazsınız. Bu hamleyi baltalamak için en azından pasif direnişe geçer. Az gelişmiş ülkelerin kalkınma çabalarını izleyenler bu gerçeği çok iyi bilirler. 

            Basit bir örnek verelim. Resmi devlet dili dışında bir dil konuşan köye gidin. Kendi yararlarına olan çeşme veya okulun yapımına el birliği ile katılmalarını söyleyin. Kendi dilleri ile hitap etmedikçe onları ikna etmeniz mümkün değildir. Toplum kalkınmasında görev alanların bildikleri bir gerçektir bu. 

            Görülüyor ki etnik grupların ve halkların birbirlerine ve devlete yabancılaşmasını önlemek, onların kalkınma hamlesine katılmalarını sağlamak için ilk ve en basit şart, kendi dilleriyle onlara hitap edip, kültür değerlerinin gelişmesini sağlayacak imkanlar hazırlamaktır.

 

               Gelelim Türkiye’deki Kürtlerin durumuna.

               Türkiye’deki milyonlarca Kürt’ün ana dili Kürtçedir. Doğu illerinde Türkçe konuşamayanların oranı Mardin’de % 91, Siirt’te  % 87, Hakkari’de  % 61, Muş’ta  %53, Van’da  % 52’dir. Milli Kurtuluş Savaşını başarıya ulaştırıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni  kuran bu vatandaşlarımızdaki  yabancılık duygusunu kaldırmak ve memleket kalkınmasına katılmalarını sağlamak için her şeyden önce kendilerine ana dilleriyle hitap etmek zorundayız. Memleketseverliği, Türk Halkı’yla işbirliğini ve beraber yaşama zorunluluğunu, devletin bütünlüğüne ve güvenliğine yönelen ciddi tehlikelere nasıl karşı konulacağını, toplum kalkınmasındaki yerini ve önemini, hulasa kendisine vermek istediğimiz, bilmesini, öğrenmesini arzu ettiğimiz her şeyi ancak Kürtçe söylemek suretiyle anlatabiliriz. 

            Kürtçe konuşmak ve yayın yapmak, hukuki yönden de Anayasa’nın teminatı altında olan, kişiliğe bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlerdendir. 

            Anayasamızın 3. maddesi  “Resmi dil Türkçedir.”  der. Bununla sadece “resmi dil”in  Türkçe olduğu belirtilmiştir. Bunun dışında her dille konuşulabileceği ve yayın yapılabileceği, mefhumu muhalifinden anlaşılmaktadır. Türkiye’de diğer dillerle konuşulamayacağı ve yazılamayacağı hükmü konmak istenseydi  “resmi dil”  tabiri kullanılıp bir ayırım yapılmazdı. Kaldı ki insan hakları ilkelerine bağlı ileri bir anayasanın, yabancı dillerle öğrenim yapan yüksek öğrenim kurumlarının bulunduğu bir ülkede, memleketin asli unsurlarından olan o ülke vatandaşlarının dilini yasaklaması, hatta bu dille konuşma ve yayın yapma hakkını teminat altına almaması beklenemez. 

            Anayasanın 10. maddesi,  “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.”  

            “Devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırır; insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar.” 

            Anayasanın 20. maddesi de  “düşünce hürriyeti”ni, kişinin temel hakları arasında saymıştır. 

            “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlarını söz, yazı, resim ile veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir ve yayabilir.” 

            11. maddesi  “Kanun, kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi sebeplerle de olsa, bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.” der.  

            Demek ki kişinin, temel hakları arasında bulunan düşünce hürriyetinin  bir ifade aracı, aynı zamanda kişiliğe bağlı tabii haklardan olan kendi dili ile konuşması ve yayın yapması tabii hakkın özünü teşkil ettiği için kanunla dahi yasaklanamaz.  Kaldı ki mevzuatımızda Kürtçeyi yasaklayan herhangi bir hüküm yoktur. 

            Musa Anter’in  BIRİNA REŞ  (Kara yara)  adlı kitabının toplatılması talebinin reddine ait Diyarbakır Sulh Ceza Hakimliği’nin 16.2.1965 tarih ve 965/25 sayılı kararında  (Kitabın kısmen Kürtçe yazılmış olması da suç vasfı taşımamaktadır. Çünkü Anayasa sadece resmi dilin Türkçe olduğunu kabul ve emretmiştir. Bunun dışında hususi münasebetlerde ve işlerde Türkçe dışında herhangi bir dil ile konuşup anlaşmakta her vatandaş mutlak bir serbestliğe sahip olup bunun aksi kanun hükümleriyle müeyyide altına alınmış değildir.  Hal böyle olunca ve hususi hayatta Türkçe dışında şifahi konuşmalar suç olmadığına göre o şekilde bir kitabın yazılması da suç vasfı taşımamaktadır.)  denmek suretiyle Kürtçe yayının hukuki durumu çok güzel açıklanmıştır. 

            Hukuken suç olmayan ve yasaklanmayan Kürtçe yayın, sosyal baskı ve idari tedbirlerle engellenmeye çalışılmıştır. 

            1963 yılında Türkçe ve Kürtçe yayın yapan  DENG  Dergisi dolayısiyle İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda  “sırf Kürtçe yayın yaptığı için derginin kapatılamayacağı, böyle bir tedbirin alınması halinde dergiyi yayımlayanların Anayasa Mahkemesi’ne başvurup lehlerine hüküm alacakları, bu bakımdan takibata geçilmemesi gerektiği”  karara bağlanmış, fakat dergiyi yayımlayanlar başka yönlerden çeşitli baskılara maruz bırakılmışlardır. 

            Sosyal baskı ve idari tedbirlerle Kürtçe yayının engellenmesi, memleket yararına değildir. Bu gerçek gün geçtikçe daha iyi anlaşılmaktadır.

            Kürt Halkı, Kürtçe yayın yapan radyo istasyonları kanalıyla eğitilmektedir  ve bu istasyonların bir kısmı Türk Halkı’na düşman faşist güçlerin kontrolündedir. 

            Biz, yabancıların eğitimi yerine, Kürtlerin  -Türkçe yanında-  kendi dilleriyle de bizim tarafımızdan eğitilmesinin gerektiğine ve bunun devlet bütünlüğü ve güvenliği için bir zaruret olduğuna inanıyoruz. 

            Dildevletin kurucu unsuru değidir. Sosyalist ülkeleri bırakın, kapitalist ülkelerin hepsinde bile çeşitli diller konuşulur ve bu dillerle yayın yapılır. İşte ABD , işte İsviçre, işte İngiltere. Bunların hiç biri, ayrı diller konuşuldu, ayrı dillerle yayın yapıldı  diye bölünmedi, parçalanmadı. Arkadaşımız Kemal Burkay’ın örnek verdiği İran gibi devletler, birliklerini etnik grupların dillerine ve kültürlerine gösterdikleri saygıya borçludurlar. 

            Asıl memleketi bölücü ve parçalayıcı faşist zihniyetten vazgeçelim. Kürtçe yayını engellemenin ve baskı altına almanın, Doğu Halkı’nın duygularını inciten, onları Türk Halkı’na ve devlete yabancılaştıran tehlikeli bir davranış olduğu gerçeğini kavrayalım. Kürtçe yayını teşvik eden fırsat ve imkanları hazırlayalım. 

                                                                                                                 Baran ( Mehmet Ali Aslan)              

                                                                                           ( YENİ  AKIŞ  Ekim 1966  Sayı 3 )

 

Kürt Halkının Yeri

             Türkiye’de şimdiye kadar tabu sayılan bir konuyu  “Kürt meselesi”ni ele aldık. Bazı çevrelerin bize karşı saldırıya geçmeleri doğaldır.

            Saldırıların hangi çevrelerden geldiğini tespit, hem Doğu meselesinin yönünü ve hem de Kürt Halkı’nın yerini, kimlere karşı olması ve kimlerle işbirliği yapması gerektiğini ortaya koyması bakımından önemlidir.

         Bize karşı ilk saldırıya geçenler sağcı gazetelerle Doğu’daki ağalık ve şeyhlik kurumlarının savunucuları oldu. 

      Yeni Gazete’nin 6 Ekim 1966 tarihli sayısında Hikmet Bil yazısına, “Irak’ta da Böyle Başlamışlardı.”  başlığını attı. Dergimize ve “Kürtçülük faaliyetleri”nin arz ettiği tehlikeye dikkati çekerek derhal tedbir alınmasını istedi. 

            Yeni İstanbul ise 27.9.1966 tarihli sayısında iri puntolarla  “”Kürtçülük ve Komünizm Aynı Safta” diye feryadı koparıyordu. Dergimizden bazı örnekler alarak  “milliyetçiliğe, bu arada bazı mukaddes mefhumlara çatılmakta” olduğu söyleniyordu. Milliyetçilik ve mukaddes mefhumlar dediği, faşizm ve ırkçı-turancı akımlardı.

         Aynı gazete 5.10.1966 tarihinde  “ MİT bir rapor hazırladı.Esas tehlike Komünizm ve Kürtçülüğün işbirliğidir.” diye attığı manşetle hem gözdağı vermek, hem de bir telaş ve heyecan havası yaratmak istiyordu. 

            “Milliyetçi ve mukaddesatçı basın”  olarak nitelenen, faşist akımın organı bu sağcı gazetelerin devamlı saldırıları yanında, Doğu’daki ağalık ve şeyhlik kurumlarının savunucuları olanların aynı dille konuşmaları ve dergiye cephe almaları, meselenin esasını kavrayamayan iyi niyetli Doğuluları şaşırttı. 

            Ağalık ve şeyhlik kurumlarının temsilcileri ve savunucuları,  Kürt Halkı’nın haklarını koruyan birer kurtarıcı rolünde sahneye atılmışlar, onların kutsal duygularını istismar ederek politik güç kazanmışlardı. 

            Dergi, onların dost sohbetlerinde bile söylemeye korktukları konuları açıklıkla tartışmış; elde etmeyi vaat ettıklerı hakların, gerçekten Anayasa ile verilmiş meşru haklar olduğunu göstermiş ve kullanmıştır.

            Peki, bütün bunlara rağmen, Kürt Halkı’nın düşmanı Yeni İstanbul Gazetesi ile birleşmelerinin nedeni nedir ? 

            Bugün Türkiye’de halk ezilmekte ve sömürülmektedir. Fakat Türk Halkı yanında Kürt Halkı bir de ayrı bir etnik gruba mensup olduğu için iki katlı sömürülmektedir. Mücadelemiz, bu sömürü düzenine karşıdır. Amacımız Türk ve Kürt Halklarının insanca yaşama imkanlarına kavuşması ve mutluluğa erişmesidir.Bu amacın gerçekleşmesi için yürüttüğümüz mücadelede Kürt Halkı’nın yeri neresi olacaktır? 

            Yukarıdaki soruların cevaplandırılabilmesi için Türkiye’nin bütünlüğü içinde Türkiye Halklarıyla beraber Kürt Halkı’nın sömürülmekten kurtulmasında kimlerin çıkarının olduğunu, kimlerin çıkarının bozulduğunu bilmek gerekir. 

 

E m p e r y a l i z m : 

            Türkiye, siyasi bağımsızlığına rağmen, bütün azgelişmiş ülkeler gibi ekonomik bakımdan bağımlı olduğu için, gün geçtikçe daha çok sömürge şartları içine girmektedir. 

            İkili antlaşmalarla Türkiye’nin bir kısım topraklarını bile fiilen işgal eden ABD, Türkiye’deki sosyalist gelişmeyi önlemek, çıkarlarını korumak için faşist güçleri açıkça desteklemektedir. Türk Halkı’nın uyanması kadar, Kürt Halkı’nın da uyanışına karşıdır. Çünkü halkın bilinçlenmesi emperyalizmin çıkarlarını tehlikeye sokar. 

            Bazıları ABD’nin, Kürtlerin etnik özelliklerine saygı gösterilmesi, dil ve kültür konularında baskı yapılmaması için Hükümet’e telkinde bulunduğunu, Kürt Halkı’nın uyanışını desteklediğini yaymaktadırlar. 

            ABD, kendisine yüzde yüz sadık, çıkarlarının teminatı olan bir hükümet varken, bunun karşısında ne olacağı bilinmeyen yeni bir gücün çıkmasını  -hele bu güç hükümeti zor durumda bırakıp varlığını tehlikeye sokacaksa- kesinlikle istemez. 

            ABD, bütün halklar gibi Kürt Halkı’nın da bilinçlenmesine tamamen karşıdır. Kürt Halkı’nın kültür değerlerine sahip çıkması, kendi diliyle yayın yapılması, büyük ölçüde bilinçlenmesini sağlayacaktır. Bilinçli bir Kürt Halkı, Türk Halkı’yla dayanışma halinde, elbette ki kendilerini sömüren güçlere, bu arada en büyük emperyalist güç olan ABD’ye de karşı çıkacaktır. 

            Kapitalizm, halkları sadece ekonomik bakımdan değil, manevi bakımdan da, yani dil, kültür ve manevi değerlerini de sömürür. Bu iki sömürme şekli paranın yazı turası gibi birbirine bağlıdır.Bu yönden de ABD’nin Kürt Halkı’nın manevi sömürülmesine karşı olacağı düşünülemez. 

            Ortadoğu petrol yataklarının önemli bir kısmı  Kürtlerin yaşadığı bölgededir. ABD  petrol şirketlerinin elindeki bu petrol yataklarının bulunduğu bölgede, çıkarlarının teminat altında olması, halkın menfaatlerinin bilincine ermemesine, geri sosyal yapının devamına bağlıdır. 

            ABD “barış gönüllüleri”nin Doğu’da geziler yaptığı, Kürtçe öğrendikleri bir gerçektir. Bu arayış, Kürt toplumunun yapısını inceleyiş, ilerdeki gelişmelerden ne şekilde yararlanılabileceğini, kendisine sadık grupların ve şahısların bulunup bulunmayacağını anlamak içindir.  

            Dünyadaki bütün halkların kaderi birbirine bağlıdır. Emperyalizm ve onun aracı olan faşist güçlerin bir yerde mağlup edilmesi, sadece o halkın kurtuluşunu sağlamakla kalmaz, diğer halkların kurtuluşlarını da kolaylaştırır. Kendi halkının kurtuluşunu isteyenler, nerede olursa olsun emperyalizme ve onun aracı olan faşist güçlere karşı çıkmak ve onlarla savaşmak göreviyle yükümlüdürler.

            Vietnam’da, Kongo’da, Angola’da, Güney Amerika’da… emperyalizme karşı savaşan halkların başarısı nasıl bizim başarımızı kolaylaştıracaksa, biz de emperyalizme ve onun aracı olan faşist güçlere karşı çıkarak onların kurtuluşuna yardımcı olalım. Çünkü ahtapot kollarıyla bütün ezilen halkları sömüren aynı sömürücü devdir. 

            Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türk Halkı’yla beraber Kürt Halkı’nın da sömürülmekten kurtulması, ABD’nin ve diğer emperyalist devletlerin Ortadoğu’daki çıkarlarını bozar.

 

T ü r k   E g e m e n   S ı n ı f l a r ı :     

             Emperyalizm, milletleri kendi içinden bazı sınıflarla işbirliği yapmak suretiyle sömürür. Dış ticareti, bankacılığı, sigortacılığı elinde bulunduranlar, montaj sanayii ile yabancı sanayiin içeride komisyonculuğunu yapanlar ve çıkarları geri düzenin devamına bağlı toprak ağaları, beynelmilel mali sermaye ile işbirliği yapar. 

            Komprador-Ağa sınıflarının çıkarları geri sosyal yapının devamına bağlıdır. Halk kendi sınıf menfaatlerinin bilincine varamadığı ölçüde sömürme kolaylaşır. Halkın uyanışı ise sömürü düzenini ve egemen sınıfların çıkarlarını tehlikeye sokar. 

            Türk egemen sınıfları, Türk Halkı gibi, Kürt Halkı’nın da uyanışını, bilinçlenmesini istemezler. Kültür değerlerine sahip çıkma, kendi diliyle yayın, bir ölçüde, halkın  manevi sömürü’den kurtulmasına ve bilinçlenmesine yol açacağı için buna karşı çıkarlar. 

            Ayrı etnik gruptan olduğu için sömürme  -yanıltıcı bir propaganda ve eğitim sistemiyle haklı gösterilip kendi halkının da desteğini sağlayacağından-  daha kolaydır. Kürt Halkı’nın geri ekonomik ve sosyal yapısından doğan şartların, kültür ve manevi değerlerine olan baskının aynen korunmağa çalışılması, kendi halkına telkin edilen sömürme nedenlerini kaybetmemek içindir.  Faşist uygulamaların (sürgünlerin, katliamların)  hedefi olarak kullanmak için de geri sosyal yapının korunması gerekir.

            Demek ki  -bizzat istismar eden olarak-  Türk egemen sınıfları, Türk Halkı’yla beraber Kürt Halkı’nın da uyanmasına, sömürüden kurtulmasına karşıdır. 

 

A ğ a l ı k   v e   Ş e y h l ı k   K u r u m l a r ı : 

 

            Kürt toplumunda, başlangıçta sosyal bir ihtiyaç olarak doğan bu kurumlar, modern devlet örgütünün kuruluşu ve bu kurumların görevlerini yüklenişi ile halka hiçbir hizmet vermeden halkın sırtından geçinen parazitler haline gelmişlerdir. 

            Doğu’nun bazı yerlerinde aşiret ağalığı, bazı yerlerinde toprak ağalığı biçiminde  görülen bu kurum, her iki haliyle de sömürücü bir niteliğe sahiptir. 

            Kürt Halkı’nın bilinçlenmesi bu kurumların kalkması sonucunu doğuracaktır. Oysaki ağalık ve şeyhlik kendi varlıklarını sürdürme çabasındadırlar. Varlıklarını toplumun aşiret aşamasından kurtulamayışına bağlayan bu kurumlar, aşiret çatışmaları ve kan gütme olaylarını sürdürerek halkı düşman kamplara ayırıyorlar, aşiretçilik zihniyetinin kalkmasını ve halkın bilinçlenmesini engelliyorlar. Gerici ve tutucu kurumlar olarak Kürt toplumunun içinde bulunduğu geri sosyal şartların değişmesine karşı çıkıyorlar. 

            Bu kurumlar, emperyalist ve faşist güçlerle, istismarcı sınıflarla işbirliği yaparak Kürt Halkı’nı sömürmektedirler. 

            Bunun örneği, 55 ağanın sürgün olayında çok iyi görüldü. Sürgün zamanı Türk egemen sınıflarına ve onların çıkarlarını koruyan siyasi partilere karşı olacaklarını söylemelerine rağmen, sürgünden dönünce bu partilerde yer aldılar. Seçimlerde Kürt düşmanı partileri ve şahısları desteklemeleri, bu zorunlu işbirliğinin, çıkar birliğinin sonucudur. 

            Söylediklerimiz, ağalık ve şeyhlik kurumlarını temsil edenler ve savunucuları içindir. Halkçı mücadelenin yürütülmesinde görev alan , menşei ağa ve şeyh olan çok sayıda kimseyi bunların arasına katmıyoruz. Halkını seven bu mücadeleci ve dürüst insanlar, gerici ağalık ve şeyhlik kurumlarına karşı çıkarak kendi sınıf çıkarlarını, halklarının menfaatine feda etme fedakarlığını ve cesaretini göstermişlerdir.Doğu’da bunların sayısı az değildir. 

            Bir kısım ağa ve şeyhlerin Kürt Halkı’nın dil ve kültür değerlerine olan baskının kaldırılmasını, kısacası manevi sömürüden kurtulmasını istedikleri söylenir. 

            Fakat bu istek sadece kapalı kapılar ardında, dost meclislerinde dile gelir. Bunlardan hiçbiri bu isteği etkili olacak biçimde ileri sürmemiştir. Üstelik bu baskıyı doğuran emperyalist ve faşist güçlerle işbirliği yapmışlardır. Halk yararına olan hareketleri baltalamışlardır. Sömürü düzeninin pekiştirilmesini sağlamışlardır. 

            Halk sömürüye karşı çıkıyor. Ağalar ve şeyhler halkın bu arzusunu bildikleri için bunu dile getirir gibi davranıyorlar. Halkın sempatisini kazanarak politik güçlerini artırıyorlar. Fakat uygulamada halk düşmanı sömürücülerle işbirliği yapıp bu isteğin gerçekleşmesini engelliyorlar. Bugün oynanan oyun budur. 

            Demek ki ağalık ve şeyhlik kurumları , hem emperyalizmin ve faşist güçlerin, sömürücü sınıfların işbirlikçisi olarak, hem de doğrudan doğruya Kürt Halkı’nı sömürür, bilinçlenmesini, kalkınmasını engeller. 

            Varlığı geri sosyal yapıya bağlı ve bizzat sömüren bir sınıf olarak ağalık ve şeyhlik kurumlarının temsilcileri de Türk Halkı’yla beraber Kürt Halkı’nın istismardan kurtulmasını ve bilinçlenmesini istemezler. 

            Yukarıdaki açıklama, ağalık ve şeyhlik kurumlarının temsilcileri ve savunucularının, Kürt Halkı’na düşman faşist güçlerin sözcülüğünü yapan Yeni İstanbul ve Yeni Gazete gibi sağcı basınla aynı dili kullanmalarının, aynı paralelde hareket etmelerinin nedenlerini de ortaya koyuyor. 

            Zenci Çombe ile zenci düşmanı bir Güney Afrikalı aynı çıkarların savunucusu olarak kolayca birleşebiliyorlar. Birinin zenci, diğerinin zenci düşmanı olmasının ortak çıkarlara etkisi olmuyor. 

            Türk ve Kürt Halklarının Çombeleri de birbirlerinin ırkına düşman oldukları halde kolayca birleşmişlerdir. 

 

T ü r k   H a l k ı :   

 

            Cumhuriyetten önce Osmanlı merkezi feodalitesi tarafından, bugün de emperyalist ABD, komprador-ağa işbirliği ile iliklerine kadar sömürülmektedir.   Mutlu azınlığın yaşadığı birkaç büyük kentin belirli kesimleri dışında, Anadolu’nun büyük kısmı, kentlerin çevresi yoksulluk ve sefalet içindedir.

            Batı’nın geriliği Doğu kadar değildir. Türk Halkı Kürt Halkı kadar sömürülmemektedir. Fakat bu nisbidir. Geri kalmışlık ve sömürülme durumunu değiştirmemektedir. 

            Yatırımların bölgeler arası dağılımında Doğu’ya daha az yatırım, elbette ki Batı’ya daha çok yatırım yapılmasını sağlar. Fakat çok az  bir genel yatırım tutarından alınacak aslan payı bölgeyi geri kalmışlıktan kurtaramayacak, sömürge olarak kullanılacak bir Doğu, Batı’daki halkın sefaletini ortadan kaldıramayacak,sadece Türk egemen sınıflarına ve onların dıştaki emperyalist efendilerine iki katlı sömürüden doğan daha çok gelir sağlayacaktır. 

            Türk Halkı’nın kurtuluşu tüm sömürücülerden kurtulmaya, sömürü düzenini değiştirmeye bağlıdır. Asıl mesele küçük bir somundan aslan payı almak değil, büyük somunu kardeşçe paylaşmaktır.

        Kürt ve Türk Halklarının yabancılaşması faşist bir eğitim sisteminin ve sistemli bir propagandanın sonucudur. Kardeşçe bir hava yaratmak, birbirlerine ısındırmak mümkündür. Bu, Türk ve Kürt sosyalistlerinin, halkçı aydınlarının çabasına bağlıdır. 

            Türk Halkı’nın emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı mücadelesi, kardeş Kürt Halkı’nın iştiraki sağlanmadan başarı kazanamaz. Bu bakımdan Kürt Halkı’nın uyanışı, bilinçlenmesi bu mücadeleyi başarı yönünde etkileyecektir.

            Kürt Halkı’nın sömürülmekten kurtulması , bilinçlenmesi Türk Halkı’nın çıkarına uygundur. 

            Yukarıda çeşitli sınıfların ve güçlerin Kürt Halkı karşısındaki durumlarını kısaca açıkladık. 

            ABD gibi emperyalist devletlerin , Türk egemen sınıflarının, ağalık ve şeyhlik kurumlarının çıkarları ile Kürt Halkının çıkarları çelişmektedir. İşbirliği yaparak sömürdükleri Kürt Halkı’nın sömürülmekten kurtulmasına, bilinçlenmesine karşıdırlar. Kürt Halkı da bu emperyalist ve faşist güçlerle, sömürücü sınıf ve gruplarla -aralarında hiçbir ayırım yapmaksızın, öncelik tanımaksızın-  mücadele etmek zorundadır. 

            Türk Halkı’nın çıkarı ise Kürt Halkı’yla beraber olmakta, dayanışma halinde bulunmaktadır.

 

            Kürt ve Türk Halklarının dayanışması ve işbirliği nasıl olacaktır ? 

      Türkiye’deki işçi, köylü, esnaf, dar gelirli memur gibi emeği ile geçinenlerin ırk farkı gözetilmeksizin menfaatleri ortaktır. Kendilerini sömüren emperyalist güçlere ve yerli ortaklarına karşı aynı safta mücadele etmeleri gerekir. Birbirlerinin etnik özelliklerine, diline, kültür değerlerine gösterecekleri saygı dayanışmayı sağlayacaktır.

            Fakat sadece bunları söylemek, gerçeğin böyle olduğunu ileri sürmek halkların dayanışmasını ve işbirliğini sağlamaya yetmez. Bu, emekçi halkın bu bilince ermesi ile mümkündür. Bilinçlenme ise sosyalist hareket içinde olur. 

            Türk ve Kürt Halklarının işbirliği ve dayanışması kendi sınıf çıkarlarını koruyan ve savunan politik organizasyonlar içinde bir anlam kazanır. Nasıl Türk egemen sınıfları ile Kürt ağa ve şeyhleri her şeye rağmen aynı kurum ve partilerde birleşiyorlarsa, Türk ve Kürt Halkları da bunlara karşı kendi kurum ve partilerinde birleşmek zorundadırlar. Bu teşkilatlar egemen sınıfların çıkarlarını koruyan burjuva partileri ve yan dayanağı olan faşist kurumlar değil, ancak halkın çıkarlarını koruyan sosyalist partiler ve sosyalist kurumlar olabilir. 

            Sosyalist hareket içinde bilinç ve organizasyon yeteneği kazanacak Kürt Halkı, Türk Halkı’yla birlikte demokratik esaslar dahilinde istismar düzenine son vererek birbirlerinin varlığına saygılı mesut ve müreffeh Sosyalist Türkiye’yi kuracaktır. 

            Sosyalist partilerin metodu halkın bilinçlenmesini, teşkilatlanmasını sağlayacak niteliktedir. Diğer burjuva partilerinin metodu buna uygun değildir. Bunlar, halkı uyutmak, uyuşturmak isterler. 

            Şayet Türk Halkı faşist güçlerin ve propagandanın etkisinde kalarak bunu imkansız kılacak bir davranışa yönelirse, sonucu sosyal determinizmin belirleyeceğini söylemeyi gereksiz buluyoruz.  Fakat Kürt Halkı, her halükarda sosyalist hareketin yürütücüsü olmak zorundadır. 

 

            Meselenin çözümünü kim sağlayacak? 

            Doğu Halkı , iktidarı etkileyecek siyasi parti ve kurumlarda ağırlığını duyuracak bir baskı grubu olmadığı sürece, Doğu Sorununun insani ve gerçekçi bir çözüme varması imkansızdır. 

            Doğu Halkı’nın bu meselenin çözümündeki davranışı nasıl  olacaktır ?  Sosyal ilişkiler çeşidi kadar davranış biçimleri vardır. Her yerde ve her kurumda bu meselenin çözümüne ışık getirecek, yarar sağlayacak bir davranışta bulunmak mümkündür. Fakat biz en etkililerine kısaca değineceğiz. 

            Çağımızda teşkilatlanmayan bir grubun veya bir teşkilat aracılığı ile savunulmayan bir fikrin başarı şansı zayıftır, hatta yoktur. Bu teşkilatlanmanın en etkililerinden biri de siyasi partilerdir. Meselenin demokratik yoldan çözümünü arzu eden Türk ve Kürt Halkları sosyalist partilerde birleşmekle en etkili ve doğru mücadele yolunu seçmiş olacaklardır. Faşist tehlikeyi önleme bakımından da bu zorunludur. 

            Son zamanlarda Kürt Halkı’na ve aydınlarına  “partiler üstü kalmak”,  “politika dışında bulunmak”  fikirleri telkin edilmeye çalışılmaktadır.  

            Bu, sosyal mücadelede doğrudan doğruya Kürt Halkı’nı tarafsızlaştırma ve gücünü sıfıra indirme sonucunu doğurur. Ne demek  “partiler üstü olmak”  veya  “politika dışı kalmak” ?  

            Partiler üstü kalmak, dolaylı olarak,  egemen sınıfların çıkarlarını koruyan  burjuva partilerinden yana olmak, işbirliği yapmak zorunda olduğu emekçilerin haklarını savunan sosyalist partilere pasif davranışla karşı çıkmak demektir. 

            Kürt Halkı ve aydınları böyle bir oyuna gelmemelidirler. Pis de olsa, kirli de olsa boğazına kadar politika çamuruna batıp aksiyona geçmelidirler. Laf ebeliklerinin ve Doğu Edebiyatı yapmanın bir yarar sağlamayacağı anlaşılmıştır. 

            Sosyalist partilerde ve kurumlarda yer almak, sosyalist hareket içinde aktif mücadeleye girişmek şarttır ve kaçınılmaz bir görevdir. Durumu partilerde yer almaya elverişli olmayanlar, sosyalist hareketin gelişmesini hızlandıracak çeşitli çalışma şekilleri ve imkanları bulabilirler. 

            Kürt Halkı ve aydınları elbette ki sosyalist parti ve kurumlarda yer alacaklardır. Fakat Doğu meselesinin dar anlamda sadece bir partinin kaderine bağlanamayacağı, parti dışında da yapılması gerekli çalışmaların bulunduğu bilinmelidir. Bir örnek verelim.

            Bugün Anayasa Kürtçe yayın hakkını tanımıştır. Kanunlarımızda yasaklayıcı bir hüküm yoktur. Fakat siyasi ve sosyal baskılarla bu meşru hakkın kullanılması bugüne kadar önlenmiştir. Bunu kullanmak

Parti kanalıyla olamayacağı gibi sosyalist bir düzenin kurulmasını beklemenin de gereği yoktur. 

 

S o n u ç : 

            ABD ve diğer emperyalist devletler, Türk egemen sınıfları, ağalar ve şeyhler işbirliği yapmak suretiyle Türk Halkı gibi Kürt Halkı’nın da bilinçlenmesine, maddi ve manevi sömürüden kurtulmasına karşıdırlar. 

            Kürt Halkı’nın ve aydınlarının mücadelesi emperyalist ve faşist güçlere karşı olmalıdır.

            Türk ve Kürt Halklarının Çombeleri çıkarları beraber oldukları için birleşmişlerdir. Ağalık ve şeyhlik kurumlarının sözcüleri Yeni İstanbul gibi Kürt Halkı’nın düşmanı faşist gazetelerle aynı dili kullanmakta, aynı paralelde hareket etmektedirler. 

            Türk ve Kürt Halkları sosyalist örgütlerde birleşmek, işbirliği yapmak, dayanışma halinde bulunmak zorundadırlar. Doğu Halkının da bir baskı grubu haline gelmesi zorunludur.  

            Mücadelede en etkili silah politik organizasyonlardır. Kürt Halkı ve aydınları politikanın dışında kalamazlar. Sosyalist partilerde ve kurumlarda yer almak ve her halükarda sosyalist hareketin ve mücadelenin yürütücüsü olmak zorundadırlar. 

            Siyasi partiler dışında da çeşitli çalışma alanları ve biçimleri vardır. Örneğin, Anayasaca tanındığı halde, sosyal ve siyasi baskılarla kullanılması önlenen hakların rahatça herkes tarafından kullanılmasını sağlayacak direnişi göstermek.

            Faşist tehlikeye karşı sosyalist hareketin güçlenmesi sağlanmalı ve emperyalizmin aracı olan faşist güçler etkisiz hale getirilmelidir. Faşizmin her geçen gün daha çok yaklaşan büyük ve korkunç tehlikesi karşısında halkımız ve aydınlarımızın yukarıda açıkladığımız esaslara uygun olarak vakit kaybetmeden harekete geçmeleri, sosyalist parti ve örgütlerde, durumlarına uygun yerlerini almaları, bunun yanında Anayasa’nın tanıdığı hakların kullanılmasını ve engellerin kaldırılmasını sağlayacak direnişi göstermeleri kaçınılmaz bir görevdir.

            Türkiye’nin bütünlüğüne ve güvenliğine, demokratik esaslara bağlı olarak, Türkiye Halklarının mutluluğa erişmeleri ve insanca yaşama imkanlarına kavuşmaları yolunda katıldığımız mücadelenin başarıya erişmesi için de bu şarttır. 

                                                                                                                                                                                                                                             

                                                                      ( YENİ  AKIŞ   Kasım 1966  Sayı 4 )

 

Sosyalizm ve Kürtler

Sosyalizmin millet anlayışı :

İnsanların istismarı çeşitli biçimlerde olur.Üretim araçlarını elinde bulunduran sınıflar, emeği ile geçinen sınıfları, tarihi şartların sonucu olarak güçlenmiş beyaz ırk, siyah ve sarı ırkları, yapısında çeşitli etnik ve grupların bulunduğu toplumlarda bir etnik grup diğerlerini, erkek, –fizik ve moral bakımdan kendisinden zayıf olan- kadın ve çocukları istismar ederler. 

            İstismar düzenine karşı mücadelenin biçimi ve niteliği, tarihi akış içinde istismar edenle edilenin arasındaki ilişkiye , o toplumun şartlarına göre değişik olmuştur. Fakat bütün bu mücadeleler sonucunda istismarsız bir düzen kurulamamış, istismar ilişkileri, biçimleri ve tarafları değişmiştir.Mücadelede başarıya erişen sınıf, grup, millet eskisinin yerine yeni bir istismar düzeni kurup kendisi istismara başlamıştır.  

            Çağımızda durum değişiktir. Sosyalizm istismarsız bir düzen kurma çabasındadır. Kendisinden önceki mücadelelerde sosyal güçlerin sadece “kendilerinin istismarına karşı olma”  düşüncesi yerine “her türlü istismara karşı olmak”  fikir ve inancını getirmiştir. Diğer meseleler gibi sosyalizmin millet anlayışı da bu açıdan değerlendirmelidir.

            Millet ve milliyetçilik, tarihi bir oluştur. Sosyalizm gerçekçi ve bilimsel olduğu için bu oluşu yok sayamaz.Toplumların tarihi gelişmesinde bir dönem olarak buna karşı da çıkmaz. Üstelik bu oluşumu hızlandırır.Çağımızın en büyük özelliklerinden biri olan milli kurtuluş hareketleri, bu anlayışla sosyalistlerce desteklenmiştir.

            Sosyalizmin karşı olduğu millet ve milliyetçilik meseleleri değil, başka ırkları , etnik grupları milletleri aşağı gören , ezen ve yok eden ırkçı,şoven bir milliyetçiliktir. 

            Sosyalizmin  “her türlü istismara karşı”  olan temel felsefesi bakımından başka bir görüşü savunması, hatta buna aykırı fikirlere karşı ilgisiz kalması, mücadele etmemesi imkansızdır. 

            Sosyalizmde din, dil, ırk, etnik özellikler devletin kurucu unsurları değildir.Bu ayrımlar toplum hayatına bir renklilik verdiği , kültürüne zenginlik sağladığı için yok edilmesi değil, aksine yaşatılması gereken unsurlardır. Çeşitli ırklar, etnik gruplar, birbirlerinin diline, dinine, kültürüne, etnik özelliklerine saygı göstererek, biribirlerini yemeden, yok etmeden, yan yana, beraberce, kardeşçe  yaşayabilirler. 

            Bir ırkın, etnik grubun ve sahip olduğu kültür değerlerinin eritilmesi, sosyalizmin temel felsefesine aykırıdır. Eritilmeyi bırakın, bu kültür değerlerinin ve etnik özelliklerin yaşaması ve gelişmesi için gerekli fırsat ve imkanların sağlanmaması, kendi haline bırakılması bile sosyalist düşünce ile bağdaşmayan bir durumdur.

            Sosyalist bir düzende hiç kimse rengi, dini, dili, ırkı, kültürü… ayrı olduğu için istismar edilmeyecek, üstelik kişiliğine bağlı bu özellikleri geliştirmesi için kendisine fırsat ve imkan verilecektir. Sosyalizmin savunduğu ve gerçekleştirmeye çalıştığı fikir budur.

 

Türkiye’de sömürülme biçimi :

 

Türkiye’deki en belirli farklılaşma sınıflar ve bölgeler arası farklılaşmadır. Bu farklılaşmanın sonucundan doğan  -yine önde gelen-  iki türlü istismar biçimi vardır.Diğer istismar biçimleri, -kadının ve çocuğun istismarı gibi- bunlara bağlıdır.

            Sınıflar arası istismar, Türkiye’de en çok işlenen konulardan biridir. İç ve dış ilişkileri, Türkiye’deki özellikleri, gün geçtikçe açıklığa kavuşmaktadır. Ayrı mezheplere mensup olmaktan doğan baskı durumu yeni ele alınan bir konudur. Bölgeler arası farklılaşma ise sadece ekonomik yönden ve yanlış anlaşılan bir eğitim problemi olarak ele alınmıştır. Bir “İstanbul  dukalığı”ndan söz edilmiştir.Bu doğrudur.Fakat daha ötesine gidilmemiştir. Nüfus başına yıllık gelirleri  255 lira olan Hakkari, 500 lira olan Ağrı ile 2000 lira olan Aydın, 2350 lira olan Manisa illeri arasındaki bu farklılaşmanın ve dengesizliğin nedenleri üzerinde durulmamıştır. Türkiye turizmi geliştirmek için bütün imkanlarını kullanır ve kalkınma ümidini buna bağlarken,  Fırat’ın Ötesi’ni  “yasak bölge” ilan edip yabancıları sokmamasının hikmeti araştırılmamıştır. Devrimlere karşı niteliği aynı olan başkaldırmalarda, Batıdakilerin sadece önderleri cezalandırılıp halka dokunulmazken, Kürtlerin yaşadığı Doğu bölgesinde kadın ve çocuk ayrımı gözetilmeksizin bütün halkın kitle halinde imha edilmesi olayı üzerinde düşünülmemiştir. Batı’da ve Doğu’da, İngilizce, Fransızca, Almanca ve her dilden radyo ve plak dinlemeye müdahale hiç kimsenin aklından geçmeyen bir konu olduğu halde, Doğuda Kürtçe radyo dinleyen vatandaşların karakola çağrıldığı ve nezarethanelerde kaldığı, polisin, jandarmanın Kürtçe radyo dinlemeyi kanunsuz olarak yasakladığı bir gerçek iken, insan haklarına , anayasa ve kanunlara aykırı bu tutum eleştirilmemiştir.  Herkesin resmi işlemler dışında istediği dili kullanmak hakkına hukuken sahip olduğu bir ülkede, Kürtçe’nin bir zamanlar yasaklanışının ve şimdi de baskı altına alınışının nedenleri tartışılmamıştır. 

            Sayısız olay ve gerçeklerden verdiğimiz bu birkaç örnek,meselenin bir başka yanı bulunduğunu, bunun da etnik özelliklerden doğduğunu gösteriyor. 

            Etnik meseleyi görmezlikten gelemeyiz. İktidarlar bu güne kadar Türkiye’de Türk’ten başka etnik grupların bulunmadığını resmi görüş olarak ortaya atmıştır. Fakat uygulama bunun tersi olmuştur. Kürtçeyi yasaklamak, Kürtleri askeri okullara almamak, Doğu’nun kalkınmasını savunanları “kürtçülük” isnadıyla yakalamak gibi davranışlarla kendilerini tekzip etmişlerdir. 

            Bir zamanlar “imtiyazsız, sınıfsız bir kitle” olduğumuz söylenirdi. Bununla sınıf ve etnik farklılıklar gizlenmeye çalışılırdı.Sınıf gerçeği bütün baskılara rağmen çabuk su yüzüne çıktı ve mesele serbestçe tartışıldı. Fakat bölgesel farklılıklar ve etnik meseleler herkesçe az çok, doğru yanlış bilinmesine rağmen bir tabu olarak kaldı, tartışılmasından kaçınıldı.

            Bugün resmi istatistiklerde Türkiye’de milyonlarca Kürt’ün bulunduğu açıklanırken , resmi çevreler “Kürtçülük akımına” dikkati çekerken ve Kürt problemi bütün dünya basınında tartışılırken, Doğu ve Kürt meselesini tartışmaktan çekinmek, meseleyi bütün yönleriyle açıkça ortaya koymamak 

ileride tehlikeli gelişmeleri doğurur. 

            Türkiye’nin millet yapısıyla ilgili sorunları iyi anlamaları, diğer sorunların çözümünü kolaylaştıracağından bu tartışmaya katılma ve tartışmayı yürütme sosyalistler için ise kaçınılmaz bir görevdir.

 

 

Türk sosyalistleri ve “Ortanın Solu” :

            Türkiye’de sosyalist olarak görünenlerin ve sosyalizmin sözcüsü olarak tanınanların çoğu, gerçekten sosyalist değildir. Bunlar Milli Emniyet fişleri, polis baskısı, mütecaviz faşist sağ kanadın zoru ile “sosyalistim” diyen, aslında hümanist bir burjuva aydını olmaktan öte bir nitelikleri olmayan kimselerdir. 

            Sosyalizmin temel felsefesini kavramadan, sosyalist hareketin içine zorla itilen bu sözde sosyalistler, sosyalizmin sözcüsü ve sosyalist hareketin temsilcisi olarak görülmüş ve tanıtılmışlardır.

            Sosyalizm, hayatı bütünüyle kavrayan bir dünya görüşüdür.  “Belli istismar biçimlerine karşı çıkmak” sosyalist olmak için yeterli değildir. Sosyalist, “istismarsız bir düzen”  kurmak için  “her türlü istismar”a karşı çıkmak zorundadır. Türkiye’de ise sadece “sosyal adalet” istemek veya iktidarın baskısına karşı koymak, sosyalist olmak için yeter sayılmıştır.  

            Asıl karışıklık doğuran ve Türk sosyalistlerinin millet konusundaki görüşlerinin sosyalist anlayıştan uzak olduğu suçlamasına götüren neden  “ortanın solu”nda olanların sosyalist olarak tanınmasıdır. Üzerinde durmak istediğimiz, bu gibi sözde sosyalistlerdir. 

            Faşist millet görüşünün sürekli ve etkili propaganda havası içinde yetişen, sosyalistler dışındaki Türk solcularının millet anlayışları biçim değişikliği dışında şoven, ırkçı  kimlikten ayrılmamış, ırkçı turancılarla, yüzeydeki çatışmaya rağmen, esasta aynı kalmıştır. 

            Bu görüşümüzü doğrulayacak sayısız örnek verebiliriz. Fakat doğurduğu tepkinin büyük önemi ve sonucu bakımından yazımızda sadece Sayın İlhan Selçuk’un bu konuda yazdıklarına değineceğiz. 

            Tepkinin büyük önemi ve sonucundan ilk sırada söz edişimiz boşuna değildir. Sayın İlhan Selçuk sosyalist olarak tanınan bir yazardır. İşlediği hatalar sosyalizme mal edilmekte ve sosyalist hareketi etkilemektedir. Millet görüşünün, sosyalist anlayış dışında, ırkçı-turancılarla aynı paralelde görünmesi ve bu kimlikle ortaya atılması, Türkiye’deki sosyalist hareketin en büyük güçlerinden biri olan Kürt Halkı’nı sayın yazarın şahsında sosyalist harekete karşı çıkmaya iten bir akımı doğurmuştur. Kendisinin sosyalist olmadığını halka anlatmak güçleşmiştir. 

            25-26 Nisan 1966 tarihli Cumhuriyet gazetelerinde yayımlanan Kürt meselesini ele alan yazılarının birkaç noktasına dokunmakla konuyu biraz aydınlatacağımı umarım.

            Sayın İlhan Selçuk Kürt meselesini iç ve dış olmak üzere ayırdı. Kürtçülük akımına dikkat çekti. 

            İç mesele olarak Kürtçülük akımı  “ağaların ve şeyhlerin liderliğindeki gerici bir bir hareket”  olarak tanımlandı. Ağalık ve şeyhlik düzenini kaldırmakla meselenin çözümleneceği fikri ileri sürüldü. 

            Bizde, sosyalist geçinenler, Kürt meselesi denince hemen ağalarla şeyhlere sarılıyorlar. Bunları kaldırırsanız mesele hallolur, diyorlar. Ne kolay çare. Faşist bir eğitim sisteminin etkisinden kurtulamadıkları için, meselenin millet anlayışı ile ilgili yönü üzerinde durmak istemiyorlar. Hatta çoğu bu konuda ırkçı- turancılarla aynı paralelde hareket ediyor. 

            Türkiye’de sınıf meselesi ile millet meselesi iç içedir. Fakat özellikleri değişiktir. Millet sorununu kavramamış sınıfların sosyal mücadelede başarıya ulaşmaları güçtür. Millet sorunu da sınıf meselesi ile olan ilgisi göz önüne alınmadan çözümlenemez. 

            Doğudaki ağalık ve şeyhlik kurumlarının kaldırılmasını savunmakla mesele hal olmaz.  Hele  “Atatürk çağında kurulan devlet otoritesini”  özleme varan bir ifade ile anmak ise bir sosyalistin değil, hümanist bir burjuva aydının bile karşı çıkacağı bir davranıştır.

            Meseleler, peşin yargılara kapılmadan soğukkanlılık ve cesaretle ele alınmalıdır. Türkiye’nin doğusunda yaşayan, kendisine has dili,kültürü, örfü, adeti olan bir Kürt Halkı vardır. Bu halk, cehaletin ve sefaletin kucağına terkedilmiştir. Baskı ve ayrı muamele, sosyal kanunların gereği olarak ayrımcı akımları geliştirecektir.  Bir aydının düşüneceği, faşist veya daha tatlı metotlarla bu halkı eritmek değil, fakat Türk halkıyla kardeşçe, yan yana, nasıl beraber yaşayabileceğini araştırmak, halkların sevgiyle kucaklaşmasını sağlamak olmalıdır. 

            Siz sırf Kürt olduğu için baskı gören bir insana,  “senin meselen sadece bir ağa ve şeyh meselesidir” derseniz, sizi sosyalist kılıkta bir faşist ajan olarak görür. Meselenin etnik yönünü görmezlikten gelen bir kimsenin, bütün iyi niyetine rağmen başka türlü görünmesi mümkün değildir. 

            Türkiye’de toprak ağalarına, ticaret ve sanayi burjuvazisine  “ egemen sınıflar”  diyoruz. Türkiye’de iktidarın bu egemen sınıflarda olduğunu, dolayısıyla hiçbir baskıya maruz bulunmadıklarını söylüyoruz.Mesele sadece sınıf açısından ele alınırsa, Doğudaki ağa ve şeyhlerin hiçbir baskıya maruz kalmamaları gerekir. 

            Görüyoruz ki mesele hiç de öyle değil.Kaç yılda bir bakarsınız  Kürt olan ağa ve şeyhler sürülmüş. Peki, egemen sınıf nasıl olur da kendini sürgüne gönderir ve kendisine baskı yapar. Demek ki işin ortaya koymadığımız veya koymak istemediğimiz bir başka yönü vardır. 

            Etnik özelliklerini kaybetmeyen ağa ve şeyhlerin durumu Batıdaki sınıf arkadaşlarının durumuna benzemez. O halkı sömürür ama kendisi de Batıdaki sınıf arkadaşları tarafından iktidar aracılığı ile sömürülür. Baskı ve sürgün endişesi ile geleceği güven altında değildir. Fakat çıkarı icabı iktidarla devamlı bir anlaşma ve işbirliği içindedir. Sürülen 55 ağa sürgün zamanı iktidara karşı oldukları halde, memleketlerine dönünce 50’den fazlası iktidarı destekledi ve onunla işbirliği yaptı.

            Mesele ortaya atılırken etnik özellikler göz önüne alınmazsa hatalı sonuçlara varılır. Sayın İlhan Selçuk’un yanılması bundan ileri geliyor. Kürt Halkının özelliklerini,, arzularını, Türk Halkıyla karşılıklı durumunu ve genel olarak sosyalist açıdan millet meselesini bilseydi daha az yanılırdı. Hiç olmazsa meselenin çözümünü, temel felsefesi bakımından çatıştığı, “gerici” dediği bir iktidara bırakmazdı; yazıyı bir jurnal havası içinde bitirmezdi. 

            Sayın yazar bir Kürtçülük tehlikesine karşı politikacıları, “Seçim Kanunu ve oy goygoyculuğunu” bırakıp birleşmeye çağırdı. Dikkatini çektiği ve meselenin çözümünü kendilerine bıraktığı güçler en azından (eritme) politikasından yanadırlar. Sayın İlhan Selçuk’un da aynı görüşü savunduğunu söylemek insafsızlık sayılmamalıdır.

            Bu görüşü savunan bir kimseye, bütün iyi niyetine rağmen sosyalist demek mümkün değildir. Çünkü sosyalist “belli istismar biçimleri”ne değil, “her türlü istismara” karşı çıkar.

            Sayın yazarın Kürt meselesinin dış yönünü ortaya koyarken düştüğü hata daha da büyüktür. 

            Bugün Irak’ta bir Kürt hareketi vardır. Kürt gerillaları ile Arap ordusu arasındaki savaş yıllardan beri devam etmektedir.Savaşın amacı istiklal değil, otonomidir. Ve hareket, Arap faşizminin baskısına ve zulmüne karşı halktan gelen meşru bir direniştir. 

            Kürt liderleri, hareketin sadece Irak sınırları içindeki Kürtlerle ilgili olduğunu, bu sınırları asla taşmayacağını, bunun dışındaki Kürtlerle ilgileri bulunmadığını söylemişlerdir. Hatta bu konuda Türk Hükümeti’ne teminat vermişlerdir.

            Buna rağmen sürekli bir kuşku içinde bulunan basın, hareketin anlamını ters olarak Türkiye kamuoyuna duyurmuştur. Bunun nedeni, Türkiye’de Kürtlerin bulunmasıdır.

            Türkiye’deki Kürtler, Irak’taki Kürtlerin Arap faşizmine karşı olan mücadelesinde onlara büyük ölçüde zararlı olmuşlardır. Kendilerinden korkulduğu için Türk Devleti, basını ve kamuoyu bu hareketin karşısında cephe almışlardır. 

            Şayet Türkiye’de Kürt bulunmasaydı, bu mücadele Türkiye’de alkışlanacaktı. Savunmasız kadın ve çocuklara karşı napalm bombaları, zehirli gazlar kullandığı için belki de  -insani bir davranış olarak-  Irak Hükümeti protesto edilecekti. 

            Irak’taki Kürtlerin çabası, Arap Halkıyla beraber, kardeşçe, birbirlerinin varlığına saygı göstermek suretiyle, yan yana bir arada yaşamaktır. İnsan olarak bizim dileğimiz,  faşist Arap politikacılarının birbirine boğazlattırdığı kardeş halkların bir an önce barışa kavuşmaları, mutlu bir geleceği beraberce hazırlamalarıdır.

            Türk Hükümeti, basını, peşin bir hükümle harekete karşı cephe almışlardır. Bir yandan hareketin anlamını kamuoyuna yanlış duyururken, bir yandan da gerçeği söyleyenlere şüphe ile bakılmıştır. Bütün olaylarda başvurulan klasik suçlama metodu burada da kullanılmıştır. 

            Sağcılar, hareketin bir “komünist tahriki”  ve Irak’taki Kürt liderlerin komünist olduğu propagandasını yayıyorlar. Buna karşı solcular ise hareketin “Amerikan oyunu”  olduğunu iddia ediyorlar. Böylelikle Türkiye’de sağ ile sol, temel felsefelerindeki çatışmaya rağmen bu meselede birleşiyorlar.

            Bu birleşmenin ve karşı çıkmanın nedeni, meselenin bir  “komünist tahriki”  veya  “Amerikan oyunu” oluşunda değildir. Arap faşizmine karşı Irak’taki Kürt halkının bir savaşı olarak, “komünist tahriki” veya “Amerikan oyunu”  olmadığını, bunun dışında bir anlamı bulunduğunu kendileri de biliyorlar. Fakat Türkiye’deki Kürt korkusu onları meseleyi tetkik etmeden suçlamaya götürüyor.

            Konumuz sosyalistler olduğu için, kendilerine Irak sosyalistlerinin düştüğü hatayı hatırlatmak isterim.

            Irak’taki Kürt liderler, Arap sosyalistlerine işbirliği teklif ettiler. Fakat bütün Ortadoğu’daki sözde sosyalistler gibi ırkçı millet görüşünün etkilerinden kendilerini kurtaramamış Arap sosyalistleri buna yanaşmadılar.

            Şayet işbirliği sağlansaydı, kardeş halkları birbirine boğazlattıran korkunç savaşa lüzum kalmayacaktı. Fakat işbirliği sağlanamayınca Kürt bölgesinde baskı rejimine karşı savaş açıldı.

            İktidarı tamamen ele geçiren Arap faşistleri “komünist avı” adı altında 10.000 sosyalisti öldürdüler. Geri kalanlar Kürt bölgesine sığınmakla kurtuldu. Böylelikle Irak’taki Arap sosyalistleri bütün gücünü kaybetti. 

            Hatalı davranış bir tarafı uzun ve çetin  bir savaşa, diğer tarafı ise yok olmaya götürdü. 

            Sayın İlhan Selçuk Irak’taki Kürt hareketini ağaların ve şeyhlerin emrindeki bir Amerikan oyunu olarak tanımlamakla, bu konuda en ufak bir bilgiye sahip olmadığını gösteriyor.Türkiye’de Kürt olduğu için Irak’taki Kürt hareketine karşı çıkmak veya Irak’ta Kürt hareketi gelişiyor diye Doğudaki Kürt meselesinin çözümünü, her bakımdan karşı olduğu (eritme) politikasından yana olan bir güce bırakmak, jurnal havası içinde hiçbir inceleme yapmadan yazılar yazmak, sosyalist olduğunu iddia eden bir yazar için acı ve sosyalist hareket için ise talihsizliktir. 

            Sayın İlhan Selçuk hatalı bir açıdan ele alışına rağmen tabu sayılan bu konuya değinmiş olmakla yine de bir bakıma faydalı bir iş gördü. Asıl kendilerine çatılması ve suçlanması gerekenler, sosyalistlik iddiasında oldukları halde belli meseleler karşısında, sanki insan toplumlarını ilgilendirmiyormuş gibi sessiz ve ilgisiz kalanlardır.

            Doğu konusundaki fikirleri sosyalist görüşe aykırı olduğu ve bunun açıklanmasından korkulduğu için mi susmayı tercih ediyorlar. Şunu iyi bilmelidirler ki  “susmak dürüst bir hareket değildir.” 

 

 

S o n u ç : 

 

            Sosyalizm  “belli istismar biçimleri”ne değil,  “her türlü istismar”a karşıdır. Bir etnik grubun diğerlerini eritmesi, yoketmesi, baskı altına alması, sosyalizmin millet anlayışına aykırıdır. Sosyalizm, etnik grupların ve halkların dilini, kültürünü, etnik özelliklerini geliştirmek için onlara fırsat ve imkan verilmesini ister. 

            Türkiye’deki solcuların çoğunun millet anlayışları ırkçı-turancıların görüşüne uygundur.Bunların millet konusunda faşistçe düşünmeleri, sosyalizmin hatası değil, kendilerinin sosyalizmin temel felsefesini kavramamalarından ve sosyalist olmamalarındandır. Bu bakımdan onların şahsında sosyalizmi vurmak, kardeş halkları karşı karşıya getirip asıl hedef olan Türk faşizmini gözden ırak tutacağı için hatalı ve tehlikelidir. Acemi doktorun yanlış teşhis ve tedavi ile hastayı öldürmesi tıp ilmine itimatsızlığı gerektirmez. Kabahat tıp ilminin değil, tıp ilmini kavramamış bilgisiz doktorundur. 

            Sosyalistlik iddiasında bulunanlar, sosyalizmin temel felsefesini kavramaya çalışmak zorundadırlar.Doğu meselesinin yalnız ekonomik ve sınıfsal yönü üzerinde değil, etnik yönü üzerinde de durmalıdırlar. 

            Türkiye’deki sosyalist hareketin yalnız işçi sınıfının gücü ile değil  -onun kadar,belki ondan da önemli-  baskı altındaki dini mezhep mensupları ve Kürt Halkı’nın desteği ile başarıya ulaşacağı bilinmelidir.

            Ağalık ve şeyhlik kurumlarına sadece Kürt sosyalistleri değil, Kürt burjuva aydınları da karşıdırlar. Fakat meselenin kolay olan  “ağalık ve şeyhlik”  reçetesi ile çözümlenemeyeceğini, etnik özellikleri ve diğer bütün yönleriyle ele alınması gerektiğini düşünmektedirler. 

            Amacımız, Kürt ve Türk halklarının samimi işbirliğini sağlamak suretiyle onları insanca yaşama imkanlarına kavuşturmaktır. 

            Doğu halkının Anayasa çerçevesi içinde giriştiği mücadele faşist güçlere karşıdır. Türk Halkıyla el ele Türk faşizmine karşı Anayasa düzenini savunmak ve Anayasanın kendisine tanıdığı haklara sahip çıkmak içindir. Bu mücadele, solcular tarafından doğru tanımlanmaz, karşı konulur, hatta ilgisiz kalınıp desteklenmezse yönünün saptırılma ihtimali kuvvetlenir, istenmeyen gelişmelere yol açar. Böyle bir durumda en büyük sorumluluk payı Türk solcularının olacaktır.

            Dileğimiz, hiçbir ayırım gözetmeksizin milli sınırlarımız içinde  bulunan bütün Türkiye Halkının mutluluğa ve insanca yaşama imkanlarına kavuşmasıdır; çabamız bunun gerçekleşmesi içindir.

                                                                                                                           Mehmet Ali Aslan

                                                                                     ( YENİ AKIŞ    Ekim 1966  Sayı 3 )      

 

Ord. Prof. Sulhi Dönmezer ve “Kürt Halkı”

            Bizde gelenektir, ölü rahmetle anılır. Biz de bu geleneğe uyarak , Dönmezer’i rahmetle anıyoruz. 

            Medya  “Hocaların Hocası” Dönmezer’i yüceltirken, unvanlarına,  “görüşüne başvurulan bilirkişi” liği eklemeyi ihmal etmedi. Fakat verdiği bilirkişi raporlarının, hukuk adamlığı, bilim adamlığı nitelikleriyle ne ölçüde bağdaştığı üzerinde durulmadı.Sadece bunlardan birine Erdal Şafak , 4 Ağustos 2004  tarihli Sabah gazetesinde değindi.        “Uzun yaşamında en utandığı ve vicdan azabı duyduğu kararı 27 Mayıs sonrası Celal Bayar’la ilgili “mütalaası” oldu. 65 yaş üstündekilerin idamı infaz edilemiyordu. Yüksek Adalet Divanı’nın Bayar’a idam vereceği belli olunca , Milli Birlik Komitesi  (MGK) yasayı değiştirmeye kalktı. Ama bir engel daha vardı: Yasa geçmişe de işleyebilir miydi? Dönmezer’den görüş istendi. O da “işleyebilir” dedi. Dönmezer bu olayı  yakın çevresine hep utanarak anlattı.” Resmi görüşe uygun  “mütalaa” bildirmek, bu olayla sınırlı değildi.  Bir çok davada hukuk ilkelerini gözardı ederek bilirkişi raporları düzenlemişti. Bunlardan en önemlisi “Yeni Akış” Dergisi ile ilgili olanıydı. 

            İktidarlar, Kürt Sorunu’nu asimilasyon politikalarıyla, Kürtler, “ulus-devlet”lerini kurma mücadeleleriyle çözmeğe çalışıyorlardı. Taraflar “Türk Milleti” ile “Kürt Milleti”ydi. Bu, iki “millet” arasında  -şartlar elverişli olduğunda-  kaçınılmaz bir savaş demekti.  

            Oysa, asimilasyon mümkün olmadığı  gibi, bölgede sınırların değişmezliği konusunda anlaşmış olan Ortadoğu’ya müdahil büyük güçler, böylesi radikal değişiklere izin vermiyorlardı. 

            Sonuç alınamayan bir savaşın her iki kesimde yaratacağı tahribat büyük olacaktı. Bundan da zarar görecek olan her iki tarafın yoksul halk kitleleriydi.  

            Bunu önlemek, barışçı ve insani bir çözüm bulmak gerekiyordu. Bu da “millet”  yerine “halk” dinamiğini harekete geçirmekle olurdu.  

            Bu amaçla 1966 yılında  “Yeni Akış” Dergisini yayımladım.

            Dergi, Kürt Sorunu’na çözüm üretmeye çalışan ve çözüm önerilerini tartışan bu  alandaki  ilk yayın organıydı. Türkiye’de ilk kez “Kürt Halkı” kavramı kullanılıyor, “Türk Halkı” ve “Türkiye Halkları”  kavramları , çözüm önerilerinin dayandığı temel kavramlar oluyordu.

            Her iki Halkın emekçileri , ezilen sınıf ve tabakaları örgütlenip egemen sınıf ve tabakalardan iktidarı alacak; eşitliğe adalete dayalı bir düzen kuracaklardı. Bunu da şiddeti dışlayan, demokratik ve barışçı yöntemlerle gerçekleştireceklerdi. Öncü parti anlayışı ve Sovyet Modeli dışında,demokrasiye dayalı sosyalist bir düzen amaçlanıyordu. 

            Dergi 4 sayı yayımlandı.Babıali Basını kıyameti koparıyor, savcıları göreve davet ediyordu.

            Nihayet işi,  “Resmi Bilirkişi” Ord.Prof. Sulhi Dönmezer’e havale ettiler.Dönmezer, “Kürt Halkı” kavramını kullanmanın TCK nun 142. maddesi kapsamına giren bir “bölücülük” suçu olduğunu söyledi. O’nun verdiği bilirkişi raporu üzerine ben ve arkadaşlarım tutuklandık. 

            Bu bilirkişi raporu Kürt Sorunuyla ilgili  tartışmaları engelledi. Kongre kararında “Kürt Halkı” kavramını kullanan Türkiye  İşçi Partisi ile bazı siyasi partiler kapatıldı. Birçok insan sadece bu kavramı kullandığı için tutuklandı ve mahkum edildi. Böylelikle Kürt Sorununun serbestçe tartışılması engellendi. 

Demokratik ifade kanalları tıkanınca Kürt gençleri dağlara çıkıp namluların ucuyla konuşmaya başladılar.

            Dönmezer’in raporu, son Kürt isyanının önemli doğuş nedenlerinden biri oldu. 

            Bu durum, bizi, bilim adamlığının, hukuk adamlığının tanımında, etikin, moral değerlerin bir unsur olup olmadığı tartışmasına götürüyor.

            Bugün “Kürt Halkı” kavramını serbestçe kullanabiliyoruz.Bu, Türkiye’nin bölünmesine değil, halklar arası entegrasyonu ve dolayısıyla birlik ve bütünlüğü sağlamaya hizmet ediyor.

            Ölümünden önce “Kürt Halkı” kavramının serbestçe kullanıldığını gören Dönmezer, acaba bilirkişi raporunun ne felaketlere yol açtığının da farkında mıydı? Bilmiyorum.

            Allah rahmet eylesin. 

                                                                                                                 Mehmet Ali Aslan

 40 yıl önce , 1966 yılında YENİ AKIŞ dergisinde yayımlanan yazılarımdan birkaçı.  Dönmezer’in verdiği bilirkişi raporu üzerine tutuklanmama neden olan yazılar.

Dergiyi yalnız çıkarıyordum.Birkaçı dışında, bütün yazıları yazmak zorundaydım. Bu nedenle, ismim ile beraber, (Baran), (Serdar), (Abdulkadir Yıldırım) gibi değişik isimleri de kullanıyordum.