Bu konuyla ilgili konuşmak çok zor. Bir yandan objektif olmaya, dürüst davranmaya çalışmak, diğer taraftan TCK’nın 142. Maddesine göre suç işlememek. Bu, sırat köprüsünü geçmeye benzer.
Basın hep “Güneydoğu olayları” diyor. Güneydoğu coğrafi bir kavram. Bunun başka bir adı olmalı. Kimse söylemiyor veya söyleyemiyor. Oysa sorunun çözümünü araştırmak için öncelikle doğru adlandırmamız gerekir. Bunu 3 Mart 1987 tarihli Milliyet gazetesinde Sayın M.Ali Birand yaptı. Sayın Birand’ın bir ölçüde dokunulmazlığı var. Bizim de dokunulurluğumuz. Bu nedenle kendisinin söylediklerini tekrarlayalım.
Sayın adaşım, “Bugün karşımızda bir ‘Kürt sorunu’ vardır. Biz resmen, ne kadar ‘dağ Türkleri’ dersek de diyelim, sorunumuz açıkça ‘Kürt sorunudur’, diyor.
Ama bu kadarı yetmiyor. Nedir Kürt sorunu? Nasıl bir tarihsel gelişmeden kaynaklanıyor? Sosyal ve etnik özellik nedir? Hangi özlemler dile getiriliyor ve hangi talepler ileri sürülüyor?
Bütün bu ve bunlar gibi daha birçok sorunların yanıtını araştırmak ve bulmak gerekir.
İşte bunu yapamazsınız. Çünkü TCK’nın 142. Maddesinin kapsamına girer ve yaptırımı 5 ile 10 yıl arası ağır hapis cezasıdır. Yayın yoluyla işlenirse ceza yarı nisbetinde artırılır.
Sorunun çözümü öncelikle sorunun tartışılmasını önleyen yasal ve idari engellerin kaldırılmasına bağlıdır.
Basında izlediğimiz kadarıyla, Güneydoğu’daki silahlı hareketin kadrolarını, büyük ölçüde, 12 Eylül 1980 sonrası işkenceye maruz kalan veya işkence tehdidinden kaçan gençler oluşturuyor.
Bunların çoğunluğu, 12 Eylül 1980 öncesi yasal olduklarına inandıkları birtakım dernek ve parti örgütlenmelerinin içinde yer almışlardı. 12 Eylül’den sonra bilinen operasyonlar yapıldı. Gençlerin çoğunluğu ya Avrupa ülkelerine sığındı veya Güneydoğu’daki sınır bölgelerine kaçtı.
Coğrafi yapının, sosyal çevrenin ve dış ilişkilerin elverişli olduğu bu ortamda silahlı hareket başladı.
1960’tan sonra Türkiye’de nisbi bir demokratikleşme olmasaydı ve DP’nin son dönemindeki baskılar sürdürülseydi, Doğu’da 1970’lerden önce silahlı hareket başlayabilirdi.
Fakat 1961 Anayasası’nın çoğulcu demokratik özelliği, silahlı hareketin seçeneği olarak legal ve demokratik seçeneği güçlendirdi. Bu seçenek özellikle TİP’te ifade edildi ve savunuldu. 12 Mart müdahalesine rağmen bunun etkileri 1980’lere kadar sürdü.
Türkiye’de 1961 Anayasası’nın hükümleri uygulansaydı, bugünkü şiddet hareketlerinin ortamı oluşmazdı ve böyle bir hareket mümkün olmazdı.
Irak-İran Savaşı, bu iki ülkenin kendi içinde de birtakım güç dengesi değişikliklerine yol açtı. Bu gelişmeler, insan haklarına dayalı demokratik bir hukuk devletini ne etkiler ve ne de kendi iç bünyesi ve dengeleri açısından ilgilendirir. Ama Türkiye’de baskıcı otoriter bir yönetimden yana olanlar bu gelişmelerde elbette ki rahatsız olurlar.
Bugün demokratik ve çağdaş bir Türkiye’nin çıkarları için Saddam Hüsayın’i Barzani ve Talabani’ye, Humeyni’yi Kassem Lo’ya tercih etmenin hiçbir mantıklı nedeni yoktur. Kaldı ki bu olaylar komşu ülkelerin içişleridir. Türkiye’nin karışması devletler hukuku, bölge ve dünya barışı açısından doğru değildir.
Bütün komşularımız, Türkiye’nin yayılmacı bir dış politika izlediğini ileri sürüyorlar. Irak’a askeri müdahaleler bu iddiaları destekler nitelikte olmayacak mıdır?
Yerleşim birimlerindeki sivil halkı, kadın ve çocukları hava bombardımanlarının dışında tutmak ne ölçüde mümkündür?
Bu hareket Türkiye’yi Ortadoğu’daki savaş cehennemine de sürükleyebilir. Dün, Alman çıkarları için Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sokan Enver Paşa’nın ruhu, bugün de Batılı ülkelerin Ortadoğu’daki petrol çıkarlarını korumak için aramızda dolaşıyor. Etkin olmamasını temenni edelim.
İktidarın soruna bilimsel, hümanist ve çağdaş bir yaklaşımı yok. Bölgeyi güvenlik güçlerine terk etmiş. Bölgede sıkıyönetim var. Yani hukuk düzeni ve insan hakları askıya alınmış. Vatandaşın hiçbir hukuksal güvencesi yok.
Köy koruculuğu aşiret kavgalarını, kan davalarını körükleyen, halkı birbirine düşüren, düşman eden bir uygulama. Bu, eski Hamidiye Alayları uygulamasını hatırlatıyor. Sultan Abdülhamit, Doğu’daki aşiretleri birbirine düşürmek için aşiret beylerine rütbe ve maaş verdi. Aşiretler Hamidiye Alayları olarak silahlandılar ve bu silahları yıllarca birbirlerine karşı kullandılar.
İnsan hakları Evrensel Bildirisi’ni, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’ni ve Helsinki Sonuç Belgesi’ni imzalayan T.C. Devleti’nin Sultan Abdülhamit yöntemlerine başvurması düşünülmemelidir.
Devlet, vatandaşın can ve mal güvenliğini kendi gücüyle sağlamak zorundadır. Bu görev ve yetkisini kimseye devredemez. O zaman varlık nedeniyle çelişir.
Sıkıyönetimin süreklilik kazandığı bölgede halk sadece güvenlik güçlerinin takdir yetkisine terk edilirse, olacakları tahmin için kahin olmaya gerek yoktur.
Dün işkencenin ve işkence tehdidinin genç insanlar üzerindeki psikolojik etkileri nasıl onları şiddet hareketlerine yönelttiyse, bölge halkı üzerindeki baskılar, yarın onları bu hareketin içine itebilir. Avrupa’ya kaçmış on binlerce aydın, yurda dönüş umutlarını yitirirlerse, onlar da bu harekete katılabilirler.
Şiddet hareketleri başlangıçta sınırlı ve lokaldir. Zamanında sosyal ve ekonomik önlemler alınmazsa kendi altyapısını oluşturur.
Nasıl olur bu?
Hareket içinde insanlar eğitilir. Silah ve malzeme sağlamanın yolları bulunur. Birtakım güçlerle ittifaklar kurulur. Dış ilişkiler gelişir. Ve giderek bu hatrekete bağlı şiddet kurumlaşır.
İşte bu noktada dış konjonktür hareketin başarısına engel ise o ülke cehenneme döner. Bunun adı iç savaştır. Bir ülke için bundan daha büyük felaket düşünülemez. Bu, düzenli orduların savaşı değil, hangi ilde, ilçede ve hangi sokakta, evde veya işyerinde patlayacağı bilinmeyen silahların, bombaların yaratacağı bir cehennemdir.
Silahları susturmanın tek ama bir tek yolu vardır.
O da Türkiye’de demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla kurulmasıdır. Avrupa ile bütünleşmek isteyen bir Türkiye, bu bütünleşme için ne yapması gerekiyorsa, silahları susturmak için de aynı şeyi yapacaktır. Yani çağdaş, çoğulcu, demokratik bir toplum. Tekliğe değil, çeşitliliğe ve bu özgür çeşitliliğin yine özgürce oluşmuş sentezlerine dayanan bir toplum. Bunda geç kalınmamalıdır.
İlk yapılması gereken, sorunun tartışılmasına engel olan yasal düzenlemeleri gerçekleştirmektir. TCK’nın 142. Maddesi ile 2932 sayılı kanun hemen kaldırılmalıdır.
Genel af çıkarılmalı. Vatandaşlıktan çıkarılma kararları iptal edilerek yurt dışında bulunanların dönüşü sağlanmalıdır.
Herkesin eşit olarak katılabildiği özgür bir tartışma ortamında anayasa ve hukuk düzeni, Türkiye’nin imzaladığı İnsan hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi ve Helsinki Sonuç Belgesi hükümlerine uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. Ki bu Türkiye için hukuksal bir zorunluluktur da.
Hukuk düzeninin temel niteliklerinden biri de sürekliliktir. Bu sürekliliği yok eden askeri müdahaleleri önleyecek köklü tedbirler alınmalıdır.
İşkenceyi önleyecek kalıcı ve etkin yasal ve yönetsel önlemler alınmalıdır.
Türkiye, başka ülkelerin içişlerine müdahaleden kaçınan, barışçı bir dış politika izlemelidir.
Gelişme farklarını kısa zamanda giderecek, bölgenin özelliklerine uygun sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma planları yapılarak derhal uygulanmalıdır.
Bütün bunlar insancıl, çağdaş ve demokratik bir bakış açısını gerektirir. Çağdışı şartlanmalardan kurtulmayı gerektirir.
Bu, bölge insanlarına yeni bir kimlik ve kişiliği zorla kabul ettirmeye çalışmakla değil, onların sosyal, kültürel kimliklerine ve kişiliklerine saygı göstermek ve onların yurt düzeyinde her birim ve her kademede verilecek kararlara katılımını sağlamak ve bu kararların uygulanmasını önleyecek engelleri kaldırmakla olur.
Kuşkusuz barışçı ve demokratik çözüm, Türkiye’nin parçalanmasını değil, halkın özgür iradesine dayanan bütünlüğü sağlar.
M.Ali Aslan