Dünyada ve Türkiye’de Sosyalizmin Geleceği

 “1995 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde SOSYALİSTLER TARTIŞIYOR başlığıyla bir yazı dizisi yayınlandı.Sevim Ertemur’un Mehmet Ali Aslan ile yaptığı söyleşinin büyük bölümü Cumhuriyet Gazetesi’nin 5,6,7 Ağustos 1995 tarihli sayılarında yer aldı.“

Sorular : Sevim Ertemur

Cevaplar : Mehmet Ali Aslan

 

Dünyada sosyalizmin geleceğini, 2000’li yıllardaki durumunu nasıl görüyorsunuz?

 

Sosyalizmi, sosyal gelişmenin kapitalizmden sonraki doğal ve zorunlu bir aşması olarak görmüyor muyuz? Kuşkusuz, evet.

Peki. Kapitalizm ne zaman sona erecek. Bunun da yanıtı belli.

Kapitalizmin büyük krize girdiği, kendini yeniden üretemez, bu krizi aşamaz ve toplumun ihtiyaçlarına cevap veremez duruma geldiği zaman.

Olayın başka yönleri de var.

Sosyalizm sadece artı değeri kaldıran bir ekonomik düzen değildir. Sosyalizm bir dünya görüşü, farklı bir değerler sistemi ve bir yaşam biçimidir.

İnsanların düşüncesinde kapitalist sistemin meşruluğunu yitirmeye başlaması ve sosyalist değerlerin meşruluğunun kabulüyle sosyalizm gelir.

Kıt kaynaklar ve geri teknolojiye dayanan kısıtlı üretimle sosyalist düzen kurulamaz. Sosyalizm ancak üretim teknolojisinin çok ileri bir düzeye ulaştığı bir toplumda gerçekleşebilir.

Gerçekçi olalım. Bugün, kapitalizm içine düştüğü krizleri aşacak ve kendisini yeniden üretecek durumdadır. İnsanların zihninde meşruiyetini sürdürüyor. Bir kısım ülkeler bilgi toplumu aşamasına gelmekle beraber, dünyanın büyük kesimi sosyalizmin ekonomik altyapısını oluşturacak teknolojik düzeyin çok gerisinde.

Kapitalizmin, toplumun ihtiyaçlarına cevap veremez duruma gelmesi, insan düşüncesinde ve toplum vicdanında meşruiyetini yitirmesi, elverişli ekonomik altyapıyı oluşturacak teknolojik gelişmenin yaygınlaşması zaman alacaktır. Bu zaman süresini saptamak olanaksız. Ama kısa vadede yani 2000’li yıllarda olmayacağı kesin.

Bir başka kesinlik daha var. O da sosyalizmin er veya geç gerçekleşeceğidir. Bu, belki bizim öngördüğümüz düzenin aynısı olmayabilir. Ama kabul ettiğimiz sosyalist değerlere uygun olacaktır.

Tarihte çeşitli sınıfların iktidarı görülür. Bunların ortak özelliği, iktidarda olan sınıfın kendi yararı doğrultusunda toplumu değiştirmesi ve düzenlemesidir.

İşçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizmi diğerlerinden ayıran özellik, sadece kendi sınıfının kurtuluşunu değil, bütün insanların, genel olarak insanlığın kurtuluşunu sağlayacağıdır.

İnsanlığın gelişme düzeyi yükseldikçe, evrensel yararı temsileden sosyalizmin gerçekleşmesi de kaçınılmaz olacaktır. Çok ileri bir bilinç ve kültür düzeyine erişmiş toplumlar, sınıf yararlarını temsil eden, her alandaki eşitsizlikleri meşru sayan bir düzende yaşamayı reddedeceklerdir.

 

“Sosyalizm çöktü” savlarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

 

Tarihte hiçbir zaman sosyalist bir düzen kurulmadı ki sosyalizm çöksün. Gerçekleşmeyen, yaşama geçirilmeyen  bir düzenin çöküşünden söz edilemez.

Sosyalist olduklarını ileri süren devletler vardı. Halende var. Bunlar totaliter, bürokratik merkeziyetçi düzenlerdir. Demokrasiyi de, sosyalizmi de kuracak olan özgür insandır, eleştiren insandır, düşünen insandır, haksızlığa karşı tepki gösteren insandır. Oysa bu düzenlerde, iktidarda işçi sınıfı yoktur, emekçi halk kitleleri yoktur. Yönetici kadroların dışındaki insanların karalara katılımı olmadığı gibi eleştirme haklarını kullanmaları da risklidir. Merkeziyetçi iktidarın kararlarına itaat etmekle yükümlüdürler. Sosyalizmin temel unsurlarından biri olan demokrasiden yoksun bu düzenler, sosyalist olmadıkları gibi olabilme yeteneğine de sahip değillerdir.

Ama sosyalizmin varlığı bizim isteğimize bağlı değil. İnsanlığın tarihsel gelişiminin varacağı zorunlu ve ileri bir aşama. Bu, toplumsal gelişmenin dinamiğinde yaşıyor.

 

 

Dünyada, son yıllarda sosyalizmin alternatifi olarak milliyetçilik ile köktendinciliğin gelişip güçlenmesi konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Sosyalizm, toplumun birleştirici harcı olan bir değer. Bu değer geçerliliğini koruduğu sürece, bununla çelişen diğer toplumsal bağların, değerlerin etkinliği görülmez. Ne zaman ki sosyalizm veya benzer evrensel nitelikteki değerler geçerliliklerini, etkinliklerini yitirirlerse, toplum dinsel veya milliyetçilik gibi değerlere sarılır. Bunlar ise ayırımcılığı, nefreti, düşmanlığı ve savaşı getirir.

Sovyetler Birliğinin ve Yugoslavya Federasyonunun dağılmalarından sonra meydana gelen olaylar bunun tipik örnekleridir. Bu düzenler, gerçekten sosyalist olmasalar da, çeşitli uluslar, etnik gruplar, dinler, inançlar sosyalist üst kimliğinde birleşerek, birlikte yaşamayı sürdürüyorlardı. Sosyalist üst kimlikten ve sosyalist değerlerden kopuş, onları milli ve dinsel kimliklerine sarılmaya itti. Yıllardır unuttukları etnik ve dinsel nefreti, düşmanlıkları hatırladılar. Ne yazık ki ülkelerini kan gölüne çevirdiler. Bizler, etnik ve dinsel anlam içermeyen, birleştirici nitelikte bir üst kimliğin yaşamsal önemini unutmamalıyız.

 

“Sosyalizm halk içindir…” O halde Türkiye’de niçin halk son yıllarda sosyalist partiler yerine uç sağ partilere yöneldiler?

 

Sosyalizm, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla dünya ölçüsünde itibar kaybına uğradı. Sovyet modelinin başarısızlığı, sosyalizmin başarısızlığı olarak algılandı. Türkiye’de ayrıca sosyalist partiler ve gruplar, Türkiye’nin sorunlarına gerçekçi, doğru ve uygulanabilir çözümler üretemediler. Halka umut veremediler. Yaşamdan ve toplumdan kopuk olarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar.

Toplumu bir arada tutacak evrensel değerlerin etkinliği de yok. Türkiye bir iç savaşı yaşıyor. Siyasal, ekonomik, kültürel ve moral krizleri aşamıyor. Baskıdan, yoksulluktan, işsizlikten bunalan halk, umudu dinsel ve milliyetçi değerlere sarılmakta buluyor. Medyanın önemli kesimi de halkı bu yönde etkiliyor. Sosyalistler umut olmaktan, seçenek olmaktan uzak. Bu nedenle halk, milliyetçi ve dinsel partilere yöneliyor. Bu partilerin güçlü parasal kaynakları ve bunları etkin kullanma yöntemleri de önemli bir unsur olarak rol oynuyor.

 

Türk solunun geçmişteki hataları nelerdir?

 

Türkiye, etnik, dinsel ve kültürel bakımdan çoğulcu bir yapıya sahip. Sosyalizm, bu kimlikleri kabul eden, kendilerine gelişme olanağı sağlayan bir sitem. Ama etnik çoğulculuğun olduğu bir toplumda, sosyalistlerin, hareketi bu alt kimliklerden biriyle tamamlamamaları gerekir. Çünkü bu diğer etnik grupları dışlar. Özellikle Türkiye gibi sorunların çözümünün bu etnik grupların gönüllü beraberliğine bağlı olduğu bir toplumda, bu daha da önemlidir. Etnik tanımlama milliyetçiliği getirir. Milliyetçiliğin olduğu yerde sosyalizm olmaz. Bu nedenle “Türk solu”, “Türk sosyalist hareketi” değil, “Türkiye solu”, “Türkiye sosyalist hareketi” kavramları kullanılmalı.

Temel hata bu tanımlamadan doğdu. Sol evrensel olamadı. Milliyetçi unsurlardan, anlayışlardan arınamadı.

Asker-sivil bürokrasi ile tekelci sermaye iktidarının karşısında yer aldı. Ezildi, işkence gördü, zulme uğradı. Ama farkında olmadan, karşısında olduğu sisteme çoğu kez destek sağladı. Bu da milliyetçilikten kaynaklandı.

TİP hareketi dışında, sosyalistler Türkiye sosyalistleri olamadılar. Küba’nın, Çin’in, Sovyetler Birliği’nin, Angola’nın, Vietnam’ın… sorunlarını tartıştılar. Bunlar için yazdılar, çizdiler, üzüldüler, büyük kavgalara girdiler. Ama Türkiye sorunlarına ciddi olarak eğilenlerin, çözüm üretenlerin sayısı çok az oldu.

Korktular. Hem de çok korktular. Zindanlardan, işkencelerden, ölümden, işsizlikten, yoksulluktan değil. Kendilerine, “revizyonist”, “sosyalizmden saptı”… suçlamalarının yöneltilmesinden korktular. Özgür düşünemediler. Yanlış olduğunun farkına vardıklarında bile kalıplara ve modellere bağlı kaldılar. Bir inanç sistemi gibi.

Bu nedenle de alternatif politikalar üretemediler. Sorunlara çözümler getiremediler. Sosyalistlerin emekçi halk kitlelerine ulaştırabildikleri ve destek sağlayabildikleri ciddi, ülke gerçeklerine ve koşullarına uygun bir programları olmadı. Genel ilkeler ve genel nitelemelerle yetinildi. Hep muhalif oldular. Hep eleştirdiler. Ama iktidarda olma arzu ve iradesine sahip olmadılar. Liste uzayabilir…

 

Türk solu önümüzdeki dönemde gelişmek, güçlenmek için nasıl bir strateji uygulamalı?

 

Türk solu değil Türkiye solu diyeceğim.

Solun önemli iki kesimi var. Sosyalistler ve sosyal demokratlar.

Avrupa’daki sosyal demokrat hareketlerin kökeninde hümanist felsefe, Hristiyanlık değerleri, işçi hareketleri ve Maksist öğreti vardır.

Hristiyanlık, uygarlık düzeyi yüksek toplumlarda yaygınlaştığı ve bu toplumlarda sosyal örgütlenme ve kurumlar gelişmiş olduğu için bir inanç ve ahlaksal değerler sistemi yaratmakla sınırlı kalmış, toplumu yeniden örgütleme iddiasında bulunmamıştır.

İslam dini ise geri bir toplumda, Arap yarımadasında gelişip yaygınlaştığı için toplumu yeniden örgütlemek ve sadece “uhrevî” değil “dünyevî” ilişkileri de düzenlemek ve değişmez kurallara bağlamak durumunda kalmıştır.

Her iki dinin de savundukları ahlaksal değerler evrenseldir. Bu değerler, sosyalist değerlere yakındır. Ama İslamı siyasallaştıran güç odaklarının menfaatlerine ve tercihlerine uygun olarak siyasal İslam, sermayenin yanında yer almış, işçi hareketlerine ve sola karşı çıkmıştır.

Türkiye, kökeni ittihat ve terakkiye dayanan, çoğu dönemlerde şovenliğe kaymış milliyetçi hareketlerin ve totaliter devlet görüşlerinin baskısında hümanist felsefenin etkilerine uzak kalmıştır.

Türkiye’nin işçi hareketleri tarihi ise Avrupa işçi hareketleri tarihi kadar zengin deneyimlerle dolu değil. Kaldı ki Avrupa’da sosyal demokrat hareketlerde işçi sınıfı ve işçi hareketleri önemeli bir rol oynadığı halde, Türkiye’de daha çok işçi hareketlerine uzak durmaya özen gösteren, hatta bu hareketleri tehlikeli bulan aydınların rolü büyük olmuştur.

Marksist öğreti de yasakların, idari baskıların konusu olduğu için serbestçe tartışılamamış, doğru anlaşılamamış ve yaygınlaşamamıştır. Üniversitelerde bile ders konusu olarak yanlış anlatılmıştır. Bilimsel ve sosyal gelişme tarihinin en önemli tarihsel kesiti yok sayılmıştır. Bir sürecin önemli kesiti alınınca, aradaki boşluk nedeniyle sürecin bütününü kavramak, anlamak olanağı kalmaz.

Görülüyor ki Türkiye’deki sosyal demokrat hareketin fikir ve deney kaynakları, Avrupa’daki gibi zengin ve sağlam değil.

Avrupa’daki sosyal demokrat hareketlerin kökeninde Marksizm, Türkiye’dekinin kökeninde ise milliyetçi ideoloji vardır.

Türkiye’de Avrupa’daki anlamda bir sosyal demokrat hareket olmadı ve şimdi de yoktur. Ama azımsanmayacak sayıda sosyal demokrat kişiler vardır. Bunlar politikada önemli rol oynayabilirler. Ne var ki içinde bulundukları örgütler, bütün iddialarına karşın, sosyal demokrat değillerdir.

Sosyalistler ile sosyal demokratlar arasındaki farklar, dün çok belirgindi ve uzlaşmaz görünüyordu. Sovyet modelinin başarısızlığı, hem sosyalistler ve hem de sosyal demokratlar arasında yeniden değerlendirmelere yol açtı. Özellikle komünistlerin, öncü parti, devrim, devlet, merkeziyetçilik ve ekonomi ile ilgili görüşleri önemli ölçüde değişti. Sosyal demokratlarla yakınlaşma sağlandı.

Bugün Türkiye’de de öncü partiyi, silahlı devrim hareketini, devletçi ekonomiyi, merkeziyetçiliği savunmayan, legal, demokratik ve barışçı yöntemlere bağlı, demokratik ve sivil bir toplum düzenini sosyalizme gidişin zorunlu bir önkoşulu olarak gören sosyalistlerle sosyal demokratların birlikte olmaması için bir neden yoktur.

Dünyada kapitalist ilişkiler egemen. Bir dünya pazarı kuruluyor. Hiçbir ülke bu ekonomik ilişkiler ağının dışında kalamaz. Krize girer. Türkiye de dışa açılmak ve dünya ekonomisiyle bütünleşmek zorundadır. Yalnız başına farklı bir ekonomik sistemi uygulayabilecek gücü ve olanağı yoktur. Sosyalizm de Türkiye’nin yalnız başına uygulayabileceği bir sistem değildir. Bu, insanlığın sorunudur ve insanlığın insanlaşma sürecinde varacağı çok ileri bir aşamada ancak gerçekleşebilecektir. Herhalde bunun başladığı yer Türkiye olmayacaktır.

Bugün dünyada geçerliliği yaygınlaşan rekabete dayalı serbest pazar ekonomisini uygulamanın dışında bir seçenek yoktur. Ama bunun uygulanması, sermaye ve emek açısından farklı olacaktır. Sosyal güvenlik kurumlarına ve tedbirlerine verilecek önem ile tekelleşmeyi önlemek konusundaki anlayış, toplumsal düzenin niteliğini belirleyecektir. Farklı eğitim, kültür, sanat, çevre … politikalarının da toplumsal sonuçları değişik olacaktır. Sosyalistler gerçekçi olmak, sosyalizmin bugünden yarına kurulacak bir düzen olmadığını bilmek zorundadırlar.

Sınıfsız toplum amacına yönelik ve sosyalist değerlere bağlılık yanında, demokratik sivil toplumun, sosyalizmin gerçekleşmesinde varılması gereken zorunlu bir aşama olduğunu da kabul etmek gerekir.

Demokratik sivil toplum ise ancak barışçı ve demokratik yöntemlerle gerçekleşebilir. Çünkü ister öncü partinin gücüyle, ister savaş koşullarının yarattığı bir başka güç ile kurulacak düzenler, totaliter ve merkeziyetçi olmak zorundadırlar. İsteseler de, yapısal nitelikleri bunu aşmaya elverişli olmadığı için, demokratik sivil seçeneği gerçekleştiremezler.

İttihat ve Terakki geleneğinden değil, Marksist gelenekten gelen sosyal demokratlarla, kalıplara bağlı olmayan legal, barışçı ve demokratik yöntemleri benimseyen sosyalistler arasında birlikte çalışmayı önleyecek önemli temel farklılıklar yoktur.

Bugün sosyalistler, sosyal demokratlar, onlara yakınlık duyan demokratlar birleşip iktidar alternatifi olabilecek etkinlikte bir siyasal hareket yaratabilirler. Yaratmaları da gerekir.

Berlin duvarı yıkıldı. Eski kalıplar parçalandı. Kavramlara yüklenen anlamlar değişti. Eski bilgi ve deney birikimi üzerinde her şeyi yeniden değerlendirmek ve yaratmak zorunluluğu var. Türkiye’yi ve sorunlarını bölgedeki ve dünyadaki yerine oturtmak, evrensel değerlere uygun çözümler bulmak ve ülkeyi içine girdiği çıkmazdan kurtaracak politikalar üretmek gerekir.

Bu da bilgi çağının gereklerine uymak ve o donanıma sahip olmakla mümkündür.

 

Türkiye tipi sosyalizmin nitelikleri neler olmalı?

 

Sosyalizmin genel ilkeleri var. Her yerde geçerli olması gereken. Bir de sosyalist uygulamalar var. Bu, ülkelerin koşullarına göre değişir.

Şu anda sosyalist ilkeleri ve sosyalist değerleri biliyoruz. Ama sosyalizmin doğru uygulanmasına tanık olmadık. Sosyalizm adına sadece Sovyetler Birliği, Çin, Doğu Avrupa, Küba’da değil, Afrika ve Asya’nın birçok ülkelerinde de uygulamalar oldu. Ne bu uygulamalar birbirine benzedi ve ne de herhangi bir uygulama Marks’ın öngörüsüne uygun oldu. Biz de geleceğin düzeni olan sosyalizmi, bütün özellikleriyle bugünden tanımlamak durumunda değiliz. Bu falcılık olur.

 

Türkiye’deki mevcut sosyal demokrat partilerin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bugünkü durumlarının kısa bir değerlendirmesini yapar mısınız?

 

Kendisini sosyal demokrat olarak niteleyen CHP gibi partilerin sosyal demokrat olmadıkları, yukarıdaki açıklamalarımızdan anlaşılabilir.

Ama bu partilerin tabanında sosyal demokrat ve demokrat geniş bir kitle var. Yöneticileri arasında da değerli sosyal demokrat kişiler var. Bunlar partileriyle büyük bir uyuşmazlık içindedirler. Bu durumun devam etmesi, hem kendi kişiliklerine ve hem de ülkemize zarar veriyor. Sosyalistler ve diğer demokratlarla birlikte politik bir güç olarak siyasal alanda yer alacakları beklentisi var.

 

Türkiye’de 2000’li yıllarda sosyalist ve sosyal demokrat partilerin geleceği var mı? Hangisini daha şanslı olarak görüyorsunuz?

 

Sorunun yanıtı yukarıdaki açıklamalardadır. Sosyalistlerin ve sosyal demokratların birleşmeleri gerekiyor. Türkiye’nin geleceği soldadır. Batı’yla bütünleşme sürecine girmiş, azgelişmiş bir ülkenin sorunlarına ancak Sol çözüm bulabilir. Ama bunu söylemek yetmiyor. Solun gerçekten bu yeteneğe, bu birikime ve bu güce sahip olması gerekir. Eğer sol bunu başaramazsa, sağın yapısı, yaşadığımız büyük sorunlara çözüm bulmaya elverişli olmadığı için, ne yazık ki Türkiye’nin ufkunda kan ve ateş eksik olmayacaktır.

 

Sosyalist partilerin-hareketlerin ilerde bütünleşme olasılığı var mı?

 

Sosyalist partilerin-hareketlerin bütünüyle birleşmesini beklemek yanlış olur. Sosyalizmi anlayış farkları, dayandıkları toplumsal kesimlerin nitelikleri vd… farklı örgütlenmeleri yaratmıştır ve bu büyük ölçüde devam edecektir. Ama solda güçlü demokrat bir örgütlenme, sosyalistlerin, sosyal demokratların ve demokratların çekim merkezi olabilir. Diğer partiler marjinalleşir. Fakat marjinal olan veya marjinalleşen partilerin büyük çoğunluğu yine varlıklarını sürdürürler. Çünkü bir kısım sosyalist arkadaşlarımız, toplumdan ve toplumun sorunlarından kopuk bu partileri, toplumdan ve toplumsal sorumluluktan kaçışın sığınağı olarak kullanıyorlar. Güçlü sol bir partinin gerçekleştireceği demokratik sivil bir iktidar döneminde, inanıyoruz ki, bu sığınaklar birer huzur adasına dönüşeceklerdir.

 

Sovyetler Birliğinin son dönemlerinde ve dağıldıktan sonra, bu ülkeye bir çok geziniz oldu. Gelişmeleri anlatır mısınız?

 

Sovyet devrimini ve bu devrimin sonucu olarak zaman içinde şekillenen Sovyet modelini yıllarca tartıştık.

Biz Sovyet Modelinin sosyalist bir model olarak kabul edilmesine karşıydık. Ama Sovyetler Birliğine karşı değildik. Çünkü bu onların içişleriydi. Yönetim biçimini, sosyal ve ekonomik sistemlerini kendileri seçeceklerdi. Biz onlara karışmıyorduk. Onlar da bize model sunarak karışmamalıydılar. Özellikle TKP kanalıyla bizi rahatsız etmemeliydiler.Çünkü TKP Türkiye’nin değil, Sovyetler Birliği’nin malıydı. Türkiye’deki sosyalist harekete müdahale etmemeliydi.

Ama bütün bunları kapalı kapılar ardında ve güvenilir arkadaş toplantılarında anlatabiliyorduk.

Çünkü açık konuşmanın iki önemli sakıncası vardı. Sovyetler Birliğini eleştirmek, antisovyetizm ve antikomünizm hareketlerine malzeme sağlıyor ve onların etkinliğini artırıyordu. Bu hareketler ise en masum demokratik talepleri bile komünistlikle suçluyorlardı. İkinci önemli sakıncası ise bu eleştirilere muhatap olanların ceza kovuşturmasına uğramalarıydı. Çünkü komünist propaganda ve örgütlenme yasaktı. Savcılar, eleştirilerimizi ihbar kabul edip eleştirilerin yöneldiği kişiler hakkında dava açıyorlardı.

Bu nedenle biz susmak zorundaydık.

Ama Sovyet Modelini savunanlar, karşısındakileri revizyonistlikle, sosyalizmden sapmakla vb… suçluyorlardı. Ve bunu hep yapıyorlardı. Yani yasalar nedeniyle onlar her istediğini söylemekte özgürdüler. Karşısındakiler ise susmak durumundaydılar. Ne yazık ki bugün Kürt sorununda da aynı güçlüğü yaşıyoruz.

Fakat Sovyet sisteminin işleyişini yerinde göremedik. Okuduklarımızla, bize anlatılanlarla, yaşamımızdan ve diğer sistemlerle yaptığımız karşılaştırmalardan çıkardığımız sonuçlarla değerlendirmeye çalıştık.

Özellikle kendi ülkemizin siyasal sisteminden aldığımız önemli dersler vardı. Asker-sivil bürokrasi iktidarı ile merkeziyetçiliğin yol açtığı sorunları yaşıyorduk. Demokratikleşmenin ve gelişmenin önündeki bu iki büyük engel, Sovyet modelinde de vardı. Bu unsurları içeren bir sistemi, sosyalist model olarak kabul etmemiz olanaksızdı. TİP’de de bunu çok tartıştık.

Fakat içimizde yine de hep bir kuşku vardı. Acaba yanılıyor muyduk?

O dönemde milliyetçiler ve antikomünistler bize hep “Moskova’ya, Moskova’ya…” diye bağırıyorlardı. Gidip orada kalmak için değil, ama görüp doğru değerlendirmek için biz de gitmeye can atıyorduk. Ne gariptir ki, Sovyetler Birliği’nin yöneticileri Türkiye’deki sağcı işadamlarıyla can ciğer arkadaştılar.

Karşılıklı ticaretin büyük kârlarından onları yararlandırıyorlardı. Ama solculara ve özellikle TKP dışındaki sosyalistlere hiç de dostça bakmıyorlardı.

12 Mart askeri darbesinden sonra hakkımda tutuklama kararı çıkınca Avrupa’ya kaçmak zorunda kaldım. Berlin’de iken TKP’den bir arkadaş geldi. TKP ile birlikte çalışmamı ve bunun için gerekli her türlü maddi olanağın sağlanacağını söyledi. Kabul etmedim. Çünkü TKP bağımsız değildi. Tamamen Sovyetler Birliği’nin dış politikasının bir dişlisi durumundaydı. Sovyetler Birliği’nin dış politikası ise bir sosyalist devletin değil, bir büyük devletin dış politikasıydı. TKP ile beraber olmak sizi de ister istemez bu mekanizmanın içinde bir yere yerleştirir, amacınıza ve inandığınız değerlere uymayan bir politikayı desteklemek zorunda bırakırdı.

1972 yılında Paris’te iken Moskova’ya gitmek için vize istedim. Askeri darbeden kaçan, Türkiye’deki sosyalist hareketin önemli bir yöneticisi konumunda bulunan bir sosyaliste, Sovyetler Birliği Moskova’ya gitmek için vize vermedi. Kuşkusuz Moskova’ya gitmemi engelleyen TKP yöneticileriydi.

Gorbaçov iktidara gelince, diğer komünist partilere verilen parasal yardımlar ve destekler kesildi. Parasal kaynakları kesilen bu partilerin önemi ve etkinliği kalmadı. Çünkü Sovyetler Birliği’nin yeni dış politikasında, diğer komünist partilerin bir dış politika unsuru olarak kullanılmasından vazgeçilmişti. İhtiyaç kalmayınca da hepsine kapıyı gösterdiler.

İşte ancak o dönemde Moskova’da düzenlenen Kürt Konferansına katılmak için Sovyetler Birliği’ne gidebildim.

Bir defa yol açılmıştı. Rusya’ya, Kafkasya’daki ve Ortaasya’daki Cumhuriyetlere on beşe yakın gezim oldu. Üst düzeyde bürokratlarla, aydınlarla, işçilerle, köylülerle, her tabakadan ve her kesimden insanlarla görüşmek, konuşmak, tartışmak fırsatını buldum. Yönetim merkezlerine, fabrikalara, köylere, kültür kurumlarına, her tarafa gidebildim. Çeşitli etnik gruplara mensup insanlarla konuşup, onların fikirlerini, duygularını anlamaya çalıştım.

Bütün bunlardan şu sonuç çıktı. Sovyetler Birliği’ni görmeden önce yaptığımız değerlendirmeler doğruydu. Ama yine de kuşkuyla bakıyorduk. Gördükten sonra hiçbir kuşkumuz kalmadı.

Sistemin gelişmesiyle ilgili öngörümüzde ise yanılmıştık. Sovyetler Birliği’nin çok kısa bir sürede dağılacağını dünyada hiç kimse tahmin etmiyordu. Biz sistemin totaliter, bürokratik, merkeziyetçi yapısını, kendi iç dinamikleriyle, aşıp demokratikleşeceğini ve bunun sonucu olarak da gelişeceğini ve güçleneceğini ummuştuk. Beklentimiz sosyalist bir düzen değil, daha demokratik bir düzendi. Oysa yanıldık, Sovyetler Birliği çok kısa bir sürede dağıldı. Yüzyılların birikimine dayalı etnik kin ve nefret dalgası geldi. Gözleri ve beyinleri kör etti.

Bu önlenebilir miydi? Kuşkusuz evet. Ekonomik reformlara önem ve öncelik verip, iktidarın paylaşımı ve devlet otoritesinin demokratikleşmesi, ekonomik gelişmeye paralel olarak zamana yayılsaydı Sovyetler Birliği dağılmazdı ve dünya halklarının sosyalist amaçlara ve değerlere bağladığı umutlar bu ölçüde sarsılmazdı.

Neden böyle olmadı da, Sovyetler Birliği dağılma sürecine adeta itildi. Örnekler belki açıklamaya yardımcı olur.

Sistemin 1 numaralı adamı Gorbaçov’du. Yıllarca küfrettiği kapitalist sistemin temsilcileriyle ve kurumlarıyla kurduğu sevgi bağları, samimi ve güvenli ilişkileri sayesinde mutlu bir yaşam sürdürüyor. Oysa yüz milyonlarca insanın inancını, umudunu, inandığı bütün değerleri kaybedip boşluğa düşmelerine, en geri değerlere sarılıp birbirlerini boğazlamalarına, dünya halklarının sosyalizme olan umut ve güvenlerinin en azından zedelenmesine yol açan birinin yapacağı en onurlu iş, beynine bir kurşun sıkmaktı. Ama o bir  Allende olamazdı.

Sistemin 2 numaralı adamı Şevardnadze’ydi. Süper güç komünist devletin dışişleri bakanı ve en yetkili 2 numaralı adamı, Sovyetler birliği dağıldıktan sonra bir itirafta bulundu. “Ben komünist değildim” dedi. Evet aynen böyle dedi. Komünist değilmiş. Peki o zaman adama sormazlar mı? Bir komünist devletin başında işin neydi? Diğer süper güç ABD ile ile ilişkileri kimin lehine yürütüyordun?

Sovyetler Birliğini yöneten bürokratlar, büyük çoğunlukla bu iki örneğe uygun idiler. Hatta bir adım ilerisinde Çünkü bu iki zatın ismi ekonomik su istimallere karışmadı. Ama diğerleri, büyük çoğunlukla, Sovyetler Birliği’ndeki kamu mallarının yağmasına katıldılar.Başında bulundukları işletmeleri kendi çıkarları için kullandılar. Büyük komisyonlar aldılar. Büyük servet edindiler. Bugünkü adıyla Bağımsız Devletler Topluluğunda gelişen burjuvazi, Sovyetler Birliği’ni yöneten bürokrasidir. Dünkü komünistlerdir. Servetlerinin kaynağı ise devlet mallarıdır. Ama bu burjuvazi veya burjuva adayı topluluğun burjuva kültürüyle ilgisi yok. Sosyalist kültürü de özümsememiş. Arada bir yerde. Biraz bizim yeni zenginlere benziyor. Davranışlarıyla, zevkleriyle, değer yargılarıyla. Bugün Bağımsız Devletler Topluluğu’nda her alanı Mafya denetliyor. Dünyanın her yerinde, devlet güçleriyle işbirliği yapmadan Mafya’nın yaşaması, faaliyetini sürdürmesi olanaksızdır.

Rusya ve diğer cumhuriyetlerde devlet içinde yuvalanan ve devleti denetleyen bürokratlar, teknokratlar ve politikacılar –ki bunlar eski Sovyetler Birliğindeki komünistlerdir- oluşan veya oluşturdukları mafya gruplarıyla işbirliği içindedirler. Dışarıya büyük paralar transfer ediliyor ve dışarıda büyük paralar aklanıyor.

Yeni düzen veya düzensizlik büyük gelir farklarına da yol açmış. Sosyal kesimler arasında büyük bir uçurum yaratmış.

Peki, ya halk. Onlar da içine düştükleri yoksulluğa, işsizliğe rağmen bir gün zengin olmak umuduyla yaşıyorlar. Bu umut da yeni düzenin veya düzensizliğin sürdürülmesine güçlü bir dayanak sağlıyor.

Peki, nasıl oldu da milyonların kanı, gözyaşı pahasına ve büyük umutlarla kurulan bir sistem, evrensel insani değerleri bir yana bırakın, burjuva değerlerinden bile bu kadar geri bir toplum yarattı.

Eğitim düzeyi yüksek, beslenme standartları (Sovyetler Birliği döneminde) Avrupa’ya yakın, spora, sağlığa önem veren, okuyan bir halkta eksik olan nedir ki, kapitalist düzenin yarattığı insandan geridir. Oysa sosyalist insanın, en azından kapitalist insanın ilerisinde olan gelişmiş bir insanın oluşması bekleniyordu. Bu olmadı.

Sistem, insanı her yönüyle geliştirmeye çalıştı. Ama istediği gibi. İsteğine uygun olarak programlanmış insan. Eğitim kurumları, kültür kurumları, spor alanları vb… hep bu amacı gerçekleştirmeye yöneldiler.

Ama insanın özgür olarak kendisini geliştirmesine izin verilmedi. İnsana, devletin egemen olduğu alan dışında, bir özel alan, bir sivil alan bırakılmadı. İnsanların devlet ile olan iletişim kanalları açık tutuldu ve geliştirildi. Ama insanların kendi aralarındaki iletişim kanallarının ve alanlarının gelişmesine fırsat verilmedi. Örneğin, telefon şebekesi, iletişimi sağlayacak bir kanal olmaktan çok, sizi iletişim kurmaktan vazgeçirecek bir teknolojik düzeyde bırakıldı. Kahveler, barlar gibi özel ilişkileri geliştiren toplumsal yerlerin sayısı çok az oldu.

İnsan yalnız başına düşünebilir. Bunu ifade ettiği zaman bir değeri de var. Ama düşünce yalnız başına geliştirilemez. Düşünceler toplumsal alanda ifade edilince birbirlerini etkiler ve geliştirirler.

Sovyet insanı yıllarca düşündüğünü ifade edemedi. Devlet baskısı nedeniyle diğer insanlarla bu düşünceleri paylaşamadı. Bu düşünceler etrafında örgütlenemedi.

Sonuçta Sovyet insanı yalnız başına veya sivil alanda diğerleriyle beraber düşünme ve örgütlenme yeteneğini adeta kaybetti. İnsanların farklılıkları, kendine özgü ilkeleri, inançları, özellikleri olmadı. Bağlı olduğu toplumun bir üyesi oldu. Ama bir şey olamadı. Bu da kişilik sorunu yarattı.

Aydınlarla, çeşitli kesimden insanlarla konuşuyorsunuz. Sisteme yönelttikleri eleştiriler ve yapılması gerekenler konusunda aynı düşünceleri paylaşıyorsunuz. Seviniyorsunuz da. Herhalde bu güçlüklerin üstesinden gelecekler. Demokratik bir düzen kuracaklar, sorunlarını çözecekler.

Konuşma ilerledikçe gerçek ortaya çıkıyor. Çünkü bütün bu söylediklerini, hatta demokrasinin kurulmasını bile iyi niyetli, yetenekli bir lider gerçekleştirecek. Kendileri değil, halk değil.

İnsanların kişilikleri, fikirleri ancak özgür bir ortamda gelişir. Gelişen insanın topluma katkısı da büyük olur.

Sovyetler Birliği’nin son döneminde fikirleri açıklamanın ve örgütlenmenin üzerindeki baskılar büyük ölçüde kalktı. Aydınların ve diğer kesimlerin yeni çözümler getireceği ve yeni politikalar geliştireceği sanıldı. Ama hiç de beklenildiği gibi olmadı.Aydınlar ve rejim muhalifleri Puşkin Meydanında toplanıp sadece dedikodu ürettiler. Hangi devlet adamının eşinin hangi general veya bürokratla ilişkisi olduğu iddialarını konuştular ve yazdılar.

Bizde de öyle oldu. Demokrat Parti dönemindeki baskılardan dolayı fikirlerini açıklamayan aydınların, baskı kalkınca ülke sorunları için etkili, uygulanabilir çözümler üretecekleri beklentisi vardı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra, Kürt sorunu hariç, her alanda geniş bir özgürlük ortamı doğdu. Ama aydınlar hemen dişe dokunur bir fikir üretemediler. Zaman geçmesi gerekti.

Özgür bir ortamda düşünce gelişir ve bu da kişiliği geliştirir. Moral ve ahlaki değerler gelişen kişiliğin önemli unsuru olur. Bu değerleri kabul görmediği veya az kabul gördüğü yerde maddi değerlere, parasal değerlere öncelik verilir. Rüşvet, irtikâp, yolsuzluk, kaçakçılık, fuhuş parasal güç sağladığı için yapılmasında sakınca görülmez.

Örneğin fuhuş artışını ülkedeki yoksullukla açıklamak doğru değildir. Türkiye’de kişi başına tüketilen et miktarı hep 20 kilonun altında olmuştur. Sovyetler Birliğinde bu 70 kiloydu ve Avrupa ile aynıydı. Şimdi bile ülkemizde tanık olduğumuz yoksulluk düzeyini, Bağımsız Devletler Topluluğu’nun hiçbir yerinde görmek mümkün değildir. Bu, tamamen değer yargılarıyla ilgilidir.

Kendilerinden çok şey vererek elde ettikleri parayı nerede, ne için kullanıyorlar. Özellikle genç kuşaklar, hem kendilerinin ve hem de Batı’nın kültürüne değerlerine yabancıdırlar. İmrendikleri Batı yaşam tarzıdır. Batı tüketim malları ve kalıplarıdır. Moskova’da dolarla alışveriş yapılan Batı mallarının satıldığı mağazalardan alış veriş etmek çoğu gençlerin rüyası. Oysa gelişmiş bir insanın bunlara, bu koşullarda, ihtiyacı yoktur.

Rusların nefis bir dondurması var. Her mevsimde yeniliyor. Yemekten sonra muhakkak alırdım. Moskova’da bir gün uzun bir kuyruk gördüm. Merak ettim. Kuyruk, Roma Dondurması satan bir tezgahın önünden başlıyordu. Bu kadar kötü bir roma dondurmasını, imkânsız, hiçbir yerde göremezsiniz. Ama Sovyet insanı sırf yabancı mal olduğu için, kendi nefis dondurmasını bırakıp bu kötü dondurmayı almak için kuyruğa giriyordu.

Moskova’da McDonalds’ın ilk açılan şubesi önündeki hamburger kuyruğu kilometreyi aşıyordu. Oysa Sovyet insanı Batı Avrupalı kadar et tüketiyordu.

Kuşaklar arasındaki değer yargıları da farklı. Savaşı yaşamış, çetin mücadelelerden gelmiş yaşlı kuşak, genellikle devrime ve liderlerine, değerlerine bağlıdır. Kazakistan’da Alma-Ata’nın bir köyüne gittik. Yanımızda Vali konumunda bulunan en büyük mülki amir var. Vali Stalin’e ve Stalinizme karşı. Başarısızlıkların bütün suçunu Stalin’e yüklüyor.

Köylüler arasında yaşı yetmişi aşkın bir köylü var. Başında Stalin’inkine benzeyen bir kasket, bıyıkları Stalin’inki gibi, çizmeli, iri yarı, çok dinç, kendinden emin, heybetli biri. Konuşmaya katıldı. Valiyle tartışmaya başladı.

Bu köylü İkinci Dünya Savaşında Berlin’e ilk giren Sovyet askeri birliğinin mensubu. Büyük yararlıkları var.Bir savaş kahramanı.

Savaş sona erince Kafkasya’daki köyüne dönüyor. Köyde kimsesi kalmamış. Stalin bütün aşiretini, akrabalarını ve ailesini Kazakistan’a sürmüş. Bu Kürt köylüsü de ailesine kavuşmak için Kazakistan’a geliyor ve büyük güçlüklerle de karşılaşıyor.

Ama o bir Stalin hayranı. Stalin’e toz kondurtmuyor. Nazi istilasına karşı yaşamını ortaya koymuş bu yiğit Kürt, Stalin’I kendisine, ailesine yaptıklarıyla değil, Nazi Almanya’sına karşı kazandığı zaferle değerlendiriyor. Bu zaferin sadece Sovyetler Birliği’ni değil, insanlığı Nazi belasından kurtardığının da bilincinde.

Ya genç kuşak?

Sovyetler Birliğinin dağılmasından önceki dönemde, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’de büyük bir gece kulübündeyiz. Güzel bir müzik var. Yanımdaki arkadaşa soruyorum. “Bu, beyaz orduların kızıllara karşı savaşırken söyledikleri bir marştır” diyor. Müzik bitiyor. Çoğunluğu genç dinleyicilerden bir alkış kopuyor ve büyük bir tezahürat yapılıyor.

İlginç bir gözlemim oldu. Sovyetler Birliği’ndeki halkların kültürel yapıları, özellikleri, gelenek ve görenekleri, dilleri, deyimleri 70 yıllık dönemde sanki hiç değişmemiş. Buz dolabına konulmuş ve şimdi karşınıza çıkmış sanırsınız. Sovyetler Birliği, halkları, kültürel değerleri bakımından fazla değiştirmedi. Bu durum ise bugünkü etnik çatışmayı yarattı. Çünkü yaratılan bütün kültür ve sanat eserlerine karşın, topluma egemen ve toplumsal ilişkileri belirleyen kültürel değerler aynı kaldı. Bu kültürel değerlerin içinde, aşiretçilik, milliyetçilik, mezhepçilik, etnik ve dinsel kinler ve nefretler vardı.

Sovyetler Birliği döneminde, devlet baskısıyla bunlar geri plana itildiler. Fakat varlıklarını korudular. Ne zaman ki Birlik dağıldı, baskı kalktı. Bunlar da su yüzüne çıktı ve kanlı çatışmalara neden oldu.

Sovyetler Birliği bir federasyondu. Gerçekte devlet, katı bir merkeziyetçiliğe dayanıyordu. Cumhuriyetlerin, bölgelerin hiçbiri özerk bir yönetime sahip değildi. Hepsi Moskova’dan ve Moskova’nın o yerdeki temsilcisi tarafından yönetiliyordu. Halk yönetimin tamamen dışındaydı. Kendi kaderiyle ilgili hiçbir karara özgür olarak katılamıyordu.

Hem kişisel ve hem de toplumsal olarak düşünme, örgütlenme, kendini yönetme alanlarında gelişmeyen bir halkın, kültüründe de önemli gelişmeler olamazdı.

Oysa ademi merkeziyetçi bir sistem uygulansaydı, daha doğrusu devrimin ilk döneminde amaçlandığı gibi iktidar Sovyetlerde olsaydı, birlikte yaşayan halklar, demokratik bir yönetim için eşitliğe, kardeşliğe, sevgiye dayalı ilişkileri geliştirmenin zorunluluğunu görecekler ve bunu gerçekleştireceklerdi. Bu da tarihsel kinlerin ve nefretlerin belleklerden silinmesini sağlayacak ve kültürel değerlerde, kurumlarda olumlu gelişmeler yaratacaktı.

Ama merkezden bir güç eskiyi dondurarak, kin ve nefret eğilimlerini baskı altına alarak halkları yönetmeye kalktı. Sosyalist değerleri yerleştirdiğini sandı. Fakat başarılı olamadı. Buzlar çözülünce canavarlar uyandı ve saldırıya geçti. Olumlu ne varsa yiyip tükettiler.

Olayın bir başka ilginç yönü de Kafkasya ve Ortaasya’daki yöneticilerin kimliğidir. Genellikle bunlar eski üst düzey komünist yöneticilerdir. Bugünün de en ateşli kapitalistleridir. Bir başka özellikleri de, bir aşiretin veya grubun etkili isimleri olmalarıdır. İktidara aşiretleri veya gruplarıyla gelirler. Herhalde gidişleri de öyle olacaktır. Bu özellikler, onların kişiliği hakkında yeterli bir fikir verir sanıyorum.

Sovyetler Birliği’nin son yıllarındaki manzarası bu. Sovyetler Birliği, Sovyet devrimi sonucunda kuruldu. O zaman şu soru akla geliyor.

Sovyet Devrimi tarihsel bir hata mıydı?

Soruya doğru bir yanıt vermek istiyorsak, Sovyet Devrimini bugünkü sonuçlarına göre değil, o günkü koşullara göre değerlendirmemiz gerekir.

Devrim bir kaç on yılın ve bir grubun eseri değildi. İnsanlığın insanlaşma sürecinin tarihi binlerce yıldır. Bu sürecin temel dinamiklerinden biri ise baskıya, sömürüye karşı her alanda verilen mücadelelerdir. Felsefe alanında, bilim alanında, siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda, gerektiğinde de askeri alanda verilen mücadelelerdir.

Sovyet devrimi, bu mücadelelerin birikimi üzerinde ve bunların bir devamı olarak, kendi özel koşullarında tarih sahnesine çıkmıştır.

Birinci Dünya Savaşı, bir yerde emperyalizmin dünyayı bölüşme savaşıdır. Geri kalmış bir ülke olan Rusya’da, halkı, bir yanda yoksulluk, diğer yanda savaşın getirdiği felaketler perişan etmişti. Baskı ve sömürü doruktaydı. Savaş için seferber edilen milyonlarca insan bitkin düşmüştü. Kıtlık ve yoksulluk yaygındı.

Emperyalizm ve burjuvazi en gaddar ve zalim dönemlerini yaşıyorlardı. Bugünkü gibe uluslararası insan hakları örgütlenmeleri, uluslararası yargı kurumları, duyarlı kamuoyları, etkili demokratik medya vb… yoktu. Uluslar, halklar, ezilen ve sömürülen sınıflar ve tabakalar kendi güçlerine güvenmek durumundaydılar. Zalim ve gaddar iktidarlara karşı tek etkili güç silahtı. Direnenler savaşmak ve haklarını savaşarak almak zorundaydılar. Lenin liderliğindeki Bolşevik Partisinin silah zoruyla iktidara el koymak ve yine bunu silahla savunmaktan başka seçeneği yoktu. Nitekim bu yapıldı.

Sovyetler, halkların kendi kaderini tayin hakkını tanıdı. Bütün halklara tazminatsız ve toprak ilhakını öngörmeyen barış önerdi. Üretimi işçilerin denetimine verdi.Toprakta özel mülkiyeti kaldırdı. İktidar ise Halk Komiserleri Konseyi’ne geçti.

Bu devrimdi. Hem de tarihin kaydettiği en büyük devrim. Kime karşı? Emperyalizme, burjuvaziye, büyük toprak sahiplerine karşı. Kimin için? İşçiler, köylüler ve bütün emekçi halk kitleleri için.

İnsanlığın binlerce yıllık mücadele tarihinin birikimi, büyük bir devrim olarak Rusya gibi devasa bir ülkede somutlaşıyor ve işçi sınıfı diğer müttefikleriyle birlikte bütün insanlığa sınıfsız ve her türlü sömürüden arınmış bir dünya yaratmak amacı ve kararlılığıyla iktidara el koyuyordu. Bu tarihin heyecan verici, her anımsanışında duygulandırıcı bir dönemiydi.

Sovyet devrimi sadece Rusya ve çevresinde etkili olmadı. Bütün dünyayı etkiledi. Bütün ülkelerin işçileri ve emekçi halk kitleleri bu umutla ve bu destekle örgütlendiler, mücadele ettiler. Önemli siyasal, sosyal ve ekonomik kazanımlar elde ettiler. Bugünkü Batı demokrasileri onların mücadeleleri sayesinde bugünkü konuma geldi. Uluslararası insan hakları normları ve güvenceleri bu sayede oluştu.

İnsanlığın Sovyet Devrimini gerçekleştiren Lenin ve arkadaşlarıyla, devrim savaşına katılan isimsiz kahramanlara büyük borcu vardır. Onlar hiçbir kişisel beklentileri olmadan, salt insanlık için savaştılar. Samimiyetleriyle, dürüstlükleriyle, cesaretleriyle devrimi gerçekleştirdiler ve ona gölge düşürmediler. Bu soylu bir davranıştı. Gerçek insana yakışan soylu bir davranış.

Sovyet Devrimi, bir yanda Sovyetler Birliği’nin kuruluşunu sağlarken, diğer yanda da bu birliğin dağılmasına neden olacak ilk tohumları ekiyordu.

İktidar Sovyetlerde olacaktı. Bu amaçlanmıştı. İktidarın Sovyetlerde olması, ademi merkeziyetçi bir sistemi ve halkın devlet yönetimine katılımını gerçekleştirecek, demokratik mekanizmalar kurulacak ve işlerlik kazanacaktı.

Fakat iktidar partinin tekeline alındı. Bu, totaliter, merkeziyetçi, bürokratik bir yapının kurulmasına yol açtı.

İkinci etken savaşın getirdiği bir sonuçtu. İktidarın parti tekeline alınışıyla yapılan hatayı, parti parti ve devlet yapılarının çürümesine yol açacak ve iflasla sonuçlanacak bir boyuta götürdü.

Bu nasıl oldu?

1917 Devrimi, emperyalist güçlerle onların yerli işbirlikçileri tarafından kuşatılmaya alındı ve uzun bir savaş dönemi yaşandı. İşte bu dönem, partide ve parti yönetiminde de etkili değişimlere yol açtı.

En yetenekli, en güçlü, inançlı ve özverili partiler ve komünistler ön saflarda çarpıştılar. Büyük çoğunluğu öldü. Genellikle bütün silahlı devrim hareketlerinde görülen ve kaçınılması güç bir kader, Sovyet Devriminin de geleceğine yön verdi.

Devrim heyecanı duyan, devrime aklıyla ve gönlüyle bağlı olan ve ön saflara atılıp vurulanların yerine, genellikle toplumda bir yer edinmek, kişisel yaralar elde etmek isteyen, fakat bağlı olduğu ilkeleri ve değerleri bulunmayan kişiler gelir. Çünkü bu aşamada devrim hareketi ya başarılı olmuştur veya başarısı ufukta gözükmektedir.

Silahlı hareketlerin askeri niteliğinden kaynaklanan gizlilik ihtiyacı, partiye, devlete ve bütün alanlara egemen olur. Böyle bir ortam ise devrime akıl ve gönül bağı ile bağlı olmayanlar için rakip gördüklerini tasfiye edip denetimi ellerine geçirmek fırsatını yaratır.

Devrim heyecanı, yerini ayak oyunlarına bırakır. Grupsal çıkarlar, toplumsal yaraların önüne geçer.

Sovyet Devriminin de ne yazık ki kaderi bu oldu.

Devrimin en değerli unsurlarının büyük bölümü savaşta kaybedilirken, geri kalanlar da, kişisel çıkarları ve beklentileri için partiye geçenler tarafından tasfiye edildiler. Partinin ve devletin dışa kapalılığı nedeniyle bu kurumlarda özel çıkarlara dayalı gruplaşmalar oluşmaya başladı ve bunlar arasında iktidar kavgası, komünizm, sosyalizm gibi kavramların arkasına saklanarak yapıldı. Bütün bunlar, parti, devlet ve diğer toplumsal yapıların, kurumların içten içe çürümelerine yol açtı. İktidar aşırı derecede merkezileşti. Hiçbir alanda muhalefetin oluşmasına imkân verilmedi. Korkunç bir baskı sistemi kuruldu.

İşte Sovyetler Birliği’nin sonunu da bu katı merkeziyetçilik getirdi.

İktidarın merkezileşmesi, ekonomide de merkeziyetçiliğin uygulanmasına yol açtı.

Devrimin ilk yıllarındaki savaş komünizmi koşullarında, ülke ekonomisi tam bir çıkmaza girmişti. Lenin 1921’de özel ticarete, özel sanayiye izin veren yeni bir ekonomik politikayı (N.E.P.) Kongreye kabul ettirdi. Bu, başarılı da oldu.

Ardından özel kesime verilen izinler kaldırıldı. Merkezi planlamaya ve sanayileşmeye dayalı devletçi ekonomik politika izlendi.

Bu ekonomik politika 1950’lere kadar başarılı oldu. Sanayileşme sağlandı ve ürettim arttı.Devrim heyecanının sönmemiş olması, savaşı yaşayan kuşağın, devrimin kazanımlarını kaybetmemek için yaptığı özveri ve o dönemdeki sanayileşmenin niteliği, Batı’yla rekabette Sovyetler Birliği’ne şans tanıdı.

1950’lerden sonra durum değişti. Yeni bir sanayileşme hareketi doğdu. Kol gücünün işlevini gören makinelerin yerini, insan beyninin işlevini gören makineler almaya başladı. Bu, üretimde hem kaliteyi ve hem de verimi artırıyordu. Bilgisayarlar sanayiye ve insan yaşamına girmişlerdi. Bunları yapmak ise ileri teknolojiyi gerektiriyordu. İleri teknoloji de bilimsel gelişmeye bağlıydı.

Katı merkeziyetçi sistemde parti ve özellikle parti şefi her şeyi bilirdi. Sanat ve bilim politikalarını o belirlerdi. Bilim adamları bu çerçevenin dışına çıkamazlardı. Yoksa tasfiye edilirlerdi.

Oysa bilim ancak özgür ortamda gelişebilir. Olaylara bilimsel şüphecilikle yaklaşmayan, partinin saptadığı kurallara bağlı olmak zorunda bulunan bir bilim adamının yaratıcılığı olabilir mi?

1989 yılında Paris’de bir Kürt konferansı düzenlendi. Konferansa katılan Sovyetler Birliği’nden bir profesör, konferansla ilgili bir yazı yazacağını söylemişti. Bir yıl sonra Moskova’ya gittim ve kendisini ziyaret ettim. Yazının hangi gazetede yayınlanmış olduğunu sordum. Profesör, “hayır, henüz yayımlanmadı. Pravda’ya vermiştim. İnceleme yeni tamamlandı. Yayınlanabilirliğine karar verdiler. Yakında yayımlayacaklar.” dedi. İnanılır gibi değil, ama gerçek. İnceleme bir yıl sürmüştü. Yazı güncelliğini kaybettiği için yayınlanmasının fazla bir önemi de kalmamıştı.

Böyle bir ortamda bilimsel gelişme olmaz. Bilimsel gelişme olmayınca ileri  teknoloji yaratılamaz. O zaman ekonomide hem kalite düşer, hem verim düşer.

Bu durum Sovyetler Birliği’nde önemli bir sorun yarattı.

Halkın yaşam düzeyi düştü. Verimlilik düştüğü için ihtiyaçlar yeterince karşılanamadı. Kalite yükselmediği için halk kötü kaliteli malları kullanmak zorunda kaldı. Bu da kapitalist sistemle olan yarışın kaybına yol açtı.

İletişim araçları çok geliştiği için halk Batı yaşam tarzını medyadan izleyebiliyordu. Sistem, moral değerlere önem veren yeni bir Sovyet insanı yaratamadığı için de halk, Batılı yaşam tarzına imrenmeye başladı. Kendi sistemlerinin bunu sağlayacak yetenekte olmadığına, ancak kapitalist sistemle, arzuladığı Batılı yaşam biçimine kavuşacağına inanmaya başladı. Bu, sonun başlangıcı oldu.

Marks, kapitalistlerin, kârlı olmayacağı için, tesisleri yenilemek istemeyeceğini, bu nedenle teknolojilerinin eskiyeceğini, verim ve kalitenin düşeceğini fakat sosyalistlerin tesisleri yenileyip ileri teknolojiyi kullanacaklarını, bunun da daha çok ve daha kaliteli üretimi sağlayacağını ve halkın yaşam düzeyinin, kapitalist sisteme göre daha çok yükseleceğini, bu durumun da halkın sosyalist sistemi tercih etmesine neden olacağını öngörüyordu. Bu öngörü gerçekleşti mi?

Bir grup işadamıyla birlikte Gürcistan’da bir çimento fabrikasına gittik. Fabrikanın filtre sistemini değiştirmek istiyorlardı. Fabrikanın bulunduğu geniş bir alana çimento yağıyordu. Bu hem ekonomik kayıp, hem de bir çevre felaketiydi. Ben arabadan çıkamadım. Mühendis arkadaşlar tulum ve benzeri elbiseler giyerek fabrikayı incelediler. Yıllık çimento kaybı 150.000 tondan fazlaydı. Bir yıllık kayıpla sistem yenilenebilirdi. Mühendis arkadaşlar, fabrikanın, kuruluşundan beri hiçbir revizyon görmediğini, tek bir çivinin çakılmadığını söylediler.

Kendilerinden bu kayıplarla ilgili değerleri kapsayan bir belge istedik. Fabrika Müdürü, “Bizim üst makamlara sunduğumuz raporlarda çimento kaybı yoktur. Şayet biz yılda 150.000 ton çimento toz halinde çevreye yayılıyor, dersek, fabrikayı hemen kapatırlar.” “Peki”, dedik, “Yukarıdakiler fabrikanın durumunu bilmiyorlar mı?” “Biliyorlar” dedi. “Ama üretim durmasın diye göz yumuyorlar. Yalnız resmen duymak istemiyorlar.

Bu tek bir örnek değildir. Birçok örnekle karşılaştım. Birçoğunu da başkalarından duydum. Ülke genelinde sistem böyle işliyordu.

Merkeziyetçi bürokratik sistem, Marks’ın öngörüsünün gerçekleşmesini engelledi. Kapitalist ekonomi kendi içindeki rekabet nedeniyle tesisleri, teknolojileri sürekli yenilerken, kendi içinde rekabet unsuruna yer vermeyen Sovyet sistemi ise Stalin döneminin tesislerini ve teknolojilerini günümüze taşıma becerisini gösterdi. Oysa Sovyet sisteminde de rekabet unsuruna yer verilebilirdi. Aynı firmaya ait iki işletme arasında bile rekabet olabilir. Moral kuralları saptanan, denetlenebilir rekabet gelişmeyi sağlar. Ama Sovyet sisteminin aşırı merkeziyetçi yapısı bunu önledi.

Gelişmeyi önleyen bir başka unsur da yine merkeziyetçiliğin  sonucu olarak uygulanan Merkezi Planlama Teşkilatının üretimi, dağıtımı, tüketimi vb… Moskova’dan planlamasıydı.

Sovyet sistemi insana değer vermiyordu. Anadolu köylüsünün eski anlayışıyla “Karnı tok, sırtı pek olsun, yeter” diyordu. Tüketici tercihlerini ve eğilimlerini hesaba katmıyordu. Kaliteye önem vermiyordu.

Örneğin herkese yetecek kadar gömlek üretiliyordu. Ama gömleklerin kalitesine önem verilmediği gibi model, renk gibi özellikleri de merkezi planlama teşkilatı saptıyordu. Bir bakıyordunuz, mağazalar kırmızı renk gömleklerle dolu. Ama diğer renk ve desenlerden gömlek yok.

Sovyet modelinin başarısızlığı ile ilgili olarak daha birçok nedenden söz edilebilir. Ama hepsinin temelinde katı merkeziyetçilik, bürokratlaşma, devlet aygıtının dışa kapalı oluşundan kaynaklanan çürüme var.

Halkın yönetime katılımı sağlanamadığı için de sistem kendisini yenileyemedi. Katılım olsaydı, tabandan tavana kan dolaşımı sağlanır ve sistem hayatiyetini korurdu.

Türkiye’nin bugünkü siyasal sistemiyle arada bazı paralellikler kurmak, bazı benzerlikler bulmak mümkün. Bu nedenle de alacağımız dersler vardır.

Özellikle, asker-sivil bürokrasi iktidarı, merkeziyetçilik, devletin dışa kapalılığı ve açıklıktan yoksun oluşu, katılıma imkân vermeyen siyasal parti sistemi en önemlileridir.

Sosyalizm ideoloji olarak, fikir olarak, hareket olarak, amaç ve bir değerler sistemi olarak yaşamımızın bir parçası oldu.Kişiliğimizi yoğuran, şekillendiren en önemli unsur oldu.

Sosyalizmi, herhangi bir tarihsel dönemde, herhangi bir yerde uygulanması mümkün olan değişmez bir sosyal düzen olarak anlayanlar için, Sovyet modelinin çöküşü büyük bir karamsarlığa ve umutsuzluğa yol açtı. Onlar için her şey bitti.

Oysa sosyalizm Marks’ın düşüncesinden, Lenin’in ve Mao’nun eylemlerinden doğmadı. Sosyalizm her şeyden önce bir ideoloji. Kimin? İşçi sınıfının. İşçi sınıfı nasıl doğdu? Sanayileşmeyle.

O halde sanayi toplumunun esri olan işçi sınıfının ideolojisi Marks’ı, Lenin’i, Mao’yu… yarattı.

Biz sosyalizmin ilkelerini toplumun gelişme yasalarında arayacağız. Elbette ki büyük düşünürlerin, büyük eylem adamlarının fikirlerinden yararlanacağız. Ama bunların kendi dönemlerinde ve o dönemin koşullarında doğru ve geçerli olabileceğini, yine yanılma payı bırakarak, bileceğiz.

Dogmatizm, yaşamı kalıplara sokar, özünden koparır ve yaratıcılığı öldürür.

Oysa dünyada değişim çok hızlı. Bilgi çağını yaşıyoruz. Bu hızlı değişime ayak uydurmak için, bu çağın gereklerine uygun bilgi donanımına sahip olmalıyız.

Bugün kavramalar farklı. Dünün kavramlarına yüklenen anlamlar da farklı. Kurumlar, ilişkiler çok değişti. Bunları eski kalıplarla açıklamak olanaksız. Zaten kalıplar parçalandı. Artık kalıplar yok. Geçmişin bilgi ve deney birikimine dayalı olarak her şeyi yeniden yorumlamak, yeniden yaratmak zorundayız.

Sosyalizm de bugünden yarına kurulacak bir düzen değildir. İnsanlığın bugünkü düzeyi, böyle ileri bir sistemi gerçekleştirmekten uzaktır.

Ama unutmamalıyız ki sosyalizm, insanlığın gelişme sürecinin bir parçasıdır. Ondan kopuk değildir.

Evrensel değerler için, insan için mücadele edenlerin amacı, sadece geleceğin düzenini kurmak olamaz. Ütopyalarımız, uzak bir geleceğe yönelik amaçlarımız mücadelenin itici gücü olabilirler. Umutlarımızı, heyecanlarımızı besleyebilirler.

Ama önemli olan bugündür. Bugünün ezilen insanlarıdır, sömürülen insanlarıdır. Yok edilmek istenen halkların, kültürlerin durumudur.Etnik ve dinsel kinlerin ve nefretlerin, fanatizmin yarattığı utanç verici tablolardır.

Bu sorunlara nasıl çözüm bulacağız? Hangi alternatif politikalarla bu güçlüklerin üstesinden geleceğiz?

Ne çözümler, ne politikalar, ne de bunlar için kullanacağımız araçlar kitaplarda yazılı değildir.

Kuşkusuz kitapların vazgeçilmez önemi var. Onlar insanlık tarihinin fikir ve deney birikimini içerirler. Ama kitaplar yayımlandıkları anda eskirler. Biz onlardan yaralanacağız. Onları aynen kabul edip uygulamayacağız.

Biz, bugünden ve insandan kopuk bir sosyalizm için mücadele etmiyoruz. Mücadelemiz insanlar içindir. Öncelikle de en yakın çevremizden başlayarak büyüyen bir dairenin içindeki insanlar içindir.

Sosyalizme varmak için toplumsal gelişmenin sürmesi gerekir. Toplumun gittikçe demokratikleşmesi, sivilleşmesi gerekir. İnsanın gelişmesi, gerçek boyutlarıyla insanlığını bulması gerekir. Bu süreçten geçerek sosyalizme varılır.

Bunu oturup bekleyemeyiz. Fikir jimnastiği yaparak da gerçekleştiremeyiz.

Süreci hızlandırmamız gerekiyor. Bunun araçları var. Başlıca aracı örgütlenme. Siyasal partiler, sivil toplum örgütleri vb…

Bunların programları yere, zamana ve koşullara göre değişir. Adları da öyle. Sosyal, siyasal ittifakları da öyle.

Sosyalistim deyip, sadece fikir jimnastiği yaparak ve kalıpların içine hapsolup bekleyerek sosyalizmin bir gün gerçekleşeceğini ummak, bir dindarın cennet beklentisine benzer.

Sosyalistler, cennet beklentisiyle avunmak yerine, yaşadıkları Araf’ın sorunlarını hemen çözmeye çalışmalıdırlar. Çünkü, ancak bu sorunların çözümüyle cennete giden yol açılır.

 

 

Mehmet Ali Aslan