Mülteciler

“Mültecilere Yardım İnsani Bir Sorundur”

 “Mültecilik sıfatı tanınsa, sınırdışı edilemeyecekler. Gezi ve yerleşme özgürlükleri olacak. Çalışma hakkına kavuşacaklar. Çocukların eğitim ve öğretimi zorunlu olacak. Hem de anadilleriyle. Yani Kürtçe. Herhalde hükümeti endişelendiren de bu durum.”

 Arkadaşımız Mevlüt İlgin, Saddam rejiminin barbarca saldırılarını geçen çoğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan Iraklı Kürtlerin on bir aya yakın bir süredir nasıl yaşadıklarını, neden bu insanlara hala “mülteci statüsü” tanınmadığını, Fransa Cumhurbaşkanı’nın eşi Daniela Miterand’ın bölgeye yaptığı gezi sonrasındaki gelişmeleri Mehmet Ali Aslan’a sordu.

–        Irak’tan Türkiye’ye sığınan Kürt mültecilerin sorunlarıyla başından beri ilgilendiniz. Bununla ilgili bir de kitap yazdınız. Kürt mültecilerin bugünkü durumu nedir?

 

Aslan: Irak-İran savaşı 20 Ağustos 1988 tarihinde uygulanan ateşkes kararıyla sona erince, Irak, İran cephesinden çektiği askeri birliklerle Kürtlere karşı büyük bir saldırıya geçti.

1925 tarihli Cenevre protokolüyle yasaklanan kimyasal silahları kullanarak Kürt halkına karşı bir soykırıma girişti. Kimyasal silahların ve napalm bombalarının kullanıldığı saldırıda sivil yerleşim merkezleri hedef alındı. Daha Halepçe katliamının dehşetinden kurtulamayan halk, yerini yurdunu terk ederek sınıra doğru kaçmaya başladı. Çoğunluğunu kadın, çocuk ve yaşlıların teşkil ettiği yüz bine yakın insan Türkiye sınırında birikti.

Türkiye, sınırlarını açarak bunları kabul etti. Hükümetin, mutlak bir soykırımla karşı karşıya bulunan Kürtleri Türkiye’ye kabul etmesi olumlu ve övülecek bir davranıştı. Fakat kabulden sonra takınılan tavır ve izlenen politika hiç de bununla uyumlu olmadı. Gelenler enterne edildi. Tel örgülerle çevrili çadır kamplara yerleştirildiler. Beslenme, barınma ve sağlık ihtiyaçları en alt düzeyde karşılandı. Yerleşme ve gezi hakları tanınmadı.

Bunların önemli bir bölümü İran’a gitti veya gitmek zorunda kaldı. Bugün Diyarbakır, Muş ve Mardin kamplarıyla toplam 36 bin mülteci var.

Mülteciler işsizdirler. Yerlerinden, yurtlarından koparılan ve tel örgüler arasına kapatılan  bu insanlar zaten psikolojik bir bunalımın eşiğindedirler. İşsizlik ise, bu bunalımı çabuklaştıran ve derinleştiren bir etken. Buna bir de geleceklerinin belirsizliğini eklerseniz, hangi durumda oldukları anlaşılır.

Çocukların durumu ise daha da kötü. Tel örgüler arasında yaşıyorlar. Psikolojik bir bunalımın eşiğinde olan anne ve babaları onlara gereken ilgiyi, sevgiyi ve şevkati gösterecek durumda değiller.Bu çocuklar yeterince beslenemiyor ve eğitim de görmüyorlar.

Bu dram, bir insanlık dramı. Ve biz bir şey yapmıyor veya yapamıyoruz. Çoğu kişi farkında değil ama, bizim yaşadığımız daha büyük bir dram.

 

–        Türk Hükümeti bunlara ısrarla “Iraklı Vatandaşlar” diyor. Kürtlere “mülteci” sıfatını tanımak istemiyor. Sizce bunun nedeni nedir?

 

Aslan: Bunlar Kürt ve Kürtçe konuşuyorlar. Bunlar mülteci. Uluslararası hukukun tanımına göre mülteci. Kısacası bunlar “Kürt mülteci”. Bütün dünya böyle tanıyor, böyle biliyor.

Hükümet bu tanımlamayı ister kullansın, ister kullanmasın, bunlar “Kürt mülteci”.

Hükümet, “konuklarımız” olduğunu söylüyor. Bu da gerçek amacını ortaya koyuyor. Amaç ilk fırsatta bunları sınırdışı etmek.

Oysa mültecilik sıfatı tanınsa, sınırdışı edilemeyecekler. Gezi ve yerleşme özgürlükleri olacak. Çalışma hakkına kavuşacaklar. Çocukların eğitim ve öğretimi zorunlu olacak. Hem de anadilleriyle. Yani Kürtçe. Herhalde hükümeti endişelendiren de bu durum. Kürtçe eğitim yapma zorunluluğundan kurtulmak için mültecileri sınırdışı etmenin yollarını arıyor ve uluslararası sözleşme hükümlerine aykırı hareket ediyor.

Mültecilik sıfatı tanınırsa, hem Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği fonlarından ve hem de Komiserlik kanalıyla diğer ülkelerin yapacakları yardımlardan yararlanacaklar. Mültecilik hakkı tanınmamakla bütün bu haklardan yararlanmaları engellenmiş oluyor.

 

–        Daniel Miterand’ın gezisiyle ilgili izlenim ve görüşleriniz nedir?

 

Aslan: Sayın bayan Miterand, üç mülteci kampının durumunu gördü. Mültecilerle ve yetkililerle konuştu. Basın, tercüme hataları yapıldığını, yanlış bilgiler verildiğini iddia etti.

Aslında durumu anlamak için konuşmaya, herhangi bir bilgi almaya gerek yok. Demokrat bir insan gözüyle kamplara bakmak yeterli.

Batılı bir demokrat, tel örgüleri ve kapıdaki polis karakolunu görünce dehşete kapılır. Çünkü tel örgüler ve karakol, onun gözünde bu insanların özgürlüklerinden yoksun bırakıldıklarının çarpıcı kanıtıdır. Başka bir şey sormasına ve araştırmasına gerek yoktur.

İçeri girince de çocukları görmek yeter. O hepsi birbirinden güzel ama, boynu bükük, mahzun ve çaresiz çocuklar. Yeterince beslenemeyen ve hiç eğitim göremeyen çocuklar. Bu çocukları gören Avrupalı aydın dehşete kapılır. Onların tel örgüler arasında eğitimsiz bırakılmalarına insan olarak akıl erdiremez. Bunu haklı gösterecek hiçbir gerekçe bulamazsınız.

Avrupalı için bir barınma, beslenme ve sağlık ihtiyaçlarının karşılanması zaten gerekli ve zorunlu. Onların cezaevlerinde mahkumlar çok daha iyi besleniyorlar. Cezaevleri, bizdeki çoğu evden daha konforlu. İyi beslenme, barınma ve giyinme mahkumların bile hakkı. Çünkü onlar da insan.

Fakat buraya ancak suç işleyenleri ve de mahkeme kararıyla gönderiyorlar. Bunun dışında bir insanı, en lüks otelin bir odasına bile ikamete mecbur etseler, o insan, kanunsuz olarak özgürlüğünden yoksun bırakıldı diye yer yerinden oynar. Bunu yapanlar da cezaevini boylarlar.

Bu nedenle de, yetkililerin ve basının “Biz onları barındırıyoruz, doyuruyoruz. Daha ne isterler?” sözlerindeki  mantığı Avrupalı aydınların anlaması mümkün değildir.

Sayın bakan Miterand bir aydın Avrupalı olarak, tel örgülerle çevrili kampları ve çocukların durumunu gördü. Gözleri yaşardı. Hangimizin yaşarmadı ki?

Sayın Daniela Miterand zeki, anlayışlı ve zarif bir insan. Fransa’nın Türkiye ile ilişkilerinde, ekonomik çıkarlara öncelik veren resmi politikasıyla çelişkiye düşmekten çekinmedi. Fransız direniş hareketinden gelen Sayın Daniela Miterand, Fransız devrim geleneğinin bir temsilcisi olarak davrandı. Olaylara insan hakları açısından yaklaştı.

Türkiye’den ayrıldıktan sonra, Sovyetler Birliği’ne, ABD’ye yaptığı gezilerde Kürt mültecilerin durumunu en üst düzeydeki yetkililere anlattı. Cumhurbaşkanı sayın Miterand’ın sayın Turgut Özel ile ikili görüşmesinde Kürt mülteciler konusunun da ele alınmasında etkili oldu.

Bugün başta Sayın Daniela Miterand’ın yoğun ve etkili çabaları olmak üzere, birçok önemli kişi ve kurumun yakın ilgisi nedeniyle çok sayıda ülke, Kürt mültecilere yardım etmek istiyor. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği de bu ülkelerin yardımlarını doğrudan doğruya mültecilere ulaştırmak istiyor.

Fakat bunun için bir engel var. Türkiye bu insanlara mültecilik sıfatı tanımıyor. Mültecilik sıfatı tanınmayınca da, mültecilik statüsü uygulanamıyor ve yardımlar yapılamıyor.

Hükümet bu tutumuyla yardımları engelliyor..

Sayın bakan Miterand, eğer yardımları doğrudan doğruya mültecilere ulaştıracak güvenilir özel bir yardım komitesi veya kurumu olursa, yine de önemli miktarda yardım yapabileceklerini söyledi.

Yardım Toplama Kanunu’nun getirdiği engel nedeniyle böyle bir yardım komitesi oluşturulamadı. Durumu ANAP ve SHP’den bazı Doğulu milletvekillerine ilettim. Milletvekili olarak böyle bir girişime öncülük yaparlarsa izin sorununun çözümlenebileceğini anlattım. Ne yazık ki bugüne kadar herhangi bir girişim olmadı.

Afganistan’dan ve Bulgaristan’dan gelen Türk soylu mültecilerle, Irak’tan gelen Kürt soylu mültecilere karşı hükümetin, siyasal partilerin ve basının farklı tutumu herkesin dikkatini çekiyor ve büyük tepkilere yol açıyor. Bu tepkilerin şimdi sessiz kalması ilerisi için hiç de hayra alamet değil.

Mültecilere yardım insani bir sorundur. Din, dil, ırk, soy, renk ayrıma yapmak, hem uluslararası sözleşmelere, hem hukukun genel ilkelerine hem de insani değerlere aykırıdır. İster Kürt olsun, ister Türk, ister Fars olsun, ister Arap, sadece insan olduğu için ve ancak bu niteliği ile kendisine yardım yapılması gerekiyor. Kuşkusuz eşit olarak.

Siyasi Haber ve Yorum Gazetesi Adımlar, 1989

1 Nisan Şakası

 ( GÜNDEM Gazetesine gönderilen açıklama )

            1 Nisan 2005 tarihli GÜNDEM’de adımla, bana ait olmayan ve fikirlerimi yansıtmayan bir yazı yayımlandı. Tahmin edildiği gibi bu  “1Nisan şakası”ydı. Yanlış anlamaları ortadan kaldırmak için bu konudaki fikirlerimi açıklamam gerekiyor.

            Siyasi ve sosyal konular üzerinde düşünen bir çok insanının ütopyası vardır.  Thoomas Mor’un ütopyası gibi. Öcalan’ın da ütopyası olacaktır. İmralı şartlarında, bu kaçınılmazdır da.

            Tarihi ve sosyolojik gelişmeler, toplumdaki güç dengeleri dikkate alınmadan, eşitlik, özgürlük ilkelerine dayalı adil bir düzen kurma hayali, kişisel tatmin yanında, elbette ki iyi ve temiz duyguların eseridir. Siyasi bir program olarak ortaya atılmadığı sürece de toplumsal açıdan sakıncalı bir durum yaratmaz. 

            Ama sözleri ve davranışlarıyla toplumu etkileyen siyasi sorumluluk sahibi insanlar, bu konuda dikkatli olmak zorundadırlar. Çünkü toplum, var olan gerçeklikten uzaklaşır ve dikkatini ütopyalara yoğunlaştırırsa, sorunlarının çözümü ertelenir ve bu sorunlar gittikçe ağırlaşır. 

            ABD’nin bir hiper güç olarak el koyduğu Ortadoğu,  İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya gibi Avrupa devletlerinin, Rusya, Çin gibi büyük güçlerin müdahil olduğu çatışmalı bir alandır.  Türkiye, İran, Suriye gibi hatırı sayılır güce ve binlerce yıllık yönetim tecrübesine sahip devletler de, parçalanmış Kürt coğrafyasının üzerinde varlıklarını sürdürüyorlar.

            Bu devletler, Ortadoğu satrancında, Kürt politikacılarının rolünü belirleme ve oyundan çıkarma gücüne ve maharetine sahiptirler.

            Siyaset,  gerçekçi olmayı, güç dengelerini ve kendi gücünü doğru değerlendirmeyi gerektirir. 

            Bu nedenle Kürt politikacılar, Ortadoğu siyasetinde belirleyici rol oynama vehmine kapılmamalıdırlar. 

            Kürtler, baskı altında ezilen, yoksulluğa mahkum edilmiş mazlum bir halktır.  Kendi başına belirleyici rol oynama gücüne sahip değildirler. Ancak, çağımızda gelişen insan hakları ve demokrasi hareketlerinin içinde yer alarak ve menfaatleri aynı olan halklarla işbirliği yaparak, büyük güçlerin oynadığı satranç oyununda, onların çıkarlarının bir aracı olarak kullanılmaktan kurtulabilirler.

            Hiçbir Kürt toplumu, diğerlerinin üzerinde hak iddia etmeye ve onu yönetmeye kalkışmamalıdır. 

            Çünkü her toplum, kendi sorunlarını ve çözümlerini en iyi bilir. Müdahale, sadece Kürtleri ezen güçlerin işine yarar.

            Kürt toplumu, içine hapsedildiği kalıpları kırarak dışa açılmak, kendi kimliğini koruyarak diğer toplum kesimleriyle bütünleşmek, toplumsal ilişkilerin her alanında demokratikleşmek, serbest bir tartışma ortamında dogmalardan kurtulup  “ortak akıl” ile bilimsel ve gerçekçi politikalar üretmek zorundadır ve bu, tek kurtuluş yoludur.

                                            

 02.04.2005                                                                                                      

 Mehmet Ali Aslan

“Sözde Vatandaşlar”ın Bayrak Olayı

             TV ekranında 2 çocuk, polislerin arasında Mersin Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyor. Spiker, bu çocukların sabıkalarını sayarken yaşlarını da hatırlatıyor. Biri 12, biri 13 yaşında. Bunlar, Türkiye’yi bütün kurumlarıyla ayağa kaldıran, koskoca Türk Ordusunu harekete geçiren “bayrak olayı”nın failleri.

            Türkiye’deki şoven milliyetçi refleksleri harekete geçiren, toplumsal linç girişimine maruz kalan bu çocuklar kim?

            Onlar, yerlerinden yurtlarından koparılan, büyük kentlerin varoşlarına sığınan işsiz Kürt ailelerinin çocukları. Yoksul ve eğitimsiz.

Dağda vurulan, cezaevlerinde ömür tüketen ablalarının, abilerinin, faili meçhul cinayetlere kurban giden yakınlarının hikayelerini ve onlar için analarının yaktıkları ağıtları dinleyerek büyüdüler. Çocukluk anılarında, yakılan köylerinden yükselen dumanlar, aç ve perişan düştükleri yollar vardı. Hatırladıkları kan ve ateşti.

Onların rüyaları çalındı, umutları yokedildi, gelecekleri karartıldı. Küçücük ruhlarını kin ve nefret duyguları sardı.Sisteme ve sistemin bütün kurumlarına ve simgelerine düşman oldular. Bu simgelerden biri de bayraktı. Bu bayrağı taşıyan güçler tarafından köyleri yakıldı. Bu bayrağın dalgalandığı karakollarda yakınları işkence gördü. Onu, abi ve ablalarının tutuklu bulunduğu cezaevlerinin önünde dalgalanırken gördüler. Bayrakların göndere çekildiği resmi binalara uzaktan korkuyla baktılar. Çoğu okula gitmemişti. Onlar için bayrak, toplumun diğer kesimlerinden farklı bir anlam taşıyordu.

            Yıllar önce, yine bir bayrak olayı yaşandı. 1996 yılında HADEP Genel Kurulunda asılı olan Türk bayrağı bir provokatör tarafından, emniyet güçlerinin gözü önünde indirildi. Görevli emniyet güçleri olaya müdahale etmediler. Bundan HADEP yönetimi sorumlu tutuldu. Hepsi tutuklandılar. Ankara 1. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde açılan 1996/80 sayılı davanın duruşmasında yaptığım savunmada bayrakla ilgili şunları söylemiştim.

            “Bayraklar, devletlerin bağımsızlıklarının simgeleridir. Devletler, bu bayraklar altında vatandaşlarına koruma sağlamakla yükümlüdürler. Korkudan, haksız müdahalelerden uzak, özgürce yaşamalarını, aş, iş, konut ve her türlü olanaklara sahip olmalarını, maddi ve manevi yönden, kültürel bakımdan kendilerini geliştirme imkanlarına kavuşmalarını sağlamakla görevlidirler.

            Vatandaş, nerede bu bayrak dalgalanıyorsa, orada güven içinde olacağını bilirse, ona koşar. Onun altında bulunmaktan mutluluk duyar. Bayrakların itibarı da böyle artar. Bayraklar böyle yücelir.

            Bir ABD vatandaşı, bir Fransa veya Almanya vatandaşı, bayrağının dalgalandığı her yerde büyük bir güven içinde olacağını bildiği için ona saygı duyuyor. Bu güven bütün vatandaşlara sağlandığı için de bayrakların itibarları yasalarla veya devlet zoruyla korunmaya çalışılmıyor. Az gelişmiş ülkelerde bayrağa hakaret olarak kabul edilen çoğu fiillere gülüp geçiyorlar. Bu konuda kompleksleri yok. 

            Çünkü bayrağın simgelediği bağımsızlık, sözde bir bağımsızlık değil. Arkasında bütün vatandaşlarının haklarını, özgürlüklerini güvence altına alan adil ve bağımsız bir yargı sistemi, insanca yaşama olanaklarına imkan veren güçlü bir ekonomi, hastalığa, işsizliğe, yoksulluğa ve her türlü riske karşı koruma sağlayan sosyal güvence kurumları, en önemlisi, devletin kendini bağlı saydığı hukuk devleti ilkeleri ve demokratik değerler vardır.

            Ama devletin bağımsızlığının simgesi olan bayrak, vatandaşların tümüne koruma sağlamaz, sadece bir grubun ideolojik anlayışının simgesine dönüşür ve diğer vatandaşlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılırsa ve hele büyük yolsuzluk iddialarını ve olaylarını kamuoyundan saklamak için bir örtü olarak kullanılırsa, vatandaşların büyük kesimi bayrağa yabancılaşır. Hatta kimi zaman tepkiler de doğar. 

            Bunu önlemenin, bayrağa itibar ve saygınlık kazandırmanın tek yolu, ona gerçek işlevini kazandırmaktır. Herkesin, bütün vatandaşların, hiçbir ayrım gözetilmeden, onun altında koruma göreceğine inanmasıdır. Buna güven duymasıdır.

            Herkesin altında güvenle yaşayacağı, mutlu olacağı, bir sistem oluşturmakla, yabancılaşmaya son verilir ve bayrak, sadece yasayla değil, gerçek anlamıyla, gerçek işleviyle herkesin olur.”

                        Bu  çocuklar  3-5  değil,  onbinlercedir.

 

            Bunlar 3-5 değil, onbinlerce. Büyük şehirlerin varoşlarından merkeze inip korku ve dehşet saçıyorlar. Bu “sözde vatandaşlar”, “gerçek vatandaşlar”ın  “huzurlu” dünyalarına saldırıyorlar.

            Kapkaç ve hırsızlık çeteleri, onları kafileler halinde getirip eğitiyorlar.Mafya grupları, tetikçi olarak yetiştirip topluma salıyorlar.

            Devlet güçlerinin, bir kısmını yakalayıp cezaevlerine göndermesiyle sorun çözülmüyor. Onların yerine yenileri geliyor.Dalga, dalga ve her gün sayıları artarak.

            Bunlara karşı toplum kör ve sağır. Onların yetiştiği ortam ve aile çevresinin sorunlarıyla ilgilenmek kimsenin aklına gelmiyor. Polisiye önlemlerle sorunu çözmeye çalışıyorlar. Özel Güvenlik için kanunlar çıkarılıyor.  200.000 kişilik özel güvenlik gücünden söz ediliyor. Bu, büyük bir ordu. Eski emniyetçilere, MİT’çilere iş alanları açılıyor.

            Ama gelenlerin kin, nefret ve intikam duygularıyla bilendiği ve bunun nasıl karşı konulamaz yıkıcı, tahrip edici bir güç olduğu unutuluyor.

            Güvenlik için daha çok polis, daha çok özel güvenlik gücü ve giderek polis devletine dönüşen çatışmalı, dünyadan tecrit edilmiş geri bir Türkiye.

            Bu çocukları bu hale getiren kimler ? Onları provokasyonların ve rantçı politikaların aracı olarak kullanan hangi güçler ?

            Bunlar, bu yaşlarda, diğer akranları gibi okulda olmalıydılar. Onlara da sıcak bir aile yuvasında, karnı tok, sırtı pek, iyi bir gelecek için çalışma imkanı sağlanmalıydı. 

            Bu, devletin göreviydi. Ama, devlete egemen güç, köylerini yaktı, evlerini yıktı, bütün varlıklarından kopardı. Ana ve babalarını, işsiz ve perişan bir halde, büyük şehirlerin varoşlarına sığınmak zorunda bıraktı. Onların gidecekleri, sığınacakları yer yoktu. Sokakları mekan tuttular.

            Bu dönemde, siyasetçi, bürokrat, işadamı üçlüsü, devleti, toplumu çulsuz bırakıncaya dek iliklerine kadar soydu. Bütün bu soygunlar, yolsuzluklar, hırsızlıklar, vatan, millet edebiyatının arkasına saklanarak yapıldı ve Türk bayrağı bir örtü olarak kullanıldı. Bu Türk bayrağına en büyük hakaretti. Ama bugün iki çocuğun hareketine karşı milliyetçi histeriye kapılmış Türk toplumundan, o günlerde bir ses yükselmedi. Bu gün de,hortumların, soygunların, Türkiye’nin sırtına yüklediği ağır borçları, boğazından keserek öderken, hiçbir ciddi tepki göstermiyor.

                                    Genelkurmay  Başkanlığının  Bildirisi

 

            Fatih Altaylı’nın deyimiyle “iki veletin” densizliği Türk Ordusunu da harekete geçirdi. Genelkurmay Başkanlığı, Süleymaniye’de, Amerikalılar Türk Ordu mensuplarının kafasına çuval geçirdiklerinde , böylesi şedit bir tepki göstermemişti. Ama yaşları 12, 13 olan iki çocuğun yaptıklarına karşı, Kürtleri tehdit eden, geçmişteki katliamları anımsatan ve onları  “sözde vatandaş” olarak niteleyip, yasal vatandaşlık haklarını yok sayan dehşetengiz bir bildiri  yayımladı.

            Genelkurmay Başkanlığı siyasi literatüre yeni bir kavram kazandırdı.  “Sözde Vatandaşlık”. Bunun muhatabı elbette ki Kürtlerdir. Nasıl “sözde soykırım”, soykırım olmadığı anlamında kullanılıyorsa, “sözde vatandaşlık”  da, vatandaş olmadığı anlamında kullanılıyor. Yani, Anayasanın, yasaların hükümlerine rağmen, Genelkurmay Başkanlığının takdiriyle bazı kişi ve gruplar, bu statüden yararlanamayacak, vatandaşlık haklarından tamamen mahrum olacak. Bunun doğal sonucu olarak, şayet bir kazaya kurban gitmezlerse, sınır dışı edilebilecekler.

            Eğer Türkiye’de hukukun gücü egemense, savcılar, Genelkurmay Başkanı ve bildiriyi hazırlayan generaller hakkında dava açarlar.  Yok eğer gücün hukuku egemense, o zaman külahımızı önümüze koyup, bir defa değil, yedi defa düşünmeliyiz.

            Bildiriyi yayımlayan generallere bazı hususları hatırlatmakta yarar var.

            Şimdiye kadar ülkeyi ve bayrağı koruma ve kollama uğruna, generallerin değil, hep yoksul halk çocuklarının kanı aktı. Bunun önemli bir kesimi de Kürtlerdi. Bundan sonra da böyle olacak.

            Türkiye, dün Doğu ve Güneydoğusuyla, bugün ise bütünüyle Kürtlerin vatanıdır. Onları, dün yerlerinden, yurtlarından koparıp açlığa ve sefalete mahkum eden zihniyet, bugün vatandaşlık haklarından mahrum edip Türkiye dışına sürmek istiyorsa, bu vahim bir hata olur.

            Ordunun önemli bir kesimi Kürtlerden. Çalışan, vergi veren onlar. Ama açlığa mahkum edilen yine onlar.

            Türkiye’de vergilerin % 74’ü dolaylı vergilerdir. Bir Kürdün yediğine, giydiğine v.s.. ödediği vergiler, Koçlarla, Sabancılarla aynı orandadır.Türk emekçileri gibi, emekçi Kürtlerin de ödedikleri gelir vergisi ve diğer vergiler, işadamlarının ödediklerinden fazladır.  Üstelik işadamları, holdingler, vergi iadeleri, teşvikler  v.s.  adı altında, ödediklerinden fazlasını alıyorlar.

            Güçlü bir holdingle ekonomik faaliyetin içinde yer alan ve dünyada bankası olan tek ordu, Türk Ordusudur.  205 Sayılı Kanunla kurulan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) kurumlar vergisinden, veraset ve intikal vergisinden, Gelir vergisinden, gider vergisinden ve damga resminden muaftır.

            AB ile müzakereler başlayınca, serbest rekabete dayalı ekonomi politikalarına aykırı olan bu durum müzakere masasına gelecek ve bu ayrıcalıkların kaldırılması istenecektir.

            Halktan,  bir kısmı da Kürt halkından toplanan  vergilerin önemli kısmı Silahlı Kuvvetlerin ihtiyaçlarına ayrılıyor. Silah ve mühimmat alınıyor. Kışlalar ve Orduevleri yapılıyor. Orduevlerinin masrafları karşılanıyor ve generallerin maaşları ödeniyor.

            Son bir hatırlatma. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil’in bir yılda tükettiği 1,5 ton çikolata, 25 bin kutu kola, sokaklara terk edilen bu çocukların hakkıydı.

                        AB  Yolu  Torpillenmek  İsteniyor  

            İki çocuğun densizliğini, Türkiye’yi bütün kurumlarıyla ayağa kaldıran bir harekete dönüştürmenin sebebi ne ? Bundan ne umuluyor ?  Bunun arkasında kimler ve hangi çıkarlar var ? 

            Türkiye, kaderini belirleyecek bir döneme giriyor. AB ile müzakereler başlayınca, Türkiye’deki bütün ayrıcalıklar, soyguna ve hırsızlığa imkan veren mekanizmalar müzakere masasına gelecek. O, yıllarca halkı ve ülkeyi soyan kişi ve grupların gerçek durumları ortaya çıkacak. AB, bu ayrıcalıkların kaldırılmasını, soyguna ve hırsızlığa imkan sağlayan düzenin değişmesini, Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyecek.

            İşte bu, bir kısım ayrıcalıklı çevreleri, Türkiye’yi talan eden bir kısım siyasetçileri, bürokratları ve iş adamlarını korkutuyor. AB ile müzakereleri çıkmaza sokmak ve AB’ye girişi engellemek için provokasyonlardan medet umuyorlar. Büyük sermayenin denetimindeki medya ve onun kalemşorları, halkı tahrik ederek bir gerginlik ve çatışma ortamı yaratmaya çalışıyorlar. Kaynana Semra programlarıyla bilinç ve kültür düzeyini iyice düşürdükleri bir kısım halk kitlelerini de araç olarak kullanıyorlar.

            Bütün bu kampanyalar sonucunda, “Kürt” kavramı terörizmle özdeşleştiriliyor ve Kürt Halkına karşı düşmanca duygular her gün biraz daha artıyor.Bu, Türkiye için bir felaket olacak etnik çatışmaya zemin hazırlıyor. 

            Peki, bütün bunlara karşı Kürtler ne yapıyor ve ne yapmalıdır ?

AB’ye giriş, herkesten fazla Kürt Halkı için önemlidir ve onlar için yaşamsal bir sorundur. 

            Türkiye’de kabul edilen demokratikleşme paketlerinin, direnişlere rağmen uygulanmaları, AB’nin zoruyla olmuştur ve olmaktadır.

            AB olmasa, geçmiş uygulamaların, “sözde vatandaşlık” fikrinin hayata geçirilmesine kim engel olacak ?

Bu nedenle Kürtler AB amacına kilitlenmek, AB yolculuğuna hiçbir engel çıkarmamak ve varolan engelleri de Türk Halkıyla birlikte aşmak için mücadele etmek zorundadırlar.

            Ama bunun için Kürt toplumunun içine hapsedildiği kalıpları kırması, dışa açılması, kendi kimliğini koruyarak Türkiye’nin diğer toplum kesimleriyle bütünleşmesi, toplumsal ilişkilerin her alanında  demokratikleşmesi ve en önemlisi, özgür düşünme ve tartışma ortamına kavuşması gerekir. 

            Türkiye’nin bir kesimindeki toplum, totaliter bir anlayışla, diğerindeki ise demokrasiyle yönetilmek istenecek ve siz kalkıp, uygulanması da mümkün olmayan bu ikili düzen kurma çabalarının olduğu bir ülkenin AB’ye girişini isteyeceksiniz. Gülerler adama.

 Kürt Halkını dünyadan tecrit ederek etki alanına alan profesyonel Kürt politikacıları bunu anlamış görünmüyorlar. Demokrasiden ve AB’ye katılmaktan söz etmelerine rağmen, hareketleriyle, uyguladıkları politikalarla AB ve demokratikleşme hedeflerine büyük zarar veriyorlar.

            DEP milletvekillerinin tahliyesinde, avukatları TV kameralarına  “bu Türk hukukunun zaferidir” diye bağırıyordu. Oysa Türk Hukuk Sistemi, Kürt Halkının iradesini hiçe sayarak onları on yıla yakın demir parmaklıklar arkasına hapsetmiş, ancak AB Hukukunun müdahalesi ile özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Tahliyeleri için büyük çaba sarf eden Clodia Roth’u şovmenlikle suçlayıp Mehmet Ağar’ın huzuruna kabul edilmelerini beklemişlerdi.

            Bütün bunlar, bu politik kadronun AB’yi değil, Türkiye’deki sistemi, milliyetçi iktidar ve kurumları kendilerine yakın gördüğünü gösteriyor. AB’nin Kürtlerin lehine olan kararlarına ve söylemlerine karşı iktidarla aynı paralelde tepki veriyorlar.

            Bu profesyonel Kürt politikacı grubu, Kürt Halkının dışa açılmasının, kendi kimliğini koruyarak Türkiye’nin diğer kesimleri ve dünyayla entegrasyonunun ve gelişmesinin önündeki büyük bir engele dönüşmüştür.

            Bu grup,legal siyaset alanını kapatarak, kendileri gibi düşünmeyen aydın Kürtleri etkisiz hale getirdi. Kendi çocuklarını en iyi okullarda okutup, bütün risklerden koruyup olayların dışında tutmaya çalışırlarken, halk çocuklarını ölüme götüren ve Kürt toplumunda büyük yıkıma yol açan savaş politikalarını desteklediler. Bunun çıkmaz yol olduğunu söyleyenleri, barışçı ve demokratik yöntemlerde ısrar edenleri ihanetle suçladılar.  Binbir güçlükle üniversiteye girmeyi başarmış Kürt gençlerine polis kameraları önünde “Öcalan’a özgürlük” ve benzeri sloganlar attırarak okumalarına engel oldular.

            Bu şekilde Kürt toplumunda aydın bir kadronun oluşması engellendi. Politika, en yeteneksiz, bilgisiz  kişi ve grupların elinde kaldı.

            Aynı kadronun kurmaya çalıştığı  “yeni parti”nin  öncekilerden farklı olmayacağı ve “eskiler” gibi politika alanını, sistemi değiştirmeye yönelik barışçı ve demokratik Kürt hareketlerine kapatma işlevini göreceği açıktır.  

           

            Üç dönemdir, Kürt oylarıyla bağımsız en az 30-40 milletvekili seçilip parlamentoya gönderilebilir ve Kürt Halkının özlem ve talepleri sokaktan kurtulup parlamento çatısı altında uygar ve demokratik bir tartışma platformuna taşınabilirdi. 

            Bu, sistemin korkulu rüyasıydı.Profesyonel Kürt politikacıları bunu engelleyerek sisteme yardımcı oldular.Bağımsız adayları ihanetle suçlayıp seçilmelerine engel oldular ve bugünkü parlamento tablosunu yarattılar.

             Bu grup, gerçekçi, uygulanabilir hiçbir  proje, program ve politika üretemedi. Bunu başaracak bilgi ve deneyimden yoksundu. 

            HADEP’in 9 Genel Başkan Yardımcısından her biri bir konuyla görevlendirilmişti. Fakat bunların arasında ekonomi yoktu. Ekonomi, Partinin ve Parti yöneticilerinin ilgi alanı dışındaydı. Çünkü Parti’nin ve yöneticilerin önemli ekonomik sorunları yoktu. Yoksul Kürt Halkının ve Türkiye’nin ağır ekonomik sorunları ise onları ilgilendirmiyordu. Zaten içlerinde ekonomiden anlayan tek kişi de yoktu. 

            DEHAP, işbirliği yaptığı marjinal sol gruplar AB’ye karşı olduğu için seçim beyannamesinde AB’den tek satırla bile söz etmemişti. Ekonomi ile ilgili ise, işsizliğe çare olarak,  haftalık çalışma sürelerini 35 saate indirmek gibi fantezilere yer veriyor, uluslararası ekonomik sistemden habersiz, ekonomik akıl ve realite ile ilgisi olmayan görüşler ileri sürüyordu.

 Tek yaptıkları, büyük halk kitlelerinin katıldığı büyük mitingler ve toplantılar tertip etmek oldu. Ezilen ve aşağılanan yoksul halk kitleleri,  duygu, özlem ve taleplerini dile getirecekleri hiçbir ifade kanalı bulamadıkları için, bu miting ve toplantılara büyük ilgi gösteriyor.Ama bu, iyi denetlenemediği için, aynı zamanda provokasyonlara açık alan oluşturuyor.

            Bugün Kürt Halkı için çok önemli olan ve Türkiye’nin demokratikleşmesi, ülkede barışın ve istikrarın sağlanması için zorunlu bulunan iki konunun, acil gündem maddesi olarak üzerinde durmak gerekir.

            Bunlardan biri Doğu ve Güneydoğu için ekonomik, sosyal, kültürel v.d. alanları kapsayan bir kalkınma planının yapılması ve uygulanması, diğeri de dağda, cezaevlerinde, yurtdışında bulunan Kürt gençlerinin ve insanlarının birer özgür vatandaş olarak aramıza katılmalarını sağlayacak koşulsuz, bir genel siyasi affın kabulüdür. 

            Ama bu iki önemli ve acil konu, profesyonel Kürt politikacılarının ilgi alanı dışındadır. Onlar, Kürt gençlerini ve Kürt toplumunu Öcalan’ın affı konusuna kilitlemiş, bunu adeta Kürt Halkının tek önemli meselesi haline getirmişlerdir.

            Bu şartlarda, bu ortamda Öcalan’ın affının mümkün olmadığını ve her miting ve toplantıda sahnelenen Öcalan posterleri ve bayrakların toplumu germeye, çatışma ortamını sürdürmeye hizmet ettiğini bilmeyen yoktur. 

            Öcalan’ı sevenler, şayet Öcalan’ın ilerde özgürlüğüne kavuşmasını istiyorlarsa, toplumda gerginlik ve çatışma yaratacak hareketlerden kaçınır, demokratikleşme hareketlerine destek verirler.

            Çünkü Öcalan, milliyetçi güçlerin iktidarda etkin oldukları bu dönemde değil, demokratik güçlerin iktidarında ancak özgürlüğüne kavuşabilir.

            Ama bunlar, buna rağmen, bu duygularını, Kürt Halkının ve de Öcalan’ın aleyhine olacak eylem ve gösterilerle ifade etmeye kalkarlarsa, bunu hoşgörüyle karşılamak mümkün değildir. O zaman, bunların kimlere ve hangi çıkarlara hizmet ettiği sorusu, ister istemez akla gelecektir.

 

            Türk aydınları da, konuya bir  “terör” , ya da (Kürt Halkının değil) profesyonel Kürt grubunun “mağduriyet” sorunu olarak yaklaşıyorlar ve bu grubu açık veya zımni olarak Kürt Halkının temsilcileri kabul edip etkinliklerinin artmasına yardımcı oluyorlar.

            Bunların, Kürt sorunun, sadece Kürtlerin değil, Türkiye’nin sorunu olduğunu ve diğer bir çok sorunun çözümünün de büyük ölçüde bu sorunun çözümüne bağlı olduğunu kabul etmeleri, insan hakları ve çağdaş demokrasi anlayışına uygun çözümler üretmek için çalışmaları gerekir. Türk aydınları,  “Anayasal vatandaşlık” gibi, asimilasyon politikalarını “meşrulaştırma”ya yönelik formüllerle vakit kaybetmemeli, kişinin kimliğini, mensup olduğu gruba aidiyetinin belirlediğini, grup kimliği tanınmadan, kişilerin kimliğinden söz etmenin fazla anlamlı olmadığı gerçeğini kavramalıdırlar.

 

Bazı güçlerin Kürt Halkını  ezdiği, kültürel varlığını yok etmeye çalıştığı, işsizliğe, yoksulluğa mahkum ettiği doğru bir tespittir. Ama bunda Kürtlerin ve özellikle Kürt aydınlarının hiç suçu yok mu ?

Kürt aydınları, ne istediğini bilmeyen mız mız çocuklar gibi sürekli sızlanıp şikayet  etmekten başka bir şey yapmıyorlar. Politika alanını, sistemle bütünleştiği her gün biraz daha açığa çıkan profesyonel Kürt politikacılarına bırakıyor ve büyük bir kısmı da bunların arkasından sürüklenip gidiyor. 

            Kürtler ve Kürt aydınları özeleştiri yapmak, neden bu duruma düştüklerinin sebeplerini ve kendilerinin hata paylarını araştırmak zorundadırlar. 

            Şu gerçek çok iyi bilinmelidir.

            Bir toplum, iç dinamiklerini harekete geçirmiyor, kendini yönetme becerisini gösteremiyor ve sürekli hata işleyen geri, yeteneksiz ve bilgisiz kadroların peşine takılıyorsa, şikayete hakkı olmaz ve ona kimse yardım edemez.

 

            Bayrak olayı, yakında  sahnelenmeye çalışılacak provokasyonların habercisidir.

            Soygun ve talan düzeninden beslenenler, AB yolunu torpillemek, Türkiye’nin demokratikleşmesini engellemek için bütün güçlerini ortaya koyacaklardır. 

            Türkiye’nin demokratikleşmesi, kalkınması, iç barışın ve istikrarın sağlanması için AB ile entegrasyonu isteyenlerin, provokasyonlara karşı dikkatli ve uyanık olmaları, onları etkisiz hale getirmeleri gerekir.

            Provokatörler en çok Kürt konusunu kullanmak isteyeceklerdir.  Bu nedenle Kürtler herkesten fazla dikkatli ve uyanık olmak zorundadırlar.

28.03.2005

Mehmet Ali Aslan

Azınlık

Azınlık, aşağılayıcı ve korkutucu bir kavram olarak toplumsal hafızamıza kazındı. Lozan Sözleşmesi, sadece gayrimüslim Rum, Ermeni ve Yahudileri azınlık olarak kabul etti. Diğerleri Türk’tü. Türkiye coğrafyasında, tek dile, tek kültüre dayalı bir Türk milleti yaratmak için asimilasyon politikası uygulandı.

Gayrimüslim azınlıkların asimilasyonu mümkün görünmüyordu. Onları da Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, sürgünler gibi uygulamalarla göçe mecbur edip bu coğrafyadan silmeye çalıştılar. Bunda büyük ölçüde başarılı da oldular. Ekonomimize büyük katkıları olan, sosyal hayatımıza renk katan ve kültürümüze seviye kazandıran bu vatandaşlarımızdan geriye bir avuç insan kaldı.

1915 trajedisini unutmadıkları için Ermenilere, Yunanistan’a olan düşmanlık nedeniyle Rumlara, antisemitizmin etkisiyle Yahudilere, medyada sürekli olarak hakaret edildi. Şoven milliyetçi hareketlerin, siyasi İslam’ın saldırı hedefi oldular.

Kurulu düzenin temsilcileri ve sözcüleri, Müslüman azınlıklara dönüp, “Sakın azınlık olduğunuzu söylemeyin. Onların akibetine uğrarsınız” diye gözdağı verdiler.

Oysa bu ayrımcı ve aşağılayıcı politikalara, medya saldırılarına karşı sessiz kalan, kısmen de katılan Müslümanların çoğunluğu da azınlıktı. Kürtler, Çerkezler, Çeçenler, Boşnaklar, Arnavutlar, Lazlar, Araplar, Aleviler ve diğerleri. Bunlar asimilasyon politikalarının hedefiydi. Direnişleri, şiddetle cezalandırılıyordu. Kimlikleri tanınmıyordu. Hiçbir kültürel hakları yoktu.Herkes Sünni Müslüman Türk olmayı kabul etmek zorundaydı. Hiç kimse “azınlık” olduğunu söyleyemezdi. Yasalar, “azınlık yaratma”yı ağır cezai yaptırımlara bağlamıştı. Resmi görüşe göre, Türkiye’de, Lozan’ın kabulü dışında, azınlık yoktu. Bunu “yaratmaya çalışan hainler”in yeri cezaevleriydi. Bu nedenle, azınlık kavramı, hep gayrimüslimlerle özdeşleşen, korkutucu, ürkütücü ve aşağılayıcı bir kavram olarak kabul edildi ve bu gruplara karşı, Müslüman halkın dini ve milli önyargılarını güçlendirdi.

Ulus-devletlerin sınırları içindeki azınlıklara uygulanan baskılar ve ayrımcı politikalar büyük tepkilere yol açıyordu. Bunların korunmasını sağlamaya yönelik uluslararası mekanizmalar oluşturulmaya çalışıldı. Bu bağlamda, Avrupa Konseyi iki önemli sözleşmeyi kabul etti.

Bunlardan biri, “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi”. Diğeri “Bölgesel Diller veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı”.

Türkiye, bu sözleşmeleri imzalamadı. Ancak Kopenhag Siyasi Kriterleri “Azınlıkların Korunması”nı da içerdiğinden, Türkiye bu sözleşmelere uymak zorunda.

AB İlerleme Raporu’nda, Kürtlerin, Alevilerin ve diğerlerinin azınlık oldukları ifade edilince, Türkiye’deki egemen güçler büyük bir korkuya ve paniğe kapıldılar. Azınlık tanımlaması, bu gruplara, hem kimliğin kabulünü (Kürt azınlık, Çerkez azınlık, Alevi azınlık gibi) hem de sözleşmelerde sözü edilen haklardan ve güvencelerden yararlanma hakkını sağlayacaktır. Yıllarca, Lozan’ın kabulü dışında azınlık olmadığını iddia eden, gerçeği ifade edenleri “bölücülük” ve “azınlık yaratma” suçlamalarıyla ağır şekilde cezalandıranlar, güçlü bir dış müdahaleye karşı çaresizlik içinde, içeriye dönük saldırıya geçtiler. Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu, ülkemizde örnekleri çok az görülen, bilim adamlığına yakışır bir cesaret ve dürüstlükle hazırladıkları raporda, soruna doğru ve objektif yaklaştıkları için, Başbakan’dan “sendikacı”sına kadar, sistemin bütün temsilcilerinin ve destekçilerinin saldırılarına uğradılar.

Oysa rapor, yasayla kurulmuş, Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumuna aitti. Sistem, işine gelmediği zaman kendi koyduğu yasaları hiçe sayıyordu. AB’ye gücü yetmeyenler, milliyetçi bir refleksle namuslu aydınları linç girişiminde bulunuyorlardı.

Bu şiddetli tepkiyi gösterenlerin kökeni araştırıldığında, yüzde 80’inden fazlasının Kürt, Laz, Çerkes, Çeçen, Boşnak, Arnavut vd… oldukları görülür. Türk milliyetçiliği adına, şoven bir anlayışla kendi kökenlerine düşman ve onu yok etmeye adeta programlanmış bu insanların, özel çıkar güdüsü yanında, içinde bulundukları ruh halinin de bir açıklaması olmalı.

Bütün bu unsurların, azınlık kavramına karşı çıkmaları, korku ve telaşa kapılmaları anlaşılır bir durumdu. Fakat Kürt temsilciliğine soyunan profesyonel Kürt politikacılarının da bunların safında yer almaları çok yadırgandı.Her zaman olduğu gibi, sisteme destek sunmak için mi, yoksa azınlıklarla ilgili uluslararası gelişmelere yabancı oldukları ve azınlık kavramının, gayrimüslim vatandaşlarımızla özdeşleşen o aşağılayıcı anlamına katıldıkları ve haksız önyargılara sahip oldukları için midir, bilinmez, bunlar da Kürtlerin azınlık olarak tanımlanmasına şiddetle karşı çıktılar. AB yetkililerine, Kürtlerin azınlık değil, devletin asli kurucu unsuru olduğunu iddia ettiler. Kimliği bile kabul edilmemiş bir toplumun, devletin asli kurucu unsuru olduğu iddiasını, aklı başında hiç kimse ciddiye almadı. Bunu, sisteme verilen bir destek olarak kabul etti.

Gerekçeleri farklı da olsa, Kürtleri azınlık olarak kabul etmeyen iddialar aynı sonuca varıyor. Kürt kimliğinin kabulünü ve Kürtlerin, azınlıklara tanınan uluslararası koruma mekanizmalarından yararlanmalarını önlüyor.

Türkiye’de 25’ten fazla azınlık mevcut. Bunlardan Kürtlerin ve Alevilerin, diğer azınlıklardan farklı bir durumu var. Bu iki azınlığın her biri 15 milyondan fazla. Türkiye nüfusuna oranla az, fakat bazı bölgelerde çoğunluk. Bir diğer özellik ise Kürtlerin binlerce yıldan, Alevilerin yüzlerce yıldan beri, bulundukları bölgenin yerleşik halkı olmaları.

Diğer etnik gruplar ise sayıları az, dağınık ve anavatanlarından, göçlerle, sürgünlerle Türkiye’ye gelmiş diasporalar. Bunlarla ilgili bir tehdit algılaması yok.

Fakat sayıları, kültürel özellikleri, coğrafi konumları bakımından, şartlar elverişli olduğunda, ulus-devletlerini kurabilecek yeterliğe sahip olan Kürtler, hep bir tehdit olarak kabul edildi. Varlıkları tanınarak, demokratik bir düzende yan yana yaşamak yerine, asimilasyon politikalarıyla eriterek bu “tehditten” kurtulma yolu seçildi. Bu da, sürekli bir çatışmaya neden oldu.

Bugün durum farklı. Milli pazarın ihtiyaçlarına cevap vermek için kurulan ulus-devletler, gümrük duvarlarının kalkmaya başladığı, bir dünya pazarının oluştuğu çağımızda, işlevlerini ve ekonomik altyapılarını yitirmeye başladı. Bu modelin yeniden inşasına çalışmak, tarihsel gelişmeye ters düşer. Yarısından fazlasının Türkiye’nin batısında olduğu ve AB ile entegrasyon hedefine sarıldığı Türkiye’deki Kürtlerin, ulus-devlet kurma arzusu bulunmadığı gibi, Ortadoğu’daki güç dengeleri hesaba katıldığında, bunun imkansız olduğu görülür.

Fakat, işlevlerini önemli ölçüde yitirmeye başlayan ulus-devletlerin ideolojisi olan milliyetçilik ve ulus-devletin üst kurumları, varlıklarını bir süre daha, inatla sürdürdükleri için çatışmalara yol açıyor ve entegrasyonu engelliyor. “Kürt tehdidi”, politik malzeme, baskı ve soygun düzeninin devamı için gerekçe olarak kullanılıyor. Oysa Kürt halkı, kendilerinin, Türkiye’nin diğer kesimleriyle entegrasyonunu sağlayacak, uluslararası koruma ihtiyacını ortadan kaldıracak demokratik bir düzenin özlemi içinde.

Azınlık statüsü geçicidir. Türkiye’de demokrasi bütün kurum ve kurallarıyla yerleşir, Türk kimliği bir alt kimlik olarak kabul edilir, “Türkiye” ise bütün etnik, dilsel, dinsel, kültürel farklılıkları içinde barındıran bir üst kimlik olarak anayasada yer alırsa, iç hukukun güvencesinde, bu kimliklerin kendilerini geliştirme ve ülke yönetimine katılma imkanları eşit olarak sağlanırsa, bunların uluslararası hukuk tarafından korunmaya ihtiyaçları kalmaz. Kimsenin azınlık duygusuna kapılmadığı demokratik bir düzende, azınlık statüsünden de söz edilmez.

Mehmet Ali Aslan
Kasım 2004

Not: Bu yazı Radikal Gazetesi eki Radikal2’de 21/11/2004 tarihinde yayınlanmıştır. http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=4087  bağlantısından ulaşabilirsiniz.

Ortak Akıl

                  “Kahramanlar”  ve  “kurtarıcılar”  ilkel toplumların ürünleridir. Bilgi teknolojisinin muazzam gücünü, parlak beyinlerin yaratıcı ve üretici yetenekleriyle birleştiren çağımızın kurumları, dünya politikalarını kendi toplumlarının çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için kıyasıya bir mücadelenin içindedirler. 

                  “Kahramanlar”dan, “kurtarıcılar”dan medet uman geri kalmış toplumlar ise ancak başkalarının çıkarlarına hizmet ederler. 

                  Bunu aşmanın tek yolu, rant kavgalarından uzak, yaratıcı  “ortak aklın”  rehberliğinde sorunlara çözüm aramaktır.  

                  Türkiye’deki Kürtler bu gerçeği kavramamış görünüyorlar. 

                  Şimdiye kadar kurulan siyasi partilerin yönetici kadroları, sistemin mantığını aşamamış, tabanın özlem ve taleplerine cevap verememiş, yeni politikalar ve çözümler üretmekten uzak kalmış ve halkı ezen ve giderek daha da yoksullaştıran bu düzene, dolaylı olarak destek sağlamışlardır. 

                  Oysa, bu tarihi dönemde, Kürtler, bir an önce sağduyuyu hakim kılmak ve  “ortak aklın” rehberliğinde, çağdaş gelişmelerle uyumlu bir mücadeleyi yürütmek zorundadırlar. Bu, bir varoluş sorunudur. 

                  Yeni parti kurma girişimlerinin sürdüğü bu dönemde, belki yararı olur, düşüncesiyle, HADEP ile ilgili birkaç yazıyı yayımlıyorum. 

                  Kimbilir, belki bunlardan yararlanmak isteyen birileri çıkabilir. 

                                                                                          

              28.10.2004                                                                                      Mehmet Ali Aslan

 

Yazılar:

  • HADEP Genel Kurulundan Beklenenler
  • Bildiri Önerisi
  • Karar Önerisi
  • HADEP Parti Meclisine Uyarı
  • İstifa Mektubu

İstifa Mektubu

HADEP GENEL BAŞKANLIĞINA

             Parti Meclisi üyelerinin önemli bir bölümü samimi arkadaşlarımdır. Bunlarla ortak anılarımız ve paylaştığımız değerler var. Diğerlerine de büyük önem veriyorum.

        Bugüne kadar, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı arkadaşlık ilişkilerimize gölge düşürecek hiçbir olay yaşanmadı ve olumsuz bir tavır görülmedi.

     Fakat politik ilişkilerde, özellikle aynı örgüt içindeki politik faaliyetlerde, aklın, bilimin, demokratik kuralların ve anlayışın gereklerine uygun bir birlikteliği yakalamamız mümkün olmadı. Bu, benim çok değer verdiğim arkadaşlık ilişkilerimizi de olumsuz etkiledi.

        Kanımca bunun nedeni, 1970’lerden bu yana, Türk Solunda ve Kürt Siyasal Hareketlerinde, demokratik anlayıştan uzak muhafazakar yapıların oluşması, yaratıcı ve bağımsız düşünen sosyalistlerin ve aydın Kürtlerin  “yabancı unsur”  olarak görülmeye başlanmasıdır.

         Şimdiye kadar, değişim umuduyla katıldığım örgütler ve politik yapılanmalar, farklı seslere ve davranışlara, kendi içlerinde oluşturdukları uyumu bozan bir hareket olarak baktılar ve buna karşı, psikolojik temelde toplu bir direnişe geçtiler.

       HADEP’in son Genel Kurul Toplantısından önce, arkadaşların Parti’de değişimi vurgulayan sözleri,  “HADEP Genel Kurulundan Beklenenler”  başlıklı yazıda açıkladığım fikirlerimle tam bir mutabakat halinde olduklarını açıklamaları, daha önceki deneylerin olumsuzluğuna rağmen, beni yeniden umutlandırdı. Bu nedenle Parti Meclisinde yeralmamı isteyen arkadaşların tekliflerini kabul ettim.

     Fakat Genel Kurul Toplantısından sonra, Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurulunun eski kadrolardan oluştuğunu ve eski anlayışın aynen devam ettiğini gördüm.

     Parti Meclisine sunduğum öneriler tartışılmadı bile. 60 kişilik Parti Meclisinin 59 üyesinden hiçbiri benim savunduğum fikirleri desteklemediği gibi, kendileri de Merkez Yürütme Kurulunun görüşünden bağımsız bir öneri sunmadı. Ama büyük çoğunluğu, kulislerde, haklı olduğumu söyledi.

    Parti Meclisi, fikirlerin tartışıldığı ve kararların alındığı bir parti organı olamadı. Toplantılarda,  bazen dozu sertleşen konuşmalarımın, arkadaşlıklarına değer verdiğim bir kısım Parti Meclisi üyelerinin gücenmesine ve darılmasına yol açması, beni de üzdü.

     Parti’nin gelişmesiyle ilgili çok önemli 3 konuda anlaşmamız mümkün olmadı.

    1- Tüzüğe göre karar organı olması gereken Parti Meclisi, bu işlevine sahip çıkmıyor. 59 Parti Meclisi üyesi,Parti Tüzüğü’nün kendilerine verdiği yetkiyi kullanmaktan çekiniyor ve görevlerini yapmıyorlar.

    Parti, Parti Meclisinin yetkilerini de kullanan ve hiçbir denetime tabi olmayan Merkez Yürütme Kurulunun keyfi yönetimine bırakılmıştır.

      2- Gerek parti içinde ve gerekse parti dışında olup partiye sempati duyanlar arasında, yeterli bilgi ve deneyime sahip değerli aydınlar vardır.

         Parti Merkez Yönetimi, bunları karar mekanizmalarının dışında tutup birer teknisyen olarak kendi emirlerinde çalıştırmak istiyor.

         Kişilik sahibi aydınlardan hiç birinin bu rolü kabul etmesi düşünülemez.

         Bu anlayışın sonucu olarak Parti, kendisini geliştirecek kadrolardan yoksun kalıyor. 

       3- Merkez Yürütme Kurulu, parti içindeki kadroların eğitilmesi ve gençlerin yönetimde yer alacak yetkinliğe kavuşması için gerekli olan bilimsel eğitim programlarını, parti dışındaki uzmanlara hazırlatıp uygulamaktan çekinmekte, mevcut kadroların muhafazasına çalışmaktadır.

     Eğitim çalışmalarının, eğitim formasyonu olmayan MYK üyelerine bırakılması, ciddi ve bilimsel bir eğitim programının uygulanmak istenmediğini göstermektedir.

       Diğer konularda da, yeterli bilgi ve deney birikimine sahip olmayan MYK üyeleri yetkili kılınmıştır.

      Partinin dışa açılması için, değişen ve gelişen dünyayla entegrasyonu sağlayacak politikalar ve projeler üretilmesi için, MYK dışında, komisyonlar oluşturulmasına ve bu komisyonlara uzman kişilerin davet edilmesine ait önerilerimiz de reddedildi.

         Bütün çalışma alanları MYK üyelerinin tekeline alınarak Parti dışa kapatılmıştır. Fakat MYK üyelerinin entelektüel düzeyi, bu çalışmaları çağdaş ve bilimsel bir anlayışla yürütmeye yetmediği için, Parti’de hiçbir gelişme olmuyor ve Parti atalete mahkum ediliyor.

         Parti’nin yerel teşkilatlarında ve yerel yönetimlerde yaşanan bütün sorunlar, Parti Genel Merkezinin politika anlayışından kaynaklanıyor. Bu anlayış değişmediği sürece, sorunların çözümünü bir yana bırakın, HADEP tabanı daha büyük yeni sorunları yaşayacaktır.

       Parti anlayışımızda, politik beklentilerimizde, halkın sefaletine ve Ortadoğu’daki Kürt trajedisine yol açan politikaları değerlendirmemizde önemli farklılıklar var.Bu önemli ve temel  farklılıklar, aynı örgüt çatısı altında birlikte çalışmamızı güçleştiriyor.

            Fikirlerimi ve bağlı olduğum değerleri yakından bilen sizlerin beni Parti Meclisinde yer almaya davet etmesi, benim de yaratılan değişim umudunu önemsemem bir hataydı.

            Parti Meclisinde, Meclisin uyumunu bozan  “yabancı unsur”  olarak görülüyorum.Nitekim Parti Meclisinin son toplantısının tarihi bana bildirilmedi. Bu nedenle katılmam mümkün olmadı. Parti Meclisi üyeleri de, benim yokluğumda, gerilimsiz ve uyum içinde bir toplantı yapma imkanına kavuştular.

       Hem benim ve hem de Parti Meclisinin sayın üyeleri bakımından, istifa etmem bir zorunluluk haline gelmiştir. İstifam, arkadaşlık ilişkilerimizi de, politik ilişkilerin ağır ve olumsuz baskısından kurtaracaktır.

            Bu nedenlerle HADEP’ten istifa ediyorum.

            Saygılarımla.

 10.05.2001                                                                                                  

 Mehmet Ali Aslan

        

HADEP Parti Meclisi Başkanlığı’na

             HADEP’in kurumlaşması ve gerçek anlamıyla bir “siyasi parti” haline gelebilmesi için, karar, yürütme ve denetim organlarının birbirlerinden bağımsız ve tüzükteki işlevlerine uygun olarak faaliyette bulunmaları gerekir.

            Bu organlardan birinin işlevine uygun olarak çalışamaması veya yetkilerini tamamen diğer organa devretmesi ve denetim mekanizmasının etkinliğini yitirmesi, HADEP’i bir yığın partisi  haline getirir. Bu da kendisine umut bağlayan milyonları düş kırıklığına uğratır.Çünkü kurumlaşmamış bir hareket, tabanın özlem ve taleplerine cevap veremez, sorunlarına çözüm üretemez.

            Bunun için HADEP’te, öncelikle tüzük hükümlerinin uygulanması gerekir.

            HADEP Tüzüğü 22. maddesiyle,Büyük Kongre’den sonra “en yüksek karar organı” olarak “Parti Meclisi”ni kabul etmiştir.

            Parti Meclisi  “partinin genel politikasını belirleyen bir karar organıdır.”

            Tüzüğün 25. maddesi, “en yüksek yürütme organı” olarak Merkez Yürütme Kurulu’nu kabul etmiştir.

            MYK, Parti Meclisi’ne karşı sorumludur.MYK üyeleri Parti Meclisince seçildiği gibi, onun tarafından görevden alınabilirler.

            MYK, Parti Meclisi’nin kararları doğrultusunda faaliyet gösterir.

            Bundan önce Parti Meclisi iki defa toplanmıştır. 4 gün süren bu toplantılarda yapılan konuşmalar ve verilen yazılı teklifler karara dönüşmemiştir.

            İlk toplantıda, yazılı olarak sunduğum teklifler üzerinde, bütün ısrarlarıma rağmen, herhangi bir tartışma açılmamış ve teklifler oya sunulmamıştır.Genel Başkan, tekliflerin MYK’de değerlendirileceğini  söylemekle yetinmiştir.

            Bu, Parti Meclisi’nin, tüzükteki tanıma uygun olarak en yüksek karar organı olma niteliğinde kabul edilmediğini ve sadece bir forum olarak kullanıldığını göstermektedir.

            Parti Meclisi, yetkilerini MYK’ye devretmiş görünmektedir. Benim dışımda, istisnasız bütün Parti Meclisi üyeleri de buna rıza göstermişlerdir.

            MYK fiilen hem karar organı ve hem de yürütme organı olarak faaliyet göstermektedir. Tüzüğün 27/a maddesindeki, MYK  “parti meclisinin kararlarını yerine getirir” hükmünün bir geçerliliği kalmamıştır.

            MYK, tüzüğün 21/b maddesine aykırı olarak 9 Genel Başkan Yardımcısı makamı ihdas ederek, MYK üyelerinin önemli bir bölümünün, bu konudaki anlaşılması güç arzularını tatmin etmiştir. Her biri de bir komisyon oluşturarak başkanlığını almıştır.

            a) Bunların içinde ekonomiyle ilgili bir komisyonun olmaması ilginçtir. Türkiye’nin AB’ye sunacağı 1050 sayfalık ‘ulusal belge’nin 800 sayfası ekonomiyle ilgilidir. HADEP Merkez Yürütme Kurulu’nun düşünce ve faaliyet alanında ise ekonomi yoktur.

            b) Genel Başkan Yardımcıları, ikisi dışında, şimdiye kadarki faaliyet alanlarına ve uzmanlıklarına yabancı olan konuları seçmişlerdir. İlk kez karşılaştıkları bu konularda, nasıl fikir ve politika üreteceklerdir ? Bunu anlamak güçtür.

            c) Komisyonlar dışa kapalı. Partideki dar bir kadronun bilgi ve deneyimi, bugün yaşamsal bir ihtiyaç haline gelen değişimi ve gelişimi sağlayacak düzeyde midir?

            d) Tüzüğün 21. maddesine göre “Partiyi Genel Başkan temsil eder”, “partiyi bağlayıcı açıklamalar yapabilir.”

            Bu yetkileri yalnız Genel Başkan kullanabilir.

            Oysa Genel Başkan Yardımcıları , tüzüğün bu hükümlerini ciddiye almamakta ve  “parti adına” konuştuklarını söyleyebilmektedirler.

            e) Parti Meclisi’nin  2. toplantısında, Genel Başkan Yardımcılarının sundukları raporlarda vahim hatalar vardır.

            Bir kısım Genel Başkan Yardımcılarının, ilk kez karşılaştıkları konularla ilgili terminolojiye bile yabancı oldukları görülmektedir.

            Bu durum Parti’nin ve daha önemlisi, parti tabanı ve ülkenin geleceği bakımından ciddi endişelere yol açmaktadır.

            HADEP tabanının önemli kesimi, açlık sınırında yoksulluğa mahkum edilmiştir.Önemli bir  kısmı, yerinden, yurdundan koparılmış, köydeki  topraklarını da bırakıp büyük şehirlerin varoşlarına sığınmışlardır.Eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksun olanların sayısı büyüktür.

            Etnik kimlikleri inkar ediliyor. Dilleri,müzikleri, kişiliklerini oluşturan kültürleri baskı altındadır.

            Birçokları, kanlı bir iç savaşta çocuklarını ve yakınlarını kaybetmiş, acılarını yüreklerine gömmüşlerdir.

            Bir kısmının çocukları ve yakınları cezaevlerindedir. F Tipi Cezaevleriyle bunların kişilikleri yok edilerek manevi bir ölüme terk edilmek isteniyor.Sistem, onlara, ancak maddi ve manevi ölüm arasında bir tercih hakkı tanıyacak yapılanmaya doğru gidiyor.

            Kiminin çocukları ve yakınları ise Türkiye dışında bir bekleyiş içindedir. İktidar, onların, demokratik sistemin bir unsuru olma taleplerini kabul etmiyor. Bölge ülkeleri ve bölgeye müdahil büyük güçler ise barışçı çözümler üzerinde değil, imha planları üzerinde konuşuyorlar. Bu durum, ana ve babaların korku ve endişelerini artırıyor.

            HADEP, tabanının bu talep ve özlemlerine cevap verebilecek mi? Sorunların çözümüne, en azından katkı sağlayabilecek mi? Bu soruların cevapları verilmelidir.

            Sorunlar büyüktür ve içiçedir. İlişkileri içinde, hepsini ele alıp bir çözüm paketi oluşturmak gerekiyor.

            Ne var ki, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında çeşitli güçler, çıkar grupları kıyasıya bir mücadelenin içindedirler.HADEP tabanının sorunlarının çözümü, bazı güç odaklarının ve grupların çıkarlarını tehdit ediyor. Bunlar, dünyanın ve bölgenin önemli güçleridir. Bunu aşmak imkansız değildir, ama güçtür.

            Bunun için yeterli bilgi ve deneyime sahip güvenilir kadrolara ihtiyaç vardır.Aksi takdirde, Ortadoğu’da oynanan satrancın bir piyonu olmaktan öteye gidilemez.

            HADEP, bu sorunların çözümünde umut bağlanan, ya da etkili olan tek örgüt değildir. Ama silahların sustuğu, barış ve demokrasi için mücadelenin ön plana çıktığı bu dönemde, HADEP’in önemi artmıştır. Barışın tesisi, zihinsel ve duygusal alanda bölünmüş olan Türkiye’nin bütünlüğünün sağlanması ve demokratikleşmenin önünün açılması, tabanı kadar, beyin kadrosu da güçlü olan bir HADEP olmadan başarılamaz.

            Güçlü bir HADEP’in üreteceği politikalar ve çözümler, Türkiye ve Türkiye dışındaki parti ve grupların karar mekanizmalarını da olumlu yönde etkiler. Parti’nin bilimsel inceleme ve araştırmaları, sahip olacağı bilgi kaynakları, diğer örgütlerin enformasyon ihtiyaçlarını da karşılar ve doğru kararlar almalarında etkili olur.

            Bugün dünyada ve bölgede, mevcut dengeleri değiştirecek önemde gelişmeler oluyor. Bu, Türkiye’yi ve HADEP tabanını da etkiliyor. Türkiye ise büyük bir kriz içinde. Kriz sadece ekonomik değil, siyasal, sosyal, kültürel, ahlaki… her alandadır.

            Kamuoyu ve HADEP tabanı, Parti’nin, bu gelişmeler karşısındaki tutumunu ve sorunlara önereceği çözümleri merak ediyor.Ama ne Parti Meclisi politika oluşturabiliyor ve ne de Merkez Yürütme Kurulu, kamuoyunu tatmin edecek bir açıklama yapabiliyor.

            Oysa HADEP, sorunlara uygulanabilir etkili çözümler üretmek, legal ve demokratik bir siyasi parti kimliği ile kitlelere güven vermek, halkın umudu olmak zorundadır. Bu, Türkiye’nin yeniden bir iç savaş ortamına sürüklenmemesi için şarttır.

            Barış, demokrasi ve insan hakları değerlerine dayalı legal mücadele başarısızlığa uğrarsa, kitleler barışçı ve demokratik yöntemlerden umut keserse, Türkiye yeni bir şiddet dalgasıyla derinden sarsılır.

            HADEP’in merkez kadrolarının sorumluluğu büyüktür. Bu sorumluluğa sahip çıkılmalıdır.Bu gün olduğu gibi, tüzüğe aykırı bir örgütlenme modeliyle, partinin gelişimi ve güçlenmesi bloke edilmemelidir. Kişisel hesaplardan ve beklentilerden uzak durulmalıdır.

            Bir Parti Meclisi Üyesi olarak HADEP tabanına karşı sorumluluklarım vardır. Bu sorumluluğun gereği olarak Parti Meclisinin ve MYK’nin Sayın Üyelerini uyarma zorunluluğunu duyuyorum.

            Parti Meclisi, tüzükte kendisine verilmiş olan görev ve yetkilerine sahip çıkacak mıdır?

            Merkez Yürütme Kurulu, Parti Meclisi’nin yetkilerini kullanmaktan, oluşturduğu modelden ve keyfi davranışlardan vazgeçip, tüzük hükümlerini uygulayacak mıdır?

            Bu soruların yanıtları “evet” ise,Parti gelişme yoluna girer.Bizler de, imkanlarımız ölçüsünde yardımcı oluruz.

            Yok eğer “bizim doğrularımız budur, bildiğimiz gibi yürürüz” denilecekse, o zaman bizim de bu oluşum içinde bulunmamızın nedenlerini yeniden sorgulamamız ve sorumluluğumuzun gereklerine uygun hareket etmemiz zorunlu hale gelir.

            Saygılarımla.

                                                                                                                           

09.03.2001   

Mehmet Ali Aslan                                                                                              

HADEP Parti Meclisi Üyesi

HADEP Genel Kurulu’ndan Beklenenler

            Kasım ayında toplanması kararlaştırılan HADEP Genel Kurulu,Kürtlerin ve aydınların önemli gündem maddesi olarak tartışılıyor.

            HADEP diğer bütün partiler gibi Siyasi Partiler Kanununa göre kurulmuş ve o çerçevede faaliyet gösteren bir siyasi partidir.

            Siyasi Partiler Kanunu,siyasi partileri,mevcut düzenin sadık unsurları haline getirmeyi amaçlayan bir düzenleme getiriyor ve bu çerçevenin dışına çıkan partilerin varlığına son vererek sisteme yönelen tehlikeleri önlemeye çalışıyor.

            Bu,HADEP dışındaki partiler için bir sorun yaratmıyor.Çünkü bu partiler,söylemleri düzene karşı da olsa,düzenin temel unsurlarına ve değerlerine karşı çıkmıyorlar,hatta bu değerleri paylaşıyorlar.

            Politika,iktidar bilimidir.Siyasi partiler,politik araçlardır ve amaçları iktidarı almak ya da iktidara ortak olmaktır.Sadece muhalefet etmek için siyasi partiler kurulmaz.İktidarı amaçlamayan ve bu nedenle asıl işlevinden uzak olan bu gibi örgütler kısa sürede yozlaşır,iktidarın yönlendirdiği menfaat gruplarına dönüşürler.

            Düzenin temel değerlerini benimsedikleri için,mevcut siyasi partilerin,düzeni koruyan iktidar gücüyle ciddi sorunları yoktur.Bugünkü merkeziyetçi bürokratik iktidarın alternatifi olacak sivil ve demokratik bir iktidarı oluşturma amaçları da mevcut değildir.Asıl işlevlerinden uzaklaştıkları için de birer menfaat grubuna dönüşmüşlerdir.Sistemin “demokratik vitrini” olma görevine karşılık rantlardan pay alıyorlar.

            HADEP’in  durumu farklıdır.HADEP, kimlikleri inkar edilen,yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum olan,baskı altındaki bir toplumun oluşturduğu partidir.Bu toplumun taleplerini dile getirmek,özlemlerine cevap vermek,sorunlarına çözüm üretmekle yükümlüdür.Varlık nedeni budur.Bu da sisteme entegre olmakla değil,bugünkü merkeziyetçi bürokratik iktidarın yerine sivil ve demokratik bir iktidarı oluşturmak için mücadele etmekle olur.

            HADEP bu işlevinden ayrıldığı ve sistemle mücadelesinde tereddüde düştüğü an,hem kendisini bitirir ve hem de Türkiye demokratik hareketine büyük zarar verir.Çünkü,HADEP’in sivil ve demokratik bir iktidarı oluşturma mücadelesi,Türkiye demokratik hareketinin ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli temel unsurudur.

            HADEP’in düzen partileriyle olan farkı,Genel Kurul Toplantısı’nı önemli kılıyor.Günümüz dünya,bölge ve Türkiye konjonktüründe bu toplantı daha da büyük önem kazanıyor.

            Kişisel çıkar beklentileri olmayan aydınlar ve halk,”HADEP’in,tabanının özlem ve taleplerine cevap verecek,Türkiye ve bölge sorunlarına gerçekçi ve uygulanabilir çözümler üretecek,demokratik hareketin temel unsurlarından biri haline gelip Türkiye’deki demokratik mücadelenin öncülüğünü yapacak bir güce ve kimliğe kavuşması için neler yapılabilir?” sorusunun yanıtını arıyorlar.

            Doğru bir yanıt bulabilmek için bugünün dünyasında belirleyici olan önemli bir olguya kısaca değinmekte yarar vardır.Çünkü bu bilinmeden ve dikkate alınmadan yapılan değerlendirmeler yanlış olur.

 

            K ü r e s e l l e ş m e 

            Küreselleşme,bilimsel ve teknolojik devrimin yarattığı bir sonuç.Bilgi çağının doğal ve kaçınılmaz sonucu.

            Ulus-devlet döneminin,toplumları birbirinden ayıran sınırları kalkıyor ve Dünya bir köye dönüşüyor.Yeni dönemin,eskisinden farklı kavramları,değerleri oluşuyor.Artık eski dönemin düşünce kalıplarıyla bugünü anlamak mümkün olmuyor.

            Küreselleşme,bir olgu.Önlenmesi mümkün olmayan bir gerçek.Bu gerçekliği kabullenmek gerekiyor.

            Küreselleşme şu veya bu ülke,şu veya bu grup ve sınıf açısından ne iyi,ne de kötüdür.Kim ki,küreselleşmeyi yaratan bilgi çağının gereklerine uygun davranır,bilgiyi bir güç ve bir mücadele silahı olarak kullanabilirse,o,küreselleşmeden yarar sağlar.Kim ki,gelişmelerin dışında kalır ve eski düşünce kalıplarıyla dünyayı ve olayları değerlendirmeye devam ederse,küreselleşmeden büyük zarar görür.

            Küreselleşmeden,başlangıçta,diğer güçlere oranla daha örgütlü olan,bilgi kaynaklarına sahip ve bilgi iletişim teknolojilerini daha iyi kullanan uluslar arası sermaye yararlandı.Ülkeler ve sınıflar arası gelir dağılımındaki farklar daha çok arttı.Zenginler daha zenginleşti.Yoksullar daha çok yoksullaştı.Dünya finans piyasalarına egemen birkaç uluslar arası şirket,Uzakdoğu’dan Rusya’ya ve Türkiye’ye kadar,bir çok ülkede,büyük ekonomik krizleri yaratabilecek ölçüde etkinlik kazandılar.

            Unutmamak gerekir ki,küreselleşmeden önce de,uluslar arası ekonomik düzen,gelişmemiş ülkelerden gelişmiş ülkelere kaynak transferine imkan sağlıyordu.Bugün biraz daha hızlandı.Ama bu,geçici bir durumdur.Biz,henüz küreselleşmenin başlangıcındayız.

            Küreselleşmeden zarar gören ülke,sınıf ve gruplar,bilgi çağının araçlarını iyi kullanır, enternasyonalist dayanışmayı ve birlikte mücadeleyi sağlayacak yeni örgütlenme modelleri yaratırlarsa,dünya ekonomisinin,zenginlerin ve gelişmiş ülkelerin yararına olan bugünkü gelişmesini,farklı bir alana yönlendirebilir,kalkınmayı ve adil bir gelir dağılımını sağlayacak uluslar arası bir ekonomik sistemi oluşturabilirler.

            Bilgi iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle,insanlar bilgiye daha çabuk ulaşır oldu.Bilgi kaynaklarına sahip olma ve bundan yararlanma tekeli yıkılmaya başladı.İnternet ile Dünyalılar arasında sınırsız bir iletişim ağı kuruldu.Birçok alanda devletlerin denetimi etkisiz hale geldi.Farklı mücadele ve örgütlenme yöntemleri ortaya çıktı.

            Örneğin,Seattle’den Prag’a,Dünya Bankası ve IMF gibi uluslar arası ekonomik kuruluşların toplantılarını engellemeye çalışan küreselleşme karşıtı gruplar, İnternet aracılığıyla,dünyanın dört bir yanından gelip eylem alanında toplanmayı ve birlikte hareket etmeyi başardılar.

            Geçenlerde,bazı ABD şirketlerinin sitelerine giren bir bilgisayar korsanının verdiği ekonomik zarar,Türkiye’nin bir yıllık turizm gelirinden fazlaydı.

            Dünyadaki bütün gerilla örgütleri bir araya gelse,Pentagon’a sızıp bir belgeyi ele geçiremezler.Ama çok iyi bir bilgisayar korsanı,Pentagon’un bilgisayar ağlarına sızıp en önemli gizli bilgileri alabilir.

            Bu örnekleri,bilgi çağı araçlarının önemini belirtmek için veriyorum.Kuşkusuz,bu araçlar yıkıcı değil,yapıcı ve yaratıcı amaçlar için kullanılmalıdır.

            Artık insanların e-mail adresleri,ev ve iş adreslerinden daha gerçek ve daha önemli hale geliyor.Sanal Dünya’nın önemi ve boyutları her geçen gün daha da artıyor.

            İktidarlar,hoşlarına gitmeyen gazete,dergi ve kitapları toplatma ya da dağıtımını engelleme imkanlarına sahiptirler.Ama bilgisayardaki sitelerden ve web sayfalarından yayımlanan haberlere ve fikirlere müdahale imkanından yoksundurlar.

            Küreselleşme iki önemli gelişmeye yol açıyor.Bir yanda uluslar üstü birliklerin oluşmasına,diğer yanda ulus-devlet kalıbının cenderesinde ezilen etnik,dinsel vd.. kimliklerin kendilerini serbestçe ifade etmelerine ve gelişme imkanlarına kavuşmalarına imkan sağlıyor.Bütünleşme ve özgülleşme diyalektik bir bütünlük içinde ulus-devlet kalıplarını parçalıyor.Doğal olarak buna bağlı kavramlar,düşünce kalıpları ve değerler önemlerini yitiriyor.

            Sömürülen sınıflar,baskı altıdaki halklar,her zamankinden daha fazla enternasyonalist dayanışma ve işbirliği imkanlarına ve araçlarına sahip oluyorlar.

            İnsan hakları,devletlerin içişleri olmaktan çıkmış ve ihlal eden ülkelere uluslar arası güçlerin müdahalesi meşruluk kazanmıştır.

            En önemlisi,bir evrensel hukuk sisteminin oluşması ve bunu uygulayacak uluslar arası mahkemelerin kurulmasıdır.

            Bizler 1920’lerin,50’lerin,80’lerin dünyasında yaşamıyoruz.Bilimsel ve teknolojik gelişmeler başdöndürücü bir hızla ilerliyor ve bu ekonomik,politik,sosyal,eğitim ve kültür gibi bütün alanlarda,olumlu ya da olumsuz,önemli yapısal değişimlere yol açıyor.Eski dünyanın düşünce kalıplarından ve alışkanlıklarından kurtulup,içinde yaşadığımız yeni dünyayı şekillendiren gelişmeleri anladığımız ölçüde başarılı olabiliriz.

            ‘Bu,HADEP Genel Kurul Toplantısına nasıl yansımalı?’ sorusuna yanıt vermeden önce,Türkiye’nin durumunu tespit etmekte yarar vardır.

 

            T ü r k i y e’ n i n   D u r u m u

            Türkiye,dünya ortalamasının altında üretiyor.Milli geliri düşük.Bu düşük milli gelirin dağılımı ise “adaletsiz” sözcüğü ile ifade edilemeyecek kadar korkunç.Bir tarafta,çirkin ve mide bulandırıcı bir tüketim azgınlığı,diğer tarafta çöplüklerden  ekmek kırıntıları toplayan aç insanlar.

            Milli gelirden,nüfusun en fakir % 20’lik grubu % 4,9 pay alırken,% 20’lik zengin grubu % 57 pay alıyor.DPT,ülkede yaklaşık 17 milyon insanın açlık ve yoksulluk sınırında olduğunu açıklıyor.1,5 milyon kişinin günlük geliri 1 doların (665.000 TL) altında ve bunlar açlık sınırında yaşıyor.

            Bölgesel farklılıklar da aynı ölçüde büyük.Kişi başına düşen milli gelir Kocaeli’de 7.501 dolar iken,Ağrı’da 827 dolardır.Bir doların altındaki gelirle açlık sınırında yaşayan nüfusun Doğu ve Güneydoğu’daki oranı % 14’tür.

            Gelir farklılıkları gittikçe de artıyor.Bir yıl öncesine göre çiftçiler % 13,3,memurlar % 10,8,işçiler % 12 yoksullaştı.

            İşsizlik % 12 boyutlarında.Türkiye’de yatırımlar durmuş.Bu nedenle istihdam artmıyor.1999 yılında 35.609 kişi işini kaybetmiş.Gizli işsizliği de dikkate alırsanız korkunç bir tablo ortaya çıkar.

            Büyük sanayi kuruluşlarının kârları,üretimden değil,faizlerdendir.500 büyük sanayi kuruluşunun 1998 yılı kârlarının % 87,7’si faizlerden,yani bizlerin ödediği vergilerle karşılanan faizlerden sağlanmış.Sadece % 4,6’sı üretimden oluşmuş.

            Türkiye’nin altyapı tesisleri çökmeye başladı.Enerji açığı hem üretimi olumsuz etkiliyor,hem de ülke karanlığa gömülüyor.Enerji açığını kapatmak için 6 milyar dolar yatırıma ihtiyaç var.Bu para bulunamadı.Ama batık bankaların devlete maliyeti 8 milyar dolardır.Bu para siyaset,mafya,işadamı üçlüsünün,hepimizin gözü önünde açıkça oluşturdukları bir düzenle iç edildi.Bunların bir kısmının Sayın Sezer’den önce Çankaya’da oturan zatın yakın akrabaları olmaları ve “aile fotoğrafı”nda yer almaları,daha fazla açıklamayı gereksiz kılıyor.

            Susurluk olayını örtbas eden sistem,Susurluk kahramanlarına parlamentoda yer veriyor.

            Siyasi tutuklu ve hükümlülerin can güvenliği bulunmazken,mafya babaları,her türlü konforun bulunduğu cezaevlerinde ya da siyasetçi ve işadamı takımının arasında en itibarlı kişiler olarak yer alıyorlar.

            Bu mafya düzenin sürdürülmesi için 22.000 tetikçi,yani kiralık katil ve kiralık katil adayı,aramızda dolaşıyor.

            Düzen kendi kültürünü,kendi değerlerini yaratıyor.Ülkemizdeki medyanın düzeysizliğine,TV programlarının bayağılığına hangi ülkede rastlayabilirsiniz.Türkiye’nin 20 ilinde sinema,40 ilinde tiyatro yok.

            Türkiye’de nüfusun % 17’si okuma yazma bilmiyor.Güneydoğu’da ise bu oran % 34. Okuma yazma bilmeyen kadınların oranı Diyarbakır’da % 53,Şırnak’da % 73’dür.2000-2001 eğitim ve öğretim yılında Güneydoğu’da 3.500 köy okulu kapalıdır.Bölge çocukları alfabeyi bile öğrenemeyecekler.

            Genel olarak eğitim düzeyi düşük ve her geçen gün daha da düşüyor.Her yıl yüzbinlerce genç Üniversite kapısından dönüp işsiz ve umutsuz kitlelerin arasına katılıyor.Eğitim düzeyi düşük üniversiteleri bitirenler de aynı kaderi paylaşıyor.Bunların çoğunluğu,Doğu ve Güneydoğu’dan.

            Yarattığı büyük rantlar uğruna ülkemizin doğası yağmalanıyor ve çevre tahrip ediliyor.Çarpık kentleşmelerin yarattığı sorunlar nedeniyle yaşam kalitesi her gün biraz daha düşüyor.

            Çocuk ve kadın istismarı yüz kızartıcı boyutlara ulaşmış,acil çözüm bekliyor.

            Türkiye bir hukuk devleti olmaktan uzak,çoğu zaman ve çoğu alanda yasalar bile uygulanmıyor.İcranın ve İdarenin eylem ve işlemlerine keyfilik hakim.Parlamento ise kendi işlevine uygun faaliyet gösteremiyor.

            Cumhurbaşkanı Sayın Sezer’i istifaya zorlamak isteyenler ve ayıplayanlar,buna neden olarak Sayın Sezer’in hukuka ve anayasaya bağlılığını ileri sürüyor ve bir hukuk adamı gibi hareket etmesini gösteriyorlar.Hukuka bağlılık ve bir hukuk adamı gibi davranmak suçlama nedeni oluyor.İktidar bloğunun ve iktidar vitrininde yer alanların durumunu bundan daha veciz olarak açıklayabilecek başka bir örnek gösterilebilir mi?

            Ceza muhakemesi alanında ikili bir yapı sürdürülüyor.Ceza Muhakemeleri Kanununun çağdışı sayılan hükümleri değiştirildi.Çağa uygun değişiklik hükümleri hırsızlık,cinayet,rüşvet,irtikap gibi adi suçlara uygulanıyor.Çağdışı olduğu kabul edilen,evrensel hukuk normlarına ve Türkiye’nin imzaladığı uluslar arası sözleşmelere aykırı olduğu için değiştirilen eski hükümler,Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görev alanındaki siyasi suçlara uygulanıyor.Adi suçlular,siyasilere göre daha imtiyazlı bir konumdadırlar.

            Bir dağ başında,silahlı bir militana ekmek veren bir köylü,işkenceyle adam öldürmeye sebebiyet veren bir güvenlik görevlisinden daha fazla cezaevinde kalıyor.

            İnfaz sistemi ise  siyasi tutuklu ve hükümlüler bakımından,cezadan beklenen amacın dışında farklı bir amaçla uygulanmak isteniyor. Tutuklu ve hükümlüyü “kişiliksizleştirmek”,  kişiliğini yok etmek için çalışılıyor.

Siyasi tutuklu ve hükümlüler,dünya ve ülke hakkında fikirleri olan insanlardır.Mevcut

düzene,toplumun genel menfaatlerine aykırı olduğu iddiasıyla başkaldırmışlardır.Bu fikirleri doğru ya da yanlış olabilir.Ama şunu kabul etmek gerekir ki,bunlar düşünen ve toplumsal yarar için özveride bulunan ve bulunmaya hazır olan insanlardır.Cezaevlerinde bunlara,kendilerini geliştirecek,geçmiş deneyimlerini ve fikirlerini soğukkanlı bir şekilde gözden geçirebilecek imkanlar verilmelidir.Bu,sadece onlar bakımından değil,Türkiye’nin menfaatleri bakımından da gereklidir.Onlar,ülkemizin fikir hayatına katkı sağlayabilir ve sorunların çözümüne yardımcı olabilirler.

            İnfazın amacı kişiliksizleştirmek değil,kişiliğin daha da geliştirilmesini sağlamak olmalıdır.Ama ne yazık ki iktidar bu anlayıştan uzak görünüyor.Genel bir afla hepsini salıverme yerine,F tipi cezaevleriyle bu politikayı daha etkin olarak uygulamaya çalışıyor.

            Türkiye,üyeliğe aday ülke olarak AB’nin bekleme odasındadır.AB’ye giriş için zorunlu olan Kopenhag siyasi kriterlerine uygun düzenlemeleri yapma ve AB’ye taahhütlerini yerine getirme kararlılığında görünmüyor.Yasalarında idam cezası bulunan bir ülkenin AB’de yer alamayacağı bilindiği halde,bu çağdışı cezanın kaldırılması için adım atılmıyor. Halkın % 80’i AB’ye girmek istediği için açıkça buna karşı çıkılmıyor.Fakat çeşitli yöntemlerle Türkiye’nin AB’ye girişi engellenmeye çalışılıyor. 

            Türkiye, BM,Avrupa Konseyi,AGİT gibi uluslar arası örgütlerin üyesi olarak imzaladığı sözleşmelerin çoğu hükümlerine uymuyor. 

            Bu tabloyu yaratan,iktidarların,bugüne dek değişmeden sürdürdükleri politikalardır.Katı merkeziyetçi bürokratik sistem,Sünni Müslüman ve Türk kimliği dışında,hiçbir kimliğin ifade edilmesine izin vermemiş ve farklı kimlikleri yok etmeye çalışmıştır.

            Bunun yarattığı sonuç ise onbinlerce ölü,yüzbinlerce yaralı,binlerce faili meçhul cinayet,binlerce tahrip edilen ve boşaltılan köy,göçe,yoksulluğa,sefalete mahkum edilen milyonlarca insan.Ve de yukarıda resmedilen tablo.

            Bütün bunların nedeni olarak PKK’nin son yıllardaki silahlı hareketi gösteriliyor.Fakat PKK’nin ortaya çıkışından önce de aynı sorunların yaşandığı unutuluyor.Bu tablonun oluşmasında iktidarların sorumluluğu ise tartışılmıyor.

            Şimdi iç barışın ve demokratikleşmenin önünde engel olarak gösterilen şiddet hareketlerine son verildi.PKK,demokratik düzenin bir unsuru olma iradesini açıkladı.

            Bu,Türkiye için,iç barışın,demokratikleşmenin ve kalkınmanın sağlanması için muhakkak kullanılması gereken önemli bir fırsat ve şans.Şimdiye kadar hiçbir ülkede,bu kadar etkili bir silahlı hareket,barış ve demokrasinin tesisi için,tek taraflı olarak savaş alanından çekilmemiştir.Bunun önemini ve değerini iyi takdir etmek gerekir.

            Oysa iktidar,buna,silahlı hareketin çıkışına neden olan politikaları aynen sürdürerek cevap veriyor.PKK’lileri ya yok etmek,ya da teslim alıp kişilikleri yok edilmiş birer itirafçı olarak aramıza salmak istiyor.Toplumsal ve hukuki güvenceler sağlayarak,kapsamlı bir genel afla onların aramıza katılmasını,toplumsal barışın sağlanmasını ve her alandan şiddetin dışlanmasını,ister görünmüyor.

            Toplumda çeşitli etnik,dinsel vd.. gruplar vardır.Bu farklı gruplardan birine olan aidiyet kimliği oluşturur.Türk,Kürt,Sünni,Alevi.. gibi. Bu nedenle de kimliklerimizi belirleyen aidiyetlerimizdir.Ait olduğumuz grubun kimliği tanınmadan,ferdi kimliğimizin tanındığını söylemenin hiçbir anlamı yoktur.Çünkü kimliği oluşturan,o grubun varlığı ve bizim o gruba olan aidiyetimizdir.

            Son zamanlarda,Batı’nın baskısıyla,kimlik sorununu çözme zorunluluğunu duyan iktidar,”ferdi kimlik” gibi garip,”anayasal vatandaşlık” gibi sınırları belirsiz kavramlar ortaya atarak durumu kurtarmaya çalışıyor.Oysa kimliği,grup kimliğini tanımadan ve grup aidiyetinden soyutlayarak kabul etmenin hiçbir anlamı yoktur ve bu çare değildir.

            Türkiye’de iç barışı sağlamanın ve demokratikleşmenin önündeki engelleri kaldırmanın ilk şartı farklı kimliklerin kabulüdür.Ancak,şoven milliyetçi tavırlarıyla tanınan hükümet ortağı iki parti ve kararlarda belirleyici olan asker-sivil bürokrasi,farklı kimlikleri tanıma niyetinde görünmüyorlar.MHP daha da ileri giderek toplumu kendi milliyetçi ideolojisine uygun olarak şekillendirmek için,devlette kadrolaşmayı sürdürüyor ve devlet mekanizmasını ele geçirmeye çalışıyor.

           

            T ü r k i y e  b u  d u r u m a   n a s ı l    g e l d i ?

            Türkiye Cumhuriyeti asker-sivil bürokrasi tarafından ulus-devlet olarak kuruldu.Tek dile,tek kültüre.. dayalı bu modeli oluşturmak için asimilasyon politikaları uygulandı. Anayurtları Türkiye dışında olan Arnavut,Boşnak,Çerkez … gibi etnik unsurlar asimile olmayı kabul ettiler.Hatta Türk’ten fazla Türk olarak devlet yönetiminde de etkili oldular.

            Binlerce yıldır aynı topraklarda yaşayan ve büyük bir nüfus sayısına,oranına ve yoğunluğuna sahip Kürtler ise asimilasyon politikasına direndiler.Onlar,etnik kimliklerini korumak ve geliştirmek istiyorlardı.Devlete egemen güç ise bu kimliği yok etmeye çalışıyordu.

            Devlete egemen güç,asimilasyon politikasını uygulamakta,Kürtler ise buna direnmekte ısrar edince,bölge kanlı çatışmalara sahne oldu.Yüzbinlerce insan öldü ve yaralandı.Bölge ve buna bağlı olarak Türkiye,sahip olduğu ekonomik,sosyal ve kültürel potansiyelini kullanamadı,geri kaldı.

            1960 sonrası gelişen demokratikleşme hareketi,devlete egemen gücü endişelendirdi. Bunu önlemek için provokasyonlara girişildi.1980’lere doğru ise bu provokasyonlar Güneydoğu’da yoğunlaştı.İnsanlar  çırılçıplak,köy meydanlarında,çoluk çocuklarının gözleri önünde dövüldü.İşkenceler,baskılar,tutuklamalar yoğunlaştı.Askeri darbeler birbirini izledi. Bölge,hiçbir insan hak ve hürriyetinin olmadığı keyfi bir baskı rejimiyle yönetildi.

            Bu,yeni bir isyana,bir Kürt isyanına ortam hazırlama girişimiydi.Nitekim çok geçmeden de gençler silah alıp dağa çıktılar.

            “Namlunun ucuyla konuşmaktan başka çareniz ve seçeneğiniz yoktur” der gibi,Kürt sorununun çözümü için legal alanda mücadele etmek isteyen,barıştan ve demokrasiden yana olanlar da susturuldu ve legal faaliyet alanı kapatıldı.

            15 yıllık savaşın Türkiye’ye maliyeti,30 bini aşkın ölüyle,100-150 milyar dolarla ifade ediliyor.Oysa bütün bunları aşan bir başka yönü üzerinde,toplumun bugün geldiği noktadaki çürümüşlüğü üzerinde fazla durulmuyor.

            Bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felaket iç savaştır.Farklı etnik gruplardan komşuyu komşuya,eşleri birbirine düşman eden böyle bir olgu,bütün insani değerleri yok eder,kişileri ve toplumu insani özünden koparır.

            Savaş,devleti ve kurumları içine kapanmaya iter.İçine kapanan kurumlar denetlenemez olurlar.Denetimden uzak kurum,kendi içinde yolsuzluklar üretir.Dışarıdan kurduğu ilişkilerle mafyalaşma süreci başlar.Mafya grupları oluşur.Bunlar devlet mekanizmasını da etkilerler.Devlet mekanizmasının içindeki işbirlikçileriyle birlikte bir soygun ve talan düzeni oluştururlar.

            Böyle bir düzende,her türlü yaratıcılık ve üretim durur.Ekonomi geriler,eğitim düzeyi düşer ve kültür yozlaşır.Hem toplum ve hem de o topluma mensup insanlar,dünyanın gözünde saygınlıklarını ve itibarlarını yitirirler.Dışarıda,pasaportlarının ağırlığı altında ezilirler.

            Ne yazık ki Türkiye’nin geldiği nokta budur.Sorunlar belli,bunları çözmek gerekiyor.

            Ama nasıl? Hangi güçle,hangi yöntemlerle ve hangi araçlarla?

 

            İ k t i d a r   o l g u s u

            Sorunların temelinde iktidar olgusu var.Küreselleşme çağında,halen ulus-devlet kalıplarına ve kavramlarına sıkı sıkıya bağlı katı merkeziyetçi bürokratik bir iktidar Türkiye’yi yönetiyor.Dünyanın bir köye dönüşmeye başladığı çağımızda, dışa açılmayı engelliyor.Kimliklerin kendilerini serbestçe ifade edip gelişme imkanlarını bulduğu bu dönemde, farklı kimlikleri yok etmeye çalışıyor. “İç düşman” yaratmadaki yetenek ve deneyimiyle,ülkemizi bir savaş alanına çeviriyor.Üretmeyen,ama müsrif bir devlet mekanizması,adaletsiz bir gelir dağılımı ve büyümeyen bir ekonomi bu iktidarın eseridir.Bilgi çağında,1930’ların,40’ların insanını yaratmaya çalışan bir eğitim sistemini uygulayan,çok kültürlülüğe karşı çıkıp,egemen kültürün de yozlaşmasına sebebiyet veren,hukuku sindiremeyen bu iktidardır.

            Özetle bu iktidar,yapısıyla,ülkeyi yönetme anlayışıyla ve benimsediği değerlerle çağın gerisinde kalmıştır.Ülkeyi çağın gereklerine uygun olarak yönetememektedir.Türkiye böyle bir iktidara layık değildir.Bu,değişmelidir.

            Ama nasıl?

            Toplumların,ihtiyaçlarını karşılayacak bir düzenin sürdürülebilmesi için iktidar gücüne ihtiyaçları vardır.Bu,totaliter,teokratik veya demokratik olabilir.Ama hangi nitelikte olursa olsun,iktidarlar bir ihtiyacı karşılıyor.

            Bir iktidarı yıkarsanız,onun yerine bir başka iktidarı yerleştirmeniz gerekir.Yoksa toplumda kaos doğar.Bu,en kötüsüdür.Zaten iktidar boşluğu uzun süreli de olmaz.Bu boşluk bir başka güç tarafından doldurulur.Ama bu, eski iktidar dönemini de aratan,yeni bir düzen anlayışını getirebilir.

            Bu nedenle,bir iktidar alternatifinin oluşmasını amaçlamayan,sadece iktidarı yıkmaya yönelik çabalardan olumlu sonuçlara varmak mümkün değildir.O zaman,bir iktidar alternatifinin nasıl oluşturulabileceğini iyi tespit etmemiz gerekir.

            İktidarlara yönelik eleştiriler,genellikle tepkiseldir.Tepki hareketleri,ancak siyasal bir hareketin programı çerçevesinde değerlendirilirse yararlı olabilir.Yalnız başına tepkisel hareketler,iktidar veya başka bir güç tarafından,kendi amaçları doğrultusunda kullanılabilir.Kişi ve örgütler,farkında olmadan,amaçlarına ve anlayışlarına aykırı güçler tarafından kullanılma durumuna düşebilirler.

            İktidar alternatifini oluşturmak,yukarıda sözü edilen tepkisel muhalefet hareketlerinden farklıdır.Bu,olumluluğu ifade eder.Ülke yönetimine talip olmayı,yönetme yeteneğine ve araçlarına sahip olmayı gerektirir.

            “Bu iktidar ülkeyi yönetemiyor.Ancak,biz bu ülkeyi yönetiriz.Bunun için gerçekçi ve uygulanabilir çözümler içeren programımız,projelerimiz vardır.Bunları uygulayabilecek bilgiye,deneyime ve yeteneğe sahip inançlı kadrolarımız ve de büyük bir halk desteğimiz mevcuttur” diyebilen,her alanda yan kuruluşlara ve örgütlü halk desteğine sahip olan kararlı bir siyasi partiyle bu sağlanabilir.

            Bunu söylemek gerekiyor.Ama bu yetmiyor.Programın,projelerin,sorunlara çözüm önerilerinin,üretilen politikaların açıklanması,geniş platformlarda tartışılması ve büyük halk kitlelerince de kabul edilip benimsenmesi gerekir.Bu da ciddi ve bilimsel bir çalışma,araştırma ve inceleme sonucunda ortaya çıkar.

            Ayrıca,bunları uygulama yeteneğine sahip kadroların olması ve bu kadroların da başarılı yönetim örnekleriyle birlikte anılır olması gerekir.Özellikle,yerel yönetimlerde.

            Bütün bu açıklamalardan sonra,”HADEP Genel Kurulu ne yapmalıdır?” sorusuna,daha kolay yanıt verilebilir.

 

            HADEP  G e n e l  K u r u l u   n e   y a p m a l ı d ı r ?

            HADEP Siyasi Partiler Kanununa göre kurulduğu için,Genel Kurul,yasaların koyduğu sınırlar içinde kararlar almak durumundadır.Örneğin,”Kürt Halkı” kavramını kullanmak partilerin kapatılma nedenidir.Yasak kavramları kullanamazsınız.Ama iyi formüle edildiği takdirde,yasak kavramlar kullanılmadan da her fikri ifade etmek mümkündür.

            HADEP,yasalar yasakladığı için değil,tabanının özlem ve taleplerine uygun hareket ettiği ve de gerçekçi olduğu için Türkiye’nin bütünlüğünü savunmakta ve sorunlara Türkiye’nin bütünlüğü içinde çözüm aramaktadır.

            Yani yasallık ve Türkiye’nin bütünlüğünü savunmak konusunda kimsenin tereddüdü olmamalıdır.Kuşkusuz,Genel Kurul Kararları bu çerçevede oluşturulacaktır.

            HADEP Genel Kurulu,bütün bu sorunların çözümünün,mevcut merkeziyetçi bürokratik iktidarla mümkün olamayacağını,kendisinin oluşturduğu veya kendisinin de katıldığı sivil ve demokratik bir iktidarla mümkün olacağını açıklamalı ve bunu vurgulamalıdır.

            Genel Kurul,açıkça,tereddütsüz ve kesin bir kararlılıkla iktidara talip olmalıdır.

            “Bu ülke bizim.Edirne’den Van’a,Sinop’tan Mersin’e,bu ülkenin her karış toprağında bizim emeğimiz,bizim alın terimiz var.Bu ülkenin sahibi bizleriz.Üretmeden sadece çalan,kişisel çıkarları için ülkenin doğasını ve bütün maddi değerlerini yağmalayan,insani değerlerden ve çağın güzelliklerinden yoksun olan bir küçük azınlığın etkinliğine son vereceğiz.Birbirimizin kimliğine saygılı olarak,eşitliğe,sevgiye dayalı,insanların çağdışı kurumların etkisinden ve şartlanmalardan kurtulduğu,paylaşmanın hakça olduğu,bilimin rehberliğinde ve bilgi çağının gereklerine uygun,üretken,adil bir düzen kuracağız.Bunda kararlıyız ve muhakkak başaracağız.” demelidir.Hem de yüksek sesle ve vurgulayarak.

            Bu,bir seferberliği gerektirir.Bütün kadroların,araçların ve kaynakların bu hedef için seferber edilmesini, Parti’nin bu amaca kilitlenmesini gerektirir.Ancak bundan sonradır ki, alınacak kararlar,sorunlara getirilecek çözümler bir anlam kazanır.

            Genel Kurul kararlarında, Parti’nin dünyaya açılma iradesinin açıklanması ve bunun gerçekleşmesini sağlayacak yöntem ve araçların belirlenmesi gerekir.

            Yukarıda açıklanan Türkiye tablosu iç karartıcıdır.Bu,kötümser oluşumuzdan değil, gerçeği olduğu gibi ifade edişimizden kaynaklanıyor.

            Bu tablonun değişmesi lazım.

            Büyüyen bir ekonomi,sınıflar ve bölgeler arası adil bir gelir dağılımı,sosyal adaletin ve sosyal güvenliğin olduğu bir refah toplumu,devletin ve toplumun şiddetten arındırılması,hukuk devletinin oluşturulması,çalışanların çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi,kadınların ve çocukların sömürülmesine son verilmesi,İnsan hakları, azınlık hakları,ekonomik ve sosyal haklarla ilgili olarak devletin imzaladığı uluslar arası sözleşme hükümlerinin uygulanması AB.ye giriş ve Kopenhag siyasi kriterlerine uygun düzenlemelerin yapılması,sağlık,eğitim,kültür,çevre ve diğer konularda,HADEP Genel Kurulu doğru tespitler yapıp çözüm önerileri sunmalıdır.

            Ancak bunu,önümüzdeki kısa dönemde ayrıntılı olarak hazırlamak mümkün değildir.Genel Kurul,bütün bu konularda genel ilkeleri ortaya koyup,oluşturacağı çalışma gruplarını,gerçekçi ve uygulanabilir çözümler üretmek,politikalar tespit etmekle görevlendirebilir.

            Ancak,en önemli sorun olan Kürt sorunu hakkında Genel Kurul görüşünü ve tavrını açıkça ortaya koymalıdır.

            Kürt sorununun bütün sorunlara bir önceliği vardır.Çünkü bu sorunların hepsi,şu veya bu şekilde,iktidarların bu soruna yaklaşımından kaynaklanmış,uyguladıkları politikaların sonuçları olarak ortaya çıkmıştır.Soruna,çağdaş gelişmelere uygun,barışçı ve demokratik bir çözüm bulunmadıkça,diğer sorunların çözümü de mümkün olmayacaktır.

            Sorunun çözümü için “demokrasi” reçetesi verenlerin sayısı çok fazla.Fakat ya ayrıntıya girilmiyor,ya da ayrıntı belirsiz kavramlarla ifade edilip “demokrasi” kavramı anlaşılmaz hale geliyor ve asıl anlamından saptırılıyor.Oysa bunun netleşmesi,demokrasi kavramını teşkil eden unsurların farklı yorumlara imkan vermeyecek kesinlikte tanımlanması gerekir.

            Demokrasinin iki temel unsuru vardır.Çoğulculuk ve katılımcılık.

            Kısaca tanımlamak gerekirse,

            Çoğulculuk,toplumdaki etnik,dinsel,kültürel… bütün grupların kimliklerinin tanınması ve kimliklerini geliştirme imkanlarının sağlanmasıdır.

            Katılımcılık ise,bütün vatandaşların,fert olarak,ya da grup aidiyetleriyle,kendileriyle ilgili kararlarda söz sahibi olmaları ve yönetime katılabilmeleridir.

            Türkiye pratiğinde,demokrasinin bu iki temel unsurunun anlamı,Kürt kimliğinin kabulü ve ademi merkeziyetçi sistemin uygulanmasıdır.

            Şu gerçek net olarak bilinmelidir.Bu iki unsurun olduğu yerde demokrasi vardır.Olmadığı yerde demokrasi yoktur.

            Kimlik,grup kimliğidir.Çünkü gruplara aidiyetler,kimlikleri meydana getirirler.Grup aidiyetlerinden soyutlanmış kimlik olmaz.

            Ademi merkeziyetçilik ise,Edirnelilerin,Diyarbakırlıların,Adana ya da Trabzonluların yerelde kendilerini yönettiği ve merkezi iktidara da ortak olduğu bir yönetim sistemidir.

            Bu da net olarak bilinmelidir.Bürokratik merkeziyetçi bir sistemin demokrasi ile ilgisi yoktur.Demokrasi, ancak ademi merkeziyetçi bir sistemle oluşturulabilir.

            Kürtçe TV yayınına,özel eğitime izin vermek,kimlik sorununu çözmez.Pratikte de fazla önemli değildir.Çünkü bunlar,devletlerin yasaklamasına rağmen,bugünkü teknolojiyle, sınır ötesinden de yapılabiliyor. 

            Kimliğin tanınması,bütün kimlik özelliklerinin yaşam alanı bulmasıdır.Ve bu çok kültürlü bir yapının oluşması,ülke bütünlüğünün daha sağlam temellere oturması sonucunu yaratır.

            Ademi merkeziyetçiliğin de yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması projesiyle karıştırılmaması gerekir.Ademi merkeziyetçilik,merkezi iktidarın denetiminde olmakla beraber “yerel iktidar” olgusunun yaratılmasıdır.

            HADEP Genel Kurulu net bir tavır almalı.Sistem partilerinden farklı olan görüşlerini, ve çözüm önerilerini kamuoyuna açıklamalıdır.

 

            “K ü r t”   i m a j ı

            Siyasi partilerin imajı önemlidir.İmaj,programların,tanıtım faaliyetlerinin kamuoyunca değerlendirilmelerini ve halk desteğinin sağlanmasını,olumlu ya da olumsuz olarak etkiler.

            Bir partinin imajını,kendisi mi,yoksa dışındakiler mi oluşturur?

            Kuşkusuz,parti programının,açıklamalarının,faaliyetlerinin ve tabanının bunda payı vardır.Ama baskın olan,belirleyici olan kendi dışındaki unsurlardır.FP.nin islamcı,CHP.nin Atatürkçü,MHP.nin milliyetçi imajı gibi HADEP.in de Kürt imajı adeta toplumsal kabul görmüştür.Kamuoyu onları böyle değerlendirdiği için,kendi iradeleri dışında,bu imaj oluşmaktadır.

            HADEP ile ilgili “Kürt” imajının oluşmasında,tabanında Kürtlerin yoğun oluşu,Kürt sorununa öncelik vermesi önemli etkenlerdir.Kadro sorunundan kaynaklanan nedenlerle,Türkiye’nin bütün sorunlarına sahip çıkmada yetersiz kalması  bu imajı güçlendirmiştir.

            Tek tipliliği dayatan düzenin ideolojisine karşıt olarak,çok kültürlü bir toplum gerçeğini hatırlatan bu imaj,düzenin egemenlerini rahatsız edebilir.Ama HADEP’i rahatsız etmemeli ve HADEP bundan çekinmemelidir.

            Sorumluluğunun bilincinde olarak,ırk,dil,din,mezhep ve kültür farkı gözetmeksizin, Türkiye’nin ve bütün Türkiyelilerin sorunlarına sahip çıkarak,insani bir anlayışla,gerçekçi ve uygulanabilir çözümler üreterek bu imaja olumlu anlamlar kazandırabilir ve her yerde,her alanda kendisinden saygıyla söz ettirebilir.HADEP’in başarıları,düzenin tek tipliliğe dayalı totaliter ideolojisinin de iflasına yol açar.

            Öyle görülüyor ki,önümüzdeki dönemde,HADEP’in “Kürt” imajı daha çok kuvvetlenecektir.Bu,Parti’nin bu imajı daha çok güçlendirme isteğinden değil,medyanın,düzen partilerinin,şoven milliyetçi çevrelerin, kamuoyunu,Öcalan,PKK ve Kürtler konusunda şartlandırmasından,bunlarla ilgili sorunları duygusal alana taşıyıp bezirganlığını yapmalarından kaynaklanıyor.Böyle bir ortamda,bilimsel ve mantıklı her açıklama ve her çözüm önerisi büyük bir tepkiyle karşılanıyor,”Kürtçülük”,”bölücülük”,hatta “vatana ihanet” ile suçlanıyor.Bu toz duman içinde,gerçekleri anlatmak,Türk Halkına ulaşmak güçleşiyor.

            HADEP,demagogların,şoven milliyetçilerin ve siyaset bezirganlarının şamatasına kulak asmamalı.Türkiye’nin,Türk Halkının ve bütün Türkiyelilerin yararına olacak siyaset gerçeklerini ifade etmekten ve çözümler önermekten geri kalmamalıdır.

            Bu sorunlardan biri,Öcalan hakkında verilen idam kararının infazıyla ilgilidir.

            Öcalan’ın ABD tarafından yakalanıp Türkiye’ye tesliminden sonra,Öcalan ve PKK’nin açıklamaları ve kararları,ülkede iç barışa ve demokratikleşmeye kapıları açan yeni bir dönem başlattı.

            Bu olay,toplumun kendisini sorgulamasına vesile teşkil etmeliydi.Büyük bir yarar sağlayacaktı.Ama olmadı.

            Verilen idam cezasının infazı için,bazı şoven milliyetçi gruplarla,bundan siyasi rant elde etmek isteyen politik çevreler,halkın duygularını istismar ederek,kin,nefret ve intikam duygularını topluma egemen kılmak istiyorlar.

            Oysa ülkemizin her zamankinden fazla iç barışa,istikrara ve huzura,halkımızın her zamankinden fazla karşılıklı sevgiye,saygıya ve dayanışmaya ihtiyacı vardır.Toplumumuz, kin,nefret ve intikam duygularından arındırılmalıdır.Bu,hepimiz için yaşamsal bir sorundur.

            İdamın,hukuki ve ahlaki bakımdan çağdışı bir ceza olduğu ve artık uygar ülkelerin yasalarında bulunmadığını herkes bildiği için bu yönü üzerinde durmuyoruz.

            Öcalan’ın kişiliğinden kaynaklanan toplumsal barış ile ilgili yönü,Türkiye için yaşamsal önemdedir.

            Öcalan’ı herkes farklı değerlendirip,hakkında farklı sıfatlar kullanabilir.Bu,ayrı bir konudur.

            Ama ortada,iyi ya da kötü değerlendirmelerin dışında,herkesin kabul ettiği bir gerçek vardır.

            Bugün,dünyada hiçbir hareketin lideri için insanlar kendilerini yakmazlar.Oysa Öcalan için birçok kişi kendini yaktı.Bu dile kolay.İnsanların,kendi kişiliklerine karşı uyguladıkları uç noktada bir şiddet.Böyle bir inanç ve bağlılık her türlü şiddetin davetçisidir.

            Bunu,aklı başında hiç kimse onaylayamaz.Ama insanı dehşete düşüren,ürperten ve toplumun geleceği bakımından endişeye sevk eden bu olaylar birer gerçek.

            Yarın Öcalan’ın cezasının infaz edildiğini farz edelim.Bu hem,bugün savaş alanından çekilen PKK’nin tutumunu etkileyebilir,hem de kendisini yakmaya hazır fanatik insanlar ve gruplar,PKK’nin de denetiminin dışına çıkarak,büyük bir şiddet dalgasını yaratarak toplumsal yıkıma yol açabilirler.

            İdam cezasının infazı konusu ,Öcalan’ın kişiliğini aşarak ülkemizin iç barışı ve huzuruyla ilgili önemli bir sorun haline gelmiştir.

            Türkiye’nin eskisinden de kötü bir şiddet dalgasının içine düşmemesi,önceki dönemden geriye kalan maddi ve manevi varlığını da yitirmemesi,kardeş kanının akmaması, çocuklarımızın geleceklerinin kararmaması ve Türkiye’nin gelişmiş ülkeler arasında yer alabilmesi için idam cezasının kaldırılması gerekir.

            Diğer önemli sorun ise cezaevlerindeki siyasi tutuklu ve hükümlülerle,dağlardaki ve yurt dışındaki PKK militanlarının durumudur.

            Bunlarla ilgili iki özellik göz ardı edilmemelidir.

            Öncelikle,bu gençler ülkemizin çocukları,bizim çocuklarımızdır.Bunlar düşman değil,toplumumuzun en dinamik,en aktif unsurları,kopması mümkün olmayan bir parçası ve de geleceğidir.Bunları,kurda kuşa yem ettirmememiz,topluma kazandırmamız gerekir.

            Onlar,haksız ve adaletsiz olduğunu ileri sürdükleri bu düzene,onun bütün kurumlarına,hatta abileri ve babaları olan bizlere de isyan ettiler.

            Bu,doğru ya da yanlış olabilir.Ama biz de kendi sorumluluk payımızı hiç tartışmadık. Sadece onlar itham edildi,yargılandı ve suçlu bulundu.

            Bu suçluluk değerlendirmesi de ceza kanunlarının sınırları içine hapsedildi.

            5-10,hatta yüzlerce kişi birlikte suç işleyebilirler.Suçun tanımı ve verilecek ceza bellidir.Mahkemeler sanıkları yargılayıp karar verirler.

            Ama bir olaya binlerce,onbinlerce kişi katılmış ve hareketleri milyonlarca insanın desteğini sağlamışsa,ortada ceza kanunlarına göre değil,siyaset biliminin kurallarına göre değerlendirilecek ve siyaset araçlarıyla çözülebilecek bir olay vardır.Olay siyasidir.Sorunu da siyaset çözecektir.

            İç barışı ve demokratikleşmeyi sağlayacak siyaset araçları kullanılmaz,olay ceza kanunu çerçevesinde bir suç ve ceza olayı gibi görülürse,Türkiye bugün düştüğü çıkmazdan kurtulamaz.Bu,Türkiye’yi soyan bir avuç mafya babası,işadamı ve siyaset bezirganının dışında,herkese büyük zarar verir ve topluma felaket getirir.

            HADEP Genel Kurulu,Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve kalkınmasının önünde büyük engel teşkil eden bu sorunlar hakkındaki görüşlerini ve çözüm önerilerini kamuoyuna açıklamalıdır.

            Bu,bütün siyasi partilerin ve siyasi kurumların görevidir.Görünen o ki,bunların hiçbiri bu dikenli sorunların üzerine gitmeyecektir.Görev “Kürt Memet”e düşecektir.HADEP Genel Kurulu bu görevi yerine getirmelidir.

            Ancak,medya ve bazı çevrelerin olumsuz tavrı yanında,alınacak kararların,yapılacak açıklamaların formülasyonu,siyasi partiler kanunu bakımından sorun yaratabilir.

            Siyasi Partiler Kanununun yorumu iki türlü olabilir.Kanunu lafzıyla dar anlamda yorumlamak.Ya da hukukun genel kurallarına,uluslar arası sözleşme hükümlerine ve demokratik hayatın icaplarına göre yapılan geniş yorum.Bunu,yasal yorum,hukuki yorum olarak da tanımlamak mümkündür.

            HADEP yasal bir parti olarak,elbette ki yasalara aykırı hareket etmeyecektir.Ama yasaların,hukuka uygun olmayan sübjektif yorumlarına kendini bağlı sayarak hareket alanını da daraltmamalıdır.HADEP,kararlarında,açıklamalarında ve faaliyetlerinde,yasaların hukuka uygun objektif yorumunu dikkate almalı ve bu çerçeve içinde hareket etmelidir.

            Bu,yasaların dar yorumuna göre değerlendirme yapan bazı yasa uygulayıcılarının görüşleriyle çelişebilir.Bu,bir risk yaratabilir.HADEP bunu göze almalıdır.

            Aslolan hukuktur ve yasaların hukuka uygun yorumudur.Bunda tereddüt edilmemelidir.

            Bütün bunlar HADEP’in iradesi dışında,medya ve bazı çevrelerin toplumda yarattığı şoven milliyetçi ortamda “Kürt” imajını daha da güçlendirecektir.Ama HADEP Genel Kurulu bundan çekinmemeli,Türkiye’nin yararına olan kararları almalıdır.

            Mevcut düzeni değiştirmek için iktidara talip olan bir siyasi partinin yönetici kadroları,moral değerlere,siyasi etike bağlılık,yeterli bilgi ve deneyim birikimine sahip olmanın yanında,gerektiğinde olayların üzerine cesaretle gidebilmelidirler.

 

            K a d r o    s o r u n u

            Kararlar,soyut kurallardır.Onları uygulayanların anlayışlarına ve yeteneklerine göre bir anlam kazanırlar.Bu nedenle seçilecek yönetici kadroların büyük önemi vardır.HADEP, olumlu ya da olumsuz,alınacak kararlara ve seçilecek yönetici kadrolara göre şekillenecektir.

            Partiyi yöneteceklerin,çağın gelişmelerini kavrayan,ülke sorunlarını bilen ve bunlara çözüm üretebilecek bilgiye,deneyime ve düşünme yeteneğine sahip kişiler olması gerekir.

            Yalnız başına bu özellikler yetmiyor.Bu kişiler,moral değerlere bağlı,insani değerlere bağlı ve sistemin ayartıcı ahlaksız tekliflerine karşı direnecek güçte olmalıdırlar.

            HADEP,bilgili ve deneyimli yeterli kadrolara sahip olamamaktan yakınıyor.Bazı aydınlar,teselli olarak,düzen partilerinin de aynı durumda olduğunu ve bunun önemli bir sorun olmadığını ileri sürüyorlar.

            Düzen partilerinin benzer durumda oldukları bir gerçek.Ama bunun HADEP bakımından önemli bir sorun olmadığı iddiası yanlıştır.

            Düzen partilerinin,demokrasi vitrininde yer almak ve rantları paylaşmak dışında önemli bir amaçları yoktur.Devlet mekanizmalarının her kesiminde,üniversitelerde,ekonomik, sosyal ve kültürel kurumlarda yer alan kurulu düzenin kadroları,aynı ideolojiyi ve yönetim anlayışını paylaştıkları siyasi partilerin kadro ihtiyacını karşılıyorlar.Düzen partilerinin,fikir ve politika üretmek ve kendi kadrolarını yetiştirmek gibi bir kaygıları ve zorunlulukları yoktur.Zaten kendi kadrolarıyla devleti yönetme girişimleri,gerçek iktidar tarafından tepkiyle karşılanıyor.

            HADEP’in durumu ise farklıdır.O,bu düzeni değiştirmek için iktidara taliptir.Hukuka ve demokratik kurallara uygun olarak iktidara geldiği ya da iktidara ortak olduğu zaman,mevcut düzenin değişmesini ,yeni düzenin kurulmasını ve sürdürülmesini sağlayacak kadrolara ihtiyacı olacaktır.Bu kadroları hazır bulamaz.Kendisi bulmak ve yetiştirmek zorundadır.Bu hazırlığın önceden yapılmış olması gerekir.Parti’nin başarılı olup olmaması buna bağlıdır.

            Kaldı ki,bu sadece iktidarda değil,HADEP’in iktidar alternatifi olabilmesi için,muhalefette de gereklidir.

            Kadrolarda iki önemli özellik aranacaktır.

            Bunlardan biri,moral değerlere bağlılıktır.Hayatı yanlışlarla dolu ve halen o yanlışları sürdüren veya maddi değerlere öncelik veren insanları,belli bir yaştan sonra değiştirmek güçtür.Kuşkusuz bunları tamamen dışlayamazsınız.Ama bunlara yatırım yapmak,zaman ve kaynak israfı olur.

            İkinci özellik,yeterli bilgi ve deneyime sahip olmaktır.HADEP kadroları bu eksikliği duyuyorlar.Bunu gidermek güç değildir.Parti içi eğitimle bu eksiklik giderilebilir ve Parti, ihtiyacı olan yetişmiş ehliyetli kadrolara sahip olabilir.

            Genel eğitim ve kültür alt yapısına sahip,fakat siyaset bilgisi ve kültürüne yabancı,deneyimsiz,HADEP üyesi ve sempatizanı olan büyük bir genç kitle vardır.Bütün partililere verilecek genel eğitim yanında,bu kitle için özel bir eğitim programı uygulanmalıdır.Bunlara,genel siyaset bilgisi ve kültürünü kazandırmak,çalışma yöntemlerini öğretmek,parti faaliyetlerinde görevlendirerek deneyimlerini artırmak ve ayrıca özel dallarda ve alanlarda uzmanlaşmalarını sağlamak gerekir.

            Eğitim programının başarı şansı,öncelikle,öğretim kadrosunun düzeyine ve niteliğine bağlıdır.Parti,kendi içindeki kadrolarla böyle bir eğitim programını uygulamaya kalkarsa, kesinlikle başarısız olur.Eğitim faaliyeti marjinal unsurların denetimine girerse,hareket bundan büyük zarar görür.

            Hiçbir örgüt,kendi düzeyini aşan bir öğretim kadrosuna sahip değildir.Eğitim de örgütün ve örgüt üyelerinin düzeylerini yükseltmek,kendilerini aşmalarını sağlamak için yapılır.Bu nedenle,öğretim kadrosunun,dışarıdan ve özellikle kendi uzmanlık dallarında yeterlilikleri olan üniversite öğretim üyelerinden temin edilmesine çalışılır.

            Üniversitelerdeki birçok demokrat öğretim üyesinin,bu konuda HADEP’e yardımcı olmak istediği bilinmektedir.Ancak bunun sağlanması HADEP’in yaklaşımına ve kuracağı ilişkilere bağlıdır.

            Eğitim programının, çağdaş anlayışa uygun ve her alandaki ihtiyaçları karşılayacak nitelikte olması gerekir.Dar ideolojik kalıplardan ve birtakım hazır bilgileri aktarmaktan uzak, slogancı olmayan,bilgi iletişim teknolojilerini iyi kullanmayı,bilgiye ulaşma yöntemlerini ve düşünmeyi öğreten bir eğitim sistemi olmalıdır.

            Halk desteğine sahip siyasi partilerin resmi kuruluş tarihleri yeni de olsa,bunların çoğunluğu,Cumhuriyet döneminden önceye dayanan siyasi mücadele ve geleneklerin devamıdır.CHP ve FP gibi.

            Bu devamlılığı sağlayan,tarihi bilincin,geleneğin ve toplumsal hafızanın taşıyıcısı olan

kadrolardır.

            Büyümek ve gelişmek isteyen her siyasi hareket dışa açılmak ve bünyesine yeni unsurları almak zorundadır.Ancak hareket,bilincin,geleneğin taşıyıcısı ve tarihsel planda toplumsal hafızaya sahip kadroları dışlar,bu özelliklerden yoksun yeni unsurlara teslim olursa,o hareket devamlılığını,kişiliğini ve gücünü kaybeder.Gelecek,geçmişin üzerine kurulur.Geçmişini inkar eden veya ondan kopan bir hareketin geleceği olmaz.

            HADEP Genel Kurulu kadroların seçiminde,yüzyılı aşan bir tarihsel bilincin,oluşan geleneğin ve toplumsal hafızanın Parti’de temsiline önem vermek durumundadır.

            Barışı,demokrasiyi,sosyal adaletin ve sosyal güvenliğin olduğu bir refah toplumunu isteyen herkes,HADEP’in bu kongreden,kendisinden beklenen işlevi yerine getirebilecek güçlü bir yapılanmayla çıkmasını istiyor ve başarılı olmasını temenni ediyor.

         10.2000                                           Mehmet Ali ASLAN

Temel Yapısal Değişim

Türkiye; sınıflar ve bölgeler arası gelir farklarının uçuruma dönüştüğü, uygulanan asimilasyon politikaları nedeniyle ilan edilmemiş bir iç savaşın yaşandığı, işkencenin, faili meçhul cinayetlerin yaygınlaştığı ve can güvenliğinin bulunmadığı, demokrasiye karşı olan baskıcı ve merkeziyetçi yönetimlerin işbaşında olduğu, ileri sanayileşmiş ülkelere sürekli kaynak aktaran, milli geliri düşük, geri kalmış bir Üçüncü Dünya ülkesidir.

Türkiye, bu çağdışı geri düzenden nasıl kurtulabilir? Barışa, demokrasiye, insan haklarına, halkların eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği ve mutluluğu ilkelerine dayalı, adil, demokratik bir refah toplumu nasıl kurulabilir?

Mevcut düzenin kuralları ve kurumları, toplumun çağdaşlaşmasının önündeki en büyük engeldir. Bir sistem oluşturan bu kurallar ve kurumlar bütününün, kendi içinde kendini yenilemesi, kendini aşması ve çağdaşlaşması mümkün değildir.

Bu nedenle değişimi, düzen ile bütünleşen sosyal güçlerin, düzenin biçimlendirdiği kurumların, düzeni ifade eden düşünce sisteminin dışında aramak gerekir.

Emekçi halk kitlelerine ve düzenin değerler sistemini kabul etmeyen, ona karşı çıkan etnik gruplara ve aydınlara, baskıdan, yoksulluktan, acı ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen bu düzenden kurtulmak, ancak “temel yapısal değişim” ile, çağdaş değerlere dayalı bir düzen oluşturmakla mümkündür.

“Temel yapısal değişim” programları önerildiğinde, insanlar genellikle bu program ve önerileri, mevcut düzenin kuralları içinde ve onun kurumlarına göre değerlendiriyorlar. Çözümü yine mevcut kurumlardan bekliyorlar. Bu, toplumun ve eğitim sisteminin yarattığı şartlanmalardan kaynaklanıyor.

Toplumun, egemen sınıf ve katmanların değerler sistemini ve ideolojisini benimsemiş olması, kendi değerlerine yabancılaşması, düzene muhalefet eden güçlerin ve örgütlerin ise eski düşünce kalıplarına bağlılıkları ve dünyadaki hızlı değişime uyum sağlayamamaları, değişimi güçleştiriyor.

Bu nedenle, temel yapısal değişimin gerçekleşmesi için öncelikle insan düşüncesinin, mevcut düzenin kalıplarından, alışkanlıklarından, şartlanmalarından kurtulması ve bağımsızlaşması gerekir.

Düzene muhalefet eden güçler ve örgütler, öncelikle, dünyayı egemenliği altına alan ve düzenin de temellerini oluşturan yeni sağ ideolojiye ve düzenin yerleşik değer yargılarına karşı, düşünce alanında yaygın ve etkili bir mücadele vermelidirler.

Egemen güçlerin değerler sisteminde ve bugünkü baskıcı, sömürücü kurumların yapılanmalarının temelinde, şoven milliyetçi ideolojinin önemli yeri vardır. Bu ideolojinin etkileri önemli ölçüde yok edilmedikçe, toplumsal ve kişisel yaşamın her alanından önemli ölçüde silinmedikçe, mevcut düzeni halk yararına değiştirmek mümkün değildir.

Bu mücadele verilirken, bugün başarısızlığı kanıtlanmış dogmalardan ve düşünce kalıplarından uzak durmak; demokrasi, barış, insan hakları, halkların eşitliği ve kardeşliği gibi çağdaş değerlere, evrensel değerlere dayanmak gerekir.

Temel yapısal değişimi sağlayacak olan halklardır. Onların, emeği ile geçinen sınıf ve tabakalarıdır. Bilgi ve becerilerini mevcut düzenin hizmetine sunmayan ve onun değerlerini benimsemeyen çağdaş aydınlardır.

Örgütsüz halk, başkalarının çıkarları için rahatça yönlendirilebilen bir yığındır. Halkın örgütlenmesi gerekir. Fakat halkın örgütlenmesi kolay olmuyor. İki yönden gelen engel ve baskılarla karşılaşıyor.

1- Düzen, iktidar ve muhalefetiyle bir bütündür. Bir düzenin sürekliliğini sağlamak sadece iktidar gücüyle mümkün değildir. Faşizm dışında bütün düzenlerin, kendi sınırları içinde faaliyet gösteren muhalefete ihtiyaçları vardır.

Düzenin çerçevesini aşan, onun değerler sistemine ve temel dayanakları olan kurumlara yönelik muhalefet hareketleri ise düzeni tehdit ettikleri için, bunlara karşı “etkisizleştirme” önlemleri alınır.

Etkisizleştirmenin bilinen klasik yöntemi ise; düzenin temel değerlerine ve temel dayanaklarına yönelen muhalefet hareketlerinin yerini, sert ve çarpıcı sözlerin, sol ve sosyalist terminolojilerin ardına gizlenmiş biçimsel muhalefet hareketlerinin almasına yardımcı olmaktır.

Bu şekilde, halkın düzene karşı gelişen tepkilerinin hedefi saptırılmış ve düzenin temel değerleriyle, temel dayanakları olan kurumlar korunmuş olur.

Bu, “muhalefet alanlarını kapatma” ve “hedefleri saptırma” hareketleri, sadece legal alanlar ve örgütler için uygulanmaz, illegal alanlar da aynı müdahaleye hedef olurlar.

Düzen ne kadar baskıcı ve sömürücü ise illegaliteye ve şiddete dayalı muhalefet alanları ve örgütlenme ihtiyaçları da o oranda artar. Düzen için bu alanları kapatmak ve hedef saptırmak da o ölçüde yaşamsal önem kazanır.

İllegal veya silahlı örgütler denetlenebildiği ölçüde, düzen için önemli sorun yaratmazlar, hatta bir bakıma düzeni sürdürmenin gerekçesi olurlar. Bugün iktidarın PKK karşısındaki telaşı; bu örgütün silahlı olmasından, silahlı eylemlerde bulunmasından değil, devletin denetleme gücünü aşmış olmasından ileri geliyor.

Egemen güçlerin bu muhalefet alanlarını kapatma ve hedef saptırma istekleri her zaman başarılı olmaz. Karşısındaki gerçek muhalefet güçleri, yeterli bilgi ve deney birikimlerine sahiplerse, onlara bu fırsatı vermezler. İnisiyatif kendilerinde olur. Düzeni temelden sarsacak ve halk yararına değişimi sağlayacak emin adımları atarlar.

2- Düzenin genel olarak muhalefet hareketlerini etkisizleştirme çabaları yanında bir de illegal örgütlerin, halk muhalefetinin legal alanda örgütlenmesini güçleştiren müdahaleleri var.

Devletin resmi görüşü dışında kalan bütün düşüncelerin ve inançların yasaklandığı veya baskı altına alındığı bir ülkede, bu düşünce ve inançların yeraltına kayması, illegal olarak örgütlenmesi doğaldır. Bu nedenle, düzenin temel yapısal değişimini isteyen örgütler genellikle illegal konumdadırlar.

İllegalitenin halk kitleleriyle bağlantı kurması çok güçtür. Ayrıca bu tür örgütlenmelerin parlamento, yerel yönetimler gibi kurumlardan doğrudan doğruya yaralanma ve seçim gibi mekanizmalarla halkoyunu etkileme imkânları yoktur.

Türkiye gibi demokratikleşme sürecinin sık sık kesintiye uğradığı ve demokratikleşmenin hukuksal ve toplumsal güvencelerinin oluşmadığı ülkelerde, legal ve illegal yöntemler ve örgütler birlikte bulunurlar.

Demokratikleşmenin gelişme dönemlerinde legal örgütler, demokratikleşmenin kesintiye uğradığı dönemlerde illegal yöntemler ve örgütler ön plana geçer ve etkili olurlar.

Kuşkusuz amaç, demokrasinin bütün kural ve kurumlarıyla kurulması, demokratik güvencelerin oluşması ve tam özgür bir ortamda illegal çalışmaya ve örgütlenmeye ihtiyaç kalmamasıdır.

Fakat bu oluşuncaya kadar, her iki yöntem ve örgüt tipi bir gerçeklik olarak birlikte bulunacaklardır. Esasen bu ikili yapıyı yaratan, düzenin getirdiği yasak ve kısıtlamalardır. Bu nedenle bunlar birbirlerinin rakibi, karşıtı veya alternatifi değildirler.

Düzene karşı muhalefet eden güçlerin yönetim kadroları yeterli bilgi ve politik beceriye sahiplerse, legal ve illegal örgütlerin karşıtlığına izin vermezler, aynı amaca yönelmelerine yardımcı olurlar.

Her iki tip örgütün de amacı gerçek bir demokrasiyi yerleştirmek ve geliştirmek olursa, bu ikili yapı kısa zamanda yerini tamamen legaliteye bırakır.

Bugün düzene karşı olan güçler, illegal muhalefet alanlarını tamamen doldurmuşlardır. Legal sosyalist alanda da İşçi Partisi ile SBP var. Fakat sosyalistlerin büyük kesimi partilerin dışında bulunuyor.

Bütün sosyalistlerin bir örgütte birleşmeleri her zamankinden daha büyük bir ihtiyaçtır. Emekçi halk kitleleri, yeni sağ ideolojinin ve mevcut düzenin değerler sisteminin egemenliğinden kurtulmadıkça, evrensel ve sınıfsal değerlerine sahip çıkmadıkça düzeni değiştirmek mümkün değildir. Bu konuda en fazla katkıda bulunabilecek olanlar ise sosyalistler ve sosyalist partilerdir.

Sosyalizm işçi sınıfı ideolojisidir. Ama dar anlamda işçi sınıfının sınıfsal çıkarlarını değil, bütün insanlığın yaralarını savunan, insanlığın kurtuluşunu amaçlayan bir sistem, bir dünya görüşüdür.

Sosyalizm, teknolojinin ve verimliliğin çok ileri boyutlarda geliştiği ve insanlığın moral değerler bakımından çok ileri düzeyde bulunduğu bir tarih döneminde gerçekleşecektir. Bu tarih dönemi, insanlığın bugünkü düzeyine bakılırsa, yakın değildir. Bugün sosyalistlerin yakın hedefi sosyalist düzen değil, demokratik düzendir.

Bu nedenle, demokratlarla sosyalistler, ister ayrı örgütlerde ister aynı örgütte bulunsunlar, yakın bir dönem için aynı ortak hedefe sahiptirler.

Fakat çok büyük bir potansiyeli olmasına rağmen legal demokratik muhalefet alanında ciddi ve etkili bir demokratik parti yoktur. Oysa bugün en önemli ihtiyaç, legal alanda demokratik halk muhalefetinin örgütlenmesidir.

Bu alan, düzen partileri tarafından kapatılmış görünüyor. Çok sert suçlamalarına ve kullandıkları demokratik ve sol terminolojiye rağmen, düzenin değerler sistemine, temel yapı ve kurumlarına ciddi bir eleştiri getirmiyorlar. Değişimi sağlayacak elverişli yöntemleri ve araçları kullanmıyorlar.

İllegal örgütlerin hepsi, toplumun bütün kesimlerini, bütün faaliyet alanlarını tekellerine almak ve denetlemek istiyorlar. Çoğulcu bir toplumda bu mümkün değildir. Ama bu istek ve çaba hem örgütler arası çatışmalara neden oluyor, hem de legal alanda demokratik örgütlenmeyi engelliyor.

Legal bir örgüt, illegal bir örgütle ilişki kurdu mu, artık legaliteden ve legalitenin sağlayacağı etkinlikten ve yararlardan söz etmek güçleşiyor. Örgüt etkili ve elverişli demokratik muhalefet alanı olmaktan çıkıyor.

Legal potansiyelin bu şekilde harcanmasının sonucunda, legal demokratik muhalefet alanı, mevcut düzenin kurumlarına kalıyor.

İllegal örgütlerin, legal alan için yarattıkları sorunların yanında, bir de kendi yapılarından kaynaklanan sorunları vardır.

Bazı istisnalar dışında, illegal örgütlerin merkez karar ve icra organları, güvenlik gerekçeleriyle yurtdışındadır. Bu durum önemli sorunlara yol açıyor.

1- Doğru karar, ancak yeterli ve doğru bilgiye dayanılarak verilebilir.

Merkez karar ve icra organlarının üyeleri, bilgiyi ikinci elden alıyorlar. Bilgiyi ve haberi getirenler kendi yorumlarını da katıyorlar. Çoğu kez bilgi ve haber değişime uğrayarak aktarılıyor.

            İnsanlar uzun süre kendi toplumunun dışında kalınca meydana gelen değişiklikleri kavramakta güçlük çekerler. Giderek topluma ve gelişen özelliklerine yabancılaşırlar.

            Bu nedenle, yurtdışında bulunan merkez yöneticilerinin, ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar, doğru ve sağlıklı karar vermeleri güçtür.

            2- Yurtdışındaki merkez yöneticileri, Türkiye’deki örgüt üyelerinin karşılaştıkları riskleri onlarla paylaşmıyorlar.

Türkiye’deki mücadele bir savaşa benzetilirse, yurtdışındaki manevradır. Manevrada önemli risk yoktur, ama katılanlar için savaşın riski büyüktür.

Risk paylaşılmadığı ve örgütlerin yapısı gereği demokratik mekanizmalar işlemediği için merkez organlarının karar ve talimatlarında titiz ve dikkatli olmaları, insan muhasebesini iyi yapmaları ihtimali azalır. Bu durum Türkiye’deki örgüt ve üyeleri için olduğu kadar halk muhalefeti için de tehlikeli sonuçlar yaratır.

3- Sağlıklı ve doğru karar vermelerini güçleştiren bir unsur da, bulundukları ülkelerin devlet politikalarıdır. Hiçbir ülke, kendi egemenlik alanındaki bir örgütün, kendi çıkarlarıyla bağdaşmayacak faaliyetlerine izin vermez. O ülkeyle ülkemizdeki halk muhalefetinin çıkarlarının çeliştiği noktada, örgüt ya o ülkede varlığını sürdürmek, ya da ilkelerinden sapmak seçenekleriyle karşılaşır.

4- Bir diğer sorun da, merkez yönetim kadrolarının ve liderliğin sürekliliğinden kaynaklanıyor.

Örgütün merkez kadrolarındaki kişiler, bulundukları görev ve makam ile özdeşleşiyorlar. Gelişime uydukları ve kendilerini yeniledikleri sürece önemli bir sorun doğmuyor. Fakat değişime uyum sağlayamadıkları ve olaylar kendilerini aştığı zaman büyük sorunlar çıkıyor.

Kişilerin yeteneğinden, ahlaki anlayışlarından bağımsız olarak ortaya çıkan bu sorunları, ancak illegal örgütlerin kendileri çözebilir. Dışarıdan müdahale olanağı yoktur.

Bunun için örgütlerin faaliyet alanlarını sınırlamaları ve işlevlerini yeniden belirlemeleri gerekir.

1- Öncelikle bu örgütler, toplumun her alanını ve her kesimini denetleme girişiminden sakınmalı ve çoğulcu toplum yapısına, çoğulcu düşünce ve örgütlenmeye saygılı olmalıdırlar.

2- Legal sosyalist ve demokratik muhalefet alanlarına ve bu alanlardaki örgütlenme girişimlerine müdahaleden kesinlikle kaçınmalı ve bunlara karşı mesafeli davranmalıdırlar.

3- Avrupa’daki örgütlerin, uzaktan kumandayla Türkiye’deki hareketleri yönetemeyeceklerini bilmeleri gerekir. Gerçekten yararlı olmak istiyorlarsa ya merkez karar ve icra organlarına Türkiye’ye taşırlar, ya da Türkiye’de gelişen hareketlerden kendilerine yakın bulduklarının yandaş kuruluşu olarak faaliyetlerini sürdürürler.

 

 

Temel yapısal değişimi amaçlayan bir muhalefet hareketi, hiçbir kişi ve örgütü dışlamak lüksüne sahip değildir. Fakat bütün bu kişi ve örgütlerin bazı “asgari müşterekler”de birleşmeleri gerekir. Bu asgari müşterekler yöntem veya politik çözüm önerileri değil, dayandıkları değerler sistemi olmalıdır.

Bugün barış, demokrasi ve insan haklarını, halkların eşitliği, özgürlüğü ve kardeşliğini, çağdaş evrensel değerleri savunmayan halktan yana bir hareketi düşünmek mümkün değildir.

Yine halktan yana çağdaş bir hareketin amacı insandır. İnsanın maddi ve manevi baskı ve sömürüden kurtulup kişiliğini geliştirebilme imkânına kavuşmasıdır. İnsanı araç olarak gören bir anlayışı, gerçek bir muhalefet hareketi olarak kabul etme imkânı yoktur.

Örgütler değişik yöntem ve araçlar kullansalar da, aynı değer sistemini kabul edip savunurlarsa, kendi istek ve kararlarıyla politikalarını uyumlaştırabilirler. Bu bir cephe teşkili veya bir üst kuruluş oluşturmakla değil, her örgütün tamamen bağımsız olarak uygun politikalar saptamasıyla olur.

Amaç, bugünkü asker-sivil bürokrasi ile tekelci sermayenin merkeziyetçi iktidarına ve oluşturdukları çağdışı düzene son vermek; halk iktidarını gerçekleştirerek, çağdaş evrensel değerlere dayalı demokratik bir refah toplumu kurmak olmalıdır.

  

Mehmet Ali Aslan

2000’e Doğru, 9 Ağustos 1992

Kürt ve Türk Aydınları ve Sömürge Teorisi

Çağımız bir bakıma bilgi çağı olarak tanımlanır. Bilgi, büyük bir güç ve toplumu değiştirmekte önemli ve etkili bir araçtır. Bu nedenle de bilgiyi üreten ve toplumun hizmetine sunan aydınların işlevi önem kazanmıştır.

Bu, kuşkusuz tek bir aydının çabasına ve gücüne bağlı değildir. Sözü edilen, kolektif çalışmaların ürünü olan ve her alanı kapsayan, her gün yenilenen ve gelişen bilgi birikimidir.

Bilgi kaynaklarına sahip toplumlar, kurumlar, dayandıkları bu güç ile diğerleri üzerinde egemen olmak ve onları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek imkânına sahiptirler.

Bu açıdan Kürt sorununu, Türk ve Kürt aydınlarının durumunu ele almakta yarar vardır.

Görünen o ki, Kürt sorununda inisiyatif ne Kürt aydınları ve Kürt halkındandır, ne de Türk aydınları ve Türk halkındadır. Bugün inisiyatif içte asker-sivil bürokrasi ile tekelci sermayede, dışta ise ABD ve Batı Avrupa devletlerinde ve kurumlarındadır.

Bilgi kaynaklarına sahip bu güçler, Kürt sorununu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebiliyorlar. Bunların hizmetinde olmayan Kürt ve Türk aydınları ise toplumun arzu ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek politikalar ve çözümler üretecek yeterli bilgi ve deney birikiminden yoksundurlar.

Etkin güç odakları karşısındaki çaresizliklerini, birbirlerini suçlayarak gizlemeye çalışıyorlar. Bu suçlamalar, bölünmelere, düşmanlıklara yol açıyor ve halka yansıyan durumlarda tehlikeli gelişmelere de neden oluyor.

Bütün bu yetersizliklerin ve bundan kaynaklanan temelsiz suçlamaların ve çatışmaların kökeninde ırk esasına dayalı milliyetçi eğitim sisteminin 70 yıllık uygulaması vardır. Türk aydınlarının da, Kürt aydınlarının da düşünce yapısını biçimlendiren bu eğitim sistemi olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran asker ve sivil bürokratlar, milliyetçilik ideolojisini temel bir değer olarak kabul ettiler. Batı’daki milli devlet modelini örnek alarak, özünü kavramadan şeklen benzetmeye çalıştılar.

Türkiye Cumhuriyeti, çokuluslu bir imparatorluğun mirasçısıydı. Ülkede değişik diller, etnik gruplar, kültürler vardı. Batı Avrupa’daki süreci yaşamamıştı. Batı Avrupa’da ortak dilin ve ortak değerlerin oluşumu, birkaç yüzyılı aşkın uzun bir zaman sürecinde gerçekleşmişti. O günün koşulları ise farklıydı ve bu farklı koşullar ortak dili ve ortak değerleri yaratmıştı.

Bürokratlar ise milli devleti yaratan iç ve dış dinamikleri iyice kavramadan, kısa sürede ve zorla böyle bir birliği gerçekleştirmeye çalıştılar.

Bu ancak asimilasyon ile mümkündü. Gönüllü bir asimilasyon düşünülemezdi. Bunun için zor kullanıldı. Zora ve baskıya karşı tepkiler ve direnişler oldu. Devlet bu direnişleri çok kanlı bir şekilde bastırdı.

Asimilasyon politikasının başarılı uygulanabilmesi için aydınların ve halkın desteğine ihtiyacı vardı. Bu politikanın topluma benimsetilmesi gerekiyordu. Bunun için en elverişli araç eğitimdi.

Eğitim, resmi görüşün benimsetilmesine yönelik tam bir “beyin yıkama” aracına dönüştü. Aydın kuşaklar, ırk esasına dayalı milliyetçi anlayışa, bir inanç gibi sarıldılar. Aslında bir insanlık suçu olan asimilasyonu, kutsal bir milli görev olarak kabul ettiler. Çok az istisnayla, sosyalist aydınlarda bile bunun etkisi görüldü. TKP’nin Kürt sorununa yaklaşımı ve Kürt başkaldırı hareketlerine karşı tavrı, sosyalist teori ve pratikle çelişiyordu.

Irkçı millet anlayışına dayalı ve asimilasyonu amaçlayan eğitim sisteminin Kürt aydınları üzerindeki etkisi farklı oldu.

Kendi kimliklerini yok etmeye ve kişiliklerini ezmeye yönelik devlet baskısına karşı direnmeleri çok güçtü. Büyük bir çoğunluğu direnemedi. Asimile olmayı kabul etti. Asimilasyon, bunların kişiliğinde parçalanmaya ve bozulmaya neden oldu. Devlete egemen olan bürokratların gözünde güvenilirlik sağlamak için kraldan fazla kralcı oldular. Çoğunluğu, Türk milliyetçi hareketinin şoven kanadı içinde yer aldı.

Kürt aydınları içinde aydın namusunu temsil eden bir avuç insan kendi kimliğine sahip çıktı. Devletin ceberut gücüne karşı kimliklerini korumaya çalıştılar. Kürt aydınlarından Sayın Musa Anter, bu bir avuç yiğit ve namuslu aydının yaşayan simgesidir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada gelişen insan hakları, demokrasi ve barış hareketleri Türkiye’yi de etkiledi. Türkiye ve Türk aydınları dışa açılmaya, hem sosyalizm ve hem burjuva demokrasi hareketlerini ve onların kurumlarını tartışmaya başladılar.

Fakat milliyetçi ideolojinin etkisinden kurtulamadıkları ve olaylara da bu açıdan baktıkları için değerlendirmeleri yanlış oldu ve yanlış sonuçlara vardılar. Halkın ihtiyaçlarına cevap verecek doğru ve etkili politikalar ve çözümler üretemediler. Halk ile ilişki kuramadılar. Büyük bir çoğunluğu silahlı güçler ile birlikte totaliter ve merkeziyetçi çözümleri destekledi.

Kürt aydınlarında gelişim farklı oldu. Kürtler’in Ortadoğu’daki jeopolitik konumu milliyetçi hareketin başarısını önlüyordu. Kürt toplumlarının baskı ve sömürüden kurtulmasını sağlayacak ve asimilasyonu önleyecek bir fikri açılıma ve yeni bir stratejiye ihtiyaç vardı. Buna ancak, Kürt toplumunun ve geçmişteki Kürt hareketlerinin birikimini; insan hakları, barış, demokrasi, sosyalizm hareketlerinin ve düşüncelerinin evrensel ilişkileri çerçevesinde değerlendirerek varılabilirdi.

Yeni Akış dergisi, bu ihtiyacın bir sonucu olarak 1966 yılında yayınlandı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez sorun, “Halklar Sorunu” olarak ele alındı. İlk kez “Kürt halkı”ndan, “Türkiye halkları”ndan söz edildi. Yine ilk kez “eşitlik “ temelinde “Kürt halkı”nın ve “Türk halkı”nın kardeşliği ve beraberliği savunuldu. Sorunun temelinde, uygulanan asimilasyon politikasının olduğu özellikle vurgulandı.

Sorunun çözümü ayrılmakta değil, Kürt ve Türk halklarının çatışmasında değil, bu halkların eşitlik temelinde birleşmesinde ve çağdışı baskıcı kurumlara karşı birlikte mücadele edilmesinde ve iktidarı almasında görüldü. Halkın iktidarında, nihai sonucu halk belirleyecekti. Toplumlar kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olarak bu hakkı kullanacaklardı.

Bu görüş, kısa zamanda, Türkiye sosyalistlerinin ortak görüşü olarak kabul edildi. Kürt sorunuyla ilgili olarak geliştirilen fikirlerin ve saptanan politikaların hepsinin temelinde Yeni Akış’ta ilk kez ortaya atılan düşünce ve kavramlar yer aldı.

Milliyetçi Kürt aydınları temel görüşlerini korumakla beraber, bu düşünceye ve harekete olumlu yaklaştılar ve işbirliği yaptılar. Bu şekilde Kürt ve Türk sosyalistleri ile Kürt demokrat ve milliyetçi unsurları, Kürt ve Türk halklarının eşitlik temelinde kardeşliğini ve birlikte mücadele etme gereğini savunur oldular.

1970’lere doğru, Kürt gençlik gruplarının bağımsız örgütlenme çabaları arttı. Bu grupların Kürt medrese geleneğinden gelen milliyetçi hareketle ilgileri yoktu. Tarihsel Kürt siyaset ve kültür birikimine yabancıydılar. Sosyalist hareketin Kürt kanadıyla da ilişkilerini kestiler. İçeriği milliyetçi, söylemi sol ve sosyalist olan görüşler ortaya atıldı. Özellikle Türkiye sosyalist hareketine düşman bir tavır gelişti. Yeni Akış’ın görüşlerine karşıt bir anlayışı sistemleştirmek çabasına girişildi. Nitekim zaman içinde başarıldı da.

Ortaya atılan görüşü “Sömürge Teorisi” olarak adlandırmak mümkün. Bu teori, çok az bir istisnayla, bütün Kürt örgütlerinin fikri temelini oluşturdu.

Sömürge Teorisi, herkesin bildiği doğru bir tespitten, Kürdistan’ın parçalandığı ve paylaşıldığı gerçeğinden hareket ediyor. Fakat “Kürdistan sömürgedir” değerlendirmesini yapıyor.

Değerlendirme, yaratacağı sonuçlar bakımından çok önemlidir. Çünkü Kürdistan’ın sömürge olarak kabul edilmesi veya edilmemesi; mücadele yöntemini, ittifakları, karşıtlıkları belirleyecektir.

Sömürge Teorisi, ister istemez mücadeleyi Kürt ve Türk karşıtlığına dayandırır. Sınıf farkı gözetmeden bir tarafta bütün Kürtler, diğer tarafta bütün Türkler olacaktır. Karşı taraftaki halkla ilişki kuran herkes işbirlikçi ve hain olarak suçlanacaktır.

Bu, Kürt ve Türk halkları arasında topyekün bir savaşa yol açacak, aynı bölgede birlikte yaşamanın imkânı kalmayacaktır. Doğudaki Türkler batıya, batıdaki Kürtler doğuya göç etmek zorunda kalacaklardır.

Tekelci sermaye ile merkezi bürokrasinin, Türk ve asimile olan Kürt işadamlarının milli gelirden aldıkları pay daha çok artacak. Avanta, yağma ve sömürü düzeni bir baskı rejimiyle daha kolay sürdürülecektir.

Dünyadaki güç dengeleri ayrılmaya imkan vermiyorsa, uzun yıllar sürecek sonu belirsiz bir savaş, her iki halka da yıkım, acı ve gözyaşından başka bir şey getirmeyecek, genç kuşaklar harcanacaktır. Savaşın ağır faturasını başta doğu ve güneydoğunun yoksul köylüleri olmak üzere her iki halkın emekçileri ödeyecektir.

Dünyadaki değişime paralel olarak kavramlar da değişiyor. Sömürge ve sömürgecilik kavramlarına, farklı tarihsel kesitlerde farklı anlamlar yüklenmiştir. Millet ve milliyetçilik kavramları da, değişik tarihlerde ve değişik toplumlarda farklı anlamlar taşımıştır.

Türkiye’deki Kürtlerin durumunu, Türk ve Kürt ilişkilerini, anlamları sınırlanmış bazı kavramlar, kalıplar ve örneklerle açıklamak ve tanımlamak mümkün değildir. Türkiye’deki ekonomik ve sosyal gelişim süreçleri içinde Kürt halkı kendine özgü farklı bir konuma gelmiştir.

1-a) Bugün Kürtlerin yarısından fazlası batıda yaşıyor. Batıya yerleşen Kürtler geriye dönmeyi de düşünmüyorlar.

b) Batıdaki Kürtler, eskiden hızla asimile olurken, bugün tersine bir gelişme var. Kendi kimliklerini koruma ve ifade etme akımı güçleniyor.

c) Kürtlerin yerleşik olduğu bölgelerle Türklerin yerleşik olduğu bölgeler birbirinden ayrılmamış. Sınır yok, herkesin istediği yere yerleşme serbestîsi var. Bu nedenle her iki bölgede de demografik yapının değişimi engellenmemiş. Bu yüzden, özellikle batıdaki demografik yapı sürekli değişiyor.

Sömürge ilişkilerinde buna izin verilmez. Sömürge halkı dışlanır ve bu halkın sömürgeci ülkeye demografik yapıyı değiştirecek toplu yerleşimi engellenir.

2- Türkiye’nin kendisi yarı sömürgedir. Bir başka ülkeyi veya bölgeyi sömürecek sermaye, teknoloji ve organizasyon gücüne sahip değildir. Kürt halkı yıllardır sömürülmeyi bekliyor. Birileri gelip sanayi tesislerini kursun, doğal kaynaklarını işletsin, iş alanları açsın da, kendisine çalışma imkânları sağlansın. Çünkü işsizler değil, işçiler sömürülür.

3- Kürt burjuvazisini oluşturduğu ileri sürülen Kürt işadamları ise Batı ile bütünleşen ve bugünkü devlet ve toplum yapılarını korumaya çalışan kişilerdir. Çoğunlukla yatırımları batıdadır ve hepsinin ticari ve ekonomik ilişkileri batı pazarı iledir. Bunların çıkarları Türk burjuvazisi ile beraber olmaktadır.

4- Sömürgeci uluslar, kendi dil ve kültürel egemenliklerini kurmaya çalışırlar. Ama sömürge halkını asimile etmeyi, dil ve kültürlerine baskı yapmayı düşünmezler. O halkın etnik kimliğini tanırlar. Hatta dolaylı da olsa bu kimliği geliştirirler. İngilizlerin Irak’ta, Fransızların Suriye’de egemen oldukları dönemlerde, bu ülkelerdeki Kürtler, dillerini ve kültürlerini geliştirme imkânı buldular. Sömürgeci İngiliz ve Fransızlar, Kürt halkının dili ve kültürüyle değil, ekonomik kaynaklarıyla ilgileniyorlardı.

Türkiye’de Kürt sorunu, sömürgeleştirmeden değil, asimilasyondan kaynaklanıyor. Kürt halkı, dili ve kültürü yok edilmek suretiyle tarih sahnesinden silinmek isteniyor.

Bunu önlemenin yolu ise, bu politikaları uygulayan asker-sivil bürokratlar ile tekelci sermayenin merkeziyetçi iktidarına son vermek, Türk ve Kürt halklarının birlikte oluşturacakları ademi merkeziyetçi demokratik bir iktidarı gerçekleştirmektir.

Kürt halkı, demokratik ve laik değerlere en yakın ve diğer halklar ile birlikte yaşama deneyimi bulunan bir halktır. Fakat varlığı, çevresindeki güçlü milletlerin milliyetçi hareketlerinin tehdidi altındadır.

Kürtler, milliyetçi baskı ve saldırılara milliyetçilik silahı ile karşı koyamazlar. Çünkü karşısındakiler daha güçlüdür.

Kürtler mücadeleyi bir başka alana, haklı oldukları ve haklı oldukları için de güçlü oldukları bir alana; barış, demokrasi ve insan hakları alanına taşımak zorundadırlar.

Mücadele bu alana taşındığı zaman, Kürtler dünya kamuoyunu yanlarında bulacaklardır. Emekçi Türk halkını, demokrat ve sosyalist Türk aydınlarını yanlarında bulacaklardır.

Mücadelenin barış, demokrasi ve insan hakları alanına taşınmasında Kürt ve Türk aydınlarına büyük görev düşüyor. Milliyetçi akımların duygusal heyecanından sıyrılıp, olaylara halkın eşitliği, özgürlüğü, refahı ve mutluluğu açısından, bilimsel olarak yaklaşmalıdırlar.

Türk halkıyla Kürt halkı arasında çatışmaya ve düşmanlığa yol açacak ve işbirliğini güçleştirecek her türlü söz ve eylemden kaçınmak; tersine, kardeşliğin, dostluğun, birlikte mücadelenin şartlarını ve ortamını yaratmak zorundadırlar.

Bilimsel ve teknolojik devrimin yol açtığı hızlı değişim, eski kalıpları geçersiz kıldı. Kavramlara yüklenen anlamlar büyük ölçüde değişti. Bugünün olaylarını, dünün kalıplarıyla ve ölçüleriyle açıklamak mümkün değildir.

Artık aydının sadece sistemli bilgi sahibi olması yetmiyor, yaratıcı olması da gerekiyor.

Yaratıcı olabilmenin temel koşulu da çağdaş aydın standartlarına uygunluk ve yeterli bilgi birikimine sahip olmaktır.

Özellikle Kürt aydınları, kendilerini Kürt kavramının sınırları içine hapsetmemeli. Kürt sorununun diğer sorunlardan soyutlanarak ele alınamayacağını, dünya sorunlarıyla, bölge sorunlarıyla, Türkiye sorunlarıyla ve bu sorunların ekonomik, sosyal, kültürel vb. yönleriyle ilişkilerini iyi bilmeden, kavramadan çözüm üretmenin , doğru politikalar saptamanın mümkün olamayacağını bilmelidirler.

Türk aydınlarının da bilmesi gerekir ki, Kürt sorunu aynı zamanda Türk halkının sorunudur. Konuyla ilgili bilimsel araştırma ve incelemeler yapmak, politik seçenekler ve çözümler üretmek, Kürt aydınları gibi onların da görevidir.

Kürt ve Türk aydınları bilgi kaymaklarına sahip güçler tarafından, başkalarının çıkarına yönlendirilmelerini istemiyorlarsa, öncelikle bilgi sorununu çözmek zorundadırlar.

Bu, bugün yapılmazsa yarın çok geç olacaktır.

  

Mehmet Ali Aslan

2000’e Doğru, 9 Ağustos 1992.