Terörist

T   E   R   Ö   R   İ   S   T 

( 1 )

             Genelkurmay Başkanı’nın tanımıyla “düşük yoğunluklu savaş”ın devam ettiği yıllardı.

            Fatê teyzenin, biri kız üç çocuğu PKK’ye katılmıştı.  Eşi, çocuklarını bulma umuduyla Örgüt ile temas ararken, kolluk kuvvetlerince yakalanıp gözaltına alınmış; günlerce süren sorgudan sonra imzaladığı  “itirafname”nin, işkence sonucu zorla kendisine imzalattırıldığına mahkemeyi ikna edemediği için  “örgüt üyeliği”nden sanık olarak cezaevinde tutukluydu.

            Fatê teyze yalnız kalmıştı. Bulunduğu köy, boşaltılan ve yıkılan binlerce köyden biri değildi. Ne var ki, geçimleri hayvancılığa bağlı olan bu yörede, yaylalara çıkışın devletçe yasaklanması, köylülerin ellerindeki hayvan varlığını da kaybetmelerine neden olmuş ve ekonomik yaşam kaynakları kurumuştu. 

            Bu durum, bir kısım devlet görevlilerinin uyguladığı baskılarla birleşince, köy halkının önemli bir bölümü büyük kentlerin varoşlarına sığınmışlardı.

            Her geçen gün canlılığını kaybeden bu dağ köyünde Fatê teyzenin yalnızlığı daha da artıyor, çekilmez hale geliyordu.

            Yoksul bir aileydi, televizyonları yoktu. Çocuklarıyla ilgili bir haber alır umuduyla, komşularından birinin televizyonunu izlemeye çalışıyordu.

            Türkçe kanallar söz birliği etmişçesine, çocuklarından ve onların arkadaşlarından  “terörist”  diye söz ediyorlardı.

            “Terörist”in gerçek anlamını bilmiyordu. İlk kez duymuştu. O’na sıcak gelmişti.  “Terörist” sözcüğünü her duydukça vücudunu ılık bir özlem ve sevgi duygusu sarıyor, çocuklarına kavuşmanın umudu yeşeriyordu.

            “Terörist”, çocuklarıyla özdeşleşmiş bir sözcüktü. Bir ana yüreğinin çocuklarına duyduğu, o karşılıksız, içten ve değişmez güçlü sevgiyi ifade ediyordu.

 

 

            Soğuk ve zifirikaranlık  bir sonbahar gecesiydi. Bütün ışıklar sönmüş, köy bir ölüm sessizliğine gömülmüştü. 

            Geceyarısına doğru köpek havlamaları bu sessizliği bozdu. Birkaç silahlı kişi, köyün girişinde bulunan evin kapısını çaldılar.

            Fatê teyze, Kürtçe “kimsiniz” diye sordu.

            Dışardakiler de, Kürtçe “biz tanrı misafiriyiz, ne olur aç, biraz ısınmak ve sonra gitmek istiyoruz” dediler.

            Fatê teyze “olmaz” dedi. “Yalnızım, kimseyi eve alamam. Başka yere gidin.”

            Dışardakiler, “Yapma teyze, bu gece yarısı, bu soğukta nereye gidebiliriz. Bizler de senin evlatlarınız. Çok fazla da kalmayacağız.”

            Fatê teyze “olmaz” dedi. “Bu geceyarısı kimseyi eve alamam.” 

            Bu yörede ailelerin büyük çoğunluğunun çocukları PKK’ye katılmıştı. Onların etkisiyle PKK’ye sempatileri vardı. Bundan yararlanmayı düşündüler. Bu teyze de PKK sempatizanlarından biri olabilirdi.

            “Biz PKK’liyiz. Biz gerillayız.Ne olur kapıyı aç, teyze.”

            Bir an çocukları gözlerinin önüne geldi. Belki onlar da bu gençler gibi, kimbilir hangi dağ köyünde, kimbilir hangi kapıyı çalıyorlardı. Ya da bir kaya oyuğunda aç ve soğuktan titriyor olabilirlerdi.

            Kapıyı açmak isterken, civar köylerden çoğu ailelerin başına gelen olayları hatırladı. 

            Özel timlerin içinde çok iyi Kürtçe bilenler vardı.  PKK’li giysileriyle ve o kimlikle evlere gidiyor, kendilerine yardım eden kimseleri saptayıp gözaltına alıyorlardı.

            “PKK’liyiz” diyen bu insanlar, özel tim mensupları olamazlar mıydı? Eşi aklına geldi. Kendisini cezaevinde ziyaret ederken, O, günlerce süren gözaltı döneminde uğradığı işkenceleri anlatmıştı.

            Korktu, irkildi. Kendi başına da aynı şey gelebilirdi. Kapının sürgüsüne uzanan elini çekti. Kolları çaresizlikle yana düştü. Titrek bir sesle “Olmaz, boşuna uğraşmayın, açmam” dedi. 

            Fatê teyzeyi ikna etmek mümkün değildi.  Bütün israrlara rağmen kapıyı açmamakta direniyordu.

            Dışardakilerden biri son bir umutla bağırdı.

            “Teyze, biz teröristiz, terörist.”

            Romatizmaları yüzünden gece uyumamış, yorgun Fatê teyze birden canlandı. Hemen kapıyı açtı. Işık saçan gözleriyle karanlıktakileri seçmeye çalıştı. İlk gördüğü silahlı gencin boynuna sarıldı. 

            “Teyzeniz size kurban. Niye daha önce terörist olduğunuzu söylemediniz.”

            İkisi kız, beş silahlı gençti gelenler. Her birini ayrı ayrı kucaklayıp öptü, kokladı, bağrına bastı. Kuşkusu kalmamıştı. Evet, bunlar da çocukları gibi teröristti. 

            Sevgisi bunlarda yoğunlaşmıştı. Eşinden ve çocuklarından ayrı kalmanın, dayanılmaz yoksulluğunun sorumluları olarak da  “ötekiler”i görüyordu.  Güçsüz ve çaresizdi. Tek yapabildiği beddua etmekti. Gençleri içeri alırken, bedduaları da gecenin sessizliğinde yankılanıyordu.

  

 ( 2 )

 

            Bayram arifesiydi. Ankara Esenboğa havaalanı, bayramı aileleriyle birlikte geçirmek isteyenlerin akınına uğramıştı.  THY uçakları ihtiyaca cevap veremiyordu. Bu nedenle de seferlerde meydana gelen gecikmeler ve iptaller yolcuları çileden çıkarıyordu. 

            Uçaklar başka hatlara tahsis edildiğinden, Kars ve Erzincan seferleri de iptal edilmişti. Bu uygulamaya yolcular isyan ediyordu.

O da bir Kars yolcusuydu. Diğer yolcularla birlikte Müdürün odasını işgal ettiler.  Müdürün yanında oturan iki milletvekili, sorunu çözeceklerini söylüyor, gergin havayı yumuşatmaya çalışıyorlardı. 

Müdür de  “sayın parlamenterler ile bir çözüm bulacaklarını”  söyledi ve yolcuların derhal odayı terketmelerini istedi. Bu bir oyalama taktiği idi.

Yolcular çıkmak üzereyken, O birden  “parlamenterler de kim oluyor” diye bağırıp üzerlerine yürüdü. Parlamenterler odayı terk etmiş, Müdür bu fırtınanın hiç de iyi sonuç vermeyeceğini anlamış, Erzincan ve Kars yolcuları için Erzurum’a bir uçak tahsis etmişti. 

Üniversite öğrencisi olan kızı, havaalanı lokantasında kendisini bekliyordu. Bir kısım yolcular da  rahat bir nefes almak için lokantaya gelmişlerdi.

O, yolcuların gözünde bir kahramandı. Öfkeli ve sert tavrı ile uçak tahsisinde önemli rol oynamıştı. 

Yandaki masalarda oturanlar  “Babanla gurur duymalısın”,  “Ne mutlu sana, böyle bir baban var” diye kızına iltifat ediyorlardı. 

50-60 yaşlarında bir bayan yolcu,  “Erzurum’dan Erzincan’a gideceğim. Vakit geç oldu. Acaba gece gidebilir miyim ?” diye sordu.

“Çok rahat gidebilirsiniz, herhangi bir sorun olmaz. Vasıta bulmakta da güçlük çekmezsiniz.” dedi.

Bayan yolcunun endişesi vasıta bulmak değildi.  Açıkladı.

“O bölgede teröristler var. Geceleri yol kesiyorlar. Ben bundan endişe ediyorum.”

Uçak bulmanın keyfiyle herkes neşeliydi. Bu ortamın etkisiyle,

“Endişe etmenize gerek yok.”  dedi. “Ben, o terörist dediklerinizin avukatıyım.  Bölgeyi iyi biliyorum. Bu sıralarda hiçbir olay olmuyor.  Güven içinde gidebilirsiniz.” 

“Terörist dediklerinizin avukatı”.  Bu cümle soğuk bir duş etkisi yaptı. Bir anda havayı dondurdu. Yüzler çevrildi. Herkes ona arkasını döndü. Göz göze gelmemeye dikkat ettiler. “Terörist”e duyulan nefret, biraz önce “kahraman” olarak gördükleri “terörist denilenlerin avukatı”na yönelmişti.

Kimbilir belki de bunların asker olan çocukları vardı. Onları bir çatışmada kaybetmiş, ya da kaybetmekten korkuyorlardı. Bunun sorumlusu olarak da “terörist” dedikleri kişileri ve onlarla ilgili olanları görüyorlardı. Ya da medyanın yarattığı şartlanmaların etkisiyle bu düşmanca tavrı takınıyorlardı. 

Kızı “baba” dedi, “bunlara ne oldu, bizden yüz çevirdiler.”

Bu gibi olaylarla çok karşılaştığı için onların bu tavrını umursamadı.

“Evet” dedi. “Onların gözünde biraz önce kahramandım, şimdi de bir hain.”

 

( 3 )

 

            Yaşanan iki olay. Aynı yaşlarda iki kadın. Biri kürt, diğeri Türk. Aynı TV kanallarından  “terörist”i duydular. Algılamaları ise farklı oldu.

            Birisi için  “terörist”, oğlunu, kızını ve onlara duyduğu  sevgiyi, özlemi ifade ediyor. 

            Diğeri için “terörist”, yol kesen, adam öldüren, ülkeyi bölen korkunç ve tehlikeli biri, “düşman” ve “hain”. O, nefretin, yöneldiği bir odak. Bu nefret sadece O’na değil, O’nunla ilgili ne varsa, mensup olduğu etnik gruptan avukatına kadar her şeye yönelik. 

            Bunlar tekil olaylar değil. Her iki olay da, iki taraf çoğunluğunca paylaşılan bir anlayışı, kültürel temellere oturmuş bir tavrı simgeliyor.  Kavramlara farklı anlamlar yükleniyor, olaylar farklı algılanıyor.  

            Bu, Türkiye’nin zihinlerdeki bölünmüşlüğünü gösteriyor. Kurulu düzeni korumak için çekilen “birlik” ve  “beraberlik”  nutukları ise bölünmüşlüğü her gün biraz daha artırıyor ve fiziki bölünmeye giden kapıların aralanmasına yol açıyor.

            Oysa, egemenlerin dışında,  bu ülkede yaşayan insanların menfaatleri birdir ve aynı kaderi paylaşıyorlar. 

            Egemen güçler, Fatê teyze, eşi ve çocuklarının trajedisine, Türk halkının yoksulluğuna ve geriliğine yol açan bu baskı rejimini , soygun ve talan ekonomisini, halkı düşman kamplara ayırıp biribirlerine kırdırarak, rantlardan pay alan her iki tarafın profesyonel politikacılarının ve bir kısım  “aydınlarının”, doğrudan veya dolaylı desteğini de  sağlayarak sürdürüyorlar.

            Her iki halk, bu gerçeği görmedikçe, insan odaklı demokratik bir düzenin kurulması için bilinçli ve örgütlü güçlerini birleştirmedikçe, sorunlara çözüm bulunamayacağını bilmemiz gerekir.

           

Aralık 2000

Mehmet Ali Aslan