Azınlık, aşağılayıcı ve korkutucu bir kavram olarak toplumsal hafızamıza kazındı. Lozan Sözleşmesi, sadece gayrimüslim Rum, Ermeni ve Yahudileri azınlık olarak kabul etti. Diğerleri Türk’tü. Türkiye coğrafyasında, tek dile, tek kültüre dayalı bir Türk milleti yaratmak için asimilasyon politikası uygulandı.
Gayrimüslim azınlıkların asimilasyonu mümkün görünmüyordu. Onları da Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, sürgünler gibi uygulamalarla göçe mecbur edip bu coğrafyadan silmeye çalıştılar. Bunda büyük ölçüde başarılı da oldular. Ekonomimize büyük katkıları olan, sosyal hayatımıza renk katan ve kültürümüze seviye kazandıran bu vatandaşlarımızdan geriye bir avuç insan kaldı.
1915 trajedisini unutmadıkları için Ermenilere, Yunanistan’a olan düşmanlık nedeniyle Rumlara, antisemitizmin etkisiyle Yahudilere, medyada sürekli olarak hakaret edildi. Şoven milliyetçi hareketlerin, siyasi İslam’ın saldırı hedefi oldular.
Kurulu düzenin temsilcileri ve sözcüleri, Müslüman azınlıklara dönüp, “Sakın azınlık olduğunuzu söylemeyin. Onların akibetine uğrarsınız” diye gözdağı verdiler.
Oysa bu ayrımcı ve aşağılayıcı politikalara, medya saldırılarına karşı sessiz kalan, kısmen de katılan Müslümanların çoğunluğu da azınlıktı. Kürtler, Çerkezler, Çeçenler, Boşnaklar, Arnavutlar, Lazlar, Araplar, Aleviler ve diğerleri. Bunlar asimilasyon politikalarının hedefiydi. Direnişleri, şiddetle cezalandırılıyordu. Kimlikleri tanınmıyordu. Hiçbir kültürel hakları yoktu.Herkes Sünni Müslüman Türk olmayı kabul etmek zorundaydı. Hiç kimse “azınlık” olduğunu söyleyemezdi. Yasalar, “azınlık yaratma”yı ağır cezai yaptırımlara bağlamıştı. Resmi görüşe göre, Türkiye’de, Lozan’ın kabulü dışında, azınlık yoktu. Bunu “yaratmaya çalışan hainler”in yeri cezaevleriydi. Bu nedenle, azınlık kavramı, hep gayrimüslimlerle özdeşleşen, korkutucu, ürkütücü ve aşağılayıcı bir kavram olarak kabul edildi ve bu gruplara karşı, Müslüman halkın dini ve milli önyargılarını güçlendirdi.
Ulus-devletlerin sınırları içindeki azınlıklara uygulanan baskılar ve ayrımcı politikalar büyük tepkilere yol açıyordu. Bunların korunmasını sağlamaya yönelik uluslararası mekanizmalar oluşturulmaya çalışıldı. Bu bağlamda, Avrupa Konseyi iki önemli sözleşmeyi kabul etti.
Bunlardan biri, “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi”. Diğeri “Bölgesel Diller veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı”.
Türkiye, bu sözleşmeleri imzalamadı. Ancak Kopenhag Siyasi Kriterleri “Azınlıkların Korunması”nı da içerdiğinden, Türkiye bu sözleşmelere uymak zorunda.
AB İlerleme Raporu’nda, Kürtlerin, Alevilerin ve diğerlerinin azınlık oldukları ifade edilince, Türkiye’deki egemen güçler büyük bir korkuya ve paniğe kapıldılar. Azınlık tanımlaması, bu gruplara, hem kimliğin kabulünü (Kürt azınlık, Çerkez azınlık, Alevi azınlık gibi) hem de sözleşmelerde sözü edilen haklardan ve güvencelerden yararlanma hakkını sağlayacaktır. Yıllarca, Lozan’ın kabulü dışında azınlık olmadığını iddia eden, gerçeği ifade edenleri “bölücülük” ve “azınlık yaratma” suçlamalarıyla ağır şekilde cezalandıranlar, güçlü bir dış müdahaleye karşı çaresizlik içinde, içeriye dönük saldırıya geçtiler. Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu, ülkemizde örnekleri çok az görülen, bilim adamlığına yakışır bir cesaret ve dürüstlükle hazırladıkları raporda, soruna doğru ve objektif yaklaştıkları için, Başbakan’dan “sendikacı”sına kadar, sistemin bütün temsilcilerinin ve destekçilerinin saldırılarına uğradılar.
Oysa rapor, yasayla kurulmuş, Başbakanlığa bağlı bir devlet kurumuna aitti. Sistem, işine gelmediği zaman kendi koyduğu yasaları hiçe sayıyordu. AB’ye gücü yetmeyenler, milliyetçi bir refleksle namuslu aydınları linç girişiminde bulunuyorlardı.
Bu şiddetli tepkiyi gösterenlerin kökeni araştırıldığında, yüzde 80’inden fazlasının Kürt, Laz, Çerkes, Çeçen, Boşnak, Arnavut vd… oldukları görülür. Türk milliyetçiliği adına, şoven bir anlayışla kendi kökenlerine düşman ve onu yok etmeye adeta programlanmış bu insanların, özel çıkar güdüsü yanında, içinde bulundukları ruh halinin de bir açıklaması olmalı.
Bütün bu unsurların, azınlık kavramına karşı çıkmaları, korku ve telaşa kapılmaları anlaşılır bir durumdu. Fakat Kürt temsilciliğine soyunan profesyonel Kürt politikacılarının da bunların safında yer almaları çok yadırgandı.Her zaman olduğu gibi, sisteme destek sunmak için mi, yoksa azınlıklarla ilgili uluslararası gelişmelere yabancı oldukları ve azınlık kavramının, gayrimüslim vatandaşlarımızla özdeşleşen o aşağılayıcı anlamına katıldıkları ve haksız önyargılara sahip oldukları için midir, bilinmez, bunlar da Kürtlerin azınlık olarak tanımlanmasına şiddetle karşı çıktılar. AB yetkililerine, Kürtlerin azınlık değil, devletin asli kurucu unsuru olduğunu iddia ettiler. Kimliği bile kabul edilmemiş bir toplumun, devletin asli kurucu unsuru olduğu iddiasını, aklı başında hiç kimse ciddiye almadı. Bunu, sisteme verilen bir destek olarak kabul etti.
Gerekçeleri farklı da olsa, Kürtleri azınlık olarak kabul etmeyen iddialar aynı sonuca varıyor. Kürt kimliğinin kabulünü ve Kürtlerin, azınlıklara tanınan uluslararası koruma mekanizmalarından yararlanmalarını önlüyor.
Türkiye’de 25’ten fazla azınlık mevcut. Bunlardan Kürtlerin ve Alevilerin, diğer azınlıklardan farklı bir durumu var. Bu iki azınlığın her biri 15 milyondan fazla. Türkiye nüfusuna oranla az, fakat bazı bölgelerde çoğunluk. Bir diğer özellik ise Kürtlerin binlerce yıldan, Alevilerin yüzlerce yıldan beri, bulundukları bölgenin yerleşik halkı olmaları.
Diğer etnik gruplar ise sayıları az, dağınık ve anavatanlarından, göçlerle, sürgünlerle Türkiye’ye gelmiş diasporalar. Bunlarla ilgili bir tehdit algılaması yok.
Fakat sayıları, kültürel özellikleri, coğrafi konumları bakımından, şartlar elverişli olduğunda, ulus-devletlerini kurabilecek yeterliğe sahip olan Kürtler, hep bir tehdit olarak kabul edildi. Varlıkları tanınarak, demokratik bir düzende yan yana yaşamak yerine, asimilasyon politikalarıyla eriterek bu “tehditten” kurtulma yolu seçildi. Bu da, sürekli bir çatışmaya neden oldu.
Bugün durum farklı. Milli pazarın ihtiyaçlarına cevap vermek için kurulan ulus-devletler, gümrük duvarlarının kalkmaya başladığı, bir dünya pazarının oluştuğu çağımızda, işlevlerini ve ekonomik altyapılarını yitirmeye başladı. Bu modelin yeniden inşasına çalışmak, tarihsel gelişmeye ters düşer. Yarısından fazlasının Türkiye’nin batısında olduğu ve AB ile entegrasyon hedefine sarıldığı Türkiye’deki Kürtlerin, ulus-devlet kurma arzusu bulunmadığı gibi, Ortadoğu’daki güç dengeleri hesaba katıldığında, bunun imkansız olduğu görülür.
Fakat, işlevlerini önemli ölçüde yitirmeye başlayan ulus-devletlerin ideolojisi olan milliyetçilik ve ulus-devletin üst kurumları, varlıklarını bir süre daha, inatla sürdürdükleri için çatışmalara yol açıyor ve entegrasyonu engelliyor. “Kürt tehdidi”, politik malzeme, baskı ve soygun düzeninin devamı için gerekçe olarak kullanılıyor. Oysa Kürt halkı, kendilerinin, Türkiye’nin diğer kesimleriyle entegrasyonunu sağlayacak, uluslararası koruma ihtiyacını ortadan kaldıracak demokratik bir düzenin özlemi içinde.
Azınlık statüsü geçicidir. Türkiye’de demokrasi bütün kurum ve kurallarıyla yerleşir, Türk kimliği bir alt kimlik olarak kabul edilir, “Türkiye” ise bütün etnik, dilsel, dinsel, kültürel farklılıkları içinde barındıran bir üst kimlik olarak anayasada yer alırsa, iç hukukun güvencesinde, bu kimliklerin kendilerini geliştirme ve ülke yönetimine katılma imkanları eşit olarak sağlanırsa, bunların uluslararası hukuk tarafından korunmaya ihtiyaçları kalmaz. Kimsenin azınlık duygusuna kapılmadığı demokratik bir düzende, azınlık statüsünden de söz edilmez.
Mehmet Ali Aslan Kasım 2004Not: Bu yazı Radikal Gazetesi eki Radikal2’de 21/11/2004 tarihinde yayınlanmıştır. http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=4087 bağlantısından ulaşabilirsiniz.