Bayrak Davası

ANKARA 1. DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ SAYIN BAŞKANLIĞINA

                                                                                                     Dosya No: 1996/80

Talepte bulunanlar         : MURAT BOZLAK. HADEP Genel Başkanı ve arkadaşları

Vekili                               : Mehmet Ali Aslan. Avukat. Konur Sokak No: 8/9 Kızılay/Ankara

Konu                                : İddianameye cevaplarımız ve tahliye talebi.

Cevaplar : 1) İddianameyi, hukuki anlamda, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun tanımladığı anlamda bir İddianame olarak kabul etmek güçtür. Daha çok, bir siyasal görüşü, bir ideolojik anlayışı savunan ve karşısında olduğu siyasal hareketi tasfiye amacına yönelen bir belge olarak tanımlamak mümkündür.

Müvekkillerimiz politikacıdırlar. Onların da belli bir siyasi görüşü ve ideolojik anlayışları vardır. Bunu da program ve tüzüklerinde açıkça formüle etmiş, kamuoyuna açıklamışlardır.

Ortada, hukuk normlarının, yasa kurallarının ihlali değil, iki siyasi görüşün çatışması vardır. 

Doğal olan, bu iki siyaset anlayışının, siyasi platformlarda karşılaşıp tartışmalarıydı. Yoksa, bir yargı Kurulunun karşısında adeta hesaplaşmaları değildi.

Doğal olmayan bir diğer yanı da, bu siyasi görüşlerden birinin Savcılık makamından kendisini ifade etmeye çalışmasıdır. Oysa, Savcılık Makamı, kamu yararını koruyan ve savunan bir makam olmak zorundadır. Bir siyaset anlayışının, bir ideolojik görüşün aracı olarak kullanılmaz.

Siyaset kendi alanında, siyasi platformlarda ve siyasi kurumlarda tartışılırsa, bu tartışmalar, ülkenin gelişmesi, kalkınması ve daha iyi yönetilmesi için gerekli politikaların oluşturulmasına hizmet eder. Demokratik zeminde kaldığı ve şiddete başvurmadığı sürece de Yargı müdahale etmez.

Çünkü Yargı Kurumu, fikirlerin, siyasi görüşlerin, ideolojik anlayışların, özgürce örgütlenmelerinin ve ifade edilmelerinin teminatı olmak zorundadır. Onları sınırlamak değil, hukuk dışı müdahalelere karşı korumakla yükümlüdür. Hukuk Devletinin temel özelliklerinden birisi de budur. Bugün, ülkemizin içine düştüğü krizler ve karşılaştığımız ağır sorunlar, Türkiye’nin bir Hukuk Devleti olmamasından kaynaklanıyor.

Büyük hukuk adamı, değerli insan Prof. Dr. Muammer Aksoy, H.V.Velidedeoğlu’na verilen bir ödül töreninde şunları söylüyordu:

“Çağdaş uygarlığın özü ve canı, insan onuruna yaraşan tek yönetim biçimi olan Hukuk Devleti idealini ve Çoğulcu Demokrasiyi gerçekleştirmektir. Hukuk Devleti ilkelerinin egemen olmadığı, Çoğulcu Demokrasinin gerçekleşmediği bir toplumda, “çağdaşlığın” ve “uygarlığın”, sadece “sözü” ya da “kabuğu” var olabilir. “Yumurtasız omlet” ne kadar omlet ise, “Hukuk Devleti ilkelerinden yoksun bir Devlet” de, ancak o kadar “Çağdaş” ve o kadar “uygar” sayılabilir.”

Türkiye, hiçbir zaman bir Hukuk Devleti olmadı. Hep bir Yasa Devleti olarak kaldı, yakın zamana kadar.

Yakın zamana kadar diyorum. Çünkü, Türkiye gittikçe yasa devleti olmaktan da uzaklaşıyor.

Ne kadar geri olursa olsun, yasaların, genel olma ve sınırlama özellikleri vardır. Bu özelliklerin yitirildiği noktada keyfilik başlar. Artık devlet yönetiminde kurallar ve kurumlar işlevlerini yitirirler. İktidarın ve güçlü grupların keyfi yönetim dönemine girilir. Devlet içine kapanır. Denetim mekanizmaları işlevsiz kalır. Bu işlevleri mafya grupları yüklenir.

Bunlar, toplumu bir arada tutan moral bağların çözülmesinin, ortak değerlerin etkinliklerini yitirmesinin işaretleridir. Toplumsal parçalanmanın ve çöküşün habercileridir.

Prof. Dr. Aksoy’un dediği gibi “Hukuk ve adalet temeline dayanmayan bir toplum, teknik (maddi) alanda, ne kadar ileri giderse gitsin, çökmeye mahkumdur.”

Çöküşü önlemek, hukukun üstünlüğünü sağlamakla, hukuk devleti ilkelerini yaşama geçirmekle olur.

Burada, hukuk adamlarına ve özellikle hakimlere büyük görev düşüyor. Onlar bu sorumluluktan kaçamazlar.

Prof. Dr. Hicri Fişek bu konuya açıklık getiriyor.

“Yargının kendisinden bekleneni verebilmesi, mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlerin güvence altında bulunmasını yanı sıra, büyük ölçüde, hakimlerin bilgilerine ve dış güçlerin çeşitli etkilerine boyun eğmeyecek karakter yapılarına bağlıdır.”

Yargı bağımsızlığından söz etmenin mümkün olmadığı ülkemizde, hakim ve savcıların kişilikleri büyük önem kazanıyor. Herşeye rağmen, hukukun üstünlüğünü savunan, hukuk devleti ilkelerine bağlı kalan, yasaları, hukukun genel ilkelerine uygun olarak yorumlayan, davalarda kendi kişisel görüş ve anlayışlarından sıyrılarak, gerçek bir hukuk adamı ve bir hakim gibi tarafsız ve objektif davranan hukukçular, hukuk devletinin kurulmasına öncülük etmiş ve büyük katkı sağlamış olurlar.

Sizden beklediğimiz budur. Sadece bizim değil, Türkiye’nin beklediği budur. Çünkü Türkiye’nin barış ve huzura kavuşmasının, bütünlüğünün korunmasının, demokratikleşmesinin ve kalkınmasının ilk ve temel şartı, hukuk devletinin oluşmasıdır. Bu da biz hukukçuların ve özellikle de siz hakimlerin, bir hukuk adamına yakışır kişilikli çabalarına bağlıdır.

Elbette ki sizlerin de bizlerin de belirli siyasi görüşleri, ideolojik anlayışları var. Bu doğaldır. Görevimizi yaparken ve yetkilerimizi kullanırken, bu görüş ve anlayışların etkisinden sıyrılır, tarafsız davranırsak, bu fikirlerimiz saygıyla karşılanır.

Müvekkillerimizin durumu farklıdır. Onlar politikacıdırlar. Ülkenin siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel vd. düzenini, yasalar çerçevesinde ve olanaklar ölçüsünde Türkiye’nin ve halkın yararına olduklarına inandıkları doğrultuda değiştirmek istiyorlar. Bu, onların yasal hakkıdır.

Kimimiz bu fikirlere hayranlık duyabilir, kimimiz bu fikirlerin ülke için zararlı olduğunu düşünebiliriz. Ama bir Yargı mensubu olarak olaylara, bu politik fikir ve eylemlere, sadece, hukuka aykırılık açısından yaklaşabiliriz.

Fikir ve eylem, kendi düşüncemize ve ideolojik anlayışımıza aykırı olabilir. Onu ülke yararları açısından çok zararlı da bulabiliriz. Ama bu fiil, hukuka aykırı değilse, ona müdahale hakkımız yoktur. Hatta müdahale girişimlerine engel olmak zorundayız. Kuşkusuz, bu olaylarla ilgili yasa­ları yorumlarken de, hukukun genel ilkelerine, uluslararası sözleşmelere ve demokratik siyasi hayatın icaplarına uygunluk koşullarını da unutmamamız gerekir.

Bizlerin, müdafi olarak davaya yaklaşımı bu çerçevede olacaktır. Sizin de, önünüze getirilen bu davayı, tarafsız hakim kimliğinizle, sadece hukuka aykırılık yönünden ele alacağınızı umuyoruz.

2) Anayasanın 68. maddesinin 2. fıkrası “siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.” Anayasa, siyasi partilerin bu önemini gözönüne alarak, 69. maddeye göre, hem mali denetim ve hem de yargılama görevini Anayasa Mahkemesi’ne vermiştir. Siyasi partilerin faaliyetlerini takip ve Anayasa Mahkemesi’ne dava açma görevi ise Yargıtay C. Başsavcılığına aittir.

Siyasi partiler sıradan tüzel kişiler değildir. Bunlar, ister iktidarda, ister iktidar seçeneği olarak muhalefette bulunsunlar, ülkenin kaderinde etkili ve belirleyici rol oynarlar.

Bu önemdeki siyasi örgütleri, genel yargı kurumlarında ve genel muhakeme usulleriyle yargılamak düşünülemez. İktidarların baskı ve müdahalelerine karşı güvence sağlanması gerekir. Bu da ancak Anayasal Yargı güvencesiyle olur. Bu, hem Anayasanın 69. maddesi ve hem de 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu ile sağlanmış ve düzenlenmiştir.

İddianamede suç faili olarak HADEP gösterilmiştir. Müvekkillerim kendi fiillerinden değil, HADEP’e mensup olmaktan dolayı suçlanıyorlar.

Oysa HADEP, tüzelkişiliği olan bir siyasi partidir. Tüzelkişiliklerin cezai sorumlulukları yoktur. Siyasi partiler hakkında da ancak kapatma davası açılabilir.

Kapatma davasını açmak yetkisi, 2820 sayılı Kanunun 98. maddesine göre Yargıtay C. Başsavcısına aittir. C. Savcılarının kapatma davası açma yetkileri yoktur. Kapatma davasına bakma görevi de Anayasa Mahkemesinindir. Siyasi Partilerle ilgili davalara bakmak Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevi dışındadır.

Belki şu ileri sürülebilir. Cezalandırılmaları istenen Parti değil, parti yöneticileri ve mensuplarıdır. Fakat bu davada, parti yöneticisi ve mensupları kendi fiillerinden değil, partiye mensup olmalarından dolayı yargılanıyorlar. Davanın asıl süjesi, asıl suçlanan ve yargılanan HADEP’tir.

İddianamenin mantığına uygun düşünülürse, müvekkillerimin suçlu bulunabilmeleri için, HADEP’in suçluluğunun sübuta ermesi gerekir. Ama suçlu bulunacak, üstelik silahlı örgütün uzantısı olduğu mahkeme kararıyla tescil edilecek bir siyasi parti, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce kapatılamayacağına göre, uzun bir süre faaliyetine serbestçe devam edecektir.

Olaya hangi açıdan bakılırsa bakılsın, HADEP’in Sayın Mahkemenizde yargılanması mümkün değildir. Ancak şu yapılabilir. Yargıtay C. Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulabilir. Suç işlediklerine dair haklarında yeterli delil olduğu iddia edilen müvekkillerim hakkında, yetkili C. Savcılıklarına suç duyurusunda bulunulup, soruşturma açılması sağlanabilir. Haklarında hiçbir delil bulunmayan müvekkillerim için de herhangi bir işlem yapılamaz.

Sayın Mahkemenizin bu konuyu öncelikle inceleyip bir karar vermesini talep ediyoruz.

3) Elimizde bir kitap var. Üstünde iddianame yazıyor. Son yıllarda, yazarları C. Savcısı olan bu kitapları saatlerce dinlemek ve tekrar, tekrar okumak zorunda kalıyoruz.

Umarım Türkiye’ye barış ve huzur gelir, demokrasi yerleşir. Bizler de bu iddianamelerin yerine Kemal Tahir, Melih Cevdet Anday, Orhan Pamuk gibi değerli yazarlarımızın kitaplarını okuma fırsatı buluruz.

İddianamenin kapağında, içeriğinin bir özeti var.

“PKK’nin legal alandaki uzantısı HADEP”

ve

“23.06.1996 tarihli Kurultayda Türk Bayrağının İndirilmesi Olayı”

İddianamede HADEP’in yeri belirlenmiş. Bu, legal alandır. Yani yasal, yasaya uygun alandır. (İddianamede öyle yazıyor) Bu alanda faaliyet gösteren bir partinin illegal örgütlerle ilişkisi olmaz. Olduğu takdirde illegal duruma düşer, yani yasadışı duruma düşer. Yasal alanda kaldığı sürece de kimsenin kendisini suçlamaya hakkı yoktur. Hatta anayasal ve yasal güvencelerden yararlanma hakkı vardır.

Bu mantık, iddianamenin diğer bölümlerinde de egemendir. 91. sayfada, HADEP’in “PKK’nin illegal alanda sürdüremediği cephe faaliyetlerini legal zeminde gerçekleştirmeyi üstlendiği” yazılıdır. Evet, legal zeminde. Gerçi bu, tamamen soyut bir iddia. Bu iddiayı kanıtlayacak hiçbir delil yoktur. Ama bu iddia bazı soruların sorulmasına yol açıyor.

İddianamenin yazarı Sayın Savcı, hukuk terminolojisine ve hukuki kavramlara yabancı olduğu için mi “legal”i ve “legal zemini”bir suçlama aracı olarak kullanıyor? Yoksa kavram karışıklığı yaratarak Sayın Mahkemeyi ve kamuoyunu yanıltmaya mı çalışıyor?

Hangi sözlüğü açarsanız açın, (Legal: Yasal, yasaya uygun) olarak tanımlanır. “Legal zemin” ise yasal alandır. Yani meşru alandır. Sayın Savcı’nın iddia ettiği gibi “suç alanı”“yasadışı alan” değildir.

İddianamedeki suçlamanın esasını, HADEP’in, İddianamenin deyimiyle, legal zemindeki faaliyetleri teşkil ediyor. HADEP’in yasal alandaki, yasaya uygun faaliyetleri suç olarak kabul ediliyor.

İddianamenin bir yerinde, HADEP’in PKK’nın uzantısı olduğu iddia ediliyor. Ama iki örgüt arasında örgütsel bir ilişkinin, bir bağın bulunduğuna dair tek bir somut delil gösterilmiyor. İddianamenin diğer bir yerinde ise HADEP’in, PKK’nin paralelinde hareket ettiği iddiası ileri sürülüyor. Paralellikte örgütsel bağ olmaz. Hareketlerde benzerlik olur. Birbirinden bağımsız iki örgütün, aynı doğrultuda, aynı şekilde hareketi söz konusu olur. Bir örgütün, yasadışı silahlı bir örgüte paralel hareketi, aynı şekilde yasadışı silahlı olması ve aynı amaca yönelmesi demektir. Bu da paralellikten dolayı değil, bizatihi kendi programının, amaçlarının ve hareketlerinin yasadışı olmasından dolayı suçlanmasına yol açar.

Tüzük ve programı, faaliyetleri, mali durumu, Yargıtay C. Başsavcısı ile Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenen, diğer siyasi partilerle birlikte seçime giren, şayet %10 barajı olmasaydı, bugün TBMM’de temsil edilmiş olacak olan bir siyasi parti, nasıl PKK paralelinde faaliyet gösteren bir örgüt olarak suçlanabilir?

PKK’nın bazı söylemleriyle HADEP’in bazı söylemlerinin benzerliğinden yola çıkarak bir paralellik kuruluyorsa, o zaman ANAP’ın, RP’nin, DYP’nin, CHP’nin, çoğu iktidar ve muhalefet sözcülerinin de PKK’nın paralelinde olduklarını kabul etmek gerekir. Ne ölçüde samimi olduklarının bilemeyiz, ama, bunlar da barıştan, kardeşlikten Kürt kimliğinden, Kürtlerden söz ediyorlar. Bunlar da Türkiye’deki uygulamalardan şikayetçidirler.

PKK barıştan söz etti diye HADEP savaşı mı savunacak? Kürt gençlerinin ve yoksul Anadolu çocuklarının ölümüne sessiz mi kalacak? Savaştan büyük vurgunlar vuran savaş lobisinin değirmenine su mu taşıyacak? PKK köy yakmalarını, köy boşaltmalarını dünya kamuoyunun gündemine getirdi diye, HADEP, milyonlarca insanı yerinden yurdundan koparan, sefalete mahkum eden bu hukuk dışı uygulamalara tepkisiz mi kalacak? PKK, binlerce faili meçhul cinayetten Devleti sorumlu tutup suçlarken, HADEP, kendi üyelerinden de kurban verdiği bu insanlık dışı cinayet olayları karşısında suskun mu kalacak? PKK Kürt kimliğinden söz etti diye, HADEP kimlik inkarına mı gidecek? Ve bu mantıktan hareketle, barışı savunanlar, hukuka aykırı uygulamalara karşı çıkanlar, hukuk devletini savunanlar “PKK ile aynı paralelde düşünüyorlar, o halde bunlar da PKK’lıdır”iddiasıyla suçlanacaklarsa, o zaman sadece müvekkillerimi değil, barıştan, demokrasiden ve hukuk devletinden yana milyonlarca insanı da sanık sandalyesine oturtmak gerekmez mi?

4) Bu davada doğrudan doğruya suçlanan HADEP’tir. Partinin tüzel kişiliğidir. Müvekkillerimiz, iddianamenin deyimiyle, “Bu oluşum içindeki durumları nazara alınarak” suçlanıyorlar.

Neymiş bu oluşum içindeki durumları? “Parti Meclisi üyesi sıfatını taşımak” ve “Parti içinde üst görevlerde bulunmak.” Yine iddianamenin deyimiyle, bu nedenle sanıkların PKK örgütünden hususi bir görev aldıkları, sonucuna varılmıştır.

Bu sonuca nasıl varılıyor? Hiçbir delile dayanmadan, bir önyargıyla HADEP, PKK’nin “legal zemindeki uzantısı “ olarak kabul edilince, HADEP yöneticileri de otomatikman PKK yöneticisi sıfatını almış oluyorlar. Yani müvekkillerimin suçlanması bir“mensubiyet” bağından kaynaklanıyor. Yoksa kendi eylemlerinden, hukuka aykırı eylemlerinden sorumlu tutulup suçlanmıyorlar.

Dosyada bazı müvekkiller için delil olarak sunulan konuşma metinleri, basın açıklamaları gibi belgeler var. Ama bunlar, örgütsel bağı ispat eden ve Savcılıkça da o maksatla ibraz edilmiş deliller değildir. Olsa olsa, şahsi sorumluluk ilkesi uyarınca bu fiilerinden dolayı yetkili ve görevli mahkemelerde yargılanabilirler. Ama bunlar, bu davada örgütsel bağın ispatına yönelik delil olarak ileri sürülemezler.

Bu “mensubiyet” iddiası, iddianamenin 96. sayfasında daha net bir şekilde belirtilmiştir. Suç tanımı aynen şudur.

“Suç: PKK paralelinde faaliyet gösteren HADEP’e mensup olmak.”

Görülüyor ki müvekkillerim açıkça, HADEP’e mensubiyetten suçlanıyorlar. Buradan da anlaşılacağı üzere, doğrudan doğruya suçlanan müvekkillerim değil, HADEP’tir. HADEP’in tüzel kişiliğidir.

Peki, tüzel kişilerin cezai sorumluluğu var mıdır?

       Anayasanın 38. maddesi çok açıktır. “Ceza sorumluluğu şahsidir.” der Anayasa.

Ne tüzel kişiler ve ne de topluluklar suç faili olamazlar. Bir belde halkının veya bir tüzel kişinin organlarının, örneğin Parti Meclisi’nin veya İl Yönetimi’nin ceza sorumluluğu yoktur. Ancak kişilerin, hayatta olan kişilerin ceza sorumluluğu olur. Herkes kendi fiilinden sorumlu tutulur. Hiç kimse bir başkasının fiilinden sorumlu tutulamaz.

İddianame, Anayasının 38. maddesinin “ceza sorumluluğu şahsidir” kuralını hiçe sayarak, tüzel kişiliği ve toplulukları cezalandırmak istiyor.

Kimdir bunlar? HADEP ve HADEP’in organları.

a) HADEP Parti Meclisi.

b) HADEP Ankara İl Yönetimi

c) Kongre Divanı

Bu organlara mensup olanların kişisel durumlarına, isnad edilen suçla olan ilgilerine ve haklarındaki delillere bakılmadan, sadece, bu organlara mensup oldukları için cezalandırılmaları isteniyor. Çok iyi bildiğiniz gibi, bu anlayış, hiçbir çağdaş ceza sisteminde yeri olmayan, ilk ve orta çağların geri anlayışıdır.

İddianame, toplulukları cezalandırmayı istemek gibi çok geri bir anlayışı yansıtırken, yasaların genel olma özelliğini de dikkate almıyor.

Ceza hukukunun en önemli özelliklerinden birisi de, ceza kurallarının herkese aynı şekilde uygulanmasıdır. Hak ve adalete uygunluk ölçüsü ancak dar anlamda ve eşitlik kuralını zedelemeden uygulanabilir. Ama hiç bir zaman durumları aynı olan kişiler arasından bazılarını seçerek cezalandırmak düşünülemez.

       İddianamenin, sanık seçiminde uyduğu belirli bir kural yoktur.

Müvekkillerimin bir kısmı Parti Meclisi Üyeleridir. İyi ama, Parti Meclisi Üyelerinin tamamı sanık olarak gösterilmemiştir. Bir kısmı hakkında dava açılmış, tutuklanmışlar, diğerlerine dokunulmamıştır.

Ankara İl Yönetimi suçlanmış ve sırf bu yönetimde görevli oldukları için bir kısım yönetici hakkında dava açılmış, yine diğer bölümü hakkında hiçbir işlem yapılmamıştır.

HADEP’in Türkiye’nin tamamına yakın il ve ilçelerinde teşkilatları var. Hiçbir il ve ilçe yönetimi hakkında dava açılmamış. Sadece Ankara İl Yönetimi hakkında dava açılmıştır.

İddianamede HADEP, PKK’nın legal alandaki uzantısı olarak kabul ediliyor. “Netice ve Talep” bölümünde, 92. sayfada,“HADEP’in… parti genel merkezi ile il ve ilçe teşkilatlarını PKK’nın legal faaliyet alanı haline getirdiği,” yazılıdır. Sayın Savcı’ya göre suçun failleri parti genel merkezi ile bütün il ve ilçe teşkilatlarıdır.

O zaman şu soruyu sormak gerekir. PKK’nin legal faaliyet alanı haline gelen bütün bu il ve ilçe teşkilatları hakkında neden soruşturma yapılmamıştır, neden dava açılmamıştır? Neden kendilerine “sizin legal alanda faaliyet göstermeniz suçtur”denilmemiştir? Aynen müvekkillerime denildiği gibi.

Şu anda bu teşkilatlar faaliyet halindedirler. HADEP, diğer siyasi partiler gibi varlığını devam ettiriyor ve ülke politikasında söz sahibidir.

Sayın Savcı nerededir? Bu görevi en azından ihmal suçunu teşkil etmez mi? Ya da, ceza kurallarının genel olma ve eşit uygulama özelliğini gözardı ederek, sadece müvekkillerim hakkında dava açtığı, keyfi davrandığı için suç işlememiş midir? Elbette ki bütün bu soruların cevabı verilmelidir.

Bu iddianameyle açılan dava ve verilecek karar, başka soruları da gündeme getirecektir.

Eğer HADEP, PKK’nın uzantısı veya paraleli olarak suçlu kabul edilecekse, HADEP’in bütün il ve ilçe teşkilatlarıyla yüzbine yakın üyesinin, PKK’nın yöneticisi ve üyesi olması mahkeme kararıyla tescil edilmiş olmayacak mıdır? HADEP’e oy veren yaklaşık 1.200.000 seçmen, herşeye rağmen PKK’yi destekleyen kimseler olmayacaklar mıdır? Bizler bu davada müdafi olarak bulunan avukatlar, PKK’nin müdafileri olarak mı kabul edileceğiz?

Bir silahlı örgütün, uluslararası alanda meşruiyet kazanmasının ve muhatap alınmasının en önemli şartlarından birisi de, sahip olduğu halk desteğidir. Bu nedenle Devlet yöneticileri, PKK’nın halk desteğine sahip olmadığını iddia ediyorlar. Fakat Sayın Savcı, Devlet politikasına ters düşecek, koca bir HADEP’in, Kürt Enstitüsü, Kürt Kültür Vakfı, Yurtsever Kadınlar Birliği, Yukarı Mezopotamya Kültür Derneği, AMED Kültür Merkezi, Hevkari Kültür ve Sanat Merkezi gibi yasal örgütlerin PKK’nin uzantıları olduğunu ileri sürerek, dolayısıyla PKK’nin büyük bir halk desteğine sahip olduğunu kabul ettirmeye çalışıyor.

Bunun, hem iç siyasette, hem uluslararası ilişkilerde ve de devletler hukuku alanında ilginç gelişmelere yol açacağını söylemeye gerek yoktur. İddianame yazarı Sayın Savcı, hangi tehlikeli alanlarda dolaştığının bilmem farkında mıdır?

5) İddianamede, HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyduğu iddia edilen “deliler”e ayrı bir bölüm ayrılmıştır. 38. sayfadan 68. sayfaya kadar devam eden bu bölümde suçlamanın “deliller”i yer almıştır.

Her ne kadar 13 ila 31. sayfalarda bazı olaylardan ve dokümanlardan söz ediliyorsa da, Sayın Savcı, bunları HADEP-PKK ilişkisinin delileri olarak kabul etmiyor ve bu nedenle de bunlara HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyan bölümde yer vermiyor. Yine de kısaca değinelim.

HADEP Genel Merkezi ile Ankara İl Teşkilatında yapılan aramalarda ele geçen –iddianamenin deyimiyle- dokümanlar var. Bunlar, ajans bültenlerinin faksları, yasaklanmış dergi ve kitaplarla bazı parti üyelerinin çalışmaları ve partiye gelen yazı ve mektuplardır.

Bütün siyasi partilerin, Cumhurbaşkanlığı, TBMM gibi devlet organlarının ve kurumlarının faksları otomatiğe bağlıdır. İsteyen faks çeker. Zaten siyasi partilerin medyanın veya devlet organlarının isteği de budur. Kendilerine ulaşmak isteyen herkese bu imkanı vermek.

Siyasi partiler için bu büyük bir ihtiyaçtır da. Çünkü siyasi partiler, sorunlara çözüm arayan, projeler üreten ve politika oluşturan örgütlerdir. Bu nedenle de bilgiye, habere, farklı kişilerin ve kurumların görüşlerini yansıtan dokümanlara büyük ihtiyaçları vardır. Gerçeğe ulaşmak için karşıt fikirleri, çeşitli kanaatleri farklı grupların anlayışlarını bilmeleri gerekir. Örneğin, savaşa katılan tüm örgütleri, güçleri tanımadan, onların fikirlerini, amaçlarını bilmeden, savaşın sürdürülmesine neden olan tüm unsurları incelemeden, uygulanabilir, gerçekçi bir barış projesi nasıl hazırlanabilir?

HADEP, elbette ki tüm enformasyona açık olacaktır. Partide sadece KURD-A ajansının bültenleri değil, bu bültenlere karşı yayın yapan gazete ve dergi koleksiyonları da vardır. Bunları bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. Çeşitli anlayışlardaki yayınların bulunduğu bir siyasi partide, bunların sadece enformasyon amacına yönelik olarak bulundurulduğu kabul edilmelidir.

Kaldı ki, bir siyasi partide, dergi, kitap, bülten gibi yayınların giriş ve çıkışını denetlemek mümkün değildir. Hiçbir partide, üst düze yöneticileri, partiye gelen yayınlarla, bültenlerle, arşivle meşgul olamazlar. Bu, onların işi değildir. Bu gibi ayrıntılarla uğraşan bir yöneticinin, asıl görevi ve işlevi olan politika üretmesi imkanı da olmaz. Bu gibi işlerle partilerdeki profesyonel veya amatör personel uğraşır. Onlar da kendi anlayışlarına göre bir arşiv, bir kitaplık oluşturabilirler. Bu, suç teşkil etmez. Etse de bu personelin şahsi sorumluluğu söz konusu olur.

Partiye her yerden başvurular, şikayetler gelir. Bundan daha doğal ne olabilir. Bu mektup veya başvurularda suç unsuru varsa, bu, o kişileri sorumlu kılar.

Parti komisyonlarının ve şahısların çalışmaları, ancak alenileşirse, yayınlanırsa suç olup olmadıkları tartışılabilir. Arşivlerde kalan, raflardaki dosyalarda bekleyen belgeler nasıl suç oluşturabilir?

Bu açıklamayı, olayın hiçbir yanı müphem kalmasın diye yaptık. Yoksa Sayın Savcı da bunları, örgütsel ilişkinin delili olarak kabul etmediği için ‘HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyan deliller ve belgeler’ bölümüne almamış.

6) HADEP-PKK ilişkisini ortaya koyan deliller ve belgeler nelerdir?

Bazı sanıkların ve itirafçıların emniyet ve jandarmada alınan ifadelerine, en önemli delil olarak, birinci sırada yer verilmiştir. Biz bunlar daha sonra ele almak üzere, diğerlerine değinelim.

a) “30.05.1996 tarihli Demokrasi gazetesinde çıkan ” Halklarımıza” başlıklı Abdullah Öcalan’a karşı yapıldığı iddia olunan suikasti kınayan ilan”

Bu ilanda HADEP üyesi üç kişinin imzası vardır. Bunlar da HADEP üyesi veya yöneticisi sıfatıyla değil, kişisel olarak imzalamışlardır.

İlanı çok sayıda tanınmış isim de imzalamış. Bunlar arasında üç HADEP üyesi var diye, koca bir siyasi partiyi PKK’nın uzantısı olarak suçlamak, hangi anlayışının ürünüdür?

Burada ancak kişisel sorumluluk söz konusu olabilir. İlan İstanbul’da yayınlanmıştır. İlanın suç içerdiği iddiasını da ancak İstanbul DGM C. Başsavcılığı soruşturabilir. İlan ile ilgili soruşturma yapmak ve dava açmak Ankara DGM C. Başsavcılığının görevi değildir.

b) “Terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah Öcalan’ın örgütün yayın organı olan MED-TV’de yaptığı konuşmalar”

Abdullah Öcalan’ın konuşmasına, Türkiye Cumhuriyeti ve çoğu Batılı Devletler engel olamıyorlar. HADEP veya müvekkillerim mi engel olacak.

Kendi TV istasyonu var. Uydudan yayın yapıyor. İstediğini söylüyor. Ne denetim var, ne de sansür.

Bir gün kalkıp, Sayın Erbakan ve Sayın Çiller ile gizli görüşmeler yaptığını ve büyük tavizler aldığını veya Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nin kendilerine lojistik destek sağladığını söylerse ne yaparız? Sayın Erbakan, Çiller ve Valiyi tutuklayıp içeri mi atarız?

Abdullah Öcalan’ın kendine göre değerlendirmeleri var. Doğru veya yanlış. Kaldı ki bu değerlendirmeleri sadece HADEP için değil, bütün siyasi partiler, kişi ve kurumlar için yapıyor.

İddianameye alınan HADEP ile ilgili değerlendirmelerde de örgütsel bağın varlığına delalet edecek bir tek sözcük yoktur. Ama Abdullah Öcalan, “HADEP’i ben yönetiyorum” deseydi, müvekkillerim ne yapabilirlerdi? Bu beyan bir delil olarak alınabilir miydi? Elbette ki, Hayır.

Abdullah Öcalan, Galatasaray takımının taraftarı. Hem de koyu bir taraftarı. Ne yapalım, yani, Galatasaray Kulübünü kapatıp, yöneticileri ve futbolcuları içeri mi atalım?

c) “HADEP yetkilileri tarafından çeşitli tarihlerde yapılan basın açıklamaları, konuşmalar, bildiriler.”

Bu bölümde toplam 18 konuşma, basın açıklaması ve bildiriden alıntılar yapılmış. Bir de İstanbul Zeytinburnu’nda yapılan bir toplantıdaki sloganlar delil olarak gösterilmiş.

Herkesin katılımına açık bir toplantıda değişik sloganlar atılabilir. Bu, DSP, CHP ve diğer bir çok siyasi partinin mitinglerinde de meydana geliyor. Şayet partiyle ilgisi olmayan kişilerin attığı sloganlardan o parti ve toplantılara bile katılmamış parti üst düzey yöneticileri suçlanırsa, bu suçlamadan nasibini almayacak tek parti ve tek yönetici kalmaz.

18 konuşma ve basın açıklaması yapanların, bildiri yayınlayanların 8’i bu davada sanık değildir. Bazılarının HADEP ile hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin, İHD İstanbul Şube Başkanı Ercan Kanar’ın yaptığı konuşma, HADEP’in PKK ile örgütsel bağının delili olarak sunuluyor. Yine “Emek, Barış, Özgürlük Bloku “nun bildirisi, bu amaçla delil olarak gösteriliyor.

Bütün bu basın açıklamaları, bildiri ve konuşmalar, demokratik platformlarda yapılıyor ve basında yer alıyor.

Konuşma yapanlar, bildiri yayınlayanlar, ne yaptıklarının bilincinde olan aydın insanlardır. Şayet suç işleme kasıtları varsa, fiilleri suç oluşturuyorsa, haklarında soruşturma açılır. Kendi fiillerinden sorumlu tutulurlar.

Bu konuşmaların ve basın açıklamalarının yapıldığı, bildirilerin yayınlandığı yerlerin çoğunluğu Ankara dışındadır. Ankara DGM C. Başsavcılığının yetki alanı içinde değildir.

Ankara DGM C. Başsavcılığı, yetki alanının içinde olanlar hakkında soruşturma açar. Diğerleri için yetkili C. Savcılıklarına ihbarda bulunabilir. Ki bu, genellikle yapılmıştır da.

Ama hiçbir zaman ve hiçbir suretle bu konuşmalar, bu bildiriler ve basın açıklamaları, HADEP-PKK ilişkisini ispatlayan deliller olarak kabul edilemezler.

d) “HADEP Genel Merkezi tarafından dağıtılan bildiriler.”

İki bildiri delil olarak sunulmuştur. 1) “Kamuoyuna”, 2) “8 Mart’ta Barış Haykıralım” başlıklı bildiriler.

Birinde, Irkçılıkla Mücadele Günü dolayısıyla, asimilasyona karşı çıkılıyor. Diğerinde, savaşta ölen Kürt ve Türk gençlerinden birey olarak, toplum olarak sorumlu oldukları vurgulanıyor.

Asimilasyon, bir insanlık suçu iken, iddianamede, asimilasyona karşı çıkmak suç kabul ediliyor. Savaş kışkırtıcılığı suç iken, iddianamede, savaşa karşı çıkanlar, barışı savunanlar suçlanıyor.

Ama varsayalım ki bu bildirilerde suç var. O zaman bu bildirileri partinin hangi organı veya mensubu yayınlamışsa o tespit edilir. Partiyle ilgili olarak Yargıtay C. Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulur. Alınan sonuca göre de kişiler hakkında cezai soruşturma yapılacaksa, bu, ancak bu bildirinin yayınlanmasına karar veren ve bu kararı imzalayanlar hakkında olur. Örneğin, İstanbul İl Yönetimi, suç içeren bildirinin yayınlanmasına karar vermişse, bu kararı imzalayan il yöneticileri hakkında dava açılabilir. İmzalamayanlar, toplantıya katılmayanlar sorumlu olamazlar. Yoksa kişileri, başkalarının fiillerinden dolayı cezalandırmak sonucu doğar.

e) “PKK operasyonlarında yakalanan ve HADEP-PKK irtibatını dile getiren sanıkların ifadeleri”

Savcılık, makam itibariyle muhakeme hukuku süjesidir. Savcı, şahıs itibariyle süje değildir, şahıs itibariyle taraf değildir.

Savcılık kamu menfaatini korur. Kamunun menfaati, gerçeğin, sadece gerçeğin ortaya çıkarılmasındadır. Adli hataların işlenmesine engel olunmasındadır.

Savcı, makamın kendisine sağladığı yetkileri, kişisel düşünceleri, ideolojik görüşleri doğrultusunda kullanırsa, yasaları ihlal eder ve kamu menfaatini korumamış olur.

CMUK’nin 153. maddesine göre, “C. Savcısı, ihbar veya herhangi bir suretle bir suçun işlendiği zehabını verecek bir hale muttali olur olmaz kamu davasını açmağa mahal olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin hakikatini araştırmağa mecburdur.” C. Savcısının görevi, “hakikati araştırmak”tır. Bunu ne zaman yapacaktır? Suçun işlendiği zehabını verecek bir hale muttali olur olmaz. Yani hemen.

Sayın Savcı ne yapıyor? İddianamenin 12. sayfasında “Suç tarihi 1994 Haziran ayından itibaren” diye belirtildiği halde, 23.6.1996 tarihine kadar, yani iki yıl bekliyor. Suçlu olduğuna inandığı, üstelik PKK’nin uzantısı olduğuna dair elinde kanıtlar bulunduğunu ileri sürdüğü HADEP’in faaliyetlerine tam iki yıl seyirci kalıyor. HADEP, toplantılar yapıyor, mitingler tertipliyor. Seçimlere giriyor. Basın açıklamaları ve diğer araçlarla kamuoyunu etkilemeye çalışıyor. TV kanallarından halka, seçmene hitap ediyor. Cumhurbaşkanı HADEP yetkililerini davet ediyor. Başbakan HADEP Genel Merkezini ziyaret ediyor.

Sayın Savcı’da çıt yok. Sipere yatmış bekliyor. Ülke kan revan içinde. Sayın Savcı’nın iddiasına göre bunun sorumlusu HADEP. Vatan bölünüyor, millet elden gidiyor. Sayın Savcı çok rahat. Sakin ve soğukkanlı bekliyor. Evet, tam 2 yıl bekliyor.

Sonra bir gün, HADEP’in kongresinde, bir provokatör tarafından Türk Bayrağı indiriliyor. Bayrağı indiren kişi, emniyet güçlerinin gözü önünde çekip gidiyor. Sorumlu olan, sanık olmaları lazım gelen, Hükümet Komiseri ile kolluk güçleri. Ama onlar suçlanmıyor. Hiçbir sorumlulukları bulunmayan parti yöneticileri suçlanıyor. Medya, müvekkillerim aleyhinde büyük bir kampanya açıyor ve yargılanmadan mahkum etmeye çalışıyor.

İşte bu ortamda, Sayın Savcı, siperden çıkıyor ve hücuma geçiyor. Karşısındakilerin T.C. vatandaşları olduklarını, anayasal ve yasal güvencelerden yararlanma haklarının bulunduğunu, kendisinin de yasaları uygulamakla ve yasalar çerçevesinde hakikati araştırmakla görevli olduğunu unutuyor. Müvekkillerimi ve temsil ettikleri siyasi hareketi adeta bir düşman olarak görüp, her ne pahasına olursa olsun mahkum ettirme gayreti içine giriyor.

Oysa CMUK’nin 153. maddesi “Cumhuriyet Savcısı yalnız sanığın aleyhine olan hususları değil lehine olan cihetleri de arar”diyor.

Ama Sayın Savcı ne yapıyor? İtirafçıların peşine düşüyor. Diğer DGM Savcılarından bu itirafçıların Emniyet ve Jandarmada alınan ifadelerinin suretlerini istiyor. Hakim huzurunda alınan ifadelere itibar etmiyor. Onları dosyaya koymuyor. Çünkü Hakim huzurunda alınan ifadelerde müvekkillerimi suçlayacak fazla bir unsur olmadığını biliyor. Emniyet ve jandarmada alınan ifadelere dayanılarak açılan çoğu davaların beraatle, bir kısım soruşturmaların da takipsizlik kararıyla sonuçlandığından da haberdar olamaması mümkün değildir. Ama bütün bunları Sayın Mahkemeye ibraz etmiyor.

Örneğin, İddianamenin 45. ve 46. sayfalarında yer alan Vural Kara’nın ifadesi, “HADEP-PKK ilişkisinin delili” olarak sunuluyor. Bu ifadede, yakalanan silahların HADEP İlçe Başkanı Selahattin Sarıkamış’a verileceği iddiası var.

Bu iddia üzerine açılan davada İstanbul 3. No’lu DGM. 9.2.1996 tarih E. 1995/13, K. 1996/16 sayılı kararıyla HADEP İlçe Başkanı Selahattin Sarıkamış hakkında beraat kararı veriyor.

Sayın Savcı, bu beraat kararını ya araştırmıyor, ya da araştırıp buluyor, ama Sayın Mahkemeye sunmuyor. Atfi cürüm mahiyetindeki bir emniyet ifadesini, Türkiye siyasetini etkileyecek bu denli önemli bir davada delil olarak sunuyor.

Sayın Savcı, Sayın hakimlere değil, emniyet görevlilerine itimat ediyor ve onların aldığı ifa­delere itibar ediyor.

Bir ilginç delil de, Yüksekova, Şahince köyünden 1973 doğumlu, itirafçı Ümit Yağan’ın “bilirkişi mütalaası”dır.

İddianamenin 51. sayfasında “Bu konuda en net açıklamaları 1991 yılı içinde PKK örgütüne katılan 1994 yılında örgütten firar eden ÜMİT YAĞAN yapmıştır.” deniliyor ve ifadesi delil olarak gösteriliyor.

1973 doğumlu Ümit Yağan, ifadesinde de belirttiği gibi, bir itirafçıdır. İtirafçıların, emniyette kendilerine dikte edilen ifadeleri imza ettikleri, bilinen bir gerçektir.

Bu şahıs, HADEP’in kuruluşuna rastlayan dönemde, PKK’dan firar edip emniyet güçlerine teslim olmuştur. Yani HADEP’in kuruluşundan bu yana, PKK’dan kaçıp saklanan bir itirafçı olduğu için, HADEP’in, bir başka demokratik örgütün içine girmesi ve onların faaliyetlerini ve ilişkilerini bilmesi mümkün değildir.

İlginç olan, bu şahsın, 15 Temmuz 1996 tarihinde, yani kongredeki “Bayrak Olayı”ndan sonra, müvekkillerimin tutuklu bulundukları sırada ifadesi alınıyor. Bu itirafçı da HEP, DEP ve HADEP ile PKK’nin ilişkilerini yorumluyor. Çünkü gözlemi yoktur. Yorum da tam Sayın Savcı’nın istediği doğrultuda oluyor.

Sayın Savcı, delil bulamadığı için, itirafçıların “bilirkişiliğine” başvuruyor. Herhalde bu itirafçılar, birer “siyaset bilimcisi” olacaklar ki, yorumlarına özel bir önem veriliyor.

Bu da gösteriyor ki, Sayın Savcı, önce müvekkillerimin tutuklanmalarını sağlamış, sonra da delil toplamaya başlamış. Bunlar arasında, HEP’in bile kurulmadığı döneme, 1989 yılına ait ifadeler var. Bu anlayışla, bir gün müvekkillerim, Şeyh Sait ve Dersim Hareketlerinden sorumlu tutulurlarsa, hiç şaşmam.

İddianamedeki delillerden birisi de Abdulcebbar Gezici’nin ifadesidir.

Abdulcebbar Gezici, konuyla ilgili herkesin duyduğu bir isim. İlginç bir hayat hikayesi var. Türkiye’nin Siyasal sisteminin, Yargı Sisteminin tanımlanmasına da yardımcı olacak bir hikaye.

Gezici, çobanlık ve çiftçilikle uğraşan bir köylü genç. 1963 doğumlu. Eşkali, DRANZERO kod adlı bir PKK militanına benzediği için 1982 yılında güvenlik güçleri tarafından yakalanıyor. Müvekkillerimin sevk maddesinden yargılanarak 24 yıl ağır hapis cezasıyla cezalandırılıyor.

Ve bir gün, 1986 yılında DRANZERO, PKK’dan kaçıp teslim oluyor. Yanlışlık anlaşılıyor, ama Gezici’nin tahliyesi ancak 1990 yılında mümkün olabiliyor. Bir adli hata sonucu 8 yıl Diyarbakır Cezaevi’nin kötü koşullarında, ömrünün gençlik dönemini tüketiyor.

Diyarbakır cezaevinden tahliye olan Gezici, artık 18 yaşlarında cezaevine giren eski genç çoban değil. Cezaevinde okumuş, düşünmüş, arkadaşlarıyla tartışmış. Farklı bir kişilik edinmiş. O kendisini siyaset bilimcisi olarak kabul eden, ağzı laf yapan, eli kalem tutan bir politikacı. Siyasi partilere giriyor, çalışıyor. Etkili görevler ve roller yükleniyor.

Günün birinde, emniyet güçleri yakalayıp götürüyorlar. Çobanlıktan, etkin politikacılığa geçen Gezici, bu kez itirafçı oluyor. Tanıdığı bütün insanları, içinde bulunduğu bütün örgütleri suçluyor.

Bu ifadelere dayanılarak bir çok kişi hakkında davalar açılıyor. Fakat bu beyanlar, atfi cürümden ibaret olduğu ve başka delillerle desteklenmediği için de, bu davalardan sona erenler beraatle sonuçlanıyor.

Pişirilip pişirilip her davaya delil olarak sunulan Gezici’nin ifadesi, bu kez HADEP davasında delil olarak ibraz ediliyor.

Oysa Abdulcebbar Gezici, itirafçı beyanlarından sonra bir dilekçe vermiş. Bu ifadeleri serbest iradesiyle vermediğini ve kabul etmediğini söylemiş.

Abdulcebbar Gezici’nin hikayesi, üzerinde düşünmemizi, ders almamızı gerektiren, siyasi sistemin, yargı sisteminin zaaflarını teşhis etmemize yardımcı olacak olan bir olaydır.

 

a) Hiçbir suçu yok iken, sadece aranan bir kişiye benzerliğinden dolayı, 18 yaşlarındaki bir çoban, yurdundan, sevdiklerinden, alıştığı hayat tarzından koparılıp Diyarbakır Cezaevine atılıyor. Umutları, beklentileri yok ediliyor.

 

b) Bu adli hata 8 yıl devam ediyor. Asıl önemlisi, Yargı Kurumunun yaptığı soruşturmayla değil, asıl aranan kişi gelip teslim olunca hata anlaşılıyor. Ama hatanın tamiri 4 yıl alıyor. Bu gencin yattığı süre, CİK’nin hükümleri de göz önüne alınırsa, kasten adam öldüren bir suçludan fazla oluyor.

 

c) Sonra ikinci kez yakalanıyor. Dün umutları yok edilen bu insanın, bu kez kişiliği yok ediliyor. İtirafçılığa zorlanıyor.

 

Bir insan parça parça ediliyor ve her parçasıyla, seçilen yeni kurbanların hayatı karartılıyor. Peki, Sayın Savcı ne yapıyor? Bu adli hatanın, bu hataya imkan veren yargı sisteminin sorunlar üzerinde düşünmüyor. Tersine, bunu kullanıyor.

Asıl önemlisi, Abdulcebbar Gezici’nin ifadesine yer veren Sayın Savcı, Gezici’nin, ifadelerinin doğruyu yansıtmadığını belirten dilekçesini dosyaya koymuyor.

Abdulcebbar Gezici’nin hikayesi bir örnektir. Dosyada ifadeleri bulunan diğer sanık veya itirafçıların çoğunluğunun hayat hikayeleri de bundan farklı değildir. Umutları ve kişilikleri yok edilen binlerce Abdulcebbar Geziciler, ya cezaevlerindedirler ya da aramızda dolaşıyorlar. Çoğu C. Savcıları ise, lime lime doğranan bu insanları, yeni kurbanlar için, malzeme olarak kullanıyor­lar.

 

7) İddianamedeki yanıltıcı beyanlar, yukarıda örneklerini sunduklarımızla sınırlı değildir. Resmi Gazete’de yayınlanan, değiştirilmesi, farklı yorumlanması, gizlenmesi mümkün olmayan Anayasa Mahkemesi Kararları hakkında bile yanlış beyanlarda bulunulabiliyor.

 

İddianamenin 69. sayfasında “PKK örgütüyle ilişkisinin tespit edilmesi nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan DEP” iddiasına yer veriliyor.

Yine iddianamenin 76. sayfasında “PKK ile ilgisi nedeniyle Anayasa Mahkemesince kapatılan HEP, DEP ve ÖZDEP”ten söz ediliyor.

Sayın Savcı ya Anayasa Mahkemesinin kararlarını okumamış. Kendi temennilerine uygun muhayyel bir karardan söz ediyor. Ya da okumuş. Sırf kafaları karıştırmak ve Sayın Mahkemeyi yanıltmak için yanlış beyanda bulunuyor.

Bu kararları Sayın Mahkemeye sunuyoruz.

HEP için Yargıtay C. Başsavcısı, iki nedenden dolayı kapatma davası açmış.

 

a) HEP’in Siyasi Partiler Kanununun 78 ila 88 ve 97. maddeleri hükümlerine aykırı fiillerin işlendiği bir mihrak haline gelmesi.

 

b) Parti Genel Başkanı, Genel Başkan Yardımcıları ve Genel Sekreterinin SPK’nin 4. kısmında yer alan maddeler hükümlerine aykırı olarak sözlü ya da yazılı beyanda bulunmaları.

 

Anayasa Mahkemesi 14.7.1993 tarih ve E. 1992/I, K. 1993/I sayılı kararıyla, “suç sayılan fiillerin işlendiği bir mihrak haline gelme” iddiasını red etmiş. Fakat parti yetkililerinin beyanlarını (Kürt Halkı deyimini kullandıkları için) SPK’ye aykırı bularak HEP’in kapatılmasına karar vermiştir.

ÖZDEP ve DEP için Yargıtay C. Başsavcısı, “suç sayılan fiillerin işlendiği bir mihrak haline gelmek” iddiasını ileri sürmemiş. ÖZDEP’in programının, DEP’in Genel Başkanının yaptığı konuşmanın SPK hükümlerine aykırılığı nedeniyle kapatma davası açılmış ve Anayasa Mahkemesi, her iki partinin bu nedenlerle kapatılmalarına karar vermiştir.

Anayasa Mahkemesinin, bu üç partiyi, PKK ile ilişkisinden dolayı kapatmış olduğu iddiası nereden çıkarılıyor. Anayasa Mahkemesi kararları açık ve net olarak ortada dururken, bu kararlarda olmayan suçlamaları varmışçasına iddianameye almak ve bunun üzerine hüküm kurmak ne ölçüde hukuka uygundur.

 

8) Provokatif “Bayrak Olayı” bahane edilerek, medya vasıtasıyla, müvekkillerim ve onların temsil ettiği siyasi hareket aleyhine kamuoyu oluşturuldu. Kamuoyu, müvekkillerimin “Bayrak Olayı” nedeniyle yargılanacaklarını beklerken, 1989’lara uzanan itirafçı beyanları kullanılarak, TCK’nin 168. maddesinden tutuklandılar ve bu günde huzurunuza çıkarıldılar.

 

İddianamede de yer alan “Bayrak Olayı “nın hukuki yönüne değinmekte yarar görüyoruz.

Bayraklar, devletlerin bağımsızlıklarının simgeleridir. Devletler, bu bayraklar altında, vatandaşlarına koruma sağlamakla yükümlüdürler. Korkudan, haksız müdahalelerden uzak, özgürce yaşamalarını, aş, iş, konut ve her türlü olanaklara sahip olmalarını, maddi ve manevi yönden, kültürel bakımdan kendilerini geliştirme imkanlarına kavuşmalarını sağlamakla görevlidirler.

Vatandaş, nerede bu bayrak dalgalanıyorsa, orada güven içinde olacağını bilirse, ona koşar. Onun altında bulunmaktan mutluluk duyar. Bayrakların itibarı da böyle artar. Bayraklar böyle yücelir.

Bir ABD vatandaşı, bir Fransa veya Almanya vatandaşı, bayrağının dalgalandığı her yerde büyük bir güven içinde olacağını bildiği için, ona saygı duyuyor. Bu güven bütün vatandaşlara sağlandığı için de bayrakların itibarları yasalarla veya devlet zoruyla korunmaya çalışılmıyor. Az gelişmiş ülkelerde bayrağa hakaret olarak kabul edilen çoğu fiillere gülüp geçiyorlar. Bu konuda kompleksleri yok.

Çünkü bayrağın simgelediği bağımsızlık, sözde bir bağımsızlık değil. Arkasında bütün vatan­daşlarının haklarını, özgürlüklerini güvence altına alan adil ve bağımsız bir yargı sistemi, insanca yaşama olanaklarına imkan veren güçlü bir ekonomi, hastalığa, işsizliğe, yoksulluğa ve her türlü riske karşı koruma sağlayan sosyal güvence kurumları, en önemlisi, devletin kendisini bağlı saydığı hukuk devleti ilkeleri ve demokratik değerler vardır.

Ama devletin bağımsızlığının simgesi olan bayrak, vatandaşların tümüne koruma sağlamaz, sadece bir grubun ideolojik anlayışının simgesine dönüşür ve diğer vatandaşlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılırsa ve hele büyük yolsuzluk iddialarını ve olaylarını kamuoyundan saklamak için bir örtü olarak kullanılırsa, vatandaşların büyük kesimi bayrağa yabancılaşır. Hatta kimi zaman tepkiler de doğar.

Bunu önlemenin, bayrağa itibar ve saygınlık kazandırmanın tek yolu, ona gerçek işlevini kazandırmaktır. Herkesin, bütün vatandaşların, hiçbir ayrım gözetilmeden, onun altında koruma göreceğine inanmasıdır. Buna güven duymasıdır.

Herkesin, altında güvenle yaşayacağı, mutlu olacağı bir sistem oluşturmakla, yabancılaşmaya son verilir ve Bayrak, sadece yasayla değil, gerçek anlamıyla, gerçek işleviyle herkesin olur.

Kongre günü, hepimizi üzen bir olay oldu. Kongre salonunda asılı bulunan Türk Bayrağı indirildi.

İddianamenin 13. sayfasında yazılı olduğu üzere “Salonda HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak’ın posteri ile Türk Bayrağı ve HADEP Parti Bayrağı yan yana asılmış”tı.

HADEP yöneticileri, bayrağa saygı duydukları için onu asmışlardı. Yasal olarak böyle bir mecburiyetleri yoktu.

Fakat maskeli bir kişi tarafından, bayrak, ipleri çözülerek yere düşürüldü. Divan Başkanının ihtarları ve çabaları, bayrağı tekrar yerine asmaya yetmedi.

Kongrede güvenliği sağlamakla görevli polis sayısını, Hükümet Sözcüleri 700 olarak bildirmişlerdi. Ama Kongrede bu sayının üstünde emniyet görevlisi vardı.

Divan Başkanı ve Parti Yönetimi, kendi pankartları dışında, pankart taşınmamasını ve partinin tespit ettiği sloganlar dışında slogan atılmamasını ihtar ediyor ve buna çaba gösteriyordu.

Fakat salonda ve salonun dışında bulunan HADEP ile ilgisi olmayan binlerce kişiyi denetlemek, sükuneti sağlamak mümkün olmuyordu.

Bu, ancak, iddianamenin 15. sayfasında da belirtildiği gibi, “Saat 14:30 ile 15:30 arasında Kurultaya ara verişte” Divan ve parti yöneticilerinin gayret ve çabalarıyla mümkün olabildi. Parti ile ilgisi olmayan poster ve bayraklar indirilerek sükunet sağlandı.

Peki, Hükümet Komiseri ile güvenlik güçleri ne yaptılar?

2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun 29. maddesi, “Dernekler Kanununun bu kanuna aykırı olmayan hükümleri, siyasi partilerin her kademedeki kongreleri için de uygulanır.” der.

2908 sayılı Dernekler Kanununun 24. maddesi, “Toplantının yönetimi genel kurul başkanına aittir. Katipler toplantı tutanağını düzenler ve başkanla birlikte imzalarlar.”

68. maddenin 3. fıkrasında, “Hükümet Komiserinin görev ve yetkileri” sayılmıştır.

 

Madde 68 – Hükümet Komiserinin görev ve yetkileri şunlardır:

 

3-Toplantının mevzuat, dernek tüzüğü ve gündem esaslarına uygun cereyan edip etmediğini tespit etmek ve göreceği aykırı haller için kongre başkanlık divanını uyarmak.

 

4- Toplantı güvenliğinin sağlanması ve toplantının sükunet içinde geçmesini temin için gerektiğinde kolluk kuvvetlerinden her türlü yardımı istemek.

 

Yasaya göre, divan başkanı, güvenlikten değil, kongrenin mevzuat, tüzük ve gündem esaslarına uygun idaresinden sorumludur. Katiplerin ise tutanak düzenlemek ve imzalamaktan öte bir görevleri ve sorumlulukları yoktur. Yasa, divan başkanına, “kolluk kuvvetlerinden yardım istemek” görev ve yetkisini vermemiştir.

Toplantı güvenliğinin sağlanması ve toplantının sükunet içinde geçmesini temin etmek için “kolluk kuvvetlerinden her türlü yardımı istemek” hükümet komiserinin görev ve yetkisidir.

Hükümet Komiseri, cereyan ettiği ileri sürülen yasadışı olaylar ve fiiller karşısında seyirci kalmış, kolluk kuvvetlerinden yardım istememiş. Görevini en azından ihmal etmiştir. Kendisi suçlu olduğu halde, düzenlediği tutanakta divan başkanını ve parti yöneticilerini suçlamıştır.

Bayrak indirilmesi olayında, Hükümet Komiseri ve kolluk kuvvetleri görevlerini yapmamış, yetkilerini kullanmamışlardır.

Bayrağı indiren kişi, salon tavanından aşağıya inerken, çok rahat yakalanıp gözaltına alınabilecekken, güvenlik güçleri seyirci kalmışlardır. Bu şahsın elini kolunu sallayıp çıkıp gitmesine müsaade etmişlerdir.

2893 sayılı Türk Bayrağı Kanununun 7. maddesinin son fıkrası aynen şöyledir:

 

“Bu kanuna ve tüzüğe aykırı filler yetkililerce derhal önlenir ve gerekli soruşturma yapılır.”

 

Yetkililer kimdir? 2908 sayılı kanunun 68. maddesine göre, Hükümet Komiseri ile kolluk kuvvetleridir. Bunlar derhal bayrağın indirilmesini önleyecekler. İndirilmişse yerine asacaklar. Suç failini de yakalayıp soruşturma açacaklar.

Bunu da “derhal “ yapacaklar. Hiç beklemeden ve hemen yapacaklar.

Yasanın görevli ve yetkili kıldığı kişiler ve güçler olaya seyirci kalıyorlar. En azından görevlerini ihmal ediyorlar. Bu kez dönüp yetkisi olmayan Divan Başkanı’nı suçluyorlar.

Anayasanın 6. maddesi, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” diyor. Yasayla Hükümet Komiseri’ne verilmiş olan yetkiyi, Divan Başkanı’nın kullanamayacağı unutuluyor.

 

9) Bizler bugün Anadolu’nun merkezinde, Ankara’da bir araya geldik. Kimimiz Sanık, kimimiz Müdafi, kimimiz Savcı ve Hakim olarak.

 

Anadolu topraklarının toplumsal ilişkiler tarihini, bu tarih içindeki insani yüzünü unutmuşa benziyoruz.

Bu topraklarda 72 millet, 72 dil, 72 din ve inanç birlikte var oldular. Karşılıklı saygı ve hoşgörüyle, kardeşçe birlikte yaşadılar. Siyasal iktidarların kışkırtmaları ve tahrikleri olmadığı sürece de, kimse dininden, dilinden, soyundan dolayı bir ayrıma tabi tutulmadı.

Bu topraklar Mevlana’yı, Yunus’u, Hacı Bektaş Veli’yi ve daha nice bilgeleri yetiştirdi.

Anadolu bilgeliği, olaylara hoşgörüyle, geniş bir perspektiften bakan, insanı kainatın merkezine yerleştiren, hiçbir ayrım gözetmeden, diline dinine, etnik kökenine bakmadan, insana, sadece insana saygı duyan, hatta onu kutsallaştıran bir düşünce, bir anlayış, bir inançtı.

Bu bilgeliğin temelinde, çeşitli halkların oluşturduğu, binlerce yılın kültür birikimi vardı. Ve sonra bu kültür tasavvufla yoğruldu. Canlandı, renklendi, büyüdü ve bir ulu insan sevgisine dönüştü. Tanrıyı insanda bulan bir büyük sevgiye dönüştü.

Biz, eski Anadolu bilgeliğini, insan sevgisini ve hoşgörüsünü yeniden bulmalı ve zamanımıza taşımalıyız.

Biz bir toplumuz. Bir geminin içindeyiz. Bu gemiyi bölemeyiz, batarız. Bu gemiyi ateşe veremeyiz, birlikte yanarız. Bizler, bu gemideki insanlar, birlikte yaşamanın, birlikte gelişmenin, birlikte mutlu olmanın yollarını bulmak zorundayız. İçine hapsolduğumuz kalıpları kırmak ve bir hoşgörü iklimi yaratmak zorundayız. Doğu’nun ve Anadolu’nun eski bilge günlerine dönerek düşünce derinliğini, duygu yoğunluğunu yakalamak zorundayız. Ve her şeyden önce, düşman olmadığımızı, aynı kaderi paylaştığımızı, kardeş, dost, komşu ve arkadaş olduğumuzu hatırlamak zorundayız.

Sayın Savcı, davaya hukuk açısından değil, ideolojik açıdan yaklaşıyor. Suç delili olarak gösterilen bütün belgelerin ortak noktası, hepsinde Kürtlerden ve barıştan söz edilmiş olmasıdır.

O, bütün Kürtleri PKK’lı olarak görüyor. Kürtlerden söz eden Türkleri de PKK yandaşı olarak kabul ediyor. Kürtlerle ilgili yasal bütün siyasi parti ve dernekleri de PKK’nın uzantısı, -iddianamedeki deyimle- “legal kuruluşları “ olarak tanımlıyor.

Sayın Savcı “Kürt” kelimesine de, “barış”a da müthiş tepki duyuyor. Demokratlara, aydınlara ve hele de sola düşmanca bir tavır sergiliyor. Barış ve kardeşliği savunmak, legal alanda faaliyet göstermek, “Türkiye Partisi” imajı oluşturmak, Sayın Savcı’nın nazarında suç teşkil ediyor. İddianamede, “Kürt kültürel kimliğinin tanınmasını talep etmek” ihanetle suçlanıyor. İhanetin cezası da, herhalde ölüm olarak düşünülüyor. Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, Sayın Erdal İnönü’nün ve daha nice Türk devlet adamı, politikacı ve iş adamının bu suçu işledikleri unutuluyor.

Oysa, Kürt kimliğini tanımak veya tanınmasını istemek Türkiye’yi bölmez. Tersine, bu kimliğin baskı altına alınması, yok edilmeye çalışılması, bölünme eğilimlerini artırır.

Kürtler ayrı bir devlet kurmak istemiyorlar. Onlar, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, demokratik bir düzende, Türk Halkıyla birlikte yaşamak istiyorlar. Gerçekten kardeş olmayı, birbirlerinin kimliklerine ve kültürlerine saygılı olmayı istiyorlar. Savaşa son verilmesini ve iç barışın sağlanmasını arzu ediyorlar.

Umarız, bu başarılır. Savaş kışkırtıcıları, totaliter düzen taraftarları, Türk Halkını, Kürtlere karşı tahrik eden ırkçı gruplar emellerine ulaşamazlar. Türkiye’yi bir Kafkasya’ya veya BosnaHersek’e çevirme girişimleri hüsrana uğrar. Umarız, sonuçta sağduyu galip gelir. Yakın bir zamanda, Türkiye’de barış ve huzur tesis edilir, demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla yerleşir. Evet, umarız, bütün bunlar gerçekleşir.

10- Türkiye’de illegali sınırlamanın, etkisiz hale getirmenin tek bir yolu vardır. O da legal alanı genişletmek, düşünceye ve legal faaliyete getirilen sınırlamaları kaldırmaktır.

Legal alanın sınırlanması, giderek yok edilmesi, illegal faaliyetleri, örgütlenmeleri, silahlı hareketleri teşvik eder. Ona uygun ortam ve malzeme hazırlar. Bu anlayışı savunanlara, toplumu ikna edecek gerekçeler verir.

Türkiye’de barışı, huzuru sağlamak, demokrasiyi yerleştirmek, az gelişmişlikten kurtulmak istiyorsak, düşünceye ve legal faaliyete yönelen tehditleri bertaraf etmek, müdahalelere engel ol­mak, her türlü düşüncenin örgütlenmesine ve ifade edilmesine, imkan tanımak ve bu alanda Yargı teminatını sağlamak zorundayız.

Bu dava bu yönüyle çok önemlidir ve kuşkusuz sonucu belirleyecek sizin kararınız olacaktır.

Talep         : Yukarıda açıklanan nedenlerle müvekkillerimin tahliyelerine karar verilmesini saygı ile talep ederim.

Avukat  

 Mehmet Ali Aslan