Yüz binden fazla Iraklı Kürt, 1988 yazında Türkiye sınırına dayandı. Kimyasal bombaların, zehirli gazların bölgeye yaydığı ölümden kaçıyorlardı.
Saddam rejimi, Kürtler’in bulunduğu sivil yerleşim merkezlerine karşı kimyasal bombalarla saldırıya geçmişti. Çocuk, kadın, genç, yaşlı ayrımı gözetilmeden bütün Kürtler yok edilmek isteniyordu. Bu bir soykırımdı.
Iraklı Kürtler’in büyük çoğunluğu kadın ve çocuktu. Türkiye’den sığınma hakkı istediler. Birkaç gün sınırda bekletildikten sonra, kamuoyunun baskısı ve Sayın Özal’ın etkisiyle Türkiye’ye kabul edildiler.
Başbakan Sayın Özal’ın gelenlerin soydaşları olduklarını belirttiği bölge halkı, Iraklı Kürtler’i evlerine aldı. Ekmeklerini onlarla bölüştüler. Acılarını paylaştılar.
Fakat iktidar, halkın bu gönüllü yardımına kuşkuyla baktı. Mültecileri enterne edip tel örgülerle çevrili kamplara yerleştirdi.
Beslenme, barınma ve sağlık ihtiyaçları en alt düzeyde karşılandı. Gezi, yerleşme ve çalışma özgürlüklerinden yoksun bırakıldılar. Çocuklara eğitim ve öğretim imkanları sağlanmadı. Kendi çabalarıyla yapmak istedikleri öğretime ise idare engel oldu. Gelecekleri belirsiz ve psikolojik bunalım içindedirler.
Türkiye’nin de onayladığı uluslararası sözleşmelere göre mülteci oldukları halde hükümet onlara mültecilik sıfatı tanımıyor. Mültecilik sıfatı tanınmayınca da dış yardımlardan yararlanamıyorlar. Çünkü dış yardımlar ancak mültecilik sıfatı tanınanlara verilebiliyor.
2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu, yardım toplanmasını idarenin iznine bağlamış. Hükümet ve emrindeki idare, kurulan yardım komitelerine izin vermediği için yurt içinde yapılmak istenen yardımlar da engellenmiş oldu.
Ψ
Türkiye 1989 yazında, bu kez Bulgaristan’dan gelen bir göç dalgasıyla hareketlendi.
Gelenler, kimyasal bombaların, zehirli gazların yarattığı dehşet ortamından kurtulmak için kaçmıyorlardı.
Ellerinde pasaportları, alabildikleri kadar eşyaları ve ceplerinde bir miktar paralarıyla birer turist gibi geldiler. Birçoğunun otomobili de vardı.
Geldikleri ülkede önemli maddi sorunlarının olmaması gerekirdi. Bulgaristan işgücü açığı olan ve yabancı işçi istihdam eden bir ülkedir. Gelenlerin hepsinin çalıştıkları bir işi vardı.
9 milyonluk Bulgaristan’ın kişi başına milli geliri 54 milyonluk Türkiye’nin birkaç katıdır.
1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme’ye göre gelenler mülteci değildir. Pasaportla serbest olarak gelen, dönme olanakları bulunan ve haklarında takibat yapıldığı konusunda bir delil olmayan Bulgaristan Türkleri iltica talebinde de bulunmamışlardır.
Fakat hukuki statüleri ne olursa olsun, Bulgaristanlı Türkler, hükümet ve siyasi partiler tarafından olağanüstü bir ilgiyle karşılandılar.
Cumhurbaşkanından bütün parti liderlerine kadar herkes sınıra koştu. TRT ve basın olayın üzerinde gereğinden de fazla durdu. Bankalar, büyük gazeteler ve birçok kurum yardım kampanyaları açtılar. Kürt mülteciler olayında olduğu gibi Yardım Toplama Kanunu’nun engeliyle karşılaşmadılar. Hükümet ve yardım kurumları gereken her türlü yardımı yapmakta gecikmediler. “Bursa’da binden fazla işçinin son aylarda bu şehre gelen göçmenlere istihdam yaratmak için işten çıkarılması. Bazı KİT’lerde bu yönde bir emekliliğe ayırma harekâtının sessizce yürütülmesi… Kaba bir hesapla, göçmenlere ev ve istihdam sağlamanın faturasının 2 trilyon lirayı aşacağı…” haberleri basında yer aldı.
Yetkililer göç olayının nedeni olarak Bulgaristan’da uygulanan asimilasyon politikasını gösterdiler. Bulgaristan bu suçlamayı reddetti.
Çünkü asimilasyon insan haklarına en büyük, en ağır saldırıdır. İnsanın etnik kimliğini, kültürel varlığını ve sonuçta manevi kişiliğini yok etmeye yönelik bir suçtur. Bir insanlık suçudur. Uluslararası sözleşmelerin yasakladığı, hukuka ve insan haklarına aykırı olan asimilasyon uygulanıyorsa, buna maruz kalanların her türlü tepkiyi göstermeye hakları vardır.
Yalnız düşündürücü olan şu: Asimilasyon politikasının yıllar önce uygulandığı söyleniyor. Ama o dönemlerde fazla bir ses çıkmadı. Sosyalist ülkelerde demokratikleşmenin başladığı bir dönemde olaylar patlak verdi.
Gelenler, demokratikleşme hareketinin başladığı ve geliştiği bu dönemde, sosyalist demokrasiye geçiş için Bulgaristan’daki halklara destek olamazlar mıydı?
Bulgaristan Türkleri sorunlarını, şimdiye kadar beraber yaşadıkları Bulgaristan’daki halklarla işbirliği yaparak çözemezler miydi? Ülkelerinden ayrılmakla hem geride kalanlar için hem de geldikleri ülke için yeni sorunlar yarattıklarının farkında değiller mi?
Halkımız bir olup bittiyle karşı karşıyadır. Beklenmeyen bir misafir de olsa, imkânlar ölçüsünde misafiri ağırlamak kaçınılmaz hale gelmiştir.
Fakat bunu yaparken kamuoyunun duyarlı olduğu iki konuya dikkat edilmelidir.
Kürt mültecilerle göçmen Türkler’e karşı hükümetin, bürokrasinin ve basının farklı tavrı kamuoyunda gittikçe büyük tepkilere yol açıyor.
Kürtler’in Türkiye’de kalmaları bir zorunluluktan doğuyor. Irak’ta demokratik bir iktidarın işbaşına geldiği gün vatanlarına döneceklerdir. Şimdilik sorunun çözümü için vakit geçirilmeden Kürt mültecilere mültecilik sıfatının tanınması gerekir.
Göçmenler ayrıcalıklı bir konuma getirilmemeli ve vatandaşların işi ve geliri için bir tehdit unsuru olmamalıdır.
Ψ
Türkiye’nin dış politikası iki ayrı etnik grubun ipoteği altında görünüyor ve bu iç politikayı da şekillendiriyor. Bunlardan biri dış Türkler, diğeri Kürtler’dir.
Televizyonu açın, basına bakın. Hükümetlerin dış ilişkilerini yönlendiren unsurları araştırın. Bunu açıkça göreceksiniz.
Irak, İran ve Suriye ile ilişkilerin ağırlık noktasını hep Ortadoğu’daki Kürt sorunu teşkil eder. Kürtlere karşı alınacak ortak ön, ortak kurumları bile yaratır. Önceliği Kürt sorurunu alınca, bu devletlerle olan ilişkilerde Türkiye halkının gereğince gözetilemez ve çoğunlukla halkımızın çıkarlarıyla ters düşen politikalar saptanır.
Kıbrıs ve Batı Trakya Türkleriyle ilgili sorunlar, Batı ile olan ilişkilerimizi hep olumsuz yönde etkilemiş, bugünkü ekonomik sıkıntılarımızın temel nedenlerinden biri olmuştur.
Bulgaristan Türkleri ise Bulgaristan ve sosyalist ülkelerle ilişkilerimizin gerginleşmesine yol açmıştır.
Bu yetmiyormuş gibi bazı çevreler İran’daki, Azeriler’i, Sovyetler Birliği’ndeki Türkleri, birlikte yaşadıkları halklara karşı kışkırtmanın ve Türkiye’yi bir maceraya sürüklemenin hesabı içindedirler.
Aynı çevreler, Kerkük Türkleri’ni, zengin petrol kaynaklarının ele geçirilmesinde bir araç olarak görüyorlar.
Topluma şöyle bir anlayış egemen kılınmak isteniyor: “Türkiye Türkleri’dir. O halde Türkiye Türk soylu olan herkesin vatanıdır. Türk soylu olan kişi nerede olursa olsun Türkiye’ye gelip yerleşmek hakkına sahiptir. Türk soylu olmayan kim olursa olsun yabancıdır.”
Bu anlayışın temelinde ırk unsuru vardır. Öngördükleri devlet de ırkçı bir devlettir.
Türkiye Cumhuriyeti ırk esasına dayalı bir devlet olabilir mi? Bugünkü dünyada konjonktüründe buna izin verirler mi?
Türkiye’de en büyük etnik grup Türk olmakla beraber başka etnik gruplar da vardır. Müslüman etnik gruplar bir yana, Müslüman olmayan etnik grupların halkları Lozan Antlaşması’yla güvence altına alınmıştır. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler bu ülkenin vatandaşı ve sahipleridirler. Müslümanlar da, hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler, yine bu ülkenin gerçek sahipleridirler.
Anayasa’nın 66. Maddesi “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” diyor. Bu Türklük kavramında soy, ırk esası değil, sadece vatandaşlık bağı kabul edilmiştir.
Demek ki bu ülkenin sahipleri, bu ülkenin vatandaşlarıdır. Çünkü bunlar bu vatan için savaştılar. Yıllardır aynı acıları birlikte paylaşıyor, aynı güçlüklere göğüs geriyorlar. Ülkede bulunan tüm zenginlikleri, tüm değerleri ortak emekleriyle bunlar yarattılar.
Türkiye’nin dışında yaşayan hiç kimsenin, hangi soydan gelirse gelsin, vatan üzerinde bir hakkı yoktur. Bu benim vatanımdır diyemez. O, bir yabancıdır.
Onların da acı tatlı hatıralarını paylaştıkları birer vatanı var. Beraber yaşadıkları halklar var.
Sorunları varmış… Tabii ki olacak! Hangi toplumun sorunu yok ki! Çözüm, sorunlardan kaçmak değildir. Toplumun diğer kesimleriyle ve beraber yaşadıkları halklarla birlikte el ele verip bu sorunları çözmeleri gerekir. Hem kendileri, hem içinde bulundukları toplumlar ve hem de insanlık için en doğru yol budur.
Türkiye az gelişmiş bir ülke. Kaynakları sınırlı. Nüfus artış hızı fazla. Bugün 4 milyon işsiz var. Her yıl yarım milyona yakın, bu işsizler ordusuna katılıyor. Üç milyon vatandaşımız Avrupa’da, el kapılarında yaşam mücadelesi veriyor.
Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlara yaptığımız yatırım çok yetersiz. Konut açığı her gün biraz daha büyüyor.
Türkiye, Türk soyundan gelen herkese kapılarını açarsa Türkiye’dekiler nereye gidecek? Onlar nerede iş bulacak?
Buna bakı başkaları da, örneğin vatandaşlarımız olan Rum, ermeni, Yahudi, Kürt, Çerkez ve diğerleri de dışarıdaki soydaşlarını Türkiye’ye davet etseler durum ne olur?
Türkiye yolgeçen hanı mıdır ki, her isteyen soydaşını getirip yerleştirsin?
Olmaz böyle şey! Bu işin kuralı var. Bu kuralları da Lozan Antlaşması ile Anayasa saptamıştır. Bir de örneğin mültecilerin hukuki durumunda olduğu gibi, uluslararası sözleşme hükümleri vardır.
Türkiye ne dış Türkler’in vatanıdır ve ne de dış Kürtler’in. Türkiye sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarınındır. Ve Türkiye’nin sahipleri sadece onlardır. Hiçbir ayrım gözetmeden, ama birbirlerinin kültürlerine, özelliklerine ve kimliklerine saygılı olarak birlikte bu ülkeyi yöneteceklerdir ve herkesin mutlu olduğu ileri, demokratik bir Türkiye yaratacaklardır.
Türkiye’nin dış politikası, dış Türkler’le Kürtler’in etnik sorunlarına bağımlılıktan kurtarılmalı ve dış politika bu sorunlardan bağımsız olarak saptanmalıdır.
Bu nasıl olur? Öncelikle toplum, şoven milliyetçi anlayışların etkisinden kurtarılmalı. Eğitim ve öğretim demokratikleşmeli. Dış Türkler sorununu yaratan güçlerin etkinliklerine son verilmeli. En önemlisi Kürt sorunu serbest ve özgürce her kesimde tartışılmalı ve barışçı, demokratik, çağdaş bir çözüme varılmalıdır. İçte bir Kürt sorunu kalmamalı ki, Türkiye Ortadoğu’daki Kürt sorununa demokratik ve insani bir anlayışla yaklaşsın.
O zaman ülkemizin ve halkımızın yararına olacak bağımsız bir dış politika saptanabilir. Kuşkusuz bu politikalar diğer halkların yararlarıyla ve evrensel yararla uyum içinde olacaktır. Onlara ters düşmeyecektir.
Türkiye, dış Türkler ve dış Kürtler’le ilgilenmeyecek midir? Elbette ki ilgilenecektir. Fakat bu ilgi, başka devletlerin içişlerine karışmadan, insan hakları çerçevesinde olacaktır.
Çağımız insan hakları çağıdır. İnsan hakları devletlerin içişleri değildir. Hangi ülkede olursa olsun, insan hakları ihlal ediliyorsa buna tepki göstermeliyiz.
Örneğin Irak ve İran’da Kürtler’e yapılan baskılara, Bulgaristan’daki asimilasyon politikasına, Yunanistan’ın Batı Trakya Türkleri’ne, Irak Kerkük Türkleri’ne, İran’ın Azerileri’e uyguladıkları baskılara karşı çıkılmalıdır.
Ama bunun ölçüsü bellidir. Sofya’ya, Kerkük’e ordunun yürümesi, İran’a savaş açılması, Sovyetler Birliği’nin içişlerine müdahale ederek, rejime karşı ayaklanma girişimlerinin kışkırtılması ve Kıbrıs için 55 milyonluk Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarının feda edilmesi değildir.
Evet, sınırlar aşılmadan gereken yapılmalıdır. Yoksa hayatından memnun olmadığını söyleyen her topluluğa “Buyur gel” dersek, Türkiye’de kimseye yer kalmaz. Çünkü dünya, hayatından memnun olmayanlarla doludur.
Mehmet Ali Aslan