Kürt Trajedisi

           “Kadın, çocuk ve bebeler dahil herkesi, bölgedeki bütün köylerin halkını, binlerce insanı, Zilan deresine doldurdular. Etraflarını makinalı tüfeklerle çevirdiler. Makinalı tüfeklerin başında bizler, yani erler vardı. Ellerimiz tetikteydi ve namlular topluluğa dönüktü. Bizim arkamızda erbaşlar sıralanmıştı. Elleri tüfeklerin tetiğinde namluyu bize yöneltmişlerdi. Onların arkasında, üçüncü sırada subaylar tabancaların namlusuna mermiyi sürmüş bekliyorlardı.

            Biz ateş etmesek erbaşlar bizi vuracaklardı. Onlar bizi vurmazsa subaylar onları ve bizi vuracaklardı.

     Tetiğe bastık. Binlerce mermi deredeki insan topluluğunun üzerine ateş kustu. Kadınların,çocukların, yaşlı, genç erkeklerin korkunç çığlıkları dereyi sardı. Bir süre sonra çığlıklar iniltiye dönüştü. Ve sonra iniltiler de kesildi. Yaşlı ve genç erkeklerin yanında, binlerce kadının, çocuğun, kundaktaki bebeklerin cesetleri bir kan gölü içinde bırakıldı. Kurda, kuşa yem edildi. Bir süre sonra cesetler koktu, çürümeye terk edildi.” 

            Bunlar Kürtlerdi. Kürt kadınları, Kürt çocukları, Kürt bebekleri, genç, yaşlı Kürt insanıydılar. 

            Toplu kıyıma sahne olan Zilan Deresi, Van’ın Erciş ilçesinin 20 km. kuzeyindedir. Bunları anlatan, bu toplu kıyıma katılan erlerden biriydi. Cesetler arasında baygın yattıkları için öldürülmekten kurtulan yaralılar da bu trajediyi yıllarca anlatıp durdular. Halk arasında yakılan ağıtlar, halen ilk günkü duygusallığıyla söylenip dinlenir.

            16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesi bu haberi,

            “ZEYLAN  HAREKATINDA  İMHA EDİLENLER  15.000’DEN  FAZLADIR” başlığıyla veriyordu.

            Haber metninde ise “Zilan deresi lebalep (ağzına kadar) ecsat (cesetler) ile dolmuştur” deniliyordu.

            Devletin tedip ve tenkil hareketi sonucunda, 1930 Eylül’ünde,Zilan Deresi bölgesinde hiçbir insan kalmadı.Köyler ve yayladaki yerleşim yerleri yakılıp yıkıldı. Zilan Deresi, askeri yasak bölge  olarak ilan edildi. Bir süre sonra da Devlet Üretme Çiftliği kuruldu.

            Peki, sonra ne oldu? 

            Toplu kıyımla hiçbir canlının bırakılmadığı bu bölgeye, Afganistan’dan soydaşlar, yani Türkler  getirilip yerleştirildi.

            Soydaşlığın vatandaşlıktan daha üstün bir statü olarak kabul edildiği ve bu anlayışın her alandaki resmi uygulamalara yansıdığı ülkemizde, devlet yetkilileri ve kimi aydınlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ırk esasına dayalı bir devlet olmadığını ileri sürüyorlardı. 

            Harp Tarihi Arşivi’nde mevcut belgelerden alınmış olan bazı bilgilerin yer aldığı Türkiye’de Kürt İsyanları (Faik Bulut)  kitabında, Genelkurmay Başkanlığı’nın 1 Temmuz 1930 tarihli emrine de yer verilmiş.  Genelkurmay Başkanlığı, “Ayaklanma sahasındaki köylerden, ayaklananlara katılmış olanların tamamı yakılacaktır.”  emrini veriyor.  

            Genelkurmay Başkanlığı’nın 3 Ağustos 1930’da yayınladığı emirde, “.. halka ayaklananların mutlaka cezalandırılacağı kanısını vermek için Oramar olayına katılan köylerin ve yayladaki aşiretlerin tespiti ile bunların hava kuvvetleri ile bombardıman ettirilmesi gerekir” deniliyor.

            Bu belgelerde,

            “2 Temmuz 1930’da, kolordu bölgesinde şu hareket ve faaliyetler olmakta idi: Kaymaz, Haçan, Kölesor, Çilli ve Osmanlı köyleri havadan bombalanmış; Patnos bölgesinde ayaklananlara katılan köyler bomba ve makineli tüfek ateşi altına alınmış.”  olduğu yazılıdır. 

            Bu köylerde kadın, çocuk, yaşlı, genç ayrımı yapılmadan toplu bir kıyıma girişilmiştir.Köyler ve yaylalardaki yerleşim yerleri yakılmış ve tahrip edilmiştir. 

            Bu, sadece Zilan ve Ağrı bölgelerinde olmadı. Başta Dersim olmak üzere, diğer bölgelerde daha büyük boyutlarda toplu kıyımlar meydana geldi. 

            O dönemin iktidarına göre “isyan mıntıkasında işlenen fiiller suç sayılmaz” dı. 

            Bölge “serbest atış alanı”ydı.  20 Temmuz 1931 tarih ve 1850 Sayılı Kanunla bu teyit edilmişti. 

            Dünyada, insan hakları ve demokrasi alanında büyük gelişmeler yaşanırken, Kürtlerin durumunda önemli değişiklikler olmadı. Yine kimlikleri inkar edildi, yine aynı baskılar sürdürüldü. Kürtler ve Kürtlerle ilgili düşünceler susturuldu.Aydınlar, gençler ve halktan insanlar tutuklandılar, korkunç işkencelere uğradılar. 

            12 Mart askeri darbesinin öncesinde, köylüler çırılçıplak soyulup, köy meydanlarında, kadınların, çocukların gözleri önünde dövülüyorlardı.

            Bu onur kırıcı olaylara tanık olan o günün çocukları, 12 Eylül askeri darbesi döneminde feci işkencelerin kurbanı oldular. Öldürülenlerin, yakılanların ve intihar ettiği ileri sürülenlerin sayısı büyük boyutlara ulaştı. Yeni bir Kürt ayaklanmasının ortamı yaratıldı. Kürt gençleri bu uygun ortama doğru itildiler. 

            Legal politik mücadele alanı tamamen yok edilip, insanlar işkenceyle, zulümle susturulmaya çalışılınca, gençler silahı alıp dağa çıktılar. 1938’de Dersim’de susan silahlar, 1980 sonrası yeniden konuşmaya başladı.

            Hem Kürtler ve hem de Türk Halkı bakımından  savaşın bilançosu çok ağır oldu. 

            Onbinlerce insan öldü, yaralandı, sakat kaldı.

            Binlerce Kürt faili meçhullere kurban gitti.

            Binlerce köy yakıldı, milyonlarca Kürt insanı göçe mecbur edildi; büyük kentlerin varoşlarında yoksulluğa ve sefalete mahkum edildiler. 

            Eğitimde de büyük kayıplar oldu. Bir kuşağın önemli kesimi alfabeyi bile tanımadı. Okuma olanağını bulan kesimin ise üniversite girişinde yolu tıkandı. Yetersiz bir lise eğitimi, bu gençlere, bunalıma düşme tehlikesinden başka bir şey sağlamadı.

            Türkiye’ye egemen olan güç “düşük yoğunluklu bir savaşı” çıkarma başarısını göstermişti.

            İç savaşın yaşandığı, sıkıyönetimin ve olağanüstü halin süreklilik kazandığı bir ülkede, Devlet içe kapanır. Halkın ve meşru denetim kurumlarının denetiminden uzaklaşır. Kendi içinde illegal gruplar, merkezi yapıdan bağımsız güçler oluşur. Zamanla bunlar ya mafya gruplarıyla ortaklık kurarlar ya da mafyalaşırlar.

            Bugün Türkiye IMF tarafından yönetiliyor ve bir Ortadoğu ülkesi olmaya doğru hızla sürükleniyorsa, bunun nedenleri Kürt politikalarında ve iç savaşın her alanda yarattığı tahribatta aranmalıdır. 

            Ama bütün bunlardan sorumlu olanlar, işin kolayını buldular. Bütün suçu bir tek kişiye, Abdullah Öcalan’a yükleyip kendilerini “temize” çıkardılar.  

            Son dönemde, Irak’a silahlı müdahale, dünyanın ve Türkiye’nin gündeminde yer aldı.

            Dünya, bu müdahalenin yol açacağı gelişmeleri tartıştı. Özellikle, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında, anlaşmazlıkların çözümünde ve yeni bir dünya düzenin oluşmasında, güç mantığına ve gücün yasalarına karşı hukukun gücünü, insani ve demokratik değerleri egemen kılmanın yolları arandı.

            Türkiye’de durum farklı oldu. Konuşmaların, tartışmaların ve politikaların merkezine tek bir unsur yerleştirildi. Kürtler. Her şey buna bağlı olarak değerlendirildi.

            Türk medyasının, aydınlarının yönetici kadrolarının önemli kesimi, Kürtlerin gündeme geldiği her dönemde olduğu gibi, bu son dönemde de milliyetçi histeriye kapıldılar. Kürtleri aşağıladılar, hakaret ettiler, tehdit ettiler. 20 milyona yakın Türkiye Kürdünün gözlerinin içine baka baka bu aşağılık ve mide bulandırıcı kampanyayı sürdürdüler ve sürdürmekte devam ediyorlar. 

            Yüzyıllar öncesi akınların özlem ve heyecanıyla Irak Kürdistanı’na doğru bir akına hazırlandılar. Bu akın için gösterilen gerekçeler, dünya kamuoyu tarafından mantıksız, haksız ve hukuka aykırı bulundu. Milliyetçi şartlanmaların ve önyargıların yarattığı zihin körlüğü, bu değerlendirmelerin anlamını kavramalarını engelledi, iddialarında hala israr ediyorlar. 

            Yukarıda Türkiye’deki Kürtlerin durumunu boşuna anlatmadık. Kendi Kürtlerine bunları reva gören bir iktidar gücü, dış Kürtlere kimbilir ne yapar?

            Dışişleri Bakanı bir diplomat zarafetiyle bunu güzel açıkladı. Irak’a girip Kürtlere haddini bildireceklermiş.

            “Zarif bir diplomat” bunu söylerse, Kürtlerin, Türkiye Cumhuriyeti için  çok büyük  bir tehlike olduğuna inandırılan bir özel tim mensubu ne yapar,  varın siz düşünün. 

            Irak Kürdistanı’nın tarihi, diktatörlere ve zalim yönetimlere karşı başkaldırının ve savaşın da tarihidir. Saddam bunların en acımasızı, en gaddarıydı. Saldırgan tutumuyla hem içte hem dışta büyük katliamlara ve yıkımlara imza attı.

            1980’lerde İran’a saldırdı. Sekiz yıllık savaşta bir milyondan fazla insan öldü. Milyonlarca insan yaralandı, sakat kaldı. Savaşın her iki ülkeye verdiği zarar 400 milyar doları aştı.

            İran birliklerine karşı kimyasal silahlar kullandı. Sivil hedeflere ve kentlere hava akınları düzenledi. Bu şekilde savaş suçu da işledi.

            1988’de Kürtlerin yaşadığı Halepçe ve çevresine kimyasal bombalar attı. Sivil halk neye uğradığını şaşırdı. Kaçamadı, korunamadı. Çocuklar oynarken,analar bebelerini emzirirken öldüler. Sokaklar çocukların, kadınların, genç, yaşlı sivil halkın cesetleriyle doldu. Hiçbir canlı kalmadı.

            O bununla yetinmedi. 180 binden fazla Kürdü ve onbinlerce Şii Arap’ı yok etti. 

            Bütün bu cinayetlerin faili Saddam ve yakın çevresiydi. Hitler’in ruhu, Saddamın bedeninde ortaya çıkmıştı. O Ortadoğu’nun Hitler’iydi.

            Dünyanın buna karşı çıkması, onu ve yakın çevresini, işledikleri insanlık suçundan dolayı yargılayıp cezalandırması gerekirdi. 1990 öncesinin hesabı, ancak 2003’te görülebiliyor. 

            Her ülkenin ve halkın bu olaya bakışı, ABD ve Ortadoğu bölgesiyle olan ilişkilerine göre farklı olacaktır. ABD’nin dış politikasını, müdahaledeki gerçek amaçlarını ve niyetlerini herkes farklı açıdan tartışacaktır. 

            Kürtlerin durumu çok özeldir.  Şayet ABD ve İngiltere’nin koruma şemsiyesi olmasaydı, Saddam ve bazı bölge devletlerinin sandviç operasyonuyla,Kürtler toplu olarak imha edilmiş olacaklardı. 

            Can güvenliği olmayan bir toplumun, kendisini tehditlerden koruyan bir güce bakışı, elbetteki diğerlerinden farklı olacaktır.  

            Komşu ülkelerin tanklarının, toplarının ve tüfeklerinin namluları Kürtlere dönüktür. Bu namluların hedefinde Kürt çocukları, Kürt kadınları, Kürt insanı vardır. Güneyde ise Saddam’ın ölüm kusan savaş makinalarına ve kimyevi silahlarına hedef olmuşlardı.Yalnızdılar, kendilerine yardım edebilecek hiçbir etkili güç yoktu. 

            Tarihte ilk kez bir ordu, onları öldürmeye değil, korumaya geliyordu. İlk kez uçaklardan, helikopterlerden ölüm kusan bombalar, zehirli gazlar atılmıyor, onlara dost eli uzatan yabancılar iniyorlardı. 

            Onlar, ABD müdahalesini, eli kanlı diktatörden  ve rejiminden kurtuluş hareketi, komşu ülkelerin kendilerine yönelik namlularına karşı bir güvence olarak kabul ettiler.

            Komşu devletler, Kürtlere seçenek bırakmamışlardı. Kürtler, ABD’nin yanında olmak zorundaydılar.

            

            F i l   o r m a n a   g i r d i  

           Ortadoğu’da hiçbir devlet, bir hukuk devleti olamadı. Bölgede gücün mantığı ve yasaları geçerliliklerini sürdürüyor. Yani Orman Kanunu uygulanıyor.

            İşte ABD, hukukun uygulanmadığı bu bölgeye müdahale etti. Fil ormana girdi, bütün heybeti ve dehşetiyle. Kurtların, çakalların, ayıların… egemen oldukları, bir çok türleri yoketmeye çalıştıkları ve doğal dengeyi bozdukları ormana girdi.

            Irak’taki caniler grubu dağıldı, kaçtı. Diğerleri korkmuş ve sinmiş olarak bekliyorlar. Fil ne yapacak?

            Ormandaki diğer unsurlar da bir beklenti içinde. Fil doğal dengeyi tesis edecek mi? Kendilerini kurtların, çakalların, ayıların… saldırılarından koruyacak mı?  

             

            G i d e r a y a k    S a d d a m’a   s a y g ı l a r ı n ı   s u n d u l a r

            Irak’a müdahale döneminde ve öncesinde yaşanan olaylar, Türkiye’nin entelektüel ve yönetim  kapasitelerini gözler önüne serdi. İktidarın ve iktidar alternatifi ana muhalefetin Türkiye’yi yönetme ehliyetine sahip olmadığı görüldü. Birkaç istisnayla, anlı şanlı emekli generaller, büyükelçiler, aydınlar ekranlarda ve gazete sayfalarında boy gösterdiler. Çağdışı milliyetçi kalıpların dışına çıkamadılar. Kendi alanlarında bile ne kadar yetersiz ve dünyadaki gelişmelerin dışında kaldıklarını kamuoyu izledi ve umutsuzluğa kapıldı. Kürt düşmanlığının nasıl zihinleri kör ettiğini, insanları nasıl kin ve nefretin duygusallığına mahkum ettiğini üzülerek gördük. Çıkarları için Saddam’ı doğrudan savunmayı göze alamayanlar, Saddam karşıtlarına saldırarak insani ve demokratik değerlerin ne kadar uzağında bulunduklarını gösterdiler. 

            İktidar, müdahale öncesi, bir bakanını Saddam’ı desteklediğini göstermek için Bağdat’a gönderdi. Saddam’a saygılarını sunup methiyeler dizdiler. Üç kuruşluk çıkarları için her şeyi fedaya hazır “işadamları”, 300 kişilik bir grupla bu saygı duruşunda yer aldılar. Ama bunlar Saddam’ın son günlerini yaşadığının farkında olamayacak kadar cahil ve dünyadaki gelişmelerden kopuktular.

            Şimdi ne yaptıklarını bilmiyorum. Ama ABD firmalarının taşaronluğunu kapmak için ABD yetkililerinin kapısında süründüklerine eminim. 

             

            İ k t i d a r   ABD’yi   a l d a t t ı

            Evet, iktidar ABD’yi aldattı. Tabiri mazur görün, ABD’ye kazık attı.

            Beyaz Saray’a gidip Bush’un yanında süklüm püklüm oturdular. ABD ile birlikte hareket edeceklerine söz verdiler, onları umutlandırdılar. 1. tezkereyle de limanlar, üsler açıldı. Binlerce asker ve binlerce ton malzeme getirildi. Uzun süre oyaladıktan sonra  “2.tezkere kabul edilmedi” dendi. ABD Türkiye’yi apar topar terk etmek zorunda kaldı.

            Bu bir oyundu. Ama basit bir oyun. Çocukların bile itibar etmeyecekleri basit bir oyun. 

            Devletler Hukukunun genel ilkelerinden biri de “ahde vefa”dır. 1.tezkere, 2.tezkerenin kabulünü zorunlu kılıyordu. Devlet olarak verdiğiniz sözü tutmak zorundasınız. Yoksa kimse size güvenmez. Uluslararası ilişkilerde büyük güçlükler yaşarsınız ve itibarınız kalmaz. 

            İktidarın bu davranışı ABD’ye karşı olduğu için değil, Türkiye’nin dışarıda güvenirliliğini tahrip ettiği için önemlidir. Bu, Moritanya’ya  ya da Paraguay’a karşı da olsa, durum değişmezdi.

            Türkiye’nin yapması gereken, daha başlangıçta tavrını net olarak koymaktı. Halkın arzusunu dikkate alarak savaşın dışında kalmalı, ne yabancı silahlı kuvvetlerin  geçişine izin vermeli ve ne de bağımsız bir devlet olan Irak’a girmeyi düşünmeliydi. 

            Bunu yapmayıp söz verdiyse, bu sözün arkasında durmalıydı. 

            Fakat iktidar en kötüsünü yaptı. “Stratejik müttefik” olarak kabul ettiği ABD’yi aldattı, amiyane tabiriyle kazık attı. 

             

            C H P   s a v a ş   t a h r i k ç i l i ğ i   y a p ı y o r 

            CHP savaş tahrikçiliği yapıyor. Savaşa karşı olduğunu söylüyor, ama Ordu’yu Irak’a girmeye kışkırtıyor. Bunun bir Kürt-Türk savaşına yol açacağını, Türkiye’yi dünyanın gözünde işgalci bir devlet konumuna düşüreceğini bilerek yapıyor. CHP’deki Kürt politikacılarla sosyal demokrat olduklarını ileri süren şovenistler de bu tahrikçi politikayı alkışlıyor, Ordu’nun Irak Kürdistanı’na yürümesini, orada savaşmasını istiyorlar.

            Ordu kiminle savaşacak? Saddam’ın zulmünden yeni kurtulan mazlum bir halk ile, Kürtlerle mi savaşacak? Namluları kime doğrultacak? Kürt çocuklarına, Kürt kadınlarına mı? 

            Peki, niçin?

            Kürtler Kerkük ve Musul’a girmesinler diye. Saddam’ın ellerinden alıp Araplara verdiği yerlerine, yurtlarına yerleşmesinler diye. Doğal kaynaklarına sahip olmasınlar diye. 

            Sanki Musul ve Kerkük babalarının çiftliği, petrol kuyuları da çiftliğin mallarıdır. Bunun, başta Kürtler olmak üzere Irak halklarının olduğunu, buna kendilerinin karar vereceklerini unutuyorlar. 

            CHP’ye  ne oluyor? Bir bağımsız devletin içişlerine karışma hakkını kim onlara verdi. “Petrolü kim ele geçirirse geçirsin, yeter ki Kürtler sahiplenmesin” mantığına teslim olmaları, hangi şartlanmaların, hangi önyargıların ve düşmanca duyguların eseridir?

            Sistemle bütünleşen Kürt politikacıları, Baykal’ın, Erdoğan, Gül, Arınç gibi delikanlı takımının arkasında saf tutup, onların Kürt düşmanlığı kokan konuşmalarını alkışlıyorlar. Bu tutum ve davranışlarıyla nereye varacaklarını sanıyorlar? Bu beyler, ne zaman “lanet gelsin dünyanın üçbeş kuruşuna, malına, mevkiine “ deyip, onurun, şerefin her şeyden daha değerli olduğunu kabul edecekler. 

            Kürtleri aşağılayanların, kendilerini de aşağıladıklarını, onların onuruyla da oynadıklarını bilmiyorlar mı? 

             

            T ü r k m e n l e r   b a h a n e ,  a m a ç   K ü r t l e r i   v u r m a k

            İktidar, Türkmenleri bahane ederek  Irak’a müdahale etmeye kalkışıyor.

            Türkmenler de Kürtler gibi Saddam rejiminin kurbanlarıdır. Fakat Kürtler rejime başkaldırarak ağır bedeller ödediler, yüzbinlerce kurban verdiler. Böylelikle hem varlıklarını korudular, hem de örgütlü bir toplum haline geldiler.

            Türkmenler bunu yapmadı ya da yapamadı. Asimilasyon politikalarına direnemediler ve varlıklarını koruyamadılar. Bugün Irak’ta ne kadar Türkmen bulunduğu bilinmiyor. Tek bilinen, Saddam döneminde, Kürdistan’ın Kürtlerin denetiminde bulunan bölgesinde 150.000 Türkmen’in var olduğu ve onların da Kürtlerin sağladığı güvenceyle yaşadığıdır. 

            Irak Türkmenleriyle bağı olmayan ve bu işin ticaretini yapan bir kısım Türkmenlerle, Türkiye’deki bazı çevreler, orada istikrarsızlık yaratıp bundan çıkar sağlamaya çalışıyorlar.

            Türkiye’deki iktidarlar bugüne kadar Türkmenlere sahip çıkmadı. Saddam öncesi ve Saddam döneminde Türkmenlerin varlığı tanınmadı. Böyle bir etnik grubun olmadığı ileri sürüldü. Türkiye, Bağdat Paktı ve CENTO’ya Irak ile birlikte üye iken Türkmen sorununu gündeme getirmedi.

            Ecevit, Saddam’ı ziyaretinde, Türkmenlerden söz edince, Saddam salonu terk etti. Misafiri olan Ecevit’i yalnız bıraktı. Nasıl milliyetçi Ecevit’e göre Türkiye’de Kürt yok idiyse, Arap milliyetçisi Saddam’a göre de Irak’ta Türkmen yoktu. Milliyetçi Ecevit, Saddam’ın kendisine karşı olan bu bağışlanmaz kaba tavrını hoş karşıladı. Çünkü Saddam’ a olan saygısı, Türkmenlere olan sevgisinden daha büyüktü. 

            Ne zaman ki Kürtler kendilerini yönetme ve demokratik bir düzen oluşturma girişiminde bulundular, Türkiye Türkmenleri hatırladı. Neredeki Türkmenleri?  Tabii Kürdistandakileri. Oysa Türkmenlerin büyük kısmı Güney’e sürülmüşlerdi. İktidar, sahip çıkacaksa, öncelikle bunlara sahip çıkmalı ve Saddam’dan hesap sormalıydı. Kürtlerle birlikte yaşayan Türkmenleri kışkırtarak olay yaratmamalı ve onların huzurunu bozmamalıydı. 

            Dün Kürtler, toplu kıyımlarla, zehirli gazlarla yok edilmeye çalışılırken, bu trajediye ses çıkarmayıp Saddam’ın yanında yer alan bir kısım Türkmenler, bugün Türkiye’yi kışkırtıp Kürtlerin üzerine Orduyu gönderirlerse, yarın, nasıl onlarla birlikte,  barış içinde bir arada yaşayabilirler?

            İktidar, medya ve bir kısım aydınlar bir şeyi unutuyor. 

            Anayasa ve hukuk mevzuatımızda, hak ve özgürlüklerin ve de yükümlülüklerin süjesi vatandaşlardır. Anayasanın 10. maddesine göre, “dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir”ler. “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler … ya da hrıstiyanlar ve müslümanlar arasında ayrım yapılamaz. Bunlara karşı eşit davranma zorunluluğu,  hukukun genel kurallarının, uluslararası sözleşmelerin ve T.C. Anayasasının gereğidir.

            Orta Asya’dan da gelse, Musul ve Kerküklü de olsa T.C. vatandaşı olmayan bütün Türkler yabancıdır.Devletin, T.C. vatandaşı olmayan Türklere ve Türkmenlere ilgisi, ancak insan haklarının ağır ihlali durumunda sözkonusu olabilir. Bu da başka devletlerin içişlerine karışmama ve soydaşlık anlayışıyla hareket etmeme koşullarına bağlıdır. Onlara gösterilecek ilgi, durumlarını iyileştirmeye yönelik olmalıdır. Bir başka grubun durumunun kötüleşmesine yol açacak müdahaleler, BM Antlaşmasının hükümlerine göre suç teşkil eder. 

            Saddam’ın zulmüne maruz kalan Irak halklarına, ister Arap, ister Kürt, ister Türkmen olsun, ırk ayrımı gözetmeden yardımcı olunabilirdi. Bu yapılmadı.Şimdi bu baskı ve zulümden kurtulan halklardan sadece birine, soydaşlarımızdır diye sadece Türkmenlere sahip çıkılır ve Kürtlere karşı bir baskı unsuru olarak kullanılırsa, ırkçılık, ayrımcılık yapılmış olmaz mı? 

            20 milyona yakın Kürt, T.C.vatandaşıdır. Bunlar Devlete vergi ödüyorlar, askerlik yapıyorlar. T.C. Türkler gibi onların da devletidir. 

            Şimdi siz kalkıp Kürtlerin de ödediği vergilerle alınmış silahlarla ve önemli bir kısmı Kürt olan silahlı kuvvetlerle, T.C. vatandaşları Kürtlerin soydaşları olan Irak Kürtlerinin üzerine yürüyeceksiniz. Kim için? T.C. anayasası ve yasalarına göre yabancı sayılan Türkmenler için. 

            Peki, gerekçe.

            “Onlar bizim soydaşlarımızdır” deniliyor.

            İyi de. Ya Kürtler, T.C. vatandaşı milyonlarca Kürdün soydaşları olan Irak Kürtleri düşman mıdırlar? Onları düşman kabul ediyorsanız, bundan, Türkiye’deki Kürtler’in de düşman kabul edildiği sonucu çıkmaz mı? 

            Bu, ırkçılık değil midir? Bu, ayrımcılık değil midir? Bu, uluslararası sözleşmeler gibi, T.C. Anayasası ve yasalarının da ihlali değil midir ve sonuç olarak suç değil midir? Bu anlayış, Türkiye’yi büyük bir iç çatışma ve kargaşa ortamına sürükleyip bütünlüğünü tehdit etmeyecek midir?

            Şimdi iktidarın bütün kesimlerine, ana muhalefet partisine, medyanın etkin isimlerine soruyoruz.

            Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlık esasına dayalı bir devlet midir? Yoksa soy esasına dayalı bir devlet midir? 

            Şayet soy esasına dayalı bir devlet değilse, Kürt ve Türkmen politikaları nasıl izah edilecektir? 

            

            F e d e r a l   s i s t e m   b i r   z o r u n l u l u k t u r

            Türkiye, Kürtlerin Irak’ta federe veya bağımsız bir devlet kurmasını savaş nedeni sayıyor. Yani Kürtler böyle bir girişimde bulunurlarsa, Türk Silahlı Kuvvetleri Irak kürdistanı’na girecek, bütün kurumlarını ve yönetim birimlerini tahrip edecek, onları yine Arapların sultasında, baskısında ezilen örgütsüz bir toplum haline getirecek. Düşünülen budur.

            Irak bağımsız bir devlettir. T.C. ile beraber Birleşmiş Milletler Örgütü’nün üyesidir. BM Antlaşmasının 2/4. maddesi “Tüm üyeler, uluslar arası ilişkilerinde herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı ya da Birleşmiş Milletlerin amaçlarıyla bağdaşmaz bir başka biçimde güç tehdidinde bulunmaktan ya da güç kullanmaktan kaçınır.”

            Maddede sözü edilen “BM’nin amaçları” arasında (madde 1/2)  “halkların hak eşitliği ve kendi yazgılarını belirlemeleri ilkesine saygı” da vardır.

            Peki, bunu dikkate almayıp “güç tehdidinde” bulunulursa  ne olur? Fazla söze gerek yok. Kuveyti işgal eden Saddam’ın başına gelenler olur. 

            Kürtler bağımsız bir devlet kurmayı düşünmüyorlar. Bunu bir çok kez açıkladılar. 

            Kuşkusuz her insan, her toplum bağımsız olmayı, bağımsız yaşamayı ister. Ancak uluslararası konjonktürün, güç dengelerinin elverişli olmaması, ya da diğer halklarla birlikte yaşamanın menfaatlerine daha uygun olması durumunda bu arzularından vazgeçebilirler. 

            Kürtler de Irak’ta bu nedenlerle bağımsız bir Kürt Devleti kurmayı istememektedirler. Yoksa komşu devletlere ayıp olur diye değil. 

            Kürtlerin istediği federal sistemdir. Federal sistemi istemelerinin nedeni de, bunun dışında hiçbir sistemin Irak’ta halkların barış içinde birlikte yaşamalarını sağlamaya elverişli olmamasındandır. 

            Irak, Osmanlı döneminin, Kürtlerin yaşadığı Musul, Sünni Arapların bulunduğu Bağdat ve Şii Arapların bulunduğu  Basra vilayetlerinden meydana gelmiştir. Bu bölgeler, önemli ölçüde homojen nüfus yapılarına sahiptir. Üç vilayetin arasında güçlü bir entegrasyon sağlanamamıştır. Bu nedenle de merkeziyetçi üniter sistemin uygulanma imkanı yoktur. Merkeziyetçi üniter sistemi uygulama girişimleri Irak’ı yıllarca süren bir iç savaşa sürüklemiştir. Barışı sağlamak için Kürtlere tanınan özerklik de sorunu çözememiş ve savaş devam etmiştir.

            Irak’ın siyaset pratiğinde tek çözümün, bütün toplumların, yerelde kendilerini yönetme, merkezde, ülkeyi birlikte yönetme olarak özetleyeceğimiz federal sistem olduğu görülmüştür. Federal sistemi Kürtler daha fazla yetkiye sahip olmak için istemiyor. Demokratik olduğu ve bunun dışında başka hiçbir çözüm bulunmadığı için istiyor.Bugün bütün demokratik ülkelerde ya bu sistem uygulanıyor ya da buna doğru bir gidiş var.

            ABD’nin belirleyici rol oynadığı Irak’ta federal sistem, ABD’lilerin yaşam tarzına ve mantığına uygundur. Çünkü dünyanın en sağlam federal sistemi ABD’nin eyalet sistemidir. Diğer ülkelerde merkez, federe birimlere bir kısım yetkilerini devrettiği halde, ABD’de eyaletler bir kısım yetkilerini merkeze bırakmışlardır. Yani merkezin yetkileri tahdididir. Bunun dışındaki bütün yetkiler eyaletlerindir.

            Umarız Irak’ta da , daha demokratik olan, barış ve istikrarın sağlanmasında daha etkili olan ABD sistemi örnek alınır.

            Şimdi gelelim BM Antlaşmasının yasakladığı “güç tehdidinde bulunan” iktidarın tutumuna. 

            Bağımsız bir devlet olan Irak’ta, halklar, BM Antlaşması’nın  “hak eşitliği ve kendi yazgılarını belirleme ilkesi”ne uygun olarak federal bir sistemi oluşturmaya çalışıyorlar. Bu sistemin, demokrasinin kurulup gelişmesine en uygun bir yapı, bir çerçeve olduğu da bilinen bir gerçektir. 

            İktidar ve buna destek veren milliyetçi medya ve aydınlar korosu, “siz federal sistemi kabul edemezsiniz, ederseniz gelip dünyayı başınıza yıkarız.” diyorlar. 

            Bu mantığı anlayan beri gelsin. Dünyada bunun bir örneği yoktur. Demokratik bir yapı oluşturuluyor diye “güç tehdidi”yle karşılaşan bir ülke var mıdır? Bu çağda olabilir mi? Gösterin.

 

            K ü r t l e r   d ı ş l a n a r a k   b a r ı ş  t e s i s   e d i l e m e z,  i s t i k r a r  s a ğ l a n a m az

            1.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan düzende, Kürtler denkleme dahil edilmemişti. Bu, hem Kürt trajedisine yol açtı ve hem de Ortadoğu’yu istikrarsızlaştırdı.

            Bugün Kürtlerin denkleme dahil edilmesi bir zorunluluk haline gelmiştir. Kürt sorunu dünyanın gündemindedir. Kürtler önemli bir güç olarak tarih sahnesine çıkarken, bir çok sorunun çözümü de Kürt sorununun çözümüne bağlı duruma gelmiştir. Kürt nüfusunun yoğun olarak bulunduğu hiçbir ülke, Kürt kimliğini kabul etmeden ve eşit bir partner olarak onlarla işbirliği yapmadan, istikrarı, kalkınmayı, demokratikleşmeyi sağlayamayacak ve bütünlüğünü korumada zorlanacaktır. 

  

            N e   y a p m a l ı ?

            Türkiye’de etkili güçler korku üretiyorlar. Korkuları topluma salıyorlar. Bu, bir paranoyaya dönüşüyor ve halk kolaylıkla yönlendirilebiliyor.

            Bunların en önemlisi “bölünme” korkusudur. Bölünme, bir felaket, bir kaos olarak sunuluyor. İnsanlar, sahip oldukları her şeyi kaybedeceklerini sanıyorlar. 

            Bölücülük , vatana ihanet suçu gibi ağır bir suç olarak kabul ediliyor. 

            Türkiye’yi bölecek olanlar da belli. Kürtler.  Kürtler “bölücü” olunca, her Kürt potansiyel suçlu olarak görülüyor. Kürtlerin demokratik hak talepleri, “bölücülük girişimi” olarak suçlanıyor.  “Bölücüler” potansiyel suçlu ve giderek “düşman” olarak tanımlanıyor. Bu anlayışla uygulanan insanlık dışı, hukuk dışı baskılar ve infazlar , Türk toplumunun önemli bir kesimi tarafından meşru olarak kabul ediliyor, tepki doğmuyor. 

            Kamuoyu Irak’ta veya başka bir ülkede şiddete maruz kalan birkaç kadın, çocuk ve sivile (haklı olarak) gözyaşı dökerken, Ortadoğu’da katledilen kadın, çocuk, yaşlı yüzbinlerce Kürdün trajedisine tepkisiz kalıyor; hatta bir kısmı bunu destekler bir tutum takınıyor. 

            Toplumu bir korku çemberine hapsedip istediği gibi yönlendiren etkili güçler, bu korkuların temelsiz ve kendi üretimleri olduğunu biliyorlar. Ama bunu bilinçli şekilde bir iktidar aracı olarak kullanıyorlar. “Düşman” imal ederek ve çatışma ortamı yaratarak, kendi çıkarlarını tehdit edecek bir iktidar alternatifinin oluşmasını engelliyorlar.

            Kürtleri bölücü olarak kabul eden, bölücü tehdit olarak algılayan ve düşman olarak görenler de, iktidarı ve arkasındaki çıkarları savunmuş oluyorlar. 

            Özellikle son 20 yılda Türkiye’de yaşanan demografik yapı değişiminin, Türklerle Kürtleri birlikte yaşamaya mahkum ettiği bir gerçektir. 

            Kürtlerin % 60’ından fazlası Batı’ya göç etmiştir. Şehirlerde, kasabalarda, köylerde yerleşik duruma gelmişlerdir, ayrılmaları da mümkün değildir.

            Batı’nın gelişmesinde, alt yapısında Kürtlerin de alınteri ve büyük emeği vardır. Bunları terk edip gitmek istemiyorlar.

            Büyük ölçüde yüzleri Batı’ya (Avrupa) dönük olan Kürtler, Doğu’ya hapsolup kendilerine dost olmayan komşu devletlerin kuşatmasında yaşamak istemiyorlar.

            Türkler de Doğu’dan ayrılsalar bile,  kendileriyle beraber yaşayan Batılı Kürtler nedeniyle Kürt Sorunu’ndan kurtulamayacaklardır. 

            O zaman tek bir yol kalıyor. Kürtlerle Türklerin birlikte yaşamaya mahkumiyetini, gönüllü ve mutlu bir birlikteliğe dönüştürmek. Bu da demokratik bir düzen kurmakla mümkün olur.

            İktidara egemen olan güç, Türkiye’nin demokratikleşmesine karşıdır. Milliyetçi şartlanmaları ve önyargıları pekiştirerek çağdışı düzenin ve kurumlarının devamını sağlamaya çalışıyor. Türkiye’nin AB ile bütünleşmesini istemiyor. Bunu açıkça ifade edemediği için de Kıbrıs ve Kürt sorunlarının çözümünü engelleyerek bu amaca ulaşacağını biliyor

            Milliyetçi ideeolojinin egemen olduğu iktidar ve ana muhalefet çevreleri, Türkiye’yi yabancı devletlere müdahale gibi, hukuk dışı tehlikeli maceralara bile sürüklemek istiyorlar.

            Bunlar bir soygun düzeni kurdular, ülkeyi soydular ve insanları kuru ekmeğe muhtaç hale getirdiler. 

            Buna “dur!” denilmeli.Bu ülke bizim. Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Rum’u, Ermeni’si, Müslüman’ı, Hrıstiyan’ı, Yahudi’si, Şii’si, Sünni’si, Alevi’si ile hepimizin.

            Milliyetçi ve dinsel sloganlarla halkı sindirmeye çalışan, bayrağı soygunların, hırsızlıkların örtüsü olarak kullanan, ülkemizin gelişmesini ve uygar dünya ile bütünleşmesini engelleyen bu grubun elinden iktidar gücünü alamayacak mıyız? Devleti ve ülkenin siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik kurumlarını, bunların egemenliğinden kurtarıp, halk olarak sahiplenemeyecek miyiz? Bir küçük azınlığın, bizim gibi 60 milyonluk bir toplumu, totaliter bir anlayışla yönetmesine son vermeyecek miyiz? Kendimizi yönetme ve geleceğimize karar verme hakkımızı kullanmayacak mıyız? Toplumumuz ne zaman, değişimin ve gelişimin önündeki en büyük engel olan  milliyetçi ideolojinin şartlanmalarından ve önyargılarından kurtulup evrensel insani ve demokratik değerleri benimseyecek ve bunlar, yaşamın ve oluşturulacak düzenin temel değerleri olacak? 

            Sorular çoğaltılabilir ve bunların yanıtları da belli.

            Dünya değişiyor. Türkiye de değişecek. Türkiye, değişen bir dünyanın içinde değişmeyen bir ada, bir ortaçağ ucubesi olarak kalamaz. 

            Elbette bu, sadece dış dinamiklerle de gerçekleşebilir. Ama nasıl ve ne zaman? 

            Oysa kendi iç dinamiklerimizle, irademizle değişimi hızlandırmalı ve yönlendirmeliyiz. Demokratik ve adil bir refah düzeni kurmalıyız. Hep birlikte ve kardeşçe.

            Sizlerden beklediğimiz şu sorunun yanıtıdır.

            Ne yapmalı? 

            

           19.04.2003                                                                    Mehmet Ali Aslan