“Sözde Vatandaşlar”ın Bayrak Olayı

             TV ekranında 2 çocuk, polislerin arasında Mersin Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyor. Spiker, bu çocukların sabıkalarını sayarken yaşlarını da hatırlatıyor. Biri 12, biri 13 yaşında. Bunlar, Türkiye’yi bütün kurumlarıyla ayağa kaldıran, koskoca Türk Ordusunu harekete geçiren “bayrak olayı”nın failleri.

            Türkiye’deki şoven milliyetçi refleksleri harekete geçiren, toplumsal linç girişimine maruz kalan bu çocuklar kim?

            Onlar, yerlerinden yurtlarından koparılan, büyük kentlerin varoşlarına sığınan işsiz Kürt ailelerinin çocukları. Yoksul ve eğitimsiz.

Dağda vurulan, cezaevlerinde ömür tüketen ablalarının, abilerinin, faili meçhul cinayetlere kurban giden yakınlarının hikayelerini ve onlar için analarının yaktıkları ağıtları dinleyerek büyüdüler. Çocukluk anılarında, yakılan köylerinden yükselen dumanlar, aç ve perişan düştükleri yollar vardı. Hatırladıkları kan ve ateşti.

Onların rüyaları çalındı, umutları yokedildi, gelecekleri karartıldı. Küçücük ruhlarını kin ve nefret duyguları sardı.Sisteme ve sistemin bütün kurumlarına ve simgelerine düşman oldular. Bu simgelerden biri de bayraktı. Bu bayrağı taşıyan güçler tarafından köyleri yakıldı. Bu bayrağın dalgalandığı karakollarda yakınları işkence gördü. Onu, abi ve ablalarının tutuklu bulunduğu cezaevlerinin önünde dalgalanırken gördüler. Bayrakların göndere çekildiği resmi binalara uzaktan korkuyla baktılar. Çoğu okula gitmemişti. Onlar için bayrak, toplumun diğer kesimlerinden farklı bir anlam taşıyordu.

            Yıllar önce, yine bir bayrak olayı yaşandı. 1996 yılında HADEP Genel Kurulunda asılı olan Türk bayrağı bir provokatör tarafından, emniyet güçlerinin gözü önünde indirildi. Görevli emniyet güçleri olaya müdahale etmediler. Bundan HADEP yönetimi sorumlu tutuldu. Hepsi tutuklandılar. Ankara 1. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde açılan 1996/80 sayılı davanın duruşmasında yaptığım savunmada bayrakla ilgili şunları söylemiştim.

            “Bayraklar, devletlerin bağımsızlıklarının simgeleridir. Devletler, bu bayraklar altında vatandaşlarına koruma sağlamakla yükümlüdürler. Korkudan, haksız müdahalelerden uzak, özgürce yaşamalarını, aş, iş, konut ve her türlü olanaklara sahip olmalarını, maddi ve manevi yönden, kültürel bakımdan kendilerini geliştirme imkanlarına kavuşmalarını sağlamakla görevlidirler.

            Vatandaş, nerede bu bayrak dalgalanıyorsa, orada güven içinde olacağını bilirse, ona koşar. Onun altında bulunmaktan mutluluk duyar. Bayrakların itibarı da böyle artar. Bayraklar böyle yücelir.

            Bir ABD vatandaşı, bir Fransa veya Almanya vatandaşı, bayrağının dalgalandığı her yerde büyük bir güven içinde olacağını bildiği için ona saygı duyuyor. Bu güven bütün vatandaşlara sağlandığı için de bayrakların itibarları yasalarla veya devlet zoruyla korunmaya çalışılmıyor. Az gelişmiş ülkelerde bayrağa hakaret olarak kabul edilen çoğu fiillere gülüp geçiyorlar. Bu konuda kompleksleri yok. 

            Çünkü bayrağın simgelediği bağımsızlık, sözde bir bağımsızlık değil. Arkasında bütün vatandaşlarının haklarını, özgürlüklerini güvence altına alan adil ve bağımsız bir yargı sistemi, insanca yaşama olanaklarına imkan veren güçlü bir ekonomi, hastalığa, işsizliğe, yoksulluğa ve her türlü riske karşı koruma sağlayan sosyal güvence kurumları, en önemlisi, devletin kendini bağlı saydığı hukuk devleti ilkeleri ve demokratik değerler vardır.

            Ama devletin bağımsızlığının simgesi olan bayrak, vatandaşların tümüne koruma sağlamaz, sadece bir grubun ideolojik anlayışının simgesine dönüşür ve diğer vatandaşlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılırsa ve hele büyük yolsuzluk iddialarını ve olaylarını kamuoyundan saklamak için bir örtü olarak kullanılırsa, vatandaşların büyük kesimi bayrağa yabancılaşır. Hatta kimi zaman tepkiler de doğar. 

            Bunu önlemenin, bayrağa itibar ve saygınlık kazandırmanın tek yolu, ona gerçek işlevini kazandırmaktır. Herkesin, bütün vatandaşların, hiçbir ayrım gözetilmeden, onun altında koruma göreceğine inanmasıdır. Buna güven duymasıdır.

            Herkesin altında güvenle yaşayacağı, mutlu olacağı, bir sistem oluşturmakla, yabancılaşmaya son verilir ve bayrak, sadece yasayla değil, gerçek anlamıyla, gerçek işleviyle herkesin olur.”

                        Bu  çocuklar  3-5  değil,  onbinlercedir.

 

            Bunlar 3-5 değil, onbinlerce. Büyük şehirlerin varoşlarından merkeze inip korku ve dehşet saçıyorlar. Bu “sözde vatandaşlar”, “gerçek vatandaşlar”ın  “huzurlu” dünyalarına saldırıyorlar.

            Kapkaç ve hırsızlık çeteleri, onları kafileler halinde getirip eğitiyorlar.Mafya grupları, tetikçi olarak yetiştirip topluma salıyorlar.

            Devlet güçlerinin, bir kısmını yakalayıp cezaevlerine göndermesiyle sorun çözülmüyor. Onların yerine yenileri geliyor.Dalga, dalga ve her gün sayıları artarak.

            Bunlara karşı toplum kör ve sağır. Onların yetiştiği ortam ve aile çevresinin sorunlarıyla ilgilenmek kimsenin aklına gelmiyor. Polisiye önlemlerle sorunu çözmeye çalışıyorlar. Özel Güvenlik için kanunlar çıkarılıyor.  200.000 kişilik özel güvenlik gücünden söz ediliyor. Bu, büyük bir ordu. Eski emniyetçilere, MİT’çilere iş alanları açılıyor.

            Ama gelenlerin kin, nefret ve intikam duygularıyla bilendiği ve bunun nasıl karşı konulamaz yıkıcı, tahrip edici bir güç olduğu unutuluyor.

            Güvenlik için daha çok polis, daha çok özel güvenlik gücü ve giderek polis devletine dönüşen çatışmalı, dünyadan tecrit edilmiş geri bir Türkiye.

            Bu çocukları bu hale getiren kimler ? Onları provokasyonların ve rantçı politikaların aracı olarak kullanan hangi güçler ?

            Bunlar, bu yaşlarda, diğer akranları gibi okulda olmalıydılar. Onlara da sıcak bir aile yuvasında, karnı tok, sırtı pek, iyi bir gelecek için çalışma imkanı sağlanmalıydı. 

            Bu, devletin göreviydi. Ama, devlete egemen güç, köylerini yaktı, evlerini yıktı, bütün varlıklarından kopardı. Ana ve babalarını, işsiz ve perişan bir halde, büyük şehirlerin varoşlarına sığınmak zorunda bıraktı. Onların gidecekleri, sığınacakları yer yoktu. Sokakları mekan tuttular.

            Bu dönemde, siyasetçi, bürokrat, işadamı üçlüsü, devleti, toplumu çulsuz bırakıncaya dek iliklerine kadar soydu. Bütün bu soygunlar, yolsuzluklar, hırsızlıklar, vatan, millet edebiyatının arkasına saklanarak yapıldı ve Türk bayrağı bir örtü olarak kullanıldı. Bu Türk bayrağına en büyük hakaretti. Ama bugün iki çocuğun hareketine karşı milliyetçi histeriye kapılmış Türk toplumundan, o günlerde bir ses yükselmedi. Bu gün de,hortumların, soygunların, Türkiye’nin sırtına yüklediği ağır borçları, boğazından keserek öderken, hiçbir ciddi tepki göstermiyor.

                                    Genelkurmay  Başkanlığının  Bildirisi

 

            Fatih Altaylı’nın deyimiyle “iki veletin” densizliği Türk Ordusunu da harekete geçirdi. Genelkurmay Başkanlığı, Süleymaniye’de, Amerikalılar Türk Ordu mensuplarının kafasına çuval geçirdiklerinde , böylesi şedit bir tepki göstermemişti. Ama yaşları 12, 13 olan iki çocuğun yaptıklarına karşı, Kürtleri tehdit eden, geçmişteki katliamları anımsatan ve onları  “sözde vatandaş” olarak niteleyip, yasal vatandaşlık haklarını yok sayan dehşetengiz bir bildiri  yayımladı.

            Genelkurmay Başkanlığı siyasi literatüre yeni bir kavram kazandırdı.  “Sözde Vatandaşlık”. Bunun muhatabı elbette ki Kürtlerdir. Nasıl “sözde soykırım”, soykırım olmadığı anlamında kullanılıyorsa, “sözde vatandaşlık”  da, vatandaş olmadığı anlamında kullanılıyor. Yani, Anayasanın, yasaların hükümlerine rağmen, Genelkurmay Başkanlığının takdiriyle bazı kişi ve gruplar, bu statüden yararlanamayacak, vatandaşlık haklarından tamamen mahrum olacak. Bunun doğal sonucu olarak, şayet bir kazaya kurban gitmezlerse, sınır dışı edilebilecekler.

            Eğer Türkiye’de hukukun gücü egemense, savcılar, Genelkurmay Başkanı ve bildiriyi hazırlayan generaller hakkında dava açarlar.  Yok eğer gücün hukuku egemense, o zaman külahımızı önümüze koyup, bir defa değil, yedi defa düşünmeliyiz.

            Bildiriyi yayımlayan generallere bazı hususları hatırlatmakta yarar var.

            Şimdiye kadar ülkeyi ve bayrağı koruma ve kollama uğruna, generallerin değil, hep yoksul halk çocuklarının kanı aktı. Bunun önemli bir kesimi de Kürtlerdi. Bundan sonra da böyle olacak.

            Türkiye, dün Doğu ve Güneydoğusuyla, bugün ise bütünüyle Kürtlerin vatanıdır. Onları, dün yerlerinden, yurtlarından koparıp açlığa ve sefalete mahkum eden zihniyet, bugün vatandaşlık haklarından mahrum edip Türkiye dışına sürmek istiyorsa, bu vahim bir hata olur.

            Ordunun önemli bir kesimi Kürtlerden. Çalışan, vergi veren onlar. Ama açlığa mahkum edilen yine onlar.

            Türkiye’de vergilerin % 74’ü dolaylı vergilerdir. Bir Kürdün yediğine, giydiğine v.s.. ödediği vergiler, Koçlarla, Sabancılarla aynı orandadır.Türk emekçileri gibi, emekçi Kürtlerin de ödedikleri gelir vergisi ve diğer vergiler, işadamlarının ödediklerinden fazladır.  Üstelik işadamları, holdingler, vergi iadeleri, teşvikler  v.s.  adı altında, ödediklerinden fazlasını alıyorlar.

            Güçlü bir holdingle ekonomik faaliyetin içinde yer alan ve dünyada bankası olan tek ordu, Türk Ordusudur.  205 Sayılı Kanunla kurulan Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) kurumlar vergisinden, veraset ve intikal vergisinden, Gelir vergisinden, gider vergisinden ve damga resminden muaftır.

            AB ile müzakereler başlayınca, serbest rekabete dayalı ekonomi politikalarına aykırı olan bu durum müzakere masasına gelecek ve bu ayrıcalıkların kaldırılması istenecektir.

            Halktan,  bir kısmı da Kürt halkından toplanan  vergilerin önemli kısmı Silahlı Kuvvetlerin ihtiyaçlarına ayrılıyor. Silah ve mühimmat alınıyor. Kışlalar ve Orduevleri yapılıyor. Orduevlerinin masrafları karşılanıyor ve generallerin maaşları ödeniyor.

            Son bir hatırlatma. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil’in bir yılda tükettiği 1,5 ton çikolata, 25 bin kutu kola, sokaklara terk edilen bu çocukların hakkıydı.

                        AB  Yolu  Torpillenmek  İsteniyor  

            İki çocuğun densizliğini, Türkiye’yi bütün kurumlarıyla ayağa kaldıran bir harekete dönüştürmenin sebebi ne ? Bundan ne umuluyor ?  Bunun arkasında kimler ve hangi çıkarlar var ? 

            Türkiye, kaderini belirleyecek bir döneme giriyor. AB ile müzakereler başlayınca, Türkiye’deki bütün ayrıcalıklar, soyguna ve hırsızlığa imkan veren mekanizmalar müzakere masasına gelecek. O, yıllarca halkı ve ülkeyi soyan kişi ve grupların gerçek durumları ortaya çıkacak. AB, bu ayrıcalıkların kaldırılmasını, soyguna ve hırsızlığa imkan sağlayan düzenin değişmesini, Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyecek.

            İşte bu, bir kısım ayrıcalıklı çevreleri, Türkiye’yi talan eden bir kısım siyasetçileri, bürokratları ve iş adamlarını korkutuyor. AB ile müzakereleri çıkmaza sokmak ve AB’ye girişi engellemek için provokasyonlardan medet umuyorlar. Büyük sermayenin denetimindeki medya ve onun kalemşorları, halkı tahrik ederek bir gerginlik ve çatışma ortamı yaratmaya çalışıyorlar. Kaynana Semra programlarıyla bilinç ve kültür düzeyini iyice düşürdükleri bir kısım halk kitlelerini de araç olarak kullanıyorlar.

            Bütün bu kampanyalar sonucunda, “Kürt” kavramı terörizmle özdeşleştiriliyor ve Kürt Halkına karşı düşmanca duygular her gün biraz daha artıyor.Bu, Türkiye için bir felaket olacak etnik çatışmaya zemin hazırlıyor. 

            Peki, bütün bunlara karşı Kürtler ne yapıyor ve ne yapmalıdır ?

AB’ye giriş, herkesten fazla Kürt Halkı için önemlidir ve onlar için yaşamsal bir sorundur. 

            Türkiye’de kabul edilen demokratikleşme paketlerinin, direnişlere rağmen uygulanmaları, AB’nin zoruyla olmuştur ve olmaktadır.

            AB olmasa, geçmiş uygulamaların, “sözde vatandaşlık” fikrinin hayata geçirilmesine kim engel olacak ?

Bu nedenle Kürtler AB amacına kilitlenmek, AB yolculuğuna hiçbir engel çıkarmamak ve varolan engelleri de Türk Halkıyla birlikte aşmak için mücadele etmek zorundadırlar.

            Ama bunun için Kürt toplumunun içine hapsedildiği kalıpları kırması, dışa açılması, kendi kimliğini koruyarak Türkiye’nin diğer toplum kesimleriyle bütünleşmesi, toplumsal ilişkilerin her alanında  demokratikleşmesi ve en önemlisi, özgür düşünme ve tartışma ortamına kavuşması gerekir. 

            Türkiye’nin bir kesimindeki toplum, totaliter bir anlayışla, diğerindeki ise demokrasiyle yönetilmek istenecek ve siz kalkıp, uygulanması da mümkün olmayan bu ikili düzen kurma çabalarının olduğu bir ülkenin AB’ye girişini isteyeceksiniz. Gülerler adama.

 Kürt Halkını dünyadan tecrit ederek etki alanına alan profesyonel Kürt politikacıları bunu anlamış görünmüyorlar. Demokrasiden ve AB’ye katılmaktan söz etmelerine rağmen, hareketleriyle, uyguladıkları politikalarla AB ve demokratikleşme hedeflerine büyük zarar veriyorlar.

            DEP milletvekillerinin tahliyesinde, avukatları TV kameralarına  “bu Türk hukukunun zaferidir” diye bağırıyordu. Oysa Türk Hukuk Sistemi, Kürt Halkının iradesini hiçe sayarak onları on yıla yakın demir parmaklıklar arkasına hapsetmiş, ancak AB Hukukunun müdahalesi ile özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Tahliyeleri için büyük çaba sarf eden Clodia Roth’u şovmenlikle suçlayıp Mehmet Ağar’ın huzuruna kabul edilmelerini beklemişlerdi.

            Bütün bunlar, bu politik kadronun AB’yi değil, Türkiye’deki sistemi, milliyetçi iktidar ve kurumları kendilerine yakın gördüğünü gösteriyor. AB’nin Kürtlerin lehine olan kararlarına ve söylemlerine karşı iktidarla aynı paralelde tepki veriyorlar.

            Bu profesyonel Kürt politikacı grubu, Kürt Halkının dışa açılmasının, kendi kimliğini koruyarak Türkiye’nin diğer kesimleri ve dünyayla entegrasyonunun ve gelişmesinin önündeki büyük bir engele dönüşmüştür.

            Bu grup,legal siyaset alanını kapatarak, kendileri gibi düşünmeyen aydın Kürtleri etkisiz hale getirdi. Kendi çocuklarını en iyi okullarda okutup, bütün risklerden koruyup olayların dışında tutmaya çalışırlarken, halk çocuklarını ölüme götüren ve Kürt toplumunda büyük yıkıma yol açan savaş politikalarını desteklediler. Bunun çıkmaz yol olduğunu söyleyenleri, barışçı ve demokratik yöntemlerde ısrar edenleri ihanetle suçladılar.  Binbir güçlükle üniversiteye girmeyi başarmış Kürt gençlerine polis kameraları önünde “Öcalan’a özgürlük” ve benzeri sloganlar attırarak okumalarına engel oldular.

            Bu şekilde Kürt toplumunda aydın bir kadronun oluşması engellendi. Politika, en yeteneksiz, bilgisiz  kişi ve grupların elinde kaldı.

            Aynı kadronun kurmaya çalıştığı  “yeni parti”nin  öncekilerden farklı olmayacağı ve “eskiler” gibi politika alanını, sistemi değiştirmeye yönelik barışçı ve demokratik Kürt hareketlerine kapatma işlevini göreceği açıktır.  

           

            Üç dönemdir, Kürt oylarıyla bağımsız en az 30-40 milletvekili seçilip parlamentoya gönderilebilir ve Kürt Halkının özlem ve talepleri sokaktan kurtulup parlamento çatısı altında uygar ve demokratik bir tartışma platformuna taşınabilirdi. 

            Bu, sistemin korkulu rüyasıydı.Profesyonel Kürt politikacıları bunu engelleyerek sisteme yardımcı oldular.Bağımsız adayları ihanetle suçlayıp seçilmelerine engel oldular ve bugünkü parlamento tablosunu yarattılar.

             Bu grup, gerçekçi, uygulanabilir hiçbir  proje, program ve politika üretemedi. Bunu başaracak bilgi ve deneyimden yoksundu. 

            HADEP’in 9 Genel Başkan Yardımcısından her biri bir konuyla görevlendirilmişti. Fakat bunların arasında ekonomi yoktu. Ekonomi, Partinin ve Parti yöneticilerinin ilgi alanı dışındaydı. Çünkü Parti’nin ve yöneticilerin önemli ekonomik sorunları yoktu. Yoksul Kürt Halkının ve Türkiye’nin ağır ekonomik sorunları ise onları ilgilendirmiyordu. Zaten içlerinde ekonomiden anlayan tek kişi de yoktu. 

            DEHAP, işbirliği yaptığı marjinal sol gruplar AB’ye karşı olduğu için seçim beyannamesinde AB’den tek satırla bile söz etmemişti. Ekonomi ile ilgili ise, işsizliğe çare olarak,  haftalık çalışma sürelerini 35 saate indirmek gibi fantezilere yer veriyor, uluslararası ekonomik sistemden habersiz, ekonomik akıl ve realite ile ilgisi olmayan görüşler ileri sürüyordu.

 Tek yaptıkları, büyük halk kitlelerinin katıldığı büyük mitingler ve toplantılar tertip etmek oldu. Ezilen ve aşağılanan yoksul halk kitleleri,  duygu, özlem ve taleplerini dile getirecekleri hiçbir ifade kanalı bulamadıkları için, bu miting ve toplantılara büyük ilgi gösteriyor.Ama bu, iyi denetlenemediği için, aynı zamanda provokasyonlara açık alan oluşturuyor.

            Bugün Kürt Halkı için çok önemli olan ve Türkiye’nin demokratikleşmesi, ülkede barışın ve istikrarın sağlanması için zorunlu bulunan iki konunun, acil gündem maddesi olarak üzerinde durmak gerekir.

            Bunlardan biri Doğu ve Güneydoğu için ekonomik, sosyal, kültürel v.d. alanları kapsayan bir kalkınma planının yapılması ve uygulanması, diğeri de dağda, cezaevlerinde, yurtdışında bulunan Kürt gençlerinin ve insanlarının birer özgür vatandaş olarak aramıza katılmalarını sağlayacak koşulsuz, bir genel siyasi affın kabulüdür. 

            Ama bu iki önemli ve acil konu, profesyonel Kürt politikacılarının ilgi alanı dışındadır. Onlar, Kürt gençlerini ve Kürt toplumunu Öcalan’ın affı konusuna kilitlemiş, bunu adeta Kürt Halkının tek önemli meselesi haline getirmişlerdir.

            Bu şartlarda, bu ortamda Öcalan’ın affının mümkün olmadığını ve her miting ve toplantıda sahnelenen Öcalan posterleri ve bayrakların toplumu germeye, çatışma ortamını sürdürmeye hizmet ettiğini bilmeyen yoktur. 

            Öcalan’ı sevenler, şayet Öcalan’ın ilerde özgürlüğüne kavuşmasını istiyorlarsa, toplumda gerginlik ve çatışma yaratacak hareketlerden kaçınır, demokratikleşme hareketlerine destek verirler.

            Çünkü Öcalan, milliyetçi güçlerin iktidarda etkin oldukları bu dönemde değil, demokratik güçlerin iktidarında ancak özgürlüğüne kavuşabilir.

            Ama bunlar, buna rağmen, bu duygularını, Kürt Halkının ve de Öcalan’ın aleyhine olacak eylem ve gösterilerle ifade etmeye kalkarlarsa, bunu hoşgörüyle karşılamak mümkün değildir. O zaman, bunların kimlere ve hangi çıkarlara hizmet ettiği sorusu, ister istemez akla gelecektir.

 

            Türk aydınları da, konuya bir  “terör” , ya da (Kürt Halkının değil) profesyonel Kürt grubunun “mağduriyet” sorunu olarak yaklaşıyorlar ve bu grubu açık veya zımni olarak Kürt Halkının temsilcileri kabul edip etkinliklerinin artmasına yardımcı oluyorlar.

            Bunların, Kürt sorunun, sadece Kürtlerin değil, Türkiye’nin sorunu olduğunu ve diğer bir çok sorunun çözümünün de büyük ölçüde bu sorunun çözümüne bağlı olduğunu kabul etmeleri, insan hakları ve çağdaş demokrasi anlayışına uygun çözümler üretmek için çalışmaları gerekir. Türk aydınları,  “Anayasal vatandaşlık” gibi, asimilasyon politikalarını “meşrulaştırma”ya yönelik formüllerle vakit kaybetmemeli, kişinin kimliğini, mensup olduğu gruba aidiyetinin belirlediğini, grup kimliği tanınmadan, kişilerin kimliğinden söz etmenin fazla anlamlı olmadığı gerçeğini kavramalıdırlar.

 

Bazı güçlerin Kürt Halkını  ezdiği, kültürel varlığını yok etmeye çalıştığı, işsizliğe, yoksulluğa mahkum ettiği doğru bir tespittir. Ama bunda Kürtlerin ve özellikle Kürt aydınlarının hiç suçu yok mu ?

Kürt aydınları, ne istediğini bilmeyen mız mız çocuklar gibi sürekli sızlanıp şikayet  etmekten başka bir şey yapmıyorlar. Politika alanını, sistemle bütünleştiği her gün biraz daha açığa çıkan profesyonel Kürt politikacılarına bırakıyor ve büyük bir kısmı da bunların arkasından sürüklenip gidiyor. 

            Kürtler ve Kürt aydınları özeleştiri yapmak, neden bu duruma düştüklerinin sebeplerini ve kendilerinin hata paylarını araştırmak zorundadırlar. 

            Şu gerçek çok iyi bilinmelidir.

            Bir toplum, iç dinamiklerini harekete geçirmiyor, kendini yönetme becerisini gösteremiyor ve sürekli hata işleyen geri, yeteneksiz ve bilgisiz kadroların peşine takılıyorsa, şikayete hakkı olmaz ve ona kimse yardım edemez.

 

            Bayrak olayı, yakında  sahnelenmeye çalışılacak provokasyonların habercisidir.

            Soygun ve talan düzeninden beslenenler, AB yolunu torpillemek, Türkiye’nin demokratikleşmesini engellemek için bütün güçlerini ortaya koyacaklardır. 

            Türkiye’nin demokratikleşmesi, kalkınması, iç barışın ve istikrarın sağlanması için AB ile entegrasyonu isteyenlerin, provokasyonlara karşı dikkatli ve uyanık olmaları, onları etkisiz hale getirmeleri gerekir.

            Provokatörler en çok Kürt konusunu kullanmak isteyeceklerdir.  Bu nedenle Kürtler herkesten fazla dikkatli ve uyanık olmak zorundadırlar.

28.03.2005

Mehmet Ali Aslan