Çağımız bir bakıma bilgi çağı olarak tanımlanır. Bilgi, büyük bir güç ve toplumu değiştirmekte önemli ve etkili bir araçtır. Bu nedenle de bilgiyi üreten ve toplumun hizmetine sunan aydınların işlevi önem kazanmıştır.
Bu, kuşkusuz tek bir aydının çabasına ve gücüne bağlı değildir. Sözü edilen, kolektif çalışmaların ürünü olan ve her alanı kapsayan, her gün yenilenen ve gelişen bilgi birikimidir.
Bilgi kaynaklarına sahip toplumlar, kurumlar, dayandıkları bu güç ile diğerleri üzerinde egemen olmak ve onları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek imkânına sahiptirler.
Bu açıdan Kürt sorununu, Türk ve Kürt aydınlarının durumunu ele almakta yarar vardır.
Görünen o ki, Kürt sorununda inisiyatif ne Kürt aydınları ve Kürt halkındandır, ne de Türk aydınları ve Türk halkındadır. Bugün inisiyatif içte asker-sivil bürokrasi ile tekelci sermayede, dışta ise ABD ve Batı Avrupa devletlerinde ve kurumlarındadır.
Bilgi kaynaklarına sahip bu güçler, Kürt sorununu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebiliyorlar. Bunların hizmetinde olmayan Kürt ve Türk aydınları ise toplumun arzu ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek politikalar ve çözümler üretecek yeterli bilgi ve deney birikiminden yoksundurlar.
Etkin güç odakları karşısındaki çaresizliklerini, birbirlerini suçlayarak gizlemeye çalışıyorlar. Bu suçlamalar, bölünmelere, düşmanlıklara yol açıyor ve halka yansıyan durumlarda tehlikeli gelişmelere de neden oluyor.
Bütün bu yetersizliklerin ve bundan kaynaklanan temelsiz suçlamaların ve çatışmaların kökeninde ırk esasına dayalı milliyetçi eğitim sisteminin 70 yıllık uygulaması vardır. Türk aydınlarının da, Kürt aydınlarının da düşünce yapısını biçimlendiren bu eğitim sistemi olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran asker ve sivil bürokratlar, milliyetçilik ideolojisini temel bir değer olarak kabul ettiler. Batı’daki milli devlet modelini örnek alarak, özünü kavramadan şeklen benzetmeye çalıştılar.
Türkiye Cumhuriyeti, çokuluslu bir imparatorluğun mirasçısıydı. Ülkede değişik diller, etnik gruplar, kültürler vardı. Batı Avrupa’daki süreci yaşamamıştı. Batı Avrupa’da ortak dilin ve ortak değerlerin oluşumu, birkaç yüzyılı aşkın uzun bir zaman sürecinde gerçekleşmişti. O günün koşulları ise farklıydı ve bu farklı koşullar ortak dili ve ortak değerleri yaratmıştı.
Bürokratlar ise milli devleti yaratan iç ve dış dinamikleri iyice kavramadan, kısa sürede ve zorla böyle bir birliği gerçekleştirmeye çalıştılar.
Bu ancak asimilasyon ile mümkündü. Gönüllü bir asimilasyon düşünülemezdi. Bunun için zor kullanıldı. Zora ve baskıya karşı tepkiler ve direnişler oldu. Devlet bu direnişleri çok kanlı bir şekilde bastırdı.
Asimilasyon politikasının başarılı uygulanabilmesi için aydınların ve halkın desteğine ihtiyacı vardı. Bu politikanın topluma benimsetilmesi gerekiyordu. Bunun için en elverişli araç eğitimdi.
Eğitim, resmi görüşün benimsetilmesine yönelik tam bir “beyin yıkama” aracına dönüştü. Aydın kuşaklar, ırk esasına dayalı milliyetçi anlayışa, bir inanç gibi sarıldılar. Aslında bir insanlık suçu olan asimilasyonu, kutsal bir milli görev olarak kabul ettiler. Çok az istisnayla, sosyalist aydınlarda bile bunun etkisi görüldü. TKP’nin Kürt sorununa yaklaşımı ve Kürt başkaldırı hareketlerine karşı tavrı, sosyalist teori ve pratikle çelişiyordu.
Irkçı millet anlayışına dayalı ve asimilasyonu amaçlayan eğitim sisteminin Kürt aydınları üzerindeki etkisi farklı oldu.
Kendi kimliklerini yok etmeye ve kişiliklerini ezmeye yönelik devlet baskısına karşı direnmeleri çok güçtü. Büyük bir çoğunluğu direnemedi. Asimile olmayı kabul etti. Asimilasyon, bunların kişiliğinde parçalanmaya ve bozulmaya neden oldu. Devlete egemen olan bürokratların gözünde güvenilirlik sağlamak için kraldan fazla kralcı oldular. Çoğunluğu, Türk milliyetçi hareketinin şoven kanadı içinde yer aldı.
Kürt aydınları içinde aydın namusunu temsil eden bir avuç insan kendi kimliğine sahip çıktı. Devletin ceberut gücüne karşı kimliklerini korumaya çalıştılar. Kürt aydınlarından Sayın Musa Anter, bu bir avuç yiğit ve namuslu aydının yaşayan simgesidir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada gelişen insan hakları, demokrasi ve barış hareketleri Türkiye’yi de etkiledi. Türkiye ve Türk aydınları dışa açılmaya, hem sosyalizm ve hem burjuva demokrasi hareketlerini ve onların kurumlarını tartışmaya başladılar.
Fakat milliyetçi ideolojinin etkisinden kurtulamadıkları ve olaylara da bu açıdan baktıkları için değerlendirmeleri yanlış oldu ve yanlış sonuçlara vardılar. Halkın ihtiyaçlarına cevap verecek doğru ve etkili politikalar ve çözümler üretemediler. Halk ile ilişki kuramadılar. Büyük bir çoğunluğu silahlı güçler ile birlikte totaliter ve merkeziyetçi çözümleri destekledi.
Kürt aydınlarında gelişim farklı oldu. Kürtler’in Ortadoğu’daki jeopolitik konumu milliyetçi hareketin başarısını önlüyordu. Kürt toplumlarının baskı ve sömürüden kurtulmasını sağlayacak ve asimilasyonu önleyecek bir fikri açılıma ve yeni bir stratejiye ihtiyaç vardı. Buna ancak, Kürt toplumunun ve geçmişteki Kürt hareketlerinin birikimini; insan hakları, barış, demokrasi, sosyalizm hareketlerinin ve düşüncelerinin evrensel ilişkileri çerçevesinde değerlendirerek varılabilirdi.
Yeni Akış dergisi, bu ihtiyacın bir sonucu olarak 1966 yılında yayınlandı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez sorun, “Halklar Sorunu” olarak ele alındı. İlk kez “Kürt halkı”ndan, “Türkiye halkları”ndan söz edildi. Yine ilk kez “eşitlik “ temelinde “Kürt halkı”nın ve “Türk halkı”nın kardeşliği ve beraberliği savunuldu. Sorunun temelinde, uygulanan asimilasyon politikasının olduğu özellikle vurgulandı.
Sorunun çözümü ayrılmakta değil, Kürt ve Türk halklarının çatışmasında değil, bu halkların eşitlik temelinde birleşmesinde ve çağdışı baskıcı kurumlara karşı birlikte mücadele edilmesinde ve iktidarı almasında görüldü. Halkın iktidarında, nihai sonucu halk belirleyecekti. Toplumlar kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olarak bu hakkı kullanacaklardı.
Bu görüş, kısa zamanda, Türkiye sosyalistlerinin ortak görüşü olarak kabul edildi. Kürt sorunuyla ilgili olarak geliştirilen fikirlerin ve saptanan politikaların hepsinin temelinde Yeni Akış’ta ilk kez ortaya atılan düşünce ve kavramlar yer aldı.
Milliyetçi Kürt aydınları temel görüşlerini korumakla beraber, bu düşünceye ve harekete olumlu yaklaştılar ve işbirliği yaptılar. Bu şekilde Kürt ve Türk sosyalistleri ile Kürt demokrat ve milliyetçi unsurları, Kürt ve Türk halklarının eşitlik temelinde kardeşliğini ve birlikte mücadele etme gereğini savunur oldular.
1970’lere doğru, Kürt gençlik gruplarının bağımsız örgütlenme çabaları arttı. Bu grupların Kürt medrese geleneğinden gelen milliyetçi hareketle ilgileri yoktu. Tarihsel Kürt siyaset ve kültür birikimine yabancıydılar. Sosyalist hareketin Kürt kanadıyla da ilişkilerini kestiler. İçeriği milliyetçi, söylemi sol ve sosyalist olan görüşler ortaya atıldı. Özellikle Türkiye sosyalist hareketine düşman bir tavır gelişti. Yeni Akış’ın görüşlerine karşıt bir anlayışı sistemleştirmek çabasına girişildi. Nitekim zaman içinde başarıldı da.
Ortaya atılan görüşü “Sömürge Teorisi” olarak adlandırmak mümkün. Bu teori, çok az bir istisnayla, bütün Kürt örgütlerinin fikri temelini oluşturdu.
Sömürge Teorisi, herkesin bildiği doğru bir tespitten, Kürdistan’ın parçalandığı ve paylaşıldığı gerçeğinden hareket ediyor. Fakat “Kürdistan sömürgedir” değerlendirmesini yapıyor.
Değerlendirme, yaratacağı sonuçlar bakımından çok önemlidir. Çünkü Kürdistan’ın sömürge olarak kabul edilmesi veya edilmemesi; mücadele yöntemini, ittifakları, karşıtlıkları belirleyecektir.
Sömürge Teorisi, ister istemez mücadeleyi Kürt ve Türk karşıtlığına dayandırır. Sınıf farkı gözetmeden bir tarafta bütün Kürtler, diğer tarafta bütün Türkler olacaktır. Karşı taraftaki halkla ilişki kuran herkes işbirlikçi ve hain olarak suçlanacaktır.
Bu, Kürt ve Türk halkları arasında topyekün bir savaşa yol açacak, aynı bölgede birlikte yaşamanın imkânı kalmayacaktır. Doğudaki Türkler batıya, batıdaki Kürtler doğuya göç etmek zorunda kalacaklardır.
Tekelci sermaye ile merkezi bürokrasinin, Türk ve asimile olan Kürt işadamlarının milli gelirden aldıkları pay daha çok artacak. Avanta, yağma ve sömürü düzeni bir baskı rejimiyle daha kolay sürdürülecektir.
Dünyadaki güç dengeleri ayrılmaya imkan vermiyorsa, uzun yıllar sürecek sonu belirsiz bir savaş, her iki halka da yıkım, acı ve gözyaşından başka bir şey getirmeyecek, genç kuşaklar harcanacaktır. Savaşın ağır faturasını başta doğu ve güneydoğunun yoksul köylüleri olmak üzere her iki halkın emekçileri ödeyecektir.
Dünyadaki değişime paralel olarak kavramlar da değişiyor. Sömürge ve sömürgecilik kavramlarına, farklı tarihsel kesitlerde farklı anlamlar yüklenmiştir. Millet ve milliyetçilik kavramları da, değişik tarihlerde ve değişik toplumlarda farklı anlamlar taşımıştır.
Türkiye’deki Kürtlerin durumunu, Türk ve Kürt ilişkilerini, anlamları sınırlanmış bazı kavramlar, kalıplar ve örneklerle açıklamak ve tanımlamak mümkün değildir. Türkiye’deki ekonomik ve sosyal gelişim süreçleri içinde Kürt halkı kendine özgü farklı bir konuma gelmiştir.
1-a) Bugün Kürtlerin yarısından fazlası batıda yaşıyor. Batıya yerleşen Kürtler geriye dönmeyi de düşünmüyorlar.
b) Batıdaki Kürtler, eskiden hızla asimile olurken, bugün tersine bir gelişme var. Kendi kimliklerini koruma ve ifade etme akımı güçleniyor.
c) Kürtlerin yerleşik olduğu bölgelerle Türklerin yerleşik olduğu bölgeler birbirinden ayrılmamış. Sınır yok, herkesin istediği yere yerleşme serbestîsi var. Bu nedenle her iki bölgede de demografik yapının değişimi engellenmemiş. Bu yüzden, özellikle batıdaki demografik yapı sürekli değişiyor.
Sömürge ilişkilerinde buna izin verilmez. Sömürge halkı dışlanır ve bu halkın sömürgeci ülkeye demografik yapıyı değiştirecek toplu yerleşimi engellenir.
2- Türkiye’nin kendisi yarı sömürgedir. Bir başka ülkeyi veya bölgeyi sömürecek sermaye, teknoloji ve organizasyon gücüne sahip değildir. Kürt halkı yıllardır sömürülmeyi bekliyor. Birileri gelip sanayi tesislerini kursun, doğal kaynaklarını işletsin, iş alanları açsın da, kendisine çalışma imkânları sağlansın. Çünkü işsizler değil, işçiler sömürülür.
3- Kürt burjuvazisini oluşturduğu ileri sürülen Kürt işadamları ise Batı ile bütünleşen ve bugünkü devlet ve toplum yapılarını korumaya çalışan kişilerdir. Çoğunlukla yatırımları batıdadır ve hepsinin ticari ve ekonomik ilişkileri batı pazarı iledir. Bunların çıkarları Türk burjuvazisi ile beraber olmaktadır.
4- Sömürgeci uluslar, kendi dil ve kültürel egemenliklerini kurmaya çalışırlar. Ama sömürge halkını asimile etmeyi, dil ve kültürlerine baskı yapmayı düşünmezler. O halkın etnik kimliğini tanırlar. Hatta dolaylı da olsa bu kimliği geliştirirler. İngilizlerin Irak’ta, Fransızların Suriye’de egemen oldukları dönemlerde, bu ülkelerdeki Kürtler, dillerini ve kültürlerini geliştirme imkânı buldular. Sömürgeci İngiliz ve Fransızlar, Kürt halkının dili ve kültürüyle değil, ekonomik kaynaklarıyla ilgileniyorlardı.
Türkiye’de Kürt sorunu, sömürgeleştirmeden değil, asimilasyondan kaynaklanıyor. Kürt halkı, dili ve kültürü yok edilmek suretiyle tarih sahnesinden silinmek isteniyor.
Bunu önlemenin yolu ise, bu politikaları uygulayan asker-sivil bürokratlar ile tekelci sermayenin merkeziyetçi iktidarına son vermek, Türk ve Kürt halklarının birlikte oluşturacakları ademi merkeziyetçi demokratik bir iktidarı gerçekleştirmektir.
Kürt halkı, demokratik ve laik değerlere en yakın ve diğer halklar ile birlikte yaşama deneyimi bulunan bir halktır. Fakat varlığı, çevresindeki güçlü milletlerin milliyetçi hareketlerinin tehdidi altındadır.
Kürtler, milliyetçi baskı ve saldırılara milliyetçilik silahı ile karşı koyamazlar. Çünkü karşısındakiler daha güçlüdür.
Kürtler mücadeleyi bir başka alana, haklı oldukları ve haklı oldukları için de güçlü oldukları bir alana; barış, demokrasi ve insan hakları alanına taşımak zorundadırlar.
Mücadele bu alana taşındığı zaman, Kürtler dünya kamuoyunu yanlarında bulacaklardır. Emekçi Türk halkını, demokrat ve sosyalist Türk aydınlarını yanlarında bulacaklardır.
Mücadelenin barış, demokrasi ve insan hakları alanına taşınmasında Kürt ve Türk aydınlarına büyük görev düşüyor. Milliyetçi akımların duygusal heyecanından sıyrılıp, olaylara halkın eşitliği, özgürlüğü, refahı ve mutluluğu açısından, bilimsel olarak yaklaşmalıdırlar.
Türk halkıyla Kürt halkı arasında çatışmaya ve düşmanlığa yol açacak ve işbirliğini güçleştirecek her türlü söz ve eylemden kaçınmak; tersine, kardeşliğin, dostluğun, birlikte mücadelenin şartlarını ve ortamını yaratmak zorundadırlar.
Bilimsel ve teknolojik devrimin yol açtığı hızlı değişim, eski kalıpları geçersiz kıldı. Kavramlara yüklenen anlamlar büyük ölçüde değişti. Bugünün olaylarını, dünün kalıplarıyla ve ölçüleriyle açıklamak mümkün değildir.
Artık aydının sadece sistemli bilgi sahibi olması yetmiyor, yaratıcı olması da gerekiyor.
Yaratıcı olabilmenin temel koşulu da çağdaş aydın standartlarına uygunluk ve yeterli bilgi birikimine sahip olmaktır.
Özellikle Kürt aydınları, kendilerini Kürt kavramının sınırları içine hapsetmemeli. Kürt sorununun diğer sorunlardan soyutlanarak ele alınamayacağını, dünya sorunlarıyla, bölge sorunlarıyla, Türkiye sorunlarıyla ve bu sorunların ekonomik, sosyal, kültürel vb. yönleriyle ilişkilerini iyi bilmeden, kavramadan çözüm üretmenin , doğru politikalar saptamanın mümkün olamayacağını bilmelidirler.
Türk aydınlarının da bilmesi gerekir ki, Kürt sorunu aynı zamanda Türk halkının sorunudur. Konuyla ilgili bilimsel araştırma ve incelemeler yapmak, politik seçenekler ve çözümler üretmek, Kürt aydınları gibi onların da görevidir.
Kürt ve Türk aydınları bilgi kaymaklarına sahip güçler tarafından, başkalarının çıkarına yönlendirilmelerini istemiyorlarsa, öncelikle bilgi sorununu çözmek zorundadırlar.
Bu, bugün yapılmazsa yarın çok geç olacaktır.
Mehmet Ali Aslan
2000’e Doğru, 9 Ağustos 1992.