TARAF Gazetesine Gönderilen Düzeltme Yazıları

N o t : Yazılar yayımlanmadı.

                                    49’lar  OLAYI 

         1959’un Aralık ayında, Ankara’da, Üniversite çevresinde birçok arkadaşımız polis tarafından yakalanıp götürüldü. İstanbul ve Diyarbakır’dan da yakalanma haberleri geldi.

       O dönemde, Kürt kökenli DP milletvekillerinden bir kısmı, Gençlik Park’ın karşısındaki Evkaf Apartmanında kalıyorlardı. Ağrı milletvekilleri Halis Öztürk, Kasım Küfrevi, Muş milletvekili Gıyasettin Emre, Kamuran İnan’ın babası, Bitlis Milletvekili Şeyh  Selahattin bunlardan birkaçıydı.

          Ağrı Yüksek Tahsil Talebe Derneği Başkanı olarak, daha önce sık görüştüğüm Halis  Öztürk ve Kasım Küfrevi’ye gittim.Yardımlarını istedim. Bütün Kürt milletvekilleri gibi onlar da endişeliydiler. Kendilerinin de hedef alınabilecekleri ihtimalinden söz ediyorlardı.

            Geçmişteki Kürt isyanlarının bilinçaltına yerleşen anıları, büyük bir korkuyu tetiklemişti. Tutukluların yakınları bile,onların nereye götürüldüklerini resmi makamlardan sormaya cesaret edemiyorlardı.

            Ankara’da üç gün, götürülme ihtimali bulunan  her yeri aradık, bulamadık. Kimse yakalananların nerede olduğunu bilmiyordu.

          Sanırım dördüncü gündü. İstanbul’a gittim. O zaman, Tıp Fakültesinde öğrenci olan Dr. Fevzi Avşar’la –ki sonra 49’lar davasında sanık olacaktı- Harbiye’deki Merkez Komutanlığı’na gittik. İnzibat subayı olan binbaşı, sert bir ifade ile orada bulunmadıklarını söyledi.

              Dışarıda, Kürt olduğu anlaşılan bir askerle karşılaştık. Kürtçe konuşunca bize güven duydu. Buraya bir grup Komünist’in getirildiğini, Kürtlerin olmadığını söyledi. Tarif etmesini istedik. Tarif, bizim arkadaşlarımıza uyuyordu.

            Bunların Kürt olduğunu ve bu nedenle tutuklandıklarını anlattık. O da arkadaşlarına söylemiş, oradaki Kürt askerler kendilerine yakınlık göstermişler ve gizlice yapabildikleri ölçüde yardımcı olmaya çalışmışlar.

            Anlaşılan  Merkez Komutanlığı, bu nedenle gelenlerin Komünist olduğunu söyleyerek,Kürt askerlerin tutuklulara yakınlık duymalarını önlemek istemişti.

        Durumu, tutuklulardan Medet Serhat’ın arkadaşı –ki sonra evlendiler- Avukat Seniha Hanım’a bildirdik. Seniha Hanım mücadeleci, cesur bir Türk avukattı.

            Fakat bütün ısrarlara rağmen tutuklu Medet Serhat ile görüştürülmedi. Ancak gönderdiği notlarla ihtiyaçlarını öğrenebildi.

            Tutuklular, sağlık koşulları çok kötü olan tek kişilik hücrelere konulmuşlardı.  40 hücre vardı. Bu nedenle de 40 tutuklama müzekkeresi çıkarılmış ve 40 kişi tutuklanmıştı. Bunlardan biri, bu kötü hücre şartlarına dayanamayıp hayatını kaybetti.

            Sonradan öğrendik. İsim hanesi boş bırakılan 40 tutuklama müzekkeresi Emniyet’e verilmiş. Onlar da , Musa Anter, Binbaşı Şevket Turan, Avukat AliKarahan gibi  tanınmış  birkaç  kişi dışında, Kürt öğrencilerden, o gün kime rastladılarsa, tutuklama müzekkeresine isimlerini yazıp götürmüşlerdi.

            Soruşturma devam ederken 27 Mayıs 1960 askeri darbesi oldu. Milli Birlik Komitesi, bütün siyasi tutukluları serbest bıraktı. Fakat Kürt grubunun tutukluluk durumu devam etti.

          Aralarında birkaç subay bulunduğu için dava, TCK.nın 125. maddesindeki suç isnadıyla Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde açıldı. Müeyyidesi idamdı.

            Askeri Mahkeme, Ankara Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku Profesörü Faruk Erem’i bilirkişi olarak tayin etti. Faruk Erem dürüst bir bilim adamıydı.Verdiğiraporda, “elverişli vasıta bulunmadığı için suçun teşekkül edemeyeceği” yönünde görüş bildirdi. Bu rapor üzerine Mahkeme, sanıkların beraatine karar verdi. Sanıklar bir yıldan fazla tutuklu kalmışlardı.

         Askeri Savcı’nın temyizi üzerine Askeri Yargıtay, “TCK.nın 141. ve 142. maddelerinin uygulanmasının düşünülmesi gerektiği” gerekçesiyle kararı bozdu. Dava yeniden görülmeye başlandı.

            49’lar tutuklandıktan sonra avukat arayışına girişildi. O dönemde çok büyük bir baskı vardı. Hiçbir avukat  davaya girmeyi kabul etmedi. Bir avukat bulundu. Emekli askeri bir hakimdi. İstihbaratla ilgisi bulunduğu söyleniyordu. Zaten davaya da bir gözlemci gibi katıldı.

                        Hukuku mukuku bir yana bırakalım

 

            49’ların tutuklandığı 1959 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydim. 1964 yılında avukatlığa başladım. Askeri Yargıtay’ın bozma kararından sonraki safhada davaya vekil olarak katıldım.

            Karşılaştığım ilginç bir olay,  Duruşma Hakimi’nin hukuk anlayışını belirtmesi bakımından önemli bir göstergeydi.

            Fotokopi makinası’nın olmadığı bir dönemdi. Çuvallar dolusu belgeyi incelemek ve önemli olanlarını el yazısıyla kaydetmek zaman alıyordu. Mahkeme kaleminde 15 günden fazla tam mesai yaptım.

            Duruşma Hakimi Albay, ya çalışmam hoşuna gittiğinden, ya da beni etkilemek istediğinden, arada bir beni odasına davet edip çay ikram ediyordu.

            Bir gün yine odasında konuşurken, “Avukat bey, hukuku mukuku bir yana bırakalım,        bunlar gerçekten vatan haini değiller mi ?”   Bir Hakim’in görüşünü bu kadar net açıklaması  beni şaşırtmıştı.

            “Hakim bey, ben sıradan, ücreti vekalet için davaya giren bir avukat değilim. Bunlar benim arkadaşlarım. Şimdi siz izharı reyde bulundunuz. Davaya bakmamanız gerekir. Duruşmada bunu açıklarsam, bu sözünüze sahip çıkacak mısınız ?”

            Şaşırma sırası ona gelmişti. Karşısında duran sarışın, mavi gözlü, Türkçe’yi aksansız konuşan genç avukatın Kürt olabileceği ihtimalini aklından geçirmemişti. Sinirli bir tavırla, “Ne ben seni gördüm, ne de böyle bir söz söyledim” dedi ve odasını terk etti. Ben de çalışmaya devam için Mahkeme Kalemine geçtim.

            Duruşma esnasında, bir ret nedeni oluşur umuduyla, kendisini sinirlendirecek bir çok şey söyledim. Fakat soğukkanlılığını korudu.  Mahkeme Heyeti, zaman aşımı süresi dolduğu halde, bunu nazara almadı. TCK’nın 141. maddesine aykırılıktan mahkumiyet kararı verdi.

            Kararı temyiz ettik. Askeri Yargıtay, zaman aşımından dolayı davanın düşmesine karar verdi. Birkaç kişi, verilen 1yıl 4 ay ağır hapis cezaları daha önce onaylanmış olduğundan, bundan yararlanamadılar. Zamanaşımı süresini doldurmak için başvurduğum usule ilişkin hukuki yöntemlerin uygulanmasında Avukat Ruşen Aslan bana yardımcı oldu.

                        Neden tutuklandılar ?

 

            Bunun cevabı dosyadaki, Ergun Gökdeniz imzalı  Milli Emniyet Hizmetleri (MAH),   (bu günkü MİT) raporunda vardı.

            DP,  o dönemde büyük ekonomik sorunlarla karşılaşmıştı. Dış yardıma büyük ihtiyacı vardı. Milli Emniyet Hizmetleri’inin (MAH)  raporlarında çözüm öneriliyordu.

            40-50 kişilik bir Kürt grubu tutuklanacak.Bu, bir “Komünist Kürt hareketi” olarak gösterilip ABD’den daha fazla ekonomik yardım sağlanacaktı. Üniversite gençliği arasındaki “Kürtçülük” hareketleri de önlenmiş olacaktı.

            1958 yılında, Irak’taki askeri darbeden sonra Mustafa Barzani, Sovyetler Birliği’nden Irak’a döndü. Yeni Anayasa’da, “Irak’ın Arapların ve Kürtlerin devleti olduğu” hükmü yer aldı.

            Bu, Türkiye Kürtlerinde iyimserlik havası, sınırlı sayıda Kürt aydınları ve Üniversitedeki Kürt öğrencileri arasında bir hareketlilik yarattı. Fakat bu hareketlilik söz, sohbet ve dayanışma sınırlarını aşmadı. Bir örgütlenme yoktu.

            Hepsi istihbarat ajanlarının takibindeydi. Bunların verdiği raporlar dava dosyasına konulmuştu. Bu ajanlardan en ilginci Ahmet Muşlu’ydu. Muşlu, 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi’ni kuran 12 sendikacıdan biriydi. Ajan olarak verdiği raporlarda ipe sapa gelmez iddia ve yorumlar vardı.

            Sanıklar hakkında tutuklamayı gerektirecek  “kuvvetli emare” mevcut değildi. Şayet amaç, bu hareketi önlemek olsaydı, olgunlaşması beklenirdi, isim hanesi boş bırakılan tutuklama müzekkereleri düzenlenmezdi.

            Asıl amaç, dış yardım alabilmeye yönelikti. MİT raporunda belirtildiği gibi, bir “Komünist Kürt” tehdidinin varlığını göstermek için bu operasyon yapıldı.

            Cumhuriyet dönemi iktidarları, sorunlarını çözmek için hep Kürtleri  ve “Kürt tehdidi”ni araç olarak kullandılar. 49’lar olayı da bunlardan biriydi. Ama sonuncusu değildi.

                                   Y E N İ   A K I Ş

            Yazı dizisinde Roja Newe (Yeni Akış) adında bir dergiden söz ediliyor.  “Roja Newe”  diye bir dergi yok. 1966 yılında  Yeni Akış adıyla aylık bir dergi yayınladım. Yayın dili Türkçeydi. İçinde Kürtçe şiirler  de vardı.

 Musa Anter’in yayımladığı Kürtçe şiir ve daha sonra yayımlanan, Kürtçe yazıların da yer  aldığı DENG dergisi önemli hareketlerdi. İnkar edilen Kürt kültürünün varlığını ispat amacı taşıyordu.

            Deng Dergisi yasaldı. O dönemde, Kürtçe yayın yasak değildi. İktidar dergiyi kapatmak istiyor, fakat yasal bir neden bulamıyordu. İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda, “sırf Kürtçe yayın yaptığı için derginin kapatılamayacağı, böyle bir tedbirin alınması halinde dergiyi yayımlayanların Anayasa Mahkemesi’ne başvurup lehlerine hüküm alacakları, bu bakımdan takibata geçilmemesi gerektiği”  görüşü kabul edilmişti.

            Dergi’yi muhakkak kapatmak istiyorlardı. Abdulsettar Hemavendi’nin kullanıldığı bir komployla, dergiyi yayımlayanların da içinde bulunduğu  23 kişi tutuklandı ve dergi fiilen kapandı.

            Dergi’de “Aslanoğlu” imzasıyla, “Sılo’ya Mektuplar” başlıklı yazılarım vardı. Aslanoğlu’nun kim olduğunu tespit edemedikleri için tutuklanmaktan kurtuldum ve sayı 24’e çıkmadı.

            Abdulsettar Hemavendi Iraklı bir emlakçi değildi. Ortadoğu çapında bir dolandırıcıydı. Kralları, cumhurbaşkanlarını dolandırırdı. Türkiye’ye üç kez geldi. Her defasında ayrı bir suçtan (Nurculuktan, Kürtçülükten, Komünizmden) tutuklandı.  Ankara cezaevinde altı aya yakın birlikte kaldık. Birçok yabancı dil bilen 140 kilo ağırlığında karanlık bir adamdı.

                        Kürt Sorununa Çözüm Önerileri

            1966 yılından önce birkaç kez Kürtçe yayın girişimleri oldu. Kuşkusuz, bu girişimler çok önemliydi. İnkar politikalarına karşı, Kürtlerin varlığını ortaya koyan girişimlerdi.

            Fakat kimse bir çözüm önerisi getirmiyordu, getiremiyordu. “Kürt” sözcüğünün yasaklandığı bir ortamda, Kürt kimliğinin kabulüne dayalı çözümleri legal alanda tartışmak mümkün görülmüyordu.

            İşte böyle bir dönemde, Kürt sorununu tartışmak ve çözüm bulmak amacıyla Yeni Akış Dergisini yayınladım. Bir yazı kadrosu yoktu. Kemal Burkay’dan ve bazı Kürt aydınlarından aldığım birkaç yazı dışında, bütün yazıları, değişik isimlerle, yazmak durumunda kaldım.

Bu yazıların bir kısmını ( www. mehmetaliaslan.com ) web sayfasında bulmak mümkün.

             Tamamen kişisel olan bu girişim, büyük etki yarattı. Kürt Halkı ve özellikle üniversiteli gençler arasında büyük bir coşkuyla karşılandı.  Türkiye’de ilk kez “Kürt Halkı” ve  “Türkiye Halkları”  terimleri basında yer almıştı.

                        Türk Sosyalistlerinin tavrı

            Dergi, yeni bir dil kullanıyordu. Bu  dil, Kürt milliyetçilerinin ve Türk sosyalistlerinin  diline ve düşünce kalıplarına uymuyordu.

Babıali basını, birinci sayfalarından, dergiyi Komünist ve Kürtçü bir tehdit olarak kamuoyuna duyurup savcıları göreve çağırdılar. Bazı yazarlar köşelerinde bana küfrettiler.

            Türk sosyalistleri ise yazıların içeriğine itiraz etmiyorlar, fakat sorunu gündeme getirmenin zamanı olmadığını ileri sürüyorlardı.  Sosyalistler iktidar olunca, nasıl olsa sorunu çözeceklerdi. Buna karşı biz,  “sosyalistlerin iktidar olabilmesi için Kürt Halkı’nın desteğine ihtiyacı vardır. Bu desteği sağlamak için şimdiden onların sorunlarıyla ilgilenmek, çözüm önerilerini tartışmak ve  bu şekilde onların güvenini kazanmak gerekiyor. Ayrıca, Türk toplumunun, Kürtler hakkındaki önyargılarından kurtulabilmesi için de sorunun şimdiden tartışılması zorunluluğu var.”  diyorduk.

            1966 yılında TİP Genel Kurulu  Malatya’da toplandı. TİP’in bir çok örgütünü kurmuş ve ve kurulmalarına yardımcı olmuş  faal ve etkili bir partiliydim. 1965 seçimlerinde, AP’nin liste başı teklifini ret etmiş, örgütün muhalefetine rağmen, bir arkadaşımı liste başında aday göstermiştim. Genel Yönetim Kurulu’na seçilmemi gerektirecek bir çok neden vardı.

            Genel Yönetim Kurulu aday listesini Aybar, Aren, Boran hazırlıyordu. Listede ben de yer almak istedim. Ret ettiler ve ret sebebi olarak da Yeni Akış yayınını gösterdiler. Bu yayınların Parti’ye zarar vereceği  görüşündeydiler. Oysa, Dergi’deki görüşler, Kürtlerin TİP’e güvenini daha çok artırmıştı.

            Bağımsız aday oldum. TİP Genel Kurulu liderlerin görüşüne katılmadı. Türk ve Kürt sosyalistleri büyük bir oy çoğunluğuyla beni seçtiler.  Sonraları lider kadronun da görüşü değişti. TİP’in kapanmasına neden olan “Kürt Halkı” terimi, Genel Kurul Kararı olarak kabul edildi.

                        “Millet” mi , “Halk” mı ?

            Dergi 4 sayı yayımlandı. 5. sayı basıma verilirken tutuklandım. Kişisel bir girişim olduğu için de devam etmedi.

            İktidarlar Kürt Sorunu’nu, asimilasyon politikalarıyla, Kürtler, ulus-devletlerini kurma mücadeleleriyle çözmeğe çalışıyorlardı. Taraflar “Türk Milleti” ve “KürtMilleti”ydi. Bu, iki “Millet” arasında  -şartlar elverişli olduğunda- kaçınılmaz bir savaş demekti.

            Oysa, asimilasyon mümkün olmadığı gibi, bölgede sınırların değişmezliği konusunda anlaşmış olan Ortadoğu’ya müdahil büyük güçler, böylesi radikal değişikliklere izin vermiyorlardı.

            Sonuç alınamayan bir savaşın her iki kesimde yaratacağı tahribat büyük olacaktı. Bundan da  zarar görecek olan, egemen güçler değil, her iki tarafın yoksul halk kesimleriydi.

            Bunu önlemek, barışçı ve insani bir çözüm bulmak gerekiyordu. Bu da “millet” yerine “halk” dinamiğini harekete geçirmekle olurdu.

            Her iki halkın emekçileri, ezilen sınıf ve tabakaları örgütlenip, egemen sınıf ve tabakalardan iktidarı alacak, eşitliğe, adalete dayalı bir düzen kuracaklardı. Bunu da şiddeti dışlayan, demokratik ve barışçı yöntemlerle gerçekleştireceklerdi. Öncü Parti anlayışı ve Sovyet Modeli dışında, demokrasiye dayalı sosyalist bir düzen amaçlanıyordu.

            Dergi’nin 3. sayısında, Sosyalizm ve Kürtler başlıklı yazıda , “Türkiye’nin doğusunda yaşayan, kendine has dili, kültürü, örfü adeti olan bir Kürt Halkı vardır. Bu halk, cehaletin ve sefaletin kucağına terk edilmiştir. Baskı ve ayrı muamele, sosyal kanunların  gereği olarak ayrımcı akımları geliştirecektir.”

             “Türkiye’deki işçi, köylü, esnaf, dar gelirli memur gibi emeği ile geçinenlerin ırk farkı gözetilmeksizin menfaatleri ortaktır. Kendilerini sömüren emperyalist güçlere ve yerli ortaklarına karşı aynı safta mücadele etmeleri gerekir. Birbirlerinin etnik özelliklerine, diline, kültür değerlerine gösterecekleri saygı, dayanışmayı sağlayacaktır… Türk ve Kürt Halklarının işbirliği ve dayanışması kendi sınıf çıkarlarını koruyan ve savunan politik organizasyonlar içinde bir anlam kazanır. Nasıl Türk egemen sınıfları ile Kürt ağa ve şeyhleri her şeye rağmen aynı kurum ve partilerde birleşiyorlarsa, Kürt ve Türk Halkları da bunlara karşı kendi kurum ve partilerinde birleşmek zorundadırlar.” deniliyordu.

            Dergi’nin  4. sayısında yayımlanan “Kürt Halkının Yeri”  başlıklı yazıda da şu görüşler yer alıyordu.  “Çağımızda teşkilatlanmayan bir grubun veya bir teşkilat aracılığı ile savunulmayan bir fikrin başarı şansı zayıftır, hatta yoktur. Bu teşkilatlanmanın en etkililerinden biri de siyasi partilerdir. Meselenin demokratik yoldan çözümünü arzu eden Türk ve Kürt Halkları sosyalist partilerde birleşmekle en etkili ve doğru mücadele yolunu seçmiş olacaklardır. Faşist tehlikeyi önleme bakımından da bu zorunludur.” 

 

                        Legal, demokratik ve barışçı mücadele yöntemi 

            Yeni Akış’ın bu görüşünün temel unsuru, legal, demokratik ve barışçı mücadeleydi. Bu metot göz ardı edildiğinde, hem başarı şansı azalıyor ve hem de halklar arası yabancılaşmayı ve çatışmayı önlemek mümkün olmuyordu.

            Yeni Akış’ın 2. sayısının arka kapağında şu satırlar vardı. “İktidarlar… mücadeleyi kendileri için  daha elverişli olan Anayasa ve kanunlar dışı bir alana itmek ve gayrimeşru şekilde yakalamak isterler.  Çeşitli tertip ve tahriklerle bunu başarırlarsa karşılarındaki kuvvetleri kolayca ezerler. Özellikle sosyalist hareket, baskı altındaki dini mezhep ve akımlar ile doğu halkı bu oyuna getirilmeğe çalışılmaktadır. İktidarların faşist emellerini gerçekleştirmeye imkan vermemek için yukarıda sayılan halkçı ve demokratik kuvvetler bu oyuna gelmemeğe dikkat etmeli ve tertiplere karşı uyanık olmalıdır. Mücadelenin Anayasa dışına itilmesi engellenmeli ve iktidar Anayasa çerçevesi içinde mücadeleye mecbur edilmelidir.”                      ( O dönemde, 11. maddesinde, “Temel hak ve hürriyetler, Anayasa’nın özüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanunla sınırlanabilir” diyen özgürlükçü 1961 Anayasası yürürlükteydi.)

            Legal demokratik mücadele yöntemi, ilk döneminde, TİP’in, özenle uyguladığı temel politikasıydı.  Yandaşları kanalıyla TKP’nin TİP’e müdahalesi, illegal yöntemi benimseyen 68’lilerin ve  Kürt Örgütlerinin hareketleri, legal demokratik yöntemin uygulanmasını engelledi.

            Bu hareketler, egemen güçler tarafından, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin ortamını hazırlamak için araç olarak kullanıldı. Darbeler döneminde uygulanan korkunç işkence ve baskılar da PKK’yi yarattı. Bu gün, temel felsefesi aynı kalmak şartıyla,  dünyadaki ve bölgedeki değişimle beraber bu realiteyi de dikkate alarak, durumu yeniden değerlendirmek gerekiyor.

                                   DEVRİMCİ  DOĞU  KÜLTÜR  OCAKLARI

            Daha önce TİP’in yandaş örgütleri sayılan gençlik örgütleri, 1968 yılında TİP’e karşı     bir tutum  içine girdiler. Bu örgütlerin ulusalcı söylemleri Kürtleri rahatsız ediyordu. Kürt gençleri arasında ayrı bir örgütlenme isteği yaygındı.  Ben ve Tarık Ziya Ekinci kendilerine yardım ettik. Hatta programını ben yazdım.

            Derneğin, TİP’in ya da gelişmelere göre TİP’teki Kürt Grubu’nun yandaş kuruluşu olmasını amaçlamıştık. Fakat Derneğin kurucularının niyeti farklı olacak ki, kısa bir süre sonra dernek bağımsız bir parti gibi hareket etmeye başladı. Arkadaşlardan bir kısmı onlarla birlikte hareket etti. Bir kısmı ise ilişkiyi kesti.

                                   İ K İ     S A İ T   O L A Y I

            İki Sait de arkadaşlarımdı. Her ikisi de 49’lar davasının sanıklarıydılar. Dr. Sait Kırmızıtoprak zeki, yetenekli fakat son derece hırslıydı. Sait Elçi ise dürüst,fedakar. Cesur        bir insandı. Dr. Sait, Türk Solu geleneğinde yer almışken, Sait Elçi, Kürt Milliyetçi grubunun içindeydi. Bu nedenle birbirlerine sempatileri yoktu.

            Dr. Sait 1968’lere doğru bir arayış içine girdi. Okuduğu kitaplar arasında (bir kısmı Fransızcaydı) ağırlıklı olarak Küba Devrimi ve Fidel Castro ile ilgili olanlar ağırlıktaydı.          Dr. Sait  bir Castro hayranı kesilmişti.

            1968’de, aralarında Sait Elçi’nin de bulunduğu, Türkiye’deki KDP mensubu bir grup Kürt milliyetçisi Antalya’da tutuklandı. Isparta’da askerlik görevini yapan Dr.Sait onları ziyaret için bir çok kez Antalya’ya gidip onları ziyaret etti. Bu grupla aralarında bir dostluk ilişkisi gelişti.  Bu, her iki Sait’in trajik sonunu hazırlayan olayların başlangıcı oldu.

            Olayı anlamak için, Türkiye’deki Kürt Demokrat Partisi (KDP) yi iyi bilmek gerekiyor. T-KDP 1966 yılında Avukat Faik Bucak’ın girişimiyle kuruldu.

            1965 seçimlerinden önce,  Kürt din hocalarını ve aydınlarını ziyaret ediyor, TİP’e katılmalarını ve TİP’in Doğu’daki örgütlenmesine yardımcı olmalarını sağlamaya çalışıyordum.

            Bu arada Urfa’da Avukat Faik Bucak’ı da ziyaret ettim ve TİP’ten aday olması için iknaa çalıştım. TİP’e sempatisi vardı. Fakat TİP’in kazanabileceğine inanmıyordu. Bağımsız aday olacak ve kazanırsa TİP’e katılacaktı.

            Bunun imkansızlığını belirttim. Milli Bakiye’ye göre TİP’ten seçilmesi ihtimali çok güçlüydü. İkna olmadı. 1965 seçimlerinde Faik Bucak bağımsız  adayolarak TİP’ten fazla oy almasına rağmen seçilemedi. Daha az oy alan TİP adayı Behice Boran Meclise girdi.

                        Kürt Demokratik Partisi’nin Kuruluşu

            Faik Bucak, sevdiğim ve saygı duyduğum değerli bir aydındı. Seçimden sonra benimle görüşmek istedi. Urfa’ya gittim.  Birlikte illegal bir Kürt Partisi kurmak istiyordu.

            Ben,  “illegal hareketlerin halk kitleleriyle ilişki kurmakta zorlandığını ve bu nedenle etkili olamadıklarını, şimdiye kadar kurulan bütün legal ve illegal örgütlerin hepsinin içinde istihbarat elemanlarının bulunduğunu, Ahmet Muşlu olayında olduğu gibi, legal örgütlerde bunun büyük bir sorun yaratmadığını, fakat illegal örgütlerin yönlendirmeye ve provokasyona açık olduğunu” anlattım. Ayrıca “Sadece Kürtlerden oluşan örgütlerde, insanlar, Kürt kavramının içine hapsoluyor, bütün çalışmalar ve söylemler etnik sorunların dışına taşmıyor.  Ekonomi, eğitim, sosyal haklar, dünyadaki gelişmeler gibi konularla kimse ilgilenmiyor ve bu da Kürt toplumunun izolasyonuna yol açıyor, toplumun gelişmesini engelliyor. Kürtlerin bulunmadığı Türk örgütlerinde de milliyetçi anlayışların etkinliği artıyor ve bu, iki halk arasında çatışma zeminini yaratıyor. Kürt ve Türk aydınlarının aynı örgütlerde bulunması, milliyetçi eğilimleri törpülüyor, ön yargıları yok ediyor. Bunların birbirlerinden öğrenecekleri çok şey var.”

            Bu nedenle TİP’te yer almasını ve birlikte çalışmamızı önerdim.  Hatta bir defasında, yine kendisinin arzusu üzerine Mehmet Emin Bozaslan ile birlikte Urfa’ya gittik. Fakat anlaşamadık.

            Bir süre sonra KDP kuruldu. 1966 yılında Faik Bucak’ın öldürülmesinden sonra Genel Sekreterliğe Sait Elçi getirildi. (Genel Başkanlık yoktu)

            Sait Elçi dürüst, fedakar ve cesur bir insandı. Ama arkadaşları Parti’nin gelişememesini onun entelektüel yetersizliğine bağlıyorlardı. Bu nedenle de Parti’ye katılacak Kürt aydını arayışına girdiler. Feqi Hüseyin Sağnıç Erzurum’da bana geldi. “Halk kitlelerine ulaşmak ve onların örgütlenmesini sağlamak bakımından legal demokratik hareketin en etkili yöntem olduğunu” kendisine anlattım ve yukarıda yazılı sakıncaları da ekledim. Kendilerine katılamayacağımı söyledim. Sonuç olarak birbirimizi ikna edemeden ayrıldık.

Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın  Kürdistan’a gidişi

            KDP, bundan sonra Dr. Sait’e öneriyi götürdü. Sait hemen kabul etti.

Aralarındaki anlaşmaya göre, Sait Elçi Genel Sekreter olarak kalacak. Dr. Sait Politbüro  üyesi olacak. Irak Kürdistanı’na gidip orada bir üs kuracaktı. Bu, Fidel Castro hayranı Dr. Sait’in aradığı bir fırsattı

            Dr. Sait bu anlaşmaya uygun olarak Kürdistan’a gitti.Gidişinden önce de eşi ve iki çocuğuyla birlikte Erzurum’da bana geldi. Durumu anlattı. Gittikten sonra benimle temas kurabilir miydi.

            O dönemde bazı istihbarat elemanlarının , özellikle Kürt gençlerini silahlı bir isyana teşvik için  yoğun bir çaba içinde olduklarını, bunların arasında genç subayların da bulunduğunu duyuyorduk.

            Yirminci yüzyıl boyunca denenmiş ve her defasında Kürtlerin toplu kıyımına yol açmış provokatif bir yöntemin uygulanmaya konulmak istendiği görülüyordu.

            Kendisine bunları anlattım. Bu politikalara araç olmamasını söyledim. İkimizin bir gazete çıkaracak maddi imkanları ve deneyimi vardı. Birlikte  böyle bir girişimde bulunmayı önerdim.  Fakat o kararlıydı. Ona, benimle temas kurmamasını kesin bir dille söyledim. Bir daha da  görüşemedik.

            Dr.Sait Kürdistan’a gitti. Kendisine ve arkadaşlarına Metina dağlarının arkasında bir köyde yer verildi. Mustafa Barzani’nin ve bölge komutanlarının Dr. Sait’in amaçlarından haberleri yoktu.  Güç durumda kalmış bir grup Kürt gencine yardım etmek istemişlerdi.

            Dr. Sait’in gidişinden sonra 12 Mart askeri darbesi oldu. Benim hakkımda da tutuklama kararı çıktı. Yurt dışına gitmek istiyordum. Acaba güneyden Kürdistan’a geçip, oradan da Avrupa’ya gidebilir miydim ?

            Bu arada dikkatimi bir şey çekti. Dr. Sait ve arkadaşları gayet rahat Türkiye’ye geliyorlar  ve burada toplantılar yapıyorlardı.  Bundan MİT’in haberdar olmaması mümkün değildi. Geliş gidişlere sınırdaki köylerin muhtarları yardım ediyorlardı. Bunlar da genellikle MİT’e yakınlardı.

            Dr. Sait’in MİT ile ilişkisinin olması imkansızdı. Sait, en azından bu konuda dürüsttü.

Anlaşılan istihbarat, hareketin olgunlaşıp eyleme dönüşmesini istiyor ve bunun için kolaylaştırıcı bir rol oynuyordu.

            Bunun üzerine başka bir yoldan Fransa’ya gittim. Birkaç ay sonra arkadaşlarımızdan Ahmet Aras’ın, Almanya’da Konstanz’a geldiğini bildirdiler. Ahmet’in de hakkında tutuklama kararı vardı. Güney’e  kaçmış ve Dr. Sait’in yanına gitmiş, olaylara şahit olmuştu.

            Konstanz’a gittim. Ahmet günlerce konuştu ve olayı ayrıntılarıyla anlattı.

            Kısa bir süre sonra , KDP çevresinden  Muhterem Biçimli ve Mele Mahmut, o dönemde Paris’te öğrenci olan, şimdiki Paris Kürt Enstitüsü BaşkanıKendal Nezan’a Beyrut’tan haber gönderdiler ve yardım istediler.

            Kendal, biri de bende bulunan 2 pasaportu  alarak Beyrut’a gitti ve fotoğrafları değiştirilen bu pasaportlarla onları Paris’e getirdi. Bir haftadan fazla benim evimde kaldılar. Günlerce konuştuk. Olayı bir de onlar anlattılar.

            Yine Sait’le Kürdistan’a giden Dr. Faik Savaş’ı  Batı Berlin’deki evinde ziyaret ettim. Türkiye’ye dönüşümde de olayı yakından bilen kişilerle konuştum.

            Hepsinin ortak anlatımıyla, olay şu şekilde cereyan etmişti.

                        Sait Elçi’nin öldürülmesi

            Dr. Sait, Kürdistan’a  KDP’nin politbüro üyesi olarak gitmişti. Örgütün Türkiye’deki   merkez yönetiminin emrinde olacak, onların talimatına göre hareket edecekti.Fakat Kürdistan’a gidince, orada, kendisinin genel sekreteri olduğu yeni bir örgüt kuruyor. Sait Elçi’nin genel   sekreteri olduğu KDP’lilerinin de kendilerine katılmalarını ve talimatlarına göre hareket etmelerini istiyor.

            Buna Sait Elçi’nin tepkisi çok sert oluyor. Aldatılmışlık duygusuna kapılıyor ve bunu ihanet olarak kabul ediyor. Kürdistan’a geçip bu durumu Mustafa Barzani’ye şikayet etmek istiyor. Elçi’nin arkadaşları arasında Dr. Sait’in adamı veya adamları vardı. Elçi’nin niyetini ve Kürdistan’a geçişini Dr. Sait’e bildiriyorlar. Elçi’nin Barzani’ye ulaşması, Dr. Sait için çok kötü sonuçlar yaratabilirdi. Barzani’nin yönetim kadrosu Sait Elçi’yi tanıyor ve sanırım kendisine güveniyorlardı.  Bu çevrede Dr. Sait’i kimse tanımazdı. Elçi’nin söylediklerine inanacaklardı.

            Sait Elçi’yi bir şekilde bulundukları yere getiriyor. Kulplu Hikmet Buluttekin’e emrederek Sait Elçi’yi öldürtüyor.  Dr. Faik Savaş’ın amcasının oğlu, Faik’i görmek için  Elçi’yle beraber gelmiş ve Elçi’nin öldürülmesine tanık olmuştu. Delilleri yok etmek için onu da  Ömer Çetin’e emrederek öldürttürüyor.

                        Dr. Sait Kırmızıtoprak ve Hikmet Buluttekin’in idamı

            Sait Elçi’den haber alınamayınca, arkadaşları Kürdistan’a gidip araştırıyorlar. Sait Elçi’nin Dr. Sait tarafından öldürüldüğünü öğreniyorlar ve durumu Mustafa Barzani’ye bildiriyorlar. Barzani’nin Bahtinan Bölgesi’nden sorumlu komutanlarından Esat Hoşevi,          Dr. Sait  ve arkadaşlarını, Ahmet Aras gibi orada misafir bulunanları gözaltına alıyor.  Cinayet sorumluları Dr. Sait Kırmızıtoprak, Hikmet Buluttekin ve Ömer Çetin tutuklanıyorlar. Diğerleri sınırdışı ediliyor. Dr. Sait ile Hikmet Buluttekin idam ediliyor. Nüfuzlu Kürt aşiret reislerinin, Barzani nezdindeki girişimiyle Ömer Çetin serbest bırakılıyor.

            Olaydan sonra, Mustafa Barzani’nin sağ kolu olarak bilinen, onun dış ilişkilerini yürüten Xebat gazetesinin başyazarı Dara Tevfik ile Paris’te görüştüm.Saitler  olayını da sordum.

            Dara’nın bana anlattıkları şuydu. “Mustafa Barzani, Türkiye’yi rahatsız edecek hareketlerden kaçınıyor ve bu gibi hareketlere müsamaha göstermiyor. Bu, onun temel politikasıdır. Bunu oğullarına ve çevresine de hep söyler.”

            “Dr. Sait ve arkadaşlarının Türkiye’de karışıklık yaratacak, Türkiye’yi rahatsız edecek bir hazırlıkları vardı. Bunu gizlediler ve Barzani’yi aldattılar.”

            Dara, sırf bu nedenle Dr. Sait ve arkadaşının idam edildiğini söylemedi. Ama konuşmasından esas nedenin bu olduğu anlaşılıyordu. Ayrıca, ortada bir cinayet olayı da vardı. İki kişi öldürülmüştü.  Bütün bunlar, Dr. Sait ve arkadaşının idamını kaçınılmaz kılmıştı.

            Irak’tan Kürt mültecilerin Türkiye’ye geliş yıllarıydı. Mültecilerin hukuki sorunlarıyla ilgilendim.  Madame Mitterande’ın  mültecileri ziyaretindeberaberdim.Organizasyona yardım ettim.  “Kürt Mülteciler” diye bir kitap yayınladım.

            O dönemlerde Mesut Barzani Paris’e gelmişti. Kürt mültecilere gösterdiğim ilgiden dolayı benimle görüşmek istediğini söylediler. Gittim, birkaç gün beraber kaldım. Ona da bu olayı sordum.

            “Biz” dedi. “kararı Türkiye Kürtlerine bıraktık.  Onlar idam edilmesini istediler. Biz de onların kararını uyguladık.”   “Türkiye Kürtleri”  dediği, Türkiye KDP’si idi. Onlar da Sait Elçi’nin arkadaşlarıydı.

                        Komplo teorileri

            Saitler konusundaki gerçek dışı yorumlar, hem Saitleri ve hem de Mustafa Barzani’yi tanımamaktan kaynaklanıyor.

            Mustafa Barzani, Kürtler arasında efsane bir liderdi. Bu efsane, halk arasında, bugün de yaşıyor. Saitler ise Iraktaki Kürt Halkı arasında bilinmeyen isimlerdi.

            Dr. Sait’i halkın sevdiği iddiasının da gerçekle bir ilgisi yoktur.

            Barzaniler de, avlanmak ve ağaç kesmek büyük günah kabul edilir ve yasaktır. Dr. Sait ve arkadaşları, yerleştirildikleri köyde, kaldıkları binaların çevresindeki ağaçları kesiyorlar. Köylüler, Mustafa Barzani’nin izniyle buraya yerleştikleri için karşı çıkmıyorlar. Fakat bu nedenle kendilerinden nefret ediyorlar. Zaten Dr. Sait’in mizacı da halkla iyi ilişkiler kurmaya müsait değildi.  Yakalanıp götürüldükleri zaman köylüler bayram etmişti.

            Saitleri, efsane lider Mustafa Barzani’yle mukayese edip ciddiyetten çok uzak bir takım komplo teorileri üretilmektedir. Saitlerin gücünü abartmamak lazım.  O dönemdeki Türkiye ve Ortadoğu güçler dengesinde onların esamisi okunmazdı.

            İki Sait’in öldürülmesi olayı, tamamen KDP içindeki kişisel iktidar kavgasının sonucudur. İkisine de yazık oldu.

                                                                                                       Mehmet Ali Aslan